. 29
Vaktiyle yaşlı bir ninenin bir kızı ve yedi oğlu varmış .Oğlanlar büyüdükten sonra yedi dağ kadar uzağa gitmişler. Nine ile beraber kalan kızı ise olgunluk yaşına basmış. Kız,diğer kardeşlerinden habersizmiş.
Bir gün genç kız arkadaşlarıyla oyun oynuyor-muş. Bu oyun esnasında değerli bir eşya çalınmış. Kızın arkadaşlarından her biri bu eşyayı kendisinin çalmadığını, bunu ispat etmek içinde "Ağabeylerim üzerine ant olsun ki..." şeklinde yemin etmişler. Sıra bu ninenin genç kızma gelince ağabeyleri olmadığı için büyük bir üzüntü duymuş. Bunun üzerine arkadaşları, bu kızla ağabeyleri olmadığı için alay etmişler.
Kız büyük bir üzüntüyle, ağlayarak oradan kaçmış ve eve gelerek durumu yaşlı annesine anlatmış. Annesi, kızın ağabeyleri olduğu gerçeğini anlatmaya karar vermiş.
Annesi kızım yanına alarak ona bilmediği gerçekleri anlatmaya başlamış: "Kızım! Aslında senin kardeşlerin vardır. Onlar yedi erkektir. Zamanında buraları terk edip, falan yedi dağın ötesine gittiler. Senin de onların yanma gidebilmen için, sana yapacağım topraktan bir eşeğe bineceksin ve çüş...çüş diyeceksin. Kesinlikle eşeğe hoşt... deme yoksa eşek bozulur toz olur."demiş
Ve kız kardeşlerinin yanma giderek, annesinden eşeği yapmasını istemiş. Annesi çamurdan eşeği yapmış ve kızda binerek yola koyulmuş. İki, üç dağı aştıktan sonra yanlışlıkla hoşt... demiş ve anında eşek toz oluvermiş. Tekrar annesine gelerek çamur eşeği yapmasını istemiş ve eşek tekrar yapılmış. Kız tekrar eşeğe binmiş ve bu sefer yedi dağ Öteye varmış. Birde bakmış ki, büyük bir köşk. Kız burada ağabeylerinin yaşadığını anlamış ve gizlice içeri girerek, onların olmadığı bir sırada evdeki tüm işleri yapmış ve ortalığı temizlemiş.
Akşam kardeşleri eve gelince bakmışlar ki, her yer tertemiz ve intizam içinde. Birbirlerine kimin yaptığını sormuşlar ve belli bir cevap alamamışlar. Kız akşam üzeri bir sütunun kovuğuna girip giz.
Kardeşlerden en küçük olanı, yarın evde saklanacağını ve evin işlerini kimin yaptığını ortaya çıkaracağını söylemiş. Sabah olunca büyük kardeşler evden çıkmış, küçük kardeşleri ise bir köşede saklanmış. O anda kız saklandığı kovuktan çıkmış. Tam ev işlerini yapacağı sırada, küçük kardeş bulunduğu yerden çıkarak kızı yakalamış ve buraya neden geldiğini, buradaki işleri neden yaptığını sormuş. Kız da başından geçen tüm olayları anlatmış. Akşam eve gelen büyük kardeşlerine de durumu anlatmışlar. Kardeşleri birbirine kavuştukları için büyük mutluluk duymuşlar.
Ertesi gün yedi erkek kardeş evden ayrılırken, kız kardeşlerine ocağın ateşini kesinlikle söndürmemesini tembihlemişler
Aradan uzun bir zaman geçmiş kız bu tembihi bir gün unutmuş ve bakmış ki ateş sönmüş. Kız bu sefer ateş bulmak için etrafı dolaşmış. Bir tepenin üstüne çıkarak etrafı gözlemlemiş, bir de bakmış ki bir dağın ardından duman çıkıyor, hemen ateş alırım sevinciyle yola koyulmuş. Dağı aşınca bir ev karşısına çıkmış. Eve girince yedi tane genç kızla karşılaşmış. Bu kızlar meğer bir cadının yedi kızıymış. Kız, bu cadının kızlarından ateş istemiş. Kızlar ateşi vermişler. O anda cadı anaları evde yokmuş.
Kızlar, cadı annelerinin kızı bulmaması için ateşin yanında ona sabun ve yağ vermişler. Ve kıza arkasından yağ atmasını, yol kayganlaşır, daha sonrada sabun atmasını, bu da su olur böylece annelerinin ona ulaşamayacağını anlatmışlar
Kız da. malzemeleri alarak eve doğru yola koyulmuş. Cadı eve gelince durumu sormuş ve durumu öğrenince kızın peşinden gitmiş. Kız cadının arkasından geldiğini görünce, önce sabunu, sonrada yağı atmış, böylece cadı o anda bayılmış, kız da zar zor eve varabilmiş. Fakat cadı ertesi gün uyanınca, kızın evine gelerek kapıyı çalmış. O sırada içerde olan kızdan, her gün parmağının kanını ve yanında tuz istemiş. Bunu yerine getirmediği takdirde ise kapıyı kırıp, içeride kızı öldürme tehdidinde bulunmuş. Kız da çaresiz cadının dediğini yerine getirmiş.
Belli bir zaman geçtikten sonra, ağabeyleri kız kardeşlerinde çok zayıflama olduğunu görmüşler. Kız kardeşlerinden durumu anlatmasını istemişler. O da başından geçenleri tek tek anlatmış. Böylece ağabeyleri içlerinden bir kardeşlerini eve saklamışlar. Cadı eve gelince, kardeşi oku çıkarıp cadıyı öldürmüş.
Bunun üzerine kız, tüm ağabeylerine bu cadı-
nın yedi kızı olduğunu ve kendilerinin bu kızlarla evlenmelerini istemiş, ağabeyleri de kız kardeşlerinin dediğini yaparak bu cadının yedi kızıyla evlenmişler.
Aradan epey zaman geçmiş. Kardeşler sabah evden ayrılırken kız kardeşlerine bazı tehlikelerden dolayı tembihlemişler. Bu tembihte kız kardeşlerinde su içerken, kesinlikle su içtiği testinin ağzını bir tülbentle bağlayıp, ondan sonra, o suyu içmesini istemişler. Böylece kız kardeşlerini sudaki zararlı kurtçuklardan korunmasını sağlamaya çalışmışlar.
Fakat cadının kızları olan gelinler, kocalarının kardeşlerine olan sevgisini kıskmmış ve ona bir tuzak kurmayı planlamışlar. Bunun için sudaki zararlı kurtçuklardan korunmak için bağlanan tülbentle birlikte, cadının kızları, evdeki tüm tülbent ve bezleri saklamış ve kıza vermemişler. Bunun üzerine kız da suyu, testiye tülbent bağlamadan içivermiş o sırada gelinlerinin suya bıraktığı bir yılan kızın karnına girmiş.
Gel zaman git zaman kızın karnına giren yavru yılan büyümüş ve kızın karnında büyük bir şişkinlik yaratmış. Cadının kızları tam sırası diyerek kıza iftira atmışlar. Kızın ağabeylerine kızın hami-
le olduğu yalanını söylemişler. Kızın ağabeyleri de bu söze inanıp kızı öldürmeyi kararlaştırmışlar. Bunun için içlerinden en küçük kardeşlerini görevlendirmişler. Onun kız kardeşlerinin bir dağa götürüp öldürmesini ve kızın kanlı elbisesini istemişler. Emin olmak için.
En küçük kardeş, kızı alarak dağa götürmüş. Tam kız kardeşini öldüreceği sırada kalbinde kardeşine karşı bir acıma hissi duymuş ve onu öldürmekten vaz geçmiş. Diğer kardeşlerine, kızı öldürdüğünü inandırmak için, kızın mintanından bir parça alarak kana bulamış ve kız kardeşini de dağda oluruna bırakmış.
Kız her ne kadar masum olduğunu kardeşlerine anlattıysa da, onları kendisine bir türlü inandıramamış. Ve kendisini yalnızca dağa bırakan kardeşine: "Ah! Kardeşim! Ayağında bir yara çıksın ve kimse onu iyileştirenlesin. O yaranın tek dermanı ben olayım ve sende derman bulmak için bana gelesin, bana muhtaç olasın!" bu şekilde beddua etmiş. Daha sonra çaresizce dağı dolaşmaya başlamış, kardeşi de oradan uzaklaşmış.
Kız gide gide çift süren bir çiftçiye rastlamış. Çiftçide kızı yanmOçağırmış ve kendisini burada hiç görmediğini söylemiş. Kız da başından geçen İcri çiftçiye tek tek anlatmış. Çiftçi kıza acıyarak, ona karnındaki yılan için çare düşünmüş. Tam o sırada tarlada, bir dikenin içinde bulunan, büyük bir yılan ona çaresini anlatacağını söylemiş. Yılan: "Kızı tavandan baş aşağı sarkıtmasını, bunu yaparken de başının altına tuz ve su katmasını çiftçiye söylemiş." Büyük yılanın altında aynı zamanda bir küp altın varmış.
Çiftçi kızı alarak eve gelmiş ve kızı bacaklarında tavana baş aşağı sarkıtmış ve başının altına tuz ve su koymuş. Bunun üzerine kızın karnındaki yılan, tuzu ve suyu almak için, kızın ağzından dışarı çıkmış. O sırada nöbet tutan çiftçi, yılanı görür görmez vurmuş ve öldürmüş, iyileşen kızı da kendine nikahlayarak onunla evlenmiş. Bir çok çocukları olmuş.
Kızın kardeşlerinin en küçüğüne ettiği beddua tutmuş. Küçük kardeşin ayağında büyük bir yara çıkmış. Kardeşi nereye baş vurduysa derdine çare bulamamış. Kardeş avarece dolaşa dolaşa kız kardeşinin köyüne gelmiş. O sırada köyün çocukları bunun etrafında toplanmışlar. Bunu gören kız durumu merak edip kalabalığa doğru gitmiş. Bir bakmış ki bu kendisini dağda yalnız bırakan kardeşi. Memen kardeşini alarak eve gelmiş ve ona bir ilaç yaparak ayağına sürmüş. İlacı sürer sürmez, ağabeyinin .yarası anında iyileşmiş.
Daha sonra kız, başından geçenleri kardeşine anlatmış. Kardeşi, kıza yanlış davrandıklarından dolayı üzülmüş.
Bıı olaydan sonra çiftçi, kardeşi ve kız beraberce çalılıklarda bulunan ve altında hazine olan, büyük yılanı öldürmeye gitmişler. Tarlaya varıp yılanı bulmuşlar ve orada yılanı hemen öldürüp, altındaki bir küp altını almışlar.
Kızın en küçük kardeşi de diğer ağabeylerinin yanına giderek durumu anlatmış. Bunun üzerine kardeşler birlik olup, cadının yedi kızını öldürmüşler ve kız kardeşlerinin yanma gelmişler. Orada altınları alarak hep beraber, bir daha ayrılmamak üzere mutlu bir hayat sürmüşler.
Ewel zamanda hiç evlat sahibi olmamış bir karı koca varmış .Köyden şehirden uzakta, ıssız bir yerde kendi başlarına ya-şarlarmış. Bu karı koca çocuk sahibi olamadıkları için çok üzülürlermiş ve kendilerinden başka kimseleri olmadığı içinde birbirlerine çok bağhlarmış. Yalnızlığın verdiği üzüntüyle bir gece ağlaya sızlaya Allah'a yalvarmışlar ve kendileri için bir can yoldaşı istemişler.
Bir sabah uyandıklarında bakmışlar ki kapı eşiğinin önünde heybetli güzel bir ve inek bekliyormuş.ineğin sahibi olup olmadığını anlamak için çevreyi aramışlar taramışlar,oraya buraya seslenmişler fakat bakmışlar ki hiç seslenen kimse yok.Buna çok sevinip ineğin yanma gelmişler.İneğin karnını iyice doyurmuşlar ve güzelce tımar etmişler. Ardından da inek için rahat bir yer yapmışlar.
Bu kan koca ineğin yanma her geldiklerinde onunla,İçişi oğluyla konuşur gibi konuşurlarmış,sevip okşarlarınış.Buna karşılık akıllı inekte onları çok severmiş.
İnek her sene yavrular ve kazan dolusu süt verirmiş.Evin hanımı da sütün kendilerine yetecek kadar olanını ayırdıktan sonra,fazla gelen sütü kocası şehir pazarına götürüp satarmış.Yavru buzağıları da büyüyünce satar ve böylece geçimini sağlarmış.
Günlerden bir gün evin hanımı çok hastalanmış ve o hastalığından dolayı ölmüş.Hanımın ölmesi üzerine hem kocası hem de inek çok üzülmüş ve ağlamışlar.
Karısının ölümünden sonra adam yalnızlıktan sıkılmış ve evlenmeye karar vermiş.Sonunda arzusuna kavuşup evlenmiş.Fakat evlendiği yeni kadın inatçı ve yaramaz bir kadınmış.
Bu kadın her şeye bir bahane bulur ve hiçbir şeyi beğenmezmiş. Evin düzenini de kafasına göre değiştirmeye başlamış. Kocasının ineğe gözü gibi bakıp, sevgi göstermesini de gizli gizli takip edermiş.
Bir gün kadın dayanamamış ve kocasına bu ineği neden bu kadar çok sevdiğini sormuş. Adam da ineğin durumunu anlatmış. Adam, karısının ve kendisinin bu ineği çok sevdiklerini ve karısının ölmeden önce ineğe iyi bakmasını vasiyet ettiğini yeni karısına anlatmış.
Yeni kadının da bunun üzerine ineğe karşı olan kıskançlığı artmış ve böylece ineği ortadan kaldırmaya karar vermiş. Çünkü kocası, ineğin yanına her gidişinde ölen karısını hatırlar ve ineği öylece severmiş. Aynı zamanda inek yeni kadını hiç sevmez yanına yaklaştırmazmış.
Bu inek, süt vermesinin yanında evini her türlü düşmandan da korurmuş. İnek bu eve geldiğinden beri bu karı kocanın evini her gece yoklayan bir canavarı görürmüş. Bu canavar, her gece evin yanına gelir, içeriye girmeye çalışırmış fakat her gelişinde inek canavarı korkutup kaçırırmış. Bu olaydan ne adamın ne de kadının haberi varmış. Çünkü canavar yalnız geceleri gelirmiş.
Bir gün yeni kadın, kocasına ineğin çok huysuz olduğunu bir türlü yanma yaklaşamadığını söylemiş ve ineği satmasını istemiş. Adam yeni karısına kızarak, ineğin ölen karısının yadigarı olduğunu ve bunun içinde asla satmayacağını söylemiş. Karısı ne zaman ineği, kocasına şikayet etse hep azarlanılmış.
Yeni kadın inekten kurtulamayacağını anlayınca kocasına karşı hile yapmayı düşünmüş ve yalandan hastalanıp yatağa girmiş. Hiç yemez, konuşmaz bu halde yorgana sarılıp günlerce yatıp durmuş. Ne ilaç ne doktor bu kadını ayağa kaldıramamış. Kocası da karısının durumuna çok üzülür, onu öleceğinden korkarmış.
Bir gün adam, yeni karısına iyileşip ayağa kalkması için kendisinden ne isterse onu yerine getireceğini söylemiş. Kadın da ancak evdeki ineğin etinden yerse iyileşeceğini kocasına söylemiş. Bunun üzerine kocası çaresiz isteğini kabul etmiş.
Adam ertesi gün ineği kesip bir kazan dolusu et kavurmuş ve yeni karısına bundan yedirmiş. Adamın karısı eti yiyince iyileşmiş ve gülüp oynamaya başlamış. Kocası da karısının iyileştiğine çok sevinmiş.
Bir gece vakti bu karı koca uyurlarken, dağ canavarı yine gelip kapısına dayanmış. Etrafına bakınca, kendisini her gelişinde korkutup kaçıran ineğin artık olmadığını görmüş.Bundan faydalanan canavar kapıyı kırıp eve girmiş ve yataklarında uyuyan kan kocayı parçalayarak yemiş.
Bir zamanlar değirmencilik yapan Hasan Lahnu adında bir adam varmış. Bu adam her akşam değirmenini güzelce temizlermiş. Bir gün değirmeni temizlemeyi unutmuş. Akşam olunca bir tilki gizlice değirmene girip değirmendeki tüm unları yalayarak yemiş.
Hasan Lahnu değirmeni açınca bakmış ki unlar hep yenmiş. Kimin yediğini öğrenmek içinde o akşam değirmende saklanmış. Tilki tekrar gelip unları yiyeceği an, hemen ensesinden yakalayıvermiş.
Tilki can havliyle yalvarmaya başlamış:
"Hasan Lahnu ne olur beni öldürme. Eğer beni öldürmezsen söz veriyorum sana bir kadın bulup seninle evlendireceğim." Demiş.
Bekar biri olan değirmenci, buna sevinerek tilkiyi serbest bırakmış. Tilki oradan uzaklaşarak büyük bir köşke gelmiş. Bu köşkün sahibinin güzel bir kızı varmış. Tilki köşkün sahihine, kızıyla evlenmek için, köşk sahibi, çok zengin bir bey tanıdığını ve köşkün sahibinin kızını bu beyle evlendirmesini tavsiye etmiş.
Köşk sahibi; kızın babası bu teklifi sevmiş ve tilkiye:
Git şu zengin beyi getir de bir görelim demiş.
Tilki hemen hasan Lahnu'nun yanını gelmiş ve durumu ona anlatmış. Değirmenci ile tilki beraber, yanlarına da bir at almak suretiyle köşke doğru yola çıkarlar.
Sen şuradaki suya gir yıkan, bende hemen elbiselerini ata bindirip atı salıvereceğim der.
Değirmenci suya çırılçıplak girer. Tilkide hemen dediklerini yaparak kız alacakları köşke varır, köşk sahibine olayı anlatarak, Hasan Lahnu'ya acilen elbise ister. Köşk sahibi de elbiseleri verir, tilki de elbiseleri değirmenciye getirerek onu paşalar gibi giyindirir. Tilki ile değirmenci, köşke yakın bir yere vardıklarında, tilki Hasan Lahnu'ya:
Köşkte sakın fazla yemek yeme, der. Değirmencide peki der.
Sonunda köşke varırlar. Köşkte her türden yemek yapılır. Sonrada ihtişamlı bir sofra kurulur. Hasan Lahnu yemeklere dayanamayarak, tilkinin tavsiyesini de unutup/azladan yer.
Hasan Lhnu'nun tuvalet ihtiyacı gelir, dayanamayarak altına eder. Tilki tekrar değirmencinin yanma gelerek, önce ona fazla yemek yediği için kızar ve olayın duyulmaması için bir oyun düşünür.
Tilki hemen değirmenciye köşkün küçük çocuğunu kucağına almasını söyler. Değirmenci denileni yapar ve çocuğu kucağına alır. Çocuk sonunda altına eder ve değirmencinin üstünü batırır. Bunu fırsat bilen tilki hemen Hasan Lahnu'nun hamama gönderilmesi gerektiğini söyler. Köşk sahibi denileni yapar ve değirmenci güzelce temizlenir.
Sabah olunca köşk sahibi kızını vermeyi kabul edip, Hasan Lahnu'nun köşkünü görmek ister. Tilki yine bir oyun düşünmeye başlamış.
O civarda yalnız başına yaşayan köşk sahibi zengin bir koca karı varmış. Tilki hemen kadına varıp:
Etrafta askerler kaynıyor, eğer saklanmazsan gelip seni öldürürler demiş.
Yaşlı kadın korkup:
Peki nasıl ve nereye saklanayım, demiş.
Tilki:
Eğer şuraya saklanırsan, senin üzerini çalılıklarla örterim, o zaman kimse seni göremez demiş. Nine teklifi kabul etmiş, tilkide onu yere yatırıp, üzerine çalılar örtmüş.
Tilki daha sonra gelini ve değirmenciyi kocakarının boşalttığı köşke yerleştirmiş. Kızın babası da köşkün sahibinin değirmenci olduğunu sanıp, onunla böyle zengin olduğu için gurur duymuş.
Tilki daha sonra gidip kocakarının saklandığı yeri ateşe vermiş kocakarı da yanarak ölmüş, köşkte değirmenciye kalmış.
Aradan belli bir zaman geçtikten sonra, değirmencinin eşi hastalanmış ve illa da o tilkinin etinden yemek isterim diye tutturmuş. Değirmenci:
"Hanım o bizim hayatımızı kurtardı, bizi zengin edip bu duruma getirdi. Böyle bir durumda bu tilkiyi nasıl keseriz" demiş.
Hasan Lahnu hanımının sözlerine dayanamayarak, tilkiyi kesip hanımına yedirmiş.
Yapmış olduğu tüm iyiliklere rağmen, tilki canını kurtaramamış.
Değirmenci ve hanımı da mutlu bir hayat yaşamışlar.
Zamanında bir nine ile bir kedisi varmış. Nine kediye:
Gel seninle kardeş olalım, demiş. Kedide bu teklifi kabul etmiş.
Nine bir gün kediye:
Ben hamama yıkanmaya gidiyorum, sen şu ineği sağ ve sütü alıp oraya koy demiş. Kedi de tamam demiş.
Nine hamama gidince, kedi ineğin sütünü sağmış, sonrada bir güzel içmiş ve ambarın üzerine çıkıp, bir güzel uyumaya başlamış.
Derken nine eve gelmiş .Bakmış ki bütün sütü kedi içmiş, sonra kediyi arayıp ambarda yatarken bulmuş. O an nine eline bîr satır alarak, kedinin kuyruğuna vurup koparmış. Kedi can havliyle nineye:
Ne olur nine bir daha yapmayacağım, yeter ki şu kuyruğumu ver, demiş.
Nine:
Eğer sütü bulup getirirsen sana kuyruğunu veririm demiş. Kedi çaresiz bir ineğin yanma gitmiş ve:
İnek kardeş ne olur bana süt ver, bende sütü alıp nineye götüreyim, nine de bana kuyruğumu versin, demiş.
İnek:
Bana ot getir, bende sana sütümü vereyim, demiş.
Kedi çaresiz oradan ayrılıp, ot almak için bir tarlaya varmış.
Ne olur tarla kardeş bana ot ver, bende ineğe vereyim, inek bana süt versin, bende sütü alıp nineye vereyim, ninede bana kuyruğumu versin, demiş.
Tarla:
Eğer bana su verirsen bende sana ot veririm, demiş.
Kedi tekrar çaresiz su bulmak için pınarın başına gelmiş.
Kedi:
Pınar kardeş, bana su ver bende tarlaya vereyim, tarlada bana ot versin, bende otu ineğe vereyim, inek bana süt versin, bende sütü alıp nineye vereyim, ninede bana kuyruğumu versin, demiş.
Pınar:
Eğer üzerimde kızları raks ettirirsin sana suyumu veririm, demiş.
Kedi bu defa kızların yanma gitmiş ve:
Hey kızlar! Ne olur pınarın başında raks edin, pınar bana suyunu versin, bende suyu tarlaya vereyim, tarla bana ot versin, bende otu ineğe vereyim, inek bana süt versin, bende sütü nineye vereyim, ninede bana kuyruğumu versin, demiş.
Kızlar:
Eğer bize kırmızı pabuç alırsan, o zaman gider pınar başında raks ederiz demişler.
Kedi kırmızı pabuç almak için çaresiz doğruca çerçiye gitmiş.
Kedi çerçiye:
Çerçi kardeş, ne olur bana kırmızı pabuç ver, bende pabuçları kızlara vereyim, kızlarda pınar başında raks etsinler, pınar bana suyu versin, bende suyu tarlaya vereyim, tarla bana ot versin, bende otu ineğe vereyim, inek bana süt versin, bende sütü nineye vereyim, nine bana kuyruğumu versin, demiş. Çerçi:
Eğer bana yumurta getirirsen, bende sana kırmızı pabuç veririm, demiş
Kedi çaresizce tavuğun yanına gider ve tavuğa: -Tavuk kardeş bana yumurta ver, bende yumurtayı çerçiye vereyim, çerçi bana kırmızı pabuç versin, bende pabuçları kızlara vereyim, kızlar pınar başında raks etsin, pınar bana suyu versin, bende suyu tarlaya vereyim, tarla bana ot versin, bende otu ineğe vereyim, inek bana süt versin, bende sütü nineye vereyim, nine bana kuyruğumu versin, demiş.
Tavuk:
Eğer bana yem verirsen bende sana yumurta veririm, demiş.
Kedi de yemi bulmuş ve tavuğa vermiş, tavukta ona yumurta vermiş, yumurtayı çerçiye vermiş, çerçi kırmızı pabuçları vermiş, o da kırmızı pabuçları kızlara vermiş, kızlar pınar başında raks etmişler, pınar suyu vermiş, kedi de suyu alıp tarlaya vermiş, tarla otu vermiş, kedi otu ineğe vermiş, inek sütü vermiş, kedi de sütü alıp nineye vermiş, nine de kediye kuyruğunu vermiş.
Böylece kedi kuyruğunu alıp sevinçle oradan uzaklaşmış.
Pahmak Çocuk
Ewel zaman içinde bir karı- koca yaşarmiş. Bu karı-kocanın hiç çocuğu olmazmış. Günlerden bir gün kadının kocası
tarlaya çift sürmeye gitmiş. Yemek vakti geldiğinde, kadın olmadığından yakınmaya başlamış ve kendi kendine: "Ah! Şimdi bir oğlum olsaydı, kocama yemek hazırlar, oda götürürdü" demiş.
Bir gün komşusu bu kadına bir avuç nohut alıp beşikte sallarsa, kadının bir çok çocuğu olacağını söylemiş. Kadın da komşu kadının dediklerini yapmış ve boş beşiğe nohut katıp sallamaya bağlamış. Sonra kadın birde bakmış ki gerçekten nohutların hepsi çocuk oluvermiş. Yalnız her nohut bir çocuk olduğundan kadın, hemen süpürgeyle süpürüp hepsini ateşe atmış. O sırada bir tanesi de kadından kurtularak saklanmış.
Kadın, tüm nohutları süpürdükten sonra bir de bakmış ki hiç çocuk kalmamış. Daha sonra yaptıklarına üzülmüş. Derken tam bu sırada parmak çocuk ortaya çıkmış ve
"Anne! Ben buradayım. Sen kardeşlerimi ateşe atarken ben saklandım."demiş.Annesi bir oğlu kaldığına sevinmiş ve hemen yemek yapıp kocasına Parmak Çocukla göndermiş.
Parmak Çocuk, yemeği alıp çift süren babasına getirmiş. Lakin babası olanlardan habersiz, şaşkın bir halde çocuğa sormuş. Oğlu da babasına olanları uzun uzun anlatmış.
Babası yemeğini yerken, Parmak Çocuk, su içmek için oradan ayrılıp bir pınarın başına gelmiş. Pınardan su içtikten sonra bakmış ki yanı başında büyük bir elma ağacı var. Hemen elma yemek için ağaca tırmanmış elma kopararak yemiş.
Parmak Çocuk ağaçtayken bir kocakarı ağacın dibine gelmiş ve Parmak Çocuktan elma istemiş. Çocuk elmayı kocakarıya atrmş. Kocakarı : "Oğlum ninen sana kurban! Bu attığın çamura düştü, bir elma daha daha ver" demiş. Parmak Çocukta tekrar bir elma koparıp aşağıya atmış. Kocakarı "Oğlum ninen sana kurban! Bu attığın çamura düştü, hele şöyle gel de ninene bir elma ver."demiş.
Parmak Çocuk da aşağı inip elmayı vereceği annine, Parmak Çocuğun kolundan tutup yakalamış ve bir çuvala koyup ağzını bağlamış.
Kocakarı, çuvalı sırtlayıp epey yol aldıktan sonra susamış. Su içmek için bir pınarın başına gitmiş. Bu durumu fırsat bilen Parmak Çocuk, hemen çuvalı yırtıp kaçmış. Kaçarken de çuvalın içine taş ve diken katmış.
Kocakarı, su içip çuvalı sırtlamaya başlamış. Bakmış ki çuval ağırlaşmış. Ardından Parmak Çocuğa seslenerek: "Oğlum! Niye böyle ağırlaşıyör-sun. Yaşlı ninene yazık değil mi?" demiş.
Kocakarı,biraz daha yol aldıktan sonra, bu seferde beline dikenler batmaya başlamış. Tekrar Parmak Çocuğa seslenerek: "Oğlum! Niye nineni çimdikliyorsun. Yaşh ninene yazık değil mi?" demiş.
Sonunda kocakarı evine varmış, çuvalı açmış fakat birde bakmış ki çuvalın içinde hep taş ve diken var. Kocakarı, bu duruma çok sinirlenerek tekrar elma ağacının dibine gelmiş ve bakmış ki Parmak Çocuk ağaçta elma yiyor.
Parmak Çocuktan tekrar elma istemiş, böylece onu kandırarak yakalamış ve bir çuvala katmış. Kocakarı, bu defa hiçbir yere ayrılmadan eve kadar çuvalı taşıyarak getirmiş.
Bu koca karının evinde Ayşe adında bir kızı varmış. Kızını çağırıp Parmak Çocuku pişirmek için kazanda su kaynatmasını emretmiş. Kız da denileni yapmış fakat kocakarı bir ara oradan ayrılınca Parmak Çocuk, kızı yakalayıp kazana atmış kendisi de tavandaki sütunlara çıkıp saklanmış.
Kocakarı tekrar gelince bakmış ki etler kaynıyor. O sırada Parmak Çocuk, nineye seslenmiş. Nine de yukarı bakınca Parmak Çocuğu görmüş ve gözlerine inanamayarak:
Oğlum oraya nasıl çıktın ninene de anlat, demiş.
Parmak Çocuk:
Önce sacı kızartıp üstüne çıktım. Sonra da kızarmış bir demiri boynuma atıp buraya çıktım. Sen de aynısını yaparsan yanıma gelebilirsin, demiş.
Kocakarı da ona inanıp kızgın sacın üzerine çıkınca hemen orada yanıvermiş. Böylece Parmak Çocuk fakir olan ailesini, zengin olan kocakarının evine taşıyarak bir ömür mutlu bir hayat sürmüşler.
Evvel zamanda bir oduncu ailesi varmış. Babalan dağlardaki ormanlardan odun kesip satarmış. Bu ailenin biri oğlan biri kız iki evladı varmış: kız, oğlanın ablasıymış. Bir zaman sonra bunların anneleri ölür. Babalan yeni bir kadın ile evlenir. Bu kadın meğer sihirbazmış. Yaptığı sihirlerle ne istiyorsa ona kavuşurmuş.
Bu kadın, bacı ile kardeşi hiç sevmezmiş ve onlardan kurutulmaya karar vermiş. Bir gün kendisinin söylediklerini yapsın diye kocasına büyü yapmış ve bacı ile kardeşi dağlara bırakıp gelmesini istemiş: nasıl olsa canavarların iki korumasız çocuğu yiyeceklerini ve böylece kendisinin çocuklardan kurtulacağını düşünmüş. Ne yapması gerektiğini kocasına bir bir tarif etmiş ve bir sabah erkenden onları dağlara göndermiş.
Adam dağlara varınca çocuklar için bir hayme yapmış ve onlara: "Ben ağaç kesmeye gidiyorum, tekrar yanınıza dönünceye kadar beni bu hayme-nin altında bekleyin ve asla haymeden dışarı çıkmayın" demiş. Çocuklarda haymeden dışarı çıkmayacaklarına dair babalarına söz vermişler.
Adam dışarı çıkınca yanında getirdiği boş kabağını gizlice haymenin bir köşesine asmış ve dönüp gitmiş.
Rüzgar estikçe boş su kabağı haymenin ağacına vurur ve tak-tak ses verirmiş. Bu sesi duyan çocuklar "Babamız bize yakın bir yerde ağaç kesiy-or,"deyip avunuyorlarmış. O gün hava kararana kadar hiç haymeden' çıkmayıp babalarını beklemişler. Sn kabağının sesini balta sesi sanırlarmış. Akşam olmaya başlayınca babamız gelip bizi alır diye sevinirlermiş.
Karanlık iyice çökünce bacı ile kardeş telaşlanmış. Babalarını merak edip korkmaya başlamışlar. En sonunda kız kardeş babasına seslenmek için haymeden dışarı çıkmaya karar verirmiş ve dışarı çıkınca haymeye çarpıp duran boş su kabağını görmüş. Bacı babalarının kendilerini kandırdığını, dağlara terk edip gittiğini anlamış.
Bacı ile kardeş artık eve dönmeye karar vermişler ve el ele tutuşup gecenin altında yollara düşmüşler. Epey yol kat etmişler ve bilmedikleri bir diyara varmışlar. Yollarına devam ederlerken erkek kardeş çok susamış: etraflarını aramışlar ama hiç su bulamamışlar. Öylece yürürlerken önlerine geyiklerin izi çıkmış. Bu geyik ayak izlerinin içinde birikmiş su varmış. Erkek kardeş o kadar çok susamış ki; yere eğilip o suları içmiş kardeş artık hem insanların hem de hayvanların dilini biliyormuş. Aynı bir geyik gibi görür, işitir ve koşannış. Geyikler gibi güçlüymüş.
Bacısına: "Ağlama bacı kimse bizi yakalayıp zarar veremez." Demiş. Ve bacısını sırtına bindirip yola düşmüş. Yolda bir geyik sürüsüyle karşılaşmışlar. Bu sürünün geyikleri merakla geyik kardeş ve bacının yanma toplanmışlar ve hallerini sormuşlar. Geyik kardeş olanı biteni anlamış.
Geyikler, geyik kardeşe bu diyardan gitmemelerini, burada emniyette olacaklarını söylemişler ve geyik kardeşe sihirli bir ağacın yerini tarif etmişler. O ağacın olduğu yerde güzel yiyeceklerin ve suların olduğunu anlatmışlar. O sihirli ağacın bacısını saklayıp, koruyacağını söylemişler
Geyik kardeş bu habere çok sevinmiş ve bacı-sıyla o ağacın yanına gitmiş. Bu ağacın dibinde buz gibi sular akarmış. Dallarında çeşit çeşit meyve varmış. Gövdesinden bal ve süt çıkarmış. Gölgesinde sürülerce hayvan dinlenir, bu ağaçtan beslenirlcrmiş.
Sihirli ağaç geyik kardeşten durumlarını sormuş. Geyik olan kardeşte başlarına ne geldiyse ona bir bir anlatmış. Sihirli ağaçta onlara artık kendisinin evladı olduklarını ve hiç üzül memelerini söyleyip kız kardeşi almış ve en üst dalarına yerleştirmiş.
Geyik kardeş diğer geyiklerle gezer dolaşır ve her gün gelir bacısını görürmüş ve bacısını sırtına alıp beraberce ormanda gezerlermiş.
Zaman geçtikçe bu iki kardeş büyümüşler. Kız kardeş ay gibi güzel olmuş.
Bir gün bir bey oğlu avlanmaya çıkmış ve kovaladığı hayvanların peşi sıra ta o diyara gelmiş ve önünden kaçan hayvanları takip ederek büyük ağacı bulmuş. Ağacı görünce çok korkmuş ve şaşırmış. Onun sihirli bir ağaç olduğunu anlamış. Bey ve adamları korkularından ağacın yanına yaklaşamazlafmış.
Bey uzaktan ağacı gözlerken üzerindeki kız kardeşi görmüş ve hemen ona aşık olmuş. Kızın güzelliğinden gözlerini ayıramazın iş. Bey oğlu uzaktan kıza seslenmiş: "Şu üzerinde durduğun ulu ağacın sihirli olduğunu anladım. Ama senin ne olduğunu bilemedim. Peri misin? İnsan güzeli misin? Kız bey oğluna cevaben "Ben insanoğlu-yum" demiş. Beyoğlu da ona aşk olduğunu söylemiş ve kendisiyle gelmesini söylemiş. Bey oğlu bunları söyleyince kız utanmış ve büyük ağacın dallan arasına saklanmış.
Büyük ağaç hiç karışmadan bunları seyredermiş. Bey oğlu uzun zaman kızın çıkmasını beklemiş ama kız çıkmayınca oradan çekilmiş ve ormanın bir köşesine adamlarıyla beraber yerleşmiş. Yakaladığı bütün hayvanları azat etmiş. Bu arada kız da Bey oğluna aşık olmuş.
Geyik kardeş olanları Öğrenince bacısına Bey oğluyla evlenmesi için izin vermiş/Kız kardeş Bey oğluyla evlenmeyi istermiş ama geyik kardeşinden, ulu ağaçtan ve o güzel diyardan ayrılmaya gönlü hiç razı olmazmış. İnsanların içine gireceği için geyik kardeşini bir daha göremeyeceğinden kor-karmış. Bunun için Bey oğlu ne zaman kendisini görmek için ulu ağacın yanma gelse gizlenir kendisini hiç gösterin ezmiş.
Kız kardeş bir zaman sonra geyik kardeşiyle sihirli ağacın öğütlerine ve Bey oğluyla evlenmeyi kabul eder. Geyik kardeş her gece gizlice gelip bacisim göreceğine dair söz verir. Kız kardeş ağaçla vedalaşıp Bey oğluyla yola çıkar.
Bey oğlunun memleketindeki herkes kız kardeşin güzelliğine hayran kalır. Bey'lerinin böyle güzel bir kızla evleneceğine çok sevinirler. Bey oğluyla kız evlenirler.
Geyik kardeş her gece gizlice sarayın bahçesine gelir ve bacısını ziyaret eder. Bey oğlunun sarayında kara yüzlü, kara yürekli, karga sesli, al karası gibi hizmetçisi bir kadın yaşar ve bu kadın kızı sev-mczmiş. Bu kara kadın gizlice Bey oğlunu severmiş. Fakat oğlanın kendisini almayacağını bildiğinden üzüntüsünden kahır olurmuş.
Bu kötü niyetli hizmetçi; kızı ortadan kaldırmaya karar vermiş. Bir gün Bey oğlunun hanımına, şehrin ortasından geçen büyük nehri ve etrafındaki güzelliklerini anlatır; şehrin bütün kadınlarının bu nehre gelip çamaşır yıkadıklarını söyler. Güzel gelin, hizmetçinin anlattıklarından büyük nehri :çök merak eder ve görmek ister.
Kız kardeşle kötü hizmetçi, nehrin kenarına inerler ve gezmeye başlarlar. Güzel gelin; hem nehrin manzarasını, hem çamaşır yıkayan kadınları seyrederken hizmetçi, kadın da onu suya itmek için fırsat kollar ve sonunda bir fırsatını bulup onu hızlı akan suya atar. Sonrada "Hanımım suya düştü yetişin!" diye bağırmaya başlar. Halk kızı suda aramaya başlar ama onu bulamazlar.
Meğer kız suya düşünce onu dev bir balık yutmuş .
Hizmetçi kadın saraya gelir ve yalancıktan feryat edip, hanımın suya düştüğüne dair üzüntüsünü göstermeye çalışır, feryat figanla çığlıklar atar. Bey oğlu ise olup bitenlerden çok üzülmüş ve karısına sahip çıkmadığı için dert yanmış.
O gece geyik kardeş bacısını görmek için has bahçeye geldiğinde onu bulamaz, bacısına seslenir ama cevap alamaz. Bacım belki uykudadır deyip geri dönermiş.
Hizmetçi kadınsa o gece uyumamış ve uyumadığı için insan gibi konuşan geyik kardeşi görmüş. Geyik kardeş gittikten sonra hemen bahçeye inmiş, her yeri talan edip bahçeyi harabeye çevirmiş. Sabah olunca saraydakilcrc has bahçeye geyik kılığında birinin dadandığını, bahçeyi onun bu hale soktuğunu anlatmış.
Bey oğlu adamlarına eğer o geyik bu gece bir daha gelirse hemen yakalayıp öldürmelerini söylemiş. Geyik kardeş saraydan ayrıldıktan sonra o gün kuşlardan bacısının başına gelenleri öğrenmiş ve çok ağlayıp sızlanmış. Kara hizmetçiden intikam almak için gece saraya gelmiş ve dayanamayıp has bahçeye girmiş. "Bacım! Bacım!" diye feryat etmeye başlamış.
Pusuda bekleyen saray muhafızları hemen geyik kardeşin üzerine atılıp onu kesmişler. Geyik kardeş kanlar içinde kalınca, genç bir insanoğlu olup çıkmış. Onu kesen muhafızlar çok korkmuşlar. Hemen oradan kaçıp beylerine durumu haber vermişler. Bey oğlu hemen durumu öğrenmek için has bahçeye gelir. Bahsedilen delikanlıyı görünce ona olan durumu sormuş. Geyik kardeşte olup biten tüm olayları Bey oğluna anlatmış.
Bey oğlu anlatılanlar üzerine hemen harekete geçip, hizmetçisini yakalayıp zindana atmış. Daha sonra halkla beraber nehre inip beraberce büyük balığı aramaya başlamışlar.
Balık kızı nehrin bir kenarına bırakmış. Halkta kızı nehrin kenarında bulmuş ve Beylerine teslim etmişler. Ierkes mutlu ve güzel bir hayat sürmeye başlar. Saraya döndüklerinde ise Bey, kötü hizmetçi kadının başını vurdurup öldürmüş.
Ewel zamanda bir baba ile yedi kızı varmış. Bir gün bu babanın askerlik kağıdı gelmiş. Babanın askere gitmesi gerekiyor ama babaların askere gitmeye hiç gönlü yokmuş. Bunun için kızlarını teker teker çağırıp durumunu anlatmış
En büyük kızdan en küçük kıza kadar herkes babalarıyla görüşmüş fakat askerlik çağırma kağıdını babalarının suratına çarpıp, bir sürü de hakaret ederek yanından ayrılmışlar.
Sıra en küçük kıza gelmiş. Küçük kız ablaları gibi babasına hakaret etmeyerek, babasını bu üzüntüsünden kurtaracağını söylemiş. Bunun için babasının yerine askere gidebileceğini kabul etmiş.
Küçük kız, asker elbiselerini giymiş, başına da şapka takarak, saçlarını erkek saçı gibi kestirmiş ve böylece erkekmiş gibi askere gitmiş.
Askerdeki erkek arkadaşları bunun kız olduğunu hiç bilememişler, Yalnız içlerinden biri bu kızdan şüphelenmiş. Bunun için kızın, gerçekten erkek olup olmadığını öğrenmek için onu bazı imtihanlara tabi tutmayı kararlaştırmış.
Bunun için kıza, nehirde yüzmeyi önermiş. Fakat kız oğlanın ısrarlarına rağmen, bazı mazeretler öne sürerek yüzmemiş.
Oğlan bu sefer, kızı yüzdüremeyeceğini anlayınca, ona bir kavak ağacının üzerine çıkmayı önermiş. Kız bu teklifi kabul etmiş ve tam bir erkek gibi ağaca ustalıkla tırmanmayı başarmış. Asker arkadaşı da onun kız mı erkek mi olduğuna dair var olan şüphesi yok olmamış.
Kızın asker arkadaşı bu defa, bir dağ başında boncuk olduğunu, söylemiş ve kıza oraya gitmeyi önermiş. Eğer kız olursa kadınlık zaafından dolayı tüm boncukları hemen alacağını sanmış asker arkadaş. Kız, asker arkadaşının bu teklifini kabul etmiş ve beraber o dağa doğru gitmişler.
Beraber dağa varıp, boncuklan görmüşler. Fakat kız, oğlanın oyununu bildiği için. Tüm boncuklara saldırmamış sadece bir boncuğu ağzına koymuş.
Boncuk o anda kızın dişleri arasına girmiş. Kızın, asker arkadaşı ne yapıp ettiyse bir türlü dişler arasına giren boncuğu çıkartamamış.
Derken gel zaman git zaman kızın teskere vakti gelmiş. Tabii bu vakte kadar, onun kız olduğunu kimse anlayamamış. Kız teskeresini alıp, köyüne gelirken yolda arkadaşının kendisinin ne olduğunu çözemediği için sevinmiş ve onu kandırdığı için yolda arkadaşıyla alay edercesine maniler okuyormuş.
Kız köyüne varmış, babası da onu kucaklayıp takdir etmiş.
Kızın askerdeki yakın arkadaşı sivil hayatında çerçiymiş. Bu çerçi koy köy dolaşırken, bir gün tesadüfen bu kızın köyüne rastlamış. Çerçinin geldiğini duyan köy kızları çerçinin başına üşüşmüşler. Çerçinin askerdeki kız arkadaşı da oraya gelmiş ve o anda gülümsemiş. Tabii gülümserken, çerçi kızın dişleri arasına sıkışmış boncuğu görmüş ve onu hemen tanımış. Çerçi, kızı hemen gidip babasından istemiş. Babası da kızı çerçiye vermiş.
Düğün akşamı çerçi, kızın kendisini askerde kandırdığı için öldürmeye karar vermiş. Bu sırada kız da kendisinin öldürüleceğini haber alınca, hemen bir tulumun içersine pekmez katıp. Yatağa koymuş ve üzerinde bir yorganla örtmüş. Çerçi içeriye girip, eline geçirdiği bıçakla tuluma saplamış ve kadının kanı diye pekmezi içmeye başlamış ve kendi kendine: "Bu kızın kanı ne de tatlı" demiş.
O sırada saklanmakta olan kız, ortaya çıkmış ve durumu adama anlatmış. Adamda kızı bağrına basıp beraberce mutlu bir hayat sürmüşler.
Ewel zamanda Avcı memet denilen cesur, güçlü ve yoksul bir adam yaşarmış. Avcı Memet'in karısı bir gün Ölmüş. Karısı ölünce Avcı Memet küçük bir oğluyla yalnız yaşamaya başlamış.
Avcı Memet geçimini diyar diyar dolaşarak avlanmakla gcçirirmiş.
Bir gün bir köye Avcı Memet misafir olarak gitmiş. Bu köyde önüne ilk çıkan evin kapısını çalmış ve o ev ahalisince eve misafir olarak kabul edilmiş. Bu evde iki yaşlı insan ve bu ihtiyarların bir de çocukları varmış. Bu evde yaşayan insanların yalnız bir derdi varmış: Bulundukları bu köye bir ejderha müptela olmuştur. Bu ejderha bu köye gelir ve her yıl köy erkeklerinden birinin kafasını koparıp alırmış
Bu ejderha bir gece köye gelirken Avcı Memet 'in misafir olduğu eve gelmiş. Evdeki anne ve baba ise çocuklarını ejderhaya kaptırmak istemiyorlarmış. Bunların bu acıklı durumuna Avcı Memet acıyıp, ejderhanın yanına çocuk yerine kendisi gitmiş. Köyün üstündeki tepede ejderhayı sabaha kadar beklemiş ve sonunda ejderha gökten inerek Avcı Mcmct'e saldırmış.
Ejderha saldırdığı zaman. Avcı Memet ona karşı koymak için kılıcını çıkarıp öyle bir savur-muş ki ejderha bir şey yapamamış. Daha sonra Avcı Memet canavarın kollarından birini kesmiş. Bunun üzerine ejderha korkup Avcı Mcmet'in yanından kaçmış. Ejderhanın geriye bıraktığı kesik kolun üzerinde bir altın bilezik varmış. Avcı Mcmet bu altın bileziği alıp gece misafir kaldığı evdeki ihtiyarlara hediye etmiş.
Ev sahipleri aldıkları bileziği götürüp satmaya karar vermişler. Fakat bu altın bilezik o kadar paha biçilmez değerdeymiş ki; ona kimse belli bir fiyat biçemiyormuş. En sonunda bileziği padişaha götürmüşler. Padişahta bunu nerede bulduklarını sorunca, ev sahipleri de durumu anlatmışlar. Bu anlatılanlar üzerine padişah Avcı Mcmet'i yakalattırmış. Yakalanan Avcı Memet'in bir de oğlu varmış ve o da babası ile tutuklanmış.
Padişah oğlunu esir alarak Avcı Memct'e bileziğin tekinide getirmesi karşılığında oğlunu vereceğini şart koşmuş.
Avcı Memet bunun üzerine köy köy dolaşmaya başlamış. Bir gün bir köyden geçerken üç kişinin kavga ettiğini görmüş ve yanlarına doğru gitmiş. Onlara neden kavga ettiklerini sormuş. Kavga edenlerden biri: " Biz üç kardeşiz. Babamızdan sadece bize bu külîah ve bu hah kaldı. Ama bunların özelliği çok kıymetli olmalarıdır. Çünkü halıya binersen seni istediğin yere götürür. Külah takarsan görünmez olursun. Mirasımız iki tanedir biz ise üç kişiyiz bunları nasıl bölüşelim" diyerek Avcı Memet'ten yardım istemişler.
Avcı Memet'te buna karşılık bir taş alıp uzağa atmış ve "Kim taşı erken getırrirse miras ona kalsın" demiş. Bunun üzerine bu üç kardeş bu teklifi kabul etmiş ve atılan taşı getirmek için koşuşmuşlar.
Onlar taşı almaya koşarken Avcı Memet hemen külahı takıp görünmez olmuş ve halıya binerek: "Beni bileziğin sahibine hemen götür" demiş. Halı Avcı Memet'i alıp çok güzel, çiçekli, yemyeşil bir bahçede indirmiş. Bu bahçenin ortasında da bir havuz varmış. Havuzun kenarında da güzel peri kızları geziniyormuş. Avcı Memet perilerin konuşmalarına kulak vermiş. O konuşmada bir peri kızı, diğerine dert yamyormuş. Peri kızı: "Ben bir yıl canavar kılığına girerek bir köyde kafa koparırdım. Fakat bir gün bir yiğit, kılıç savurarak kolumu kopardı ve bileziğimi aldı" demiş.
Bunu duyan Avcı Mcmet külahı takarak peri kızının karşısına çıkar ve başından geçenleri anlatarak bir bilezik daha istemiş. Peri kızı da ona acımış ve kolunu vermesi karşılığında bileziğin tekini vermiş. Avcı Memet'e, peri kızı şöyle demiş: "Sen, beni ilk gören insansın. Bu sebeple benimle evlenmelisin." Avcı Memet'tc bu teklifi kabul ederek, onunla evlenmiş.
Daha sonra peri kızıyla birlikte padişahın sarayına gitmişler ve bileziği verip çocuğu kurtarmışlar. Padişah daha sonra Avcı Memet ile peri kızını ömür boyu mutlu bir şekilde sarayında ağırlamış.
Keko
Ewel zamanda bir köyde zühre ve keko isimlerinde fakir ve yetim iki kardeş yaşarmış. Bu iki kardeş geçimlerini dağlara çıkıp kenger otu toplamakla sağlarlarmış. Bu kcıı-gerlenri hem yerler hem de satarlannış.
Yine bir gün kenger otu toplamaya gitmişler. Zühre, torbayı keko'ya vermiş ve : "Ben çapayla kengeri çıkartacağım, sen de torbaya koyacaksın" demiş. Bu şekilde uzun süre kenger toplayıp eve döndüktün sonra zühre, çuvalın ne kadar dolu olduğunu görünce keko'ya : "Kengerleri yedin" demiş. Ve bunun üzerine keko, kengeri yemediğine yemin ederek karşı çokmış, fakat zühre buna inanmamış ve keko'ya bağırmaya devam etmiş. Sonra Zühre bir bıçak alarak keko'ya "Karnını yarayım, bakayım yemiş misin, yememiş misin?" demiş ve Keko'nun karnını yarmış. Fakat Keko'nun yarılmış karnında sadece bir kengerin olduğunu görmüş.
Keko ise daha önce torbanın delik olduğunu söylemeyi, ablasından korktuğu için gizlemiş.
Daha sonra Zühre, Keko'nun suçsuz olduğunu anlayınca karnını diker fakat keko artık ölmüştür.
Bunun üzerine Zühre, kahrından ağlamaya bağlar, dizlerine vurur ve Allah'tan af diler. Sonra Zühre Allah'tan bir kuş olmasını ve ölene kadar ltKeko!,Kcko!"diye ötmesi için Allah'a dua etmiş. Allah duasını kabul etmiş Onu bir kuşa dönder-miş. Zühre ölene kadar dağ basların da, ovalarda, ırmak boylarında dipsiz uçurumlarda, gecenin alacakaranlığında : "Keko! Kcko!;bcn yapmadım; bıçak yaptı diyerek öterrhiş.
Üç Kakdeş
Bir zamanlar karaşeyh adında bir köy varmış. Bu karaşeyh köyünün insanları, geçimlerini ormancılıkla sağlarmış. Karaşeyh köyünün üstündeki dağ ve dağın ardı sığ or-manlıkmış. Köylüler bu ormanın içine girerek odun keser, bin bir zahmetle kasabaya yetiştirir ve bu odunları satarak geçimlerini sağlarlarmış.
Bu köyde Ali adında genç biri yaşarmış. Bir gün Ali ormana gitmiş. Ormanda işi fazla sürdüğünden eve gelmeye gecikmiş ve karanlık çökünce de ormanda kalmaya karar vermiş. Bu ormanda bir pınar varmış k; suyu oldukça tatlıymış. Ormana uğrayan herkes mutlaka bu sudan içmek istermiş. Pınarın başına geldiğinde ise bir ejderhayı su içerken görmüş ve korkudan olduğu yerde kalakalmış.
Ali, o gece eve gitmediğinden, köylüler meraklanıp, Ali'yi aramaya koyulmuşlar. Uzun süren bir aramadan sonra köylüler Ali'nin vücudun dan arta kalan parçaları pınarın başında görmüşler. Bu durum köylüleri pek endişelendirmiş. Çünkü daha önceleri birçok köylü bu pınarın başında parçalanmıştır.
Karaşeyh'liler, Ali'yi yiyen varlığın kurt olmadığını biliyorlarmış. Çünkü Ali çok cesur ve silahsız da dolaşmazmış. Ali'yi yiyen varlığın çok güçlü bir yaratık olması gerekirdi; çünkü Ali'nin kurşunları sonuna kadar sıkılmıştı.
Sabah olunca köylüler, olay yerinden itibaren kan izini takip etmişler. Sonunda, iz bir mağaraya kadar devam etmiş. Köylüler, mağaranın üstündeki delikten aşağıya baktıklarında, mağaranın içinde bir ejderhanın yattığını görmüşler. Köylüler, ejderhadan korkup, hemen oradan kaçmışlar
Ejderhanın yediği Ali'nin, Mehmet ve Hüseyin adlarında iki de kardeşi varmış. Bunlar Ali'nin intikamını almak için yemin etmişler. Bunun üzerine oturup uzun uzadıya tartışmışlar ve sonunda, ejderhayı öldürmek için, kendi aralarında bir plan kurmuşlar.
Ejderha her yıl belli günde aynı anda orada birini yediği için, onlardan ejderhanın geleceği aya kadar beklemişler. Bir yıl geçtikten sonra, kardeşler pazara gidip bol miktarda bez almışlar. Mehmet bu bezleri; Hüseyin'in vücuduna kalın bir şekilde dolamış ve pınarın başına oturtmuş. Hüseyin, Mehmet'ten yaşça daha küçükmüş.
Hava karardıktan sonra ejderha gelip suyu içmiş ve Hüseyin'i ağzına almış ve yavaş yavaş yutmaya başlamış. Bu sırada Hüseyin, Mehmet'ten yardım istemiş. Mehmet'in korkudan dili tutulmuş, eli-ayağı işlemez olmuş. Ejderha, Hüseyin'i yuttuktan sonra ağaca sarılıp avını hazmetmeye başlamış.
Daha sonra ejderha gittikten, olayda yatıştıktan sonra, köylüler Mehmet'i bulmuş ve olanları ondan Öğrenince, onu teselli etmeye çalışmışlar. Böylece köylüler hep beraber ejderhanın ölmesi için dua etmişler. Hava açılıp sabah olunca, köylülerin duası kabul olmuş ve gökten bir zincir inerek ejderhayı göğe çekmiş.
İki kardeşini de kaybeden ve elinden bir şey gelmeyen, Mehmet bir fistan giymiş, başına da bir yemeni örtmüş ve ömür boyu, kardeşlerini kurta-ramamanın utancı ile erkekçe yaşamayı kendine layık görmeyerek bu şekilde yaşamaya başlamış.
Evvel zaman içinde Hamit, Yusuf ve Timur isminde üç arkadaş Varmış. Memleketlerinde kıtlık yaşandığından bu üç arkadaş çalışmak için şehre gitmeye karar vermişler.
Yanlarına bir miktar yiyecek alarak yola koyulmuşlar. Acıkınca Hamit'in yiyeceğini çıkarıp birlikte yemişler. Bir müddet daha yol aldıktan sonra tekrar acıkmışlar ve bu sefer Yusuf ile Timur'un yiyeceklerini meydana sermişler. Fakat bu iki arkadaş yemeklerinden Mamit'e vermemişler. Bunun üzerine sinirlenen Hamit onlarla gitmekten vazgeçip geri dönmüş.
Hamit epey yürüdükten sonra açlığı artmış. Fakat gide gide yolda bir değirmene rastlamış. Değirmende gecelemek ister ve gidip değirmenin bir köşesine oturmuş. Gece bir kurt ağzına bir keçi almış ve Ilamit'in yanına gelmiş. Bir müddet sonra bir ayı, kucağında odun ve ayrıca bir tilki de yarnnda bir tencereyle gelmiş. Bu üç hayvan keçiyi bu tencerede pişirmişler ve karınlarını doyurduktan sonra tilki. "Gelin oturup masal anlatalım" demişler. Sırayla anlatmaya başlamışlar
Kurt:
Benim her zaman keçi çaldığım sarayın hükümdarının bir kızı var. Bu kız devamlı hasta yatmaktadır. Bu kızın hastalığına da ilaç bahçesindeki siyah köpeğin ciğerleridir. Keşke birileri bunu bilseydi de bu köpeğin ciğerlerini kıza yedirseydi. Bu durumda hem kız iyileşecek ve iyileştirene de hükümdar bu kızını ona verecektir.
Tîlki:
Benim her zaman üzerinde uzandığım taşlığın altında bir teneke altın bulunmaktadır. Birileri bunu bilseydi de onu çıkarsaydı.
Ayı:
Benim bir zaman odun getirdiğim ormanların arasında bir saray bulunmaktadır. Bunun yerini kimse bilmiyor. Keşke birileri ormanın yolunu bilse de sarayı görse ve o sarayda yaşasa ne güzel olur.
Hamit hayvanların tüm bu konuşmalarını dinlemiş. Daha sonra sabah olunca hayvanlar değirmeni terk edip gitmişler. I Iamit. geride kalan, kelnik ve et kırıntılarıyla karnını doyurmuş ve doğru ormana gitmiş. Ormanı yolunu bulmuş ve sarayı görüp içine yerleşmiş. Daha sonra kayalığa giderek, oranın altını kazımış, altındaki altınları almış. Ardından saraya gitmiş ve hükümdara, kızına ilaç bulabileceğini söylemiş.
Hükümdarda kızını iyileştirirse onu kendisine vereceğini söylemiş. Hamit de siyah köpeği kesip, karaciğeri pişirip kıza yedirmiş ve kız da iyileşmiş. Bunun üzerine Hamit hükümdarın kızıyla evlenmiş ve sarayına yerleşmiş.
Altı yıl beraber burada kaldıktan sonra Yusuf ile Timur şehirden dönmek üzeredirler. Bu arada Hamit'in üç çocuğu olmuştur.
Timur ile Yusuf, şehirden dönerlerken yolda yorulmuşlar ve geceyi geçirebilecekleri bir yer ararlarken Hamit'in sarayına rastlamışlar.
Kapıda bulunan çocuğa :
Bu kimin evedir? Diye sormuşlar. Çocuk :
Bu Hamit'in evidir. Ben de onun çocuğuyum demiş.
Hamit o anda arkadaşlarını görünce içeriye almış. Bu duruma nasıl geldiğini de onlara tek tek anlatmış. Onlardan ayrıldıktan sonra gecelemek için eski bir değirmene sığındığını, orada kurt, ayı ve tilkinin konuştuklarını dinlediğini ve onların söyledikleri şeyleri yaptığını böylece zengin olduğunu anlatmış.
Sabah olunca Timur ile Yusuf köylerine dönmüşler Timur zengin olma sırrının değirmende olduğunu anlamış. Ertesi gece bu eski değirmene gider. Fakat kurt gelir, ağzında keçi yok, ayı gelir odunu yok, tilki gelir tenceresi yok . Bu hayvanlar bu duruma nasıl geldiklerini düşünürler. Kendi kendilerine. "Bu kişi de mutlaka buradadır," deyip etrafı aramaya başlamışlar. Sonunda Timur'u bulmuşlar ve onu parçalayıp yemişler.
Sabah olunca Yusuf gelmiş ve Timur'un kemiklerini ve elbiselerini görünce durumu anlamış ve hemen oradan kaçıp evine gitmiş. O günden sonra da bir daha kimseye haksızlık etmeyeceğine dair kendi kendine söz vermiş.
Ewel zaman içinde çiftçinin biri tarlada çalışırken bir fare görüp onu öldürmüş. Sonra da bu fareyi görünebilecek bir yer bırakmış. Öğle saatlerine doğru kendisine yemek getiren hanımı bu fareyi görünce suratını ekşiterek : "Ay! Bu iğrenç şeyi kim öldürüp buraya atmış?" demiş.
Çiftçi iltifat beklerken karısından gelen bu soruya çok sinirlenmiş ve bu sinirli halinden dolayı getirilen yemeği yememiş. Karısının tüm ısrarlarına rağmen niçin yemeği yemediği söylememiş. Kadın da bu durumdan bir şey anlamayıp, yemeği almış ve eve gitmiş.
Evde, kocasına yemek götürdüğünü ancak sabahtan beri çalışmasına rağmen yemeği yemediğini annesine söylemiş. Annesi:
Kocanı kızdıracak bir şey mi yaptın? Kadın :
Hayır, hiçbir şey yapmadım. Anne :
İyi düşün hiçbir şey söylemedin mi? Kadın :
Sadece tarlanın kenarında gördüğüm fare için "Bu pis fareyi buraya kim atmış?" dedim.
Meseleyi anlayan kaynana yemeği alıp tarlaya gitmiş. Farenin bulunduğu yere gelince : "Aman Allah'ım bu canavar gibi fareyi kim öldürebilmiş?" der. Damadı da o anda göğsünü kabartarak: " Tabii ki kara kaşlı kara gözlü damadın öldürdü," demiş.
Daha sonra olayın düzeldiğini anlayan kaynana çok sevinmiş ve eniştesine yemek yedirebildiği için çok mutlu olmuş.
Ewel zaman içinde bir hoca ile kubbettin adında biri yaşarmış. Bir gün Kubbettin ile Hoca un bulmak için beraberce yolculuk yapmışlar, gide gide sonunda bir bağa varmışlar. Bağa varınca Hoca, Kubbettine dönerek Ben artık senden ayrılacağım. Sen kendi yoluna ben kendi yoluma. Hemen ben muska yazmasını da bilirim. Böylece gittiğim yerlerde muska yapıp karşılığında köylülerden un toplayabilirim.
Kubbettin ne ettiyse Hoca'yı fikrinden caydıramamış. Sonunda çaresizce Kubbettin aşağı köye, Hoca da yukarı köye un toplayabilirim demiş.
Kubbettin gideceği köye varmış ki, bir de ne görsün? Köyde bir sofra serilmiş, üzerinde de yetmiş çeşit yemek varmış. Bunu gören Kubbettin, kimsenin de olmadığını görünce hemen yemeklere dadanmış ve karnını iyice doyurmuş. Ardından da gidip bir ağaç kovuğuna saklanmış.
Kubbettin saklandıktan sonra bakmış ki, sofraya bir tilki, bir aslan ve bir çok hayvan gelmiş. Hayvanlar yemeklerin yenildiğini pek fark etmeyip sofradaki yemeklerden yemeye başlamışlar.
Yemek esnasında hayvanlar konuşmaya başlamışlar. Tilki bir hazinenin yerinden bahsetmiş. Aslan başka bir hazinenin yerinden söz etmiş ve böylece hayvanlar vakit geçirmişler.
Kubbettin'de söylenenleri iyice duymuş ve hayvanlar gittikten sonra da gidip hazineleri tarif edilen yerlerden alıp, Hoca'dan ayrıldıkları bağa getirmiş. Bir az dinleneyim derken bir de bakmış ki, Hoca, büyük bir un çuvalı sırtlayıp getiriyor.
Hoca, üstü başı un içinde bağda kubbettinin yanına varıyor ve birde bakıyor ki, kubbettin'in yanında dolu altınlar var. Hemen hoca, Kubbcttin'c bunları nasıl bulduğunu sormuş. Kubbettin de Hoca daha Önce kendisinden ayrıldığı için, Hoca'nın unlu olmuş haline bakıp onunla alay etmiş. Fakat daha sonra Hoca'ya tüm olanları anlatmış.
Hoca, Kubettinin söylediklerini dinledikten sonra hemen onun gittiği köye doğru yol almış.
Köye varınca büyük serili sofrayı görmüş. Hoca, hemen çeşit çeşit yemeklerden yemeye başlamış ve karnını doyurduktan sonra da gidip ağaç kovuğunda saklanmış.
O sırada hayvanlar tekrar sofraya oturmuşlar. Fakat bakmışlar ki, yemekler azalmış. Böylece kendi aralarında bir karara varıp bu yemekleri yiyenin buralarda saklanmış olabileceği kanaatine varmışlar. Ve çevreyi arayıp sonunda Hocayı bulmuşlar. Hayvanlar, hemen haco'yı kesip, sakalını da süpürge yapmışlar ve kullandıktan sonrada oraya atmışlar.
Daha sonra Hoca'mn karısı bağa gelip Hö-ca'nın nerede olduğunu sornmuş. Kubbettin'de olanlara anlatmış ve Hoca'nın köye gittiğni söylemiş.
Karısı Hopa'yı bulmak için köye gitmiş ve orada Hoca'mn sakalını görmüş. Hoca'nın öldürüldüğünü gören karısı, aynı akıbetin kendi başına gelmemesi için hemen köyü terk etmiş.
Hoca, böylece cimriliğinin cezasını çekmiş. Kubbettin ise bulduğu altınlarla mutlu bir hayat surmıı:
Ewel zamanda bir baba ile üç kızı varmış.
Bunlar bir köyde yaşarlarmış. Bir gün bu köye bir paşa geleceği ve evleneceği söylentileri yayılmış.
Beklenen gün gelmiş. Köylüler büyük bir ziyafet hazırlamışlar. Fakat bekledikleri gibi bir paşa değil, bir canavar gelmiş. Kimsede bu canavara karışmamış. Böylece beraberce yiyip içmişler. Denken canavarın gitme vakti gelmiş. Canavar gitmeden önce kızların en büyüğünü babasından istemiş ve onunla evlenerek yedi dağ ötesine gitmiş.
Gel zaman git zaman ortanca kız ablasını ziyaret etmek istemiş ve böylece yola koyulmuş. Uzun bir yol katetmiş fakat karanlık çökünce geceyi ormanda geçirmiş. Sabah olunca da tekrar yoluna devam etmiş ve sonunda ablasının evine varmış. Ablası, kız kardeşini iyi bir şekilde karşılamış, ona yedirip içirmiş akşam olunca , canavar gelip kendisini yememesi için de onu ambara saklamış.
Akşam canavar eve gelince bir insan kokusu duyduğunu karısına söylemiş fakat karısı bunu yalanlayarak olayı geçiştirmiş. Sabah olup canavar gidince kız kardeş tekrar ortaya çıkmış ve ablasına durumu canavara anlatmasını istemiş. Ablası da kızın ziyarete geldiğini ona anlatmış ve canavarı ikna etmiş.
Aradan epey zaman geçmiş ve bu defa ortanca kızla evlenmek üzere bir kartal o köye gelmiş. Ortanca kızı babasından istemiş, babası da kızı kartala vermiş. Böylece kartal da kızı alarak bir nehir kenarında bulunan evine götürmüş. Sonra evde bir küçük kız kalmış.
Küçük kız evin tüm işlerini üstlenmiş, babasına bakmış ve köy işlerini idare etmiş. Köyün su getirilen, tarlalarının sulanması için bulunan depoya bir hayalet yaşarmış. Bu hayalet su vermek için köylüden haftada bir kız istiyor ve aldığı kızları kesip, kanlarını içermiş.
Belli bir zaman geçtikten sonra sıra bu küçük kıza gelmiş. Babası kızı güzelce süslemiş ve doğru depodaki hayaletin yanma götürmüş. Fakat o sırada bir paşanın oğlu durumu öğrenmiş ve o da kızı babasından alıp hayaletin yanına gitmiş. Hayalet kızı almak için içerden başını çıkardığı sırada paşanın oğlu kılıcıyla hayaletin boynunu vurmuş. Köylülerde böylece sularına kavuşmuş ve hayaletin derdinden kurtulmuşlar. Paşanın oğlu da küçük kızla evlenmiş.
Paşanın oğlu kızı alarak eve götürmüş. Bir gün oğlan bir dükkana giderek karısına yüzük almış. Karısı yüzüğü takınca parmakları anında incelmiş. Kız yüzük içinde hayaletin olduğunu anlamış ve onu atmış. Daha sonra paşa oğlu karısına bir kemer getirmiş, karısı da kemeri takınca bu sefer beli ipincecik olmuş. Karısı bunun içinde de hayalet olduğunu anlamış ve kemeri çıkarıp atmış. Derken kocası bakmak için çok güzel bir koyun satın almış. Fakat karısı bununda yüzük ve kemer gibi hayalet olduğunu anlamış ve koyunu götürmesi için kocasına yalvarmış.
Paşanın oğlu koyunu ağla katmış ve yatmak için bir kulübeye sokmuş. Derken koyun kılığına giren o hayalet eve gelerek kar-kocanın yattığı odaya girmiş, adamı bir büyüyle uykuya daldırmış, karısını da alarak dağa kaçırmış. Kadın dağda bir yolunu bulup, hayaletten kurtulmuş ve oradan kaçmış.
Dağdan kaçan kadın hemen ortanca kız kardeşinin yanına gitmek istemiş. Gide gide ablasını götüren kartalı bir nehir kenarında görmüş. Bakmış ki kartal açlıktan çöp gibi olmuş. Hemen ablasının yanına koşarak toplayabildiği kadar yiyecek getirip kartala yedirmiş. Yemekleri yiyen kartal kendine gelip toparlanmış.
Kendine gelen kartalla birlikte en küçük kız kardeş bir evin yanına gelmişler. Bu evde bir beygir varmış. Bu beygirin karnında da o kötü hayalet varmış. Bunu bilen en küçük kız kardeş gidip sabun rendelemiş, bu rendelenmiş sabunu yemle karıştırarak beygire vermiş beygir o kadar çok yemiş ki sonunda karnı yarılmış ve yanlan karnından önce bir tavşan çıkmış kız hemen onu kesmiş, arkasından bir kuş çıkıp uçmuş fakat kız kuşu yakalayıp kesememiş. Hayalet de böylece kuş kılığında kaçmayı başarmış.
Bundan sonra kız, kartalın kanatlarına binerek eve gitmek için yola koyulmuş. Bunlar yola koyulunca, kuş kılığına giren hayalet de bunları takibe başlamış. Kartal yorulduğunda bulduğu bir ağaca konmuş, fakat kuş kıhğıudaki hayalet gelip hemen o ağacı kesmiş. Derken böyle kesilen ağaçlardan biri bu hayalet kuşun üzerine düşmüş. Kartalla kız bunu fırsat bilerek gidip oracıkta hayaleti öldürmüşler ve artık yollarına rahat ve mutlu şekilde devam etmişler.
Yolculuk sonunda tüm aile bir araya gelmiş ve beraber mutlu bir hayat sürdürmüşler.
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde yalnız başlarına yaşayan bir nine ile Hacı Mehmet adında bir dede yaşarmış. Bunlar karı-koca olup bir köyde yaşarlarmiş.
Bir gün nine güzelce bir yemek hazırlamış. Nine Maçı Mehmet'le yedikten sonra çalışmak üzere bostanlarına gitmişler ki bostandaki bazı meyve ve sebzeleri kopartılmış, etraf talan edilmiş. Bunun üzerine hemen işe koyulup etrafı temizlemişler ve bostandaki soğanları ve mısırları sula-nıışlar. Derken akşam olmuş hava ağannea de Hacı Mehmet, Nine : "Sen şimdi eve git, ben burada saklanacağım. Böylece bostana kimin zarar verdiğini de görüp, yakalayacağım" demiş.
Nine eve gidince, Hacı Mehmet etrafta bulunan çalı çırpıyla, ağaçlardan dökülen kuru yapraklan toplayıp, bir yığın meydana getirmiş ve kendisi de bu yaprak yığının altına saklanmış.
Gece epey ilerledikten sonra Hacı Mehmet bakmış ki bostana bir ayı, bir tilki, bir tavşan ve bir köpek gelmiş. Bu hayvanlar kendi aralarında konuşmaya başlamışlar.
Ayı:
Ben öyle bir yer biliyorum ki o yerde bir bal ağacı var o bal ağacında o kadar bal var ki ye yiyebildiğin kadar demiş.
Tilki:
-Bende köyde bir yer biliyorum ki o yerde bir sürü ayakkabı var. Yarın gidip o ayakkabıları çalacağım, demiş. Tavşan :
Ben falan bahçede bir elma ağacını biliyorum. Yarın akşam gidip bütün elmaları koparıp yiyeceğim, demiş.
Hayvanlar bunları konuştuktan sonra çekip gitmişler. Çalı çırpı yığının altında saklanan Hacı Mehmet söylenenlerin hepsini duyuş. Ve sabah olunca da hemen koşup karısına olanları anlatmış. Bunun üzerine karısı bal almak için hemen iki çingil alıp, bal ağacının olduğu yere gidip balların hepsini toplamış. Ardından misafirlerin toplandığı eve gidip durumu anlatmış ve ayakkabılarını saklamalarını istemiş. Ardından da Hacı Mehmet, elma ağacının yanına gidip tüm elmaları toplayıp eve getirmiş ve ertesi gün aynı yere gidip tekrar saklanmış.
Yine gece olunca ayı, tilki, tavşan ve köpek bostanda bir araya gelmişler. Ayı, arkadaşlarına balların toplamIdığını, tavşanda elma ağacmdaki elmaların toplanıldığmı ve son olarak da tilki gittiği yerde ayakkabıların toplandığını anlatmış. O sırada köpek bir insan kokusu aldığını söylemiş fakat kimseyi etrafta görememişler. Derken tilki yorulmuş dinlenmek için Hacı Mehmet'in saklandığı çalı çırpının içine gitmiş ve tam o sırada da tilkinin beline Hacı Mehmet'in ayaklan değmiş. Daha sonra yeri ortaya çıkan ilacı Mehmet tilkinin diğer arkadaşları gelmiş. Ve bu hayvanlar hemen oracıkta Hacı Mehmet' kesip cesedini sakalından tutup asmışlar. Sonra da çekip gitmişler.
Sabah olunca Hacı Mehmet'in evine gelmediğini gören anlayan nine, hemen gitmiş ve kocasının asılı bulunan cesedini görmüş.
Büyük bir üzüntü içersinde nine, çaresizce evinin yolunu tutmuş bundan sonrada tek başına kimseye karışmadan hayatını sürdürmüş.
Dvtçv Emime
Bir varmış bir yokmuş.Evvel zaman için bir köyde dutçu Emine adında bir kadın yaşarmış. Dutçu Eminc'nin de yedi tane yetişkin kızı varmış.
Dutçu Emine ve yedi kızı akşam olunca evlerinde bir odaya çekilip her biri bir işle meşgul olurmuş. Kızlardan kimi oya işlermiş, kimi boncuk işlermiş, kimi de buna benzer ev işleriyle uğ-raşirlarmış. Gecenin ilerleyen bir saatin de dutçu Emine kızlarına yatmalarını çünkü sabah güneşin doğusuyla beraber, köyün diğer kızlarıyla odun toplamaya gideceklerini söylemiş. Derken sabah olmuş. Güneşin ilk ışıklarıyla beraber, köyün belli başlı kızları Dutçu Emine'nin evinde odun toplamak için bir araya gelmişler. Sonra da yanlarına eşeklerini de alıp yola koyulmuşlar. Yolda Dutçu Emine kızlara bastık ve ceviz vermş.
Kızlar ve Dutçu Emine gele gele bir tepenin başına varmışlar. Orada hemen odun toplamaya koyulmuşlar Fakat Dutçu Emine kendisine kızların odun toplamasını şart koşarak: "size ceviz ve bastık verdim. Onun için mutlaka bana odun toplayacaksınız" demiş. Kızlarda çaresiz başlamışlar Dutçu Emine'ye odun toplamaya başlamışlar, Odun toplama işi uzun sürünce kızlar bu saatten sonra köye giderlerse evden koyulacaklarını Dutçu Emine'ye söylemişler.
Vakit epeyce ilerleyince bir de bakmışlar ki, uzak bir tepenin ardından dumanlar çıkıyor. Dutçu Emine ve kızlar, hem geceyi orada geçirmek hem de gece soğuktan korunmak için ateşe doğru gitmişler.
Gide gide tam yedi dağın ötesine varmışlar ve ateşi bulmuşlar. Ateşe yaklaştıklarında bakmışlar ki, ateşin başında bir hayalet, bir keçi kesip onu ateşte kızartmış ve keçinin etlerinden yiyormuş. Hayalet kızları görünce, hepsini yemeğe davet etmiş; onlar da oturup başlamışlar kızarmış keçi etinden yemeye.
Dutçu Emine o an bakmış ki bir tepenin üzerinde görkemli bir ev duruyor. Bunu gören Dutçu Emine hemen oradan gizlice ayrılıp eve gitmiş. Bakmış ki evin içinde türlü türlü eşyalar varmış.
Fakat onun dikkati karşıda duran büyük bir sandığa takılmış. Dutçu Emine hemen koşarak sandığın içine saklanmış.
Dutçu Emine sandığa girdiğinde bakmış ki sandığın içi ceviz ile doluymuş. Dutçu Emine çok sevdiği cevizleri görünce hemen eline çekiç alıp cevizleri kırmaya başlamış. Tam bu sırada oradan bir fare ortaya çıkıp "Dutçu Emine, cevizleri yiyor kabuklarını da bana atıyorsun. Ne olur bu kabukları bana atma" demiş. Fakat Dutçu Emine farenin söylediklerini duymamazlıktan gelmiş.
Daha sonra Dutçu Emine evin damına çıkarak oradan büyük bir kayayı hayaletin başına düşürmeye karar vermiş. Fakat bu kararından son anda vazgeçerek tekrar sandığa girip ceviz yemeye başlamış ve kabuklarını da farenin üzerine atmış. Bunun üzerine tekrar ortaya çıkan fare :"Dutçu Emine, ne olur bu ceviz kabuklarını bana atma" demiş Fakat Dutçu Emine yine oralı bile olmamış.
Tekrar sandıktandı kan Dutçu Emine yine dama çıkmış. Damdan bakmış ki aşağıda hayalet uzanmış yatıyor, Hemen bunu bir fırsat bilen Dutçu Emine, gidip kayayı hayaletin başına yuvarlamış. Kaya, hayaletin tam başının üzerine düşmüş ve hayalet kayanın altında hemen can vermiş.
Daha sonra kızlar gelip Dutçu Emine'yc : "Hadi artık gidelim, geç oldu demişler. Dutçu Emine ise hayaleti öldürdüğünü bundan böyle bu ev biniindir ve burada kalacağım, demiş.
Derken kızlar oradan ayrılıp köye gelmişler ve durumu köylülere anlatmışlar. Fakat kızların aileleri, bu duruma üzülmüş ve kızlarını evden kovmuşlar. Dutçu Emine ise belli bir zamandan sonra köye gelip birisiyle evlenmiş ve ailesini bu eve taşıyıp mutlu bir hayat sürmüşler.
Eski zamanların birinde divanı karı-koca yaşarmış. Bu kan-kocanın genç ve çok güzel bir kızları varmış.
Günlerden bir gün, başka bir memleketin Beyinin yolu, bu divanelerin yaşadıkları diyara düşmüş. Bu bey de genç ve bekar imiş. Bey'de divanelerin güzel kızını görür görmez aşık olmuş ve kızı hemen anne ve babasından istemiş. Kızımız asil ve zengin biriyle evlenip rahat edecek diye, divane karı-koca çok sevinmişler. Böylece kızlarını bey'e gelin vermişler. Artık, damadımız asıl ve zengin bindir diye tanıdıkları, bildikleri herkese övünerek anlatıp dururlarmış. Bey ise güzel hanımını alıp kendi memleketine gitmiş.
Aradan belli bir zaman geçtikten sonra, divaneler kızlarını çok özlemişler ve görüp hasret gidermek için Bey'in diyarına gitmişler. Onlar için köşklerinde ferah ve rahat bir yer hazırlatmış.
Akşam olunca yemişler, içmişler, hoş sohbet ile muhabbet etmişler ve böylece hasret gidermişler. Yatma zamanı gelince Bey'le karısı, divaneleri, onlar için tahsis ettikleri .misafirhaneye kadar getirmişler ve oraya yerleştirmişler. Daha sonra her kes odasına çekilmiş ve köşkü bir sessizlik kaplamış. Bu arada divaneler kaldıkları odayı incelemeye başlamışlar. Akil karısına demiş ki : " Sakil ben bu odanın sıvasını hiç beğenmedim; gel yatmayalım beraber bu odayı güzelce sıvayalım." Sakil de kocasına demiş ki: "Olur sıvayalım ama bu gece vakti sıva çamurunu nasıl hazırlayalım?" Akil de demiş ki "Sen bunu hiç düşünme; ben onun çaresini biliyorum; bu gün köşk çevresini gezerken Bey'in ahırlarını da gördüm; Bey'in adamları taze sığır pisliklerini ahırın önünde dağ gibi yığmışlar. Sen şimdi sessizce burada beni bekle, ben koşa koşa gider bir yük taze sığır pisliği getiririm ve odayı beraber güzelce sıvarız.
Akil, sıvama işine yetecek kadar taze sığır pisliğini odaya yığmış ve karısı ile beraber, güneş doğuncaya kadar çalışıp odayı güzelce pislikle sıvamışlar. Köşk halkı, sabah uyandıklarında iğrenç bir kokuyla karşılaşmışlar ve köşkün ahır gibi kokmasına şaşırıp kokmasına şaşıp kalmışlar,
Bey, bu pis kokunun sebebini bulmaları için, yardımcılarından köşkün her köşesini aramalarını emretmişler. Sonunda yardımcılar kokunun sebebini bulmuşlar ve divanelerin kaldıkları odanın durumunu Bey'e gidip etraflıca anlatmışlar. Bey, olanlara çok sinirlenmiş ve divanelerin, kazların damına götürülmesini istemiş.
Yalnız kalınca Sakil demiş ki: "Eyvah Akil! Kazların durumlarını gördün mü? Kendi kendilerine tüylerini didikleyip duruyorlar. Belli ki, zavallı hayvancağızlar bitlenmişler." Akil de demiş ki, "Gördüm Sakil, ama bu hayvancağızlar için ne yapabiliriz?" Sakil de "sen hiç üzülme Akil; ben kazların dertlerini biliyorum. Köşkün içini gezerken, mutfağın da çok büyük bir kazan görmüştüm. Şimdi birlikte gider o kazanı buraya getiririz. Büyük bir ocak kurup kazanı suyla doldururuz. Sonra da yakar ve kazandaki suyu kaynatırız. Sen de gider kazları yakalar getirirsin bende onları güzelce yıkarım, tertemiz olurlar. Akil'in tutup getirdiği kazları Sakil, teker teker kaynar kazana batırıp çıkarmış. Sonra da, kazları damın üstüne güzelce sermişler.
Tüm kazları yıkadıktan sonra, Akil demiş ki, "Acaba bu kazların sesi, soluğu niçin hiç çıkmıyor?" Sakil de ; "Sen kazları hiç merak etme, bitlerinden kurtulunca rahatladılar."
Sabah olunca Bey'in adamları, kazaları etrafta görmeyince telaşlanmışlar. Hemen koşup kaz evine gelmişler, kaz evinde , tüm kazların öldüğünü görmüşler. Hemen gidip Beye divanelerin yaptıklarını haber vermişler, Bey'de sonunda onların akıllanmayacaklarını anlamış ve divaneleri bulunduğu memleketten kovmuş.
Çok eski zamanların birinde meşhur bir köy varmış. Bu köy de herkesçe tanınan bir adam varmış. Yalnız bu adamı köylüleThiç sevnıczlernıis. Çünkü adamda köylünün hiç de beğenmediği bazı kötü huylar varmış.
Bu adam köylüce korkak, pısırık ve hiçbir işe yaramayan birisi olarak bilinirıııiş. Gerçekten de adam da bu gibi huylar oldukça fazlaymış. Özellikle de korkaklığıyla yaşadığı çevrede ün yapmış.
Zaman ilerleyip yıllar geçtikçe adamla köylülerin arası gittikçe açılmış ve artık birbirleriyle anlaşmaz hale gelmişler.
Adam bir gün bakmış ki bu iş olacak gibi değil deyip çaresiz köyünden ayrılmaya karar vermiş. Derken, yanma bir iki eşyasiyla bir az da azığını alarak yola koyulmuş.
Adam, saatlerce yol katettikten sonra yorulmuş ve dinlenmek için bir yerde mola vermeye karar vermiş. Etrafını şöyle bir göz ucuyla taradıktan sonra bakmış ki karşıda büyük bir ceviz ağacı var. Hemen gidip o ceviz ağacının gölgesine oturmuş ve karnını duyurmak için yanında getirdiği azığından yemeğe başlamış.
Adan] yemek yerken, o sırada ceviz ağacına çıkmış bulunan bir ayı da cevizleri koparıp yiyormuş. Ayı cevizleri koparıp yemeden önce güneş ışığına tutup, onların çürük olup olmadıklarını kontrol ediyormuş. Ardından da cevizleri kırıp yiyormuş.
Tabi ağacın dibinde bulunan korkak adamın haberi yokmuş. Derken ayı yine cevizin gi\neş ışığına tutacağı sırada, aşağıda oturan korkak adamı görmüş.
Bir ceviz kopararak korkak adama ikram etmiş. Ayı cevizi uzatıp vereceği anda korkak adam Ödü kopmuş ve ayının karşısında sanki taş kesilmiş hale dönmüş.
Ayı, bu duruma çok şaşırmış ve dönüp adama cevizi gösterip "Ceviz yemez misin?" demiş. Adam da korkudan taş kesilmiş o haliyle: 'Yemem!" diye bağırarak cevap vermiş.
Bu sesi duyan ayı korkudan oracıkta bayılıver-miş. Bunu fırsat bilen adam da ayıyı öldürüp postunu çıkarmış. Ardından da sırtlayıp köyüne getirmiş. Köylüler, korkak adamın sırtında ayıyı görünce gidip bunu nasıl yaptığını sormuşlar, bir kahramanlık hikayesi gibi ballandıra ballandıra anlatmış. Köylü de korkak adamın anlattıklarına inanmış ve onu o gündün sonra bir kahraman olarak görmeye başlamışlar.
Korkak adam da ayıyı öldürülüşünden sonra köyde artık rahat ve huzurlu bir şekilde yaşamaya başlamış ve ömrünün sonuna kadar mutlu bir hayat sürmüş.
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde meşhur bir Bey yaşarmış. Bu bey bir gün atıyla geziye çıkmış. Gide gide bir dümdüz ovaya varmış. Ova da etrafını kontrol edeceği bir sırada bakmış ki iki tane çok büyük yılan dövüşüyorlar-mış. Bu yılanlardan biri boz biri de kara yılanmış.
Bey, yılanların dövüşünü seyretmeye başlamış. Aradan bir müddet geçince Bey dayanamamış ve çok kötü olan boz yılana karşı, kara yılanı desteklemiş. Ardından da boz yılanı öldürmüş.
Boz yılanın öldürülmesine sevinen kara yılan, Beye teşekkür ettikten sonra dönüp Bey'e şü tavsiyede bulunmuş: "Bey! İyi ki, bu boz yılanı öldürdün. Çünkü o boz yılan kafir cinlerin reisiydi. Ben ise müslüman cin ve yılanların reisiyim. Eğer onu öldürmeseydin veya o boz yılan beni öldürseydi; bu gün tüm dünyayı o boz yılanlar saracak ve tüm iyi hasletlere sahip olan insan, cin ve hayvanlar yok edilecekti. Böylece dünyanın tüm hakimiyeti o boz yılanların eline geçecekti." Ardından da boz yılanı öldüren Bey'e, yaptığı doğru haraketten dolayı bir armağan olarak, bir kese tohum vermiş.
Bey de kara yılana teşekkür edip oradan ayrılmış. Daha sonra bey köşküne varıp hizmetçilerini çağırmış ve; "Ey Adamlar bana armağan edilen bu tohumları alıp derhal ekin ve bakın bakalım bize hediye olarak ne çıkacak?" demiş. Bey'in hizmetçileri söylenenleri aynen yapmışlar ve tohumları alıp tarlaya ekmişler.
Derken gel zaman git zaman, tohumlar filizlenip koca yuvarlak meyveler halini almış. Bey ve adamları ise bunların ne olduğuna dair bir şey bilmiyorlarmış. Bu meyvelerin nasıl bir şey olduğunu öğrenmek için Bey, hizmetçilerine bu yuvarlak meyveleri tek tek kesmelerini emretmiş.
Hizmetçiler meyveleri kesince bakmışlar ki bunların hepsi karpuzmuş. Bey, daha sonra düşünmüş ve bu karpuz meyvelerin insanlara kara yılanın armağanı olduğunu söylemiş. Sonra içinden kara yılana tekrar teşekkür etmiş.
Böylece karpuzların çıktığı o günden itibaren o Bey daha da zengin ve mutlu hayat sürmeye devam etmiş.
Bir varmış bir yokmuş. Zamanın birinde zengin bir padişah, halk tarafından pek bilinmeyen ve kendisinin de mah-mül-kü ile çare bulamayacağı bir hastalığa yakalanmış. Padişah, zamanın en önlü hekimlerini, kahinlerini ve işinin ehli tüm insanları çağırmış fakat bu insanlar onun derdine çare bulamamışlar.
Padişahın hastalığı böyle sürüp giderken bir gün bir derviş çıkıp gelmiş ve dertlilerin sormuş. İşin aslını padişah yakınları dervişe uzun uzadıya anlatmış. Anlatılanları dinleyen derviş, hastalığın çaresini bildiğini belirtmiş. Hasta yakınları da hemen çaresini anlatmasını dervişten istemişler. Derviş de: "Bu hastalığın ilacı yeni doğum yapmış bir aslanın daha yavrularını emzirmeden önce bir bardak miktarı sütünden getirip hastanın gözüne sürmektir. Böylece hastanız, hastalıktan kurtulur" demiş.
Bu padişahın da üç tane oğul varmış. Padişahın bu üç oğlunu yanma çağırarak bu ilacı ancak kendilerinin getirebileceğini söylemiş. Padişahın en büyük oğlunun adı Ahmet, ortancasının adı Mehmet ve en küçük olanın'da adı Abdullah imiş. Büyük olan iki kardeş birbirlerini sever ama Abdullah'ı scvmezlermiş. Babaları böyle bir görev verince de bunu kendileri başarmak istemişler ve böylece babalarının gözüne girip onun mallarına, mülklerine sahip olabileceklerini düşünüp küçük kardeşi ortadan kaldırmayı planlamışlar.
Bir gün bu üç kardeş yola çıkmışlar. Uzunca bir yol katettikten sonra geldikleri yol üç kola ayrılmış. İki büyük kardeş, hangi yolda tehlikeler var olduğunu bildikleri için Abdullah'ı en kötü yoldan göndermişler. Abdullah da onların bu kötü niyetlerinden habersiz sadece babasına ilaç bulur gayesiyle ağabeylerinin kendisine gösterdiği yoldan gitmiş.
Abdullah gide gide bir koyunun başına gelmiş. Kuyuda su içmek için eğilmiş. O sırada aklından hep. hasta babası ve onun hastalığı geçiyormuş. O esnada içinde keşke babama çare olacak ilaca gidebileceğim bir ip ucu olsa da canımı bile veririm diyormuş.
Bunları düşünürken birden kuyuda sesler gelmeye başlamış "Ey Abdullah! Senin kalbinin saflığından dolayı sana yardım edeceğim." Diyen sesleri işitmiş. "Sana iki seçenek sunuyorum. Bunlardan birincisi beyaz kıllı koçtur. Eğer onu görürsen, o beyaz koçun üzerine bin o seni. O seni direk aslan sütüne ulaştırır, ikincisi ise siyah kıllı koçtur. Eğer onu görüp üzerine binersen seni çok zorlu tehlikelere götürür. O tehlikeleri aşıp ondan sonra aslan sütüne ulaşırsın." demiş kuyudan gelen ses. Abdullah da çaresiz gelen ilk koç olan siyah bili koça .binmiş. Koç da onu yerin yedi kat aşağısına götürmüş. Sonra siyah koç Abdullah'ı orada bırakıp oradan ayrılmış.
Abdullah bulunduğu yeri dolaşmış fakat kimseyi görememiş. Sonra rast gele bir kapıyı çalayım da belki biri bana yardım eder. Demiş kendi kendine. Derken bir kapıyı bir nine açmış. Nine, Abdullah'ı içeri buyur etmiş. Abdullah da içeri girip ninenin elini öpmüş. Nine bu durumdan çok duygulanmış. Çünkü Abdullah, yıllardır nineyi ilk ziyaret eden kişiymiş. O diyarda kimse kimseyi sormazmiş. Nine, Abdullah'ı kendine torun olarak kabul etmiş. Derken Abdullah, ninesine derdini anlatmış. Nine şaşkın ve üzgün bir şekilde buralarda öyle bir şeyin olmayacağını anlatmış. Abdullah da çaresizlik içinde o geceyi orada geçirmiş. Sabah olunca büyük bir gürültüyle uyanmış. Dışarı çıkıp bir de bakmış ki; bir çeşme başında insan topluluğu birbirlerini ezercesine koşuşturuyor lar-mış. Ninesi: "Evladım! Bizim diyarda bir tane ejderha var. Bu ejderha suyun çıktığı yere yuva yapmış ve her hafta 10 tane kız çocuğu kurban ister. Eğer halk bunları vermezse o zaman o da halka su vermiyor." Demiş.. Bu duruma kimsenin bir çözüm bulamayacağını da öğrenen Abdullah çok üzülmüş.
O an Abdullah'ın aklına parlak bir fikir gelmiş. Ninesine dönüp: "Nine! Ben çok iyi kılıç kullanırım. Eğer siz ejderhayı kandırıp yuvasından kafasını dışarı çıkartabilirseniz ben de bir darbeyle kafasını uçururum." Demiş. Ninesi kabul etmiş. Sonra bu fikir için ahaliye haber salınmış fakat halk onu pek ciddiye almamış. Aradan bir hafta geçmiş bu defa o diyardaki son on genç kız kurban olarak hazırlanmış. Bu kızların arasında o diyarın padişahının kızı da varmış.
Kurbanlar hazırlanmış ve çeşmenin başına götürülmüş. Abdullah da hemen kendi arzusuyla gidip çeşmenin üstüne çıkmış. Ejderha kurbanların kokusunu alınca kafasını dışarı çıkarmış fakat bu ilk sefer ejderhanın kafasını tam koparamamiş. Ejderha acı içersinde kafasını iyice çıkarınca Abdullah .bu sefer ejderhanın kafasını koparmayı başarmış.
Halk da bu sayede rahata ve suya kavuşmuş. Ayrıca her hafta on tane genç kız kurban vermekten de kurtulmuşlar.
Padişah, Abdullah'ın bu kahramanca davranışını görünce onu sarayına davet etmiş. Padişah, Abdullah'a: "Oğlum sen kızımı kurtardın ve halkımı bir beladan kurtardın rahat su içeceğiz bundan böyle dile benden ne dilersin." Demiş. Abdullah da mütevazı bir şekilde: Hiçbir şeye ihtiyacım yok. Yalnız bir isteğim var, beni aslan sütüne ulaştırın." Demiş. Padişahta üzgün bir şekilde: "Ah oğlum! Her şeyi isteseydin de bunu benden istemeseydin ancak söz verdiğim için sana bir vasıta vereceğim o seni bir yere götürecek, ondan sonrası da sana kalmış." Demiş.
Abdullah da mahzun bir şekilde getirilen vasıtaya binmiş. Vasıta da onu bir yere bırakmış. Geldiği yeri kolaçan eden Abdullah bir de bakmış ki bir şahin bir kartal yuvasına dadanmış, kartalın bıraktığı yumurtaları kırmaya çalışıyormuş. Abdullah da bunu görünce şahini epey bir müddet kovalamış. Tam o sırada kartal olayı görmüş ve Abdullah'ın yanma gelerek: "Ben her sene bir defa yumurta yaparım. Yumurtadan çıkan yavrularıma, doğdukları zaman yemeleri için bir şeyler toplamaya giderim. Döndüğümde yavrularım yerinde olmadığı için de çok üzülürüm. Bu yıl beni bu dertten kurtardın dile benden ne dilersen." Abdullah da: "Babama aslan sütü lazım onu bulmak için geldim senden bunu istiyorum." Demiş. Kartal da: "Keşke canımı isteseydin de benden bunu istemeseydin. Ama sana söz verdiğim için, seni aslan sütünü alman için onun yanma götüreceğim. Yalnız sütünü almak çok zordur onu ikna etmek sana dü-şer."demiş
Abdullah bunu kabul ettikten sonra kartalın sırtına binmiş. Kartal havalanıp ıssız bir kayanın yanına gelince durmuş ve: "Ben seni burada bekleyeceğim sen git sütünü al gel."
Abdullah etrafı biraz gezmiş bir de ne görsün. Az ilerde bir aslanın ayağına bir şey batmış ve aslan inim inim inliyormuş. Abdullah hemen aslanın yanma koşup kendisine durumu sormuş. Aslan da ayağına bir şeyin saplandığını ve uğraştığı halde çıkaramadığını söylemiş. Abdullah da hemen uğraşıp aslanın ayağındaki saplı olan cismi çıkarmış. Çıkarınca aslan öyle sevinmiş ki hemen dönüp Abdullah'a: "sen benim hayatımı kurtardın dile benden ne dilersin."demiş. Abdullah da: "Babamın iyileşmesi için aslan sütüne ihtiyacım var." demiş. Aslan da "keşke canımı alsaydm da bunu is-temeseydin. O çocuklarımın rızkıydı ama sana söz verdiğim için bir bardak kadar sütümden vereceğim." Demiş.
Abdullah, aslan sütünü alınca sevinçli bir şekilde kartalın yanına gelmiş. Ardından kartala sütü aldığını ve kartaldan kendisini götürmesini istemiş. Kartal, Abdullah'tan bir şart istemiş. Önce Abdullah'a dönüp: "kaç kat yerin altındayız." Demiş. Abdullah; 'Yedi kat" demiş. Kartal da: "O halde her kat için bana yiyecek hazırlayacaksın. Her kat için ekmek ve ekmek içinde bir parça et olacak ve her katı geçtiğimizde ağzıma katacaksın. Eğer içinde eksik bir şey olursa veya zamanında ağzıma katmazsan ikimizde düşer ve bir daha da asla çıkamayız." Demiş. Abdullah ise çaresizlik içinde bu şartı kabul etmiş ve denilen her şeyi hazırlamış. Böylece kartal ile Abdullah yola çıkmışlar.
Bir, iki kat derken altı katı geçmişler. Son katta Abdullah tam ekmeği kartalın ağzına katacakken içindeki et parçası düşmüş. Abdullah da kartal bir şey anlamasın diye kılıcıyla baldırından bir parça et koparıp ekmeğin arasına koymuş ve kartalın ağzına katmış.
Nihayet Abdullah ve kartal yedinci katı da aşıp yeryüzüne çıkmışlar. Abdullah, kartala tam veda edeceği sırada kartal ağzındaki et parçasını çıkartmış ve: "Tadından senin etin olduğunu anladım ve ağzımda sakladım. Bu et parçasını al ve yerine yapıştır, sonra iyileşir." Demiş. Abdullah da baldırından kopardığı et parçasını yerine yapıştırmış ve kartalın dediği gibi iyi olmuş. Abdullah, kartalla tekrar vedalaşmışlar ve evin yolunu tutmuş.
Az gitmiş uz gitmiş birçok engelleri aşmış ve sonunda evine varmış. Hemen koşup babasının yanına varmış ve: "Baba ben geldim. Sana istediğin ilacı getirdim." Demiş. Babası buna inanmamış; "Diğer oğullarım getiremediğni sen mi getireceksin?" demiş.
Abdullah o sırada aslandan aldığı sütü getirip babasının gözlerine sürmüş. Babası eskisinden daha da sıhhatli olmuş. Bunun üzerine bütün malını, mülkünü oğlu Abdullah'a bırakmış.
Bu arada diğer iki ağabey Abdullah'a yaptıkları haksızlıklarından, hakaretlerden pişman olmuşlar.
Abdullah da saf kalpli olduğundan onları affetmiş. Böylece hep beraber mutlu bir hayat sürmüşler.
Bir varmış bir yokmuş. Köyün birinde Ahmet Ağa diye biri yaşarmış. Bu Ahmet ağanın hiç çocuğu olmuyormuş.
Ahmet ağa, bir gün gidip bilgin birine derdini anlamış. Bilgin olan zat da bir şartla çocuğunun olacağını söylemiş ve ardından da eklemiş: "Öyle bir şey alacaksın ki bunu hem siz hem de davarlarınız yiyebilecek ve hem de bunu ekebileceksiniz." Ahmet ağa, bunun üzerine gidip karpuz almış. Karpuzun içini yemiş, kabuklarını davarlara vermiş ve çekirdeklerini de ekmiş. Bunun üzerine bir çocuğu olmuş ve adını da Ahmet ağa koymuş.
Baba olan Ahmet ağa bir gün mısır tarlasını dolaşırken terkedilmiş bir bebek bulmuş.Bu bebeği alıp eve getirmiş ve evdekileri toplayıp bu bebeği bir isim koyalım demiş. Her biri bir isim söylemiş fakat Ahmet ağa, bu isimleri beğenmemiş. En sonunda Ahmet ağa, bebeğe, bulduğu yere istiııaden Gılgıl (misir)oğlu ismini koymuş.
Gün olmuş devran dönmüş Alamet ağa ve Gılgıl oğlu büyümüş birer yiğit oluvermişler. Ne yazık ki babaları hastalanmış ve çocuklarına şu vasiyette bulunmuş: "Evin şu odasını kendi aranızda açın. O da şimdiye kadar açılmadı" demiş ve ölmüş.
Babalarının ölümünden kısa bir süre geçmişken, Ahmet ağa, Gılgıl oğlunun yokluğundan faydalanarak, babalarının girmelerini emrettiği odaya girmiş. Girer girmez bir de ne görsün. Duvarda çok güzel, ay gibi parlayan bir kızın resmini görmüş. Bu güzellik karşısında dayanamamış ve bayılmış. Gılgıl oğlu ise daha sonra gelmiş ve olayı öğrenince kardeşine kızmış. Fakat Ahmet ağa bu kızı mutlaka bulmaları gerektiğini söylemiş. Çünkü o kıza kendisi aşık olmuş.
İki kardeş tamam diyerek hazırlıklarını tamamlayarak kızı bulmak için yola çıkmışlar. Uzun bir yol gittikten sonra karşılarına bir saray çıkmış. Bu saraya giderek kapısını vurmuşlar. Bir kadın çıkıp kim olduklarını sormuş ve kapıyı açamayacağını söylemiş. Kardeşler de: " Başka kimsen yok mu?" diye sormuşlar. Kız da on iki kardeşinin olduğunu yedisinin harpte öldüğünü, beşinin de düşman elinde esir olduğunu söylemiş. Kardeşler de onların nerede düşmana esir düştüklerini sormuşlar.
Kız da kardeşlerinin bulundukları yeri tarif etmiş. Gılgıl oğlu, kızın kardeşlerinin muhasara altında oldukları yere doğru yola çıkmış ve sonunda kızın kardeşlerini bulmuş. Gılgıl oğlu kızın beş kardeşini düşmanla savaşarak muhasara altından kurtarıp, düşmanı dağıtmış.
Gılgıl oğlu kızın kardeşlerini alıp yola çıkmışlar ve bir süre yolda mola vermişler. Bu beş kardeşleri için yedi kardeşim verdiklerini ve kendilerinin de esir düştüğünü ve sonunda kendisinin kendilerini kurtardığından bahsetmişler. Daha sonra bu kardeşler, kendi aralarında kız kardeşlerini Gılgıl oğlu'na vermeyi kararlaştırmışlar. Gidip ardından meseleyi Gılgıl oğlu'na anlatmışlar. Gılgıl oğlu ise evde kendisinin bir kardeşi oyduğunu ve kızı ona vermelerini istemiş. Onlarda: "Kardeşini görelim ondan sonra düşünürüz.
Bunlar yolu katederek sonunda eve varmışlar. Hem kardeşlerini hem de Ahmet ağayı görünce sevinmişler ve ayrıca Ahmet ağayı şekil ve sima yönünden beğenmişler. Fakat Ahmet ağanın bir yiğitliğini görünceye kadar, kız kardeşlerini veremeyeceklerini söylemişler.
Bir gün kızın kardeşleri ava giderken Gılgıl oğ-lu'na ve Ahmet ağaya da kendileriyle gelmelerini söylemişler. Gılgıl oğlu ise kardeşinin hasta olduğunu, kendisinin ava gitmesini rica etmiş. Gılgıl oğlu kardeşine: "Kızı gör ki, resimdeki mi değil mi tam bilelim." Demiş. Ahmet ağa gittiği yerde bir ara uykuya dalmış, o sırada kız Ahmet ağanın yemeğini getirmiş ve cebine bilye katarak gitmiş.
Akşam Gılgıl oğlu, eve döndüğünde Ahmet ağaya: "Kızı gördün mü?" diye sormuş. Ahmet ağa ise görmediğini söylemiş. Gılgıl oğlu ise kardeşinin cebine bakmasını söylemiş. Ahmet ağa da cebine bakmış ki cebinden bir bilye çıkmış. Bunun ne anlama geldiğini Gılgıl oğlu'na sormuş. Gılgıl oğlu, kızın: "Sen daha çocuksun bu işler sana göre değil." Demek istediğini belirtmiş.
ikinci günde Gılgıl oğlu ve kardeşler ava gitmiş. Ahmet ağa evde kalmış ve yine uykuya dalmış. O sırada kız yemeğini getirmiş ve cebine bir kömür koymuş. Akşam Gılgıl oğlu eve Ahmet ağa. yine kızın yüzünü görmediğini ve cebine koyulan kömür parçasının ne anlama geldiğini sormuş. Gılgıl oğlu da kızın sana "Sen ancak kömür ocağında çalışacak adamsın." Demek istediğini söylemiş.
Üçüncü gün oyunca Gılgıl oğlu ve kızın kardeşleri tekrar ava gitmişler. Ahmet ağa yine evde kalır ve evde uykuya daldığı bir sırada kız gelmiş, yemeğini yanma koyup cebine de bir kireç taşı koymuş. Akşam kızın kardeşleri ve Gılgıl oğlu eve geldiği vakit Gıîgıî oğlu tekrar kardeşine sormuş fakat Ahmet ağa kızı görmediğini kızın cebine koyduğu kireç taşının ne anlama geldiğini sormuş. Gılgıl oğlu'da; "Sen ancak kireç ocağında çalışabilirsin. Bu işler sana göre değil demek istemiş" der. Başka bir gün Gılgıl oğlu ve kızın kardeşleri ava giderken yolda Gılgıl oğlu rahatsızlanmış ve kızın kardeşlerine: "Siz gidin ben burada kalırım" demiş. Sonra da kardeşler gitmiş ve Gılgıl oğlu yalnız kalmış. Gılgıl oğlu kaldığı yerde bir taş bulmuş ve bu taşı çıkarıp aşağıya fırlatmış. Daha sonra bir geyiği öldürüp çıkardığı taşın yerme koymuş. Sonra da kızın kardeşleri gelmiş ve beraber-ce eve doğru yol almışlar.
Ertesi gün kızın kardeşleri, Ahmat ağanın kendileriyle gelip yiğitliğini göstermesini, aksı takdirde kız kardeşlerini vermeyeceklerini söylemişler. Gılgıl oğlu'da Ahmet ağaya geyiğin yerini söylemiş. Gılgıl oğlu ve o geyiği "Ben öidürdümde."
Demiş.Ahmet ağada aynısını yapmış ve geyiğin olduğu yerde rahatsızlandığını söyleyerek kalmış. Dönüşte kızın kardeşleri geyikle Ahmet ağayı görünce: "Artık sen yiğit olduğunu kanıtladın. Bizde sana artık bacımızı veriyoruz." Demişler.
Bu arada Gılgıl oğl'da kızı evde yakalar ve onun resimdeki kız olduğuna kanaat getirir. Akşam, Ahmet ağa ve kardeşleri eve gelince durumu anlatır ve böylece kızı Ahmet ağayla evlendirirler. Bir gün Gılgıl oğlu ve kızın kardeşleri tekrar ava gitmişler. Giderken de Ahmet ağa'ya bu odayı açmamasını tembihlemişler, fakat Ahmet ağa merakını yellemeyerek odayı açmış. Bir de ne görsün zincire vurulmuş bir dev. Dev, Ahmet ağa'dan kendisini çözmesini istemiş, Ahmet ağada devi çözmüş. Dev, zincirleri çözülür çözülmez hemen Ahmet ağayı yakalayıp bu zincirlere bağlamış, kendisi de dev kızı alıp götürmüş.
Gılgıl oğlu ve kızın kardeşleri eve gelip vaziyeti gördüklerinde, olup bitenden dolayı Ahmet ağaya çok kızmışlar ve ceza olarak idamını kararlaştırmışlar. Gılgıl oğlu ise: "Bana kırk gün mühlet verin sizin kız kardeşinizi getireceğim." Demiş. Kardeşler de bunu kabul etmişler.
Gılgıl oğlu yola çıkmış ve yolda yiğit insanlarla karşılaşıp onlarla kardeş olmuş. Bu dört kardeş bir haraba köye varmışlar. Bu köyde bir evin içine gidip konaklamışlar. Sabah olunca üç kardeş ava gitmiş birini de yemeklerini yapması için evde kalmış.
Bu kardeş yemeklerini yapıp hazırladığında kapı çalınmış kapıyı açınca bir de ne görsün, bir insan kafatası. Bu kafatası "Seni mi yiyeyim yoksa yemeği mi?" demiş. Bu kardeş korkusundan yemeği yemesini söylemiş. Akşam olup kardeşler geldikleri vakit yemek bulamayınca durumu sormuşlar. Kardeş de korktuğunu belli etmemek için olayı anlatmamış.ve çeşitli bahaneler uydurarak geçiştirmiş.
Daha sonraki günlerde de diğer iki kardeş de aynı olayla karşılaşmışlar. En son evi Gılgıl oğlu beklemiş. Gılgıl oğluna da aynı soruyu sormuş. Gılgıl oğlu olumsuz cevap verip, bazı şeylerle onu geçiştirip evden çıkarmış. Ardından da onu takip etmiş. Takip ede ede kafatasının bir mağaraya girdiğini görmüş. Akşam kardeşleri gelince onları da bu durumdan haberdar etmiş.
Derken hep beraber mağaranın yanına gitmişler. Mağaraya ip salıp içeriye girmeyi denemişler, fakat üç kardeş bu durumdan başarısızlığa uğramışlar. Son olarak Gılgıl oğlu mağaraya girmiş ve kafatasını parçalayıp savurmuş. Sonra mağaranın içine bakmış ki bir sürü insan, üç güzel kız ve aradığı kız oradaymış. Bunlara devin nerede olduğunu sormuş. Onlarda şu anda uykuda olduğunu ve bir hafta sonra uyanacağını söylemişler. Gılgıl oğlu bir hafta bekleyip devin karşısına düelloya çıkmış ve devi yenmiş. Mağaradakileri de tek tek yukarı çıkarmış. Geriye sadece aradığı güzel kız kalmış. Kızı, Gılgıl oğlunun önce çıkmasını çünkü o çıktığı takdirde kendisini yukarı çıkaracağını, yok eğer tersi olursa onu mağarada bırakıp hainlik edip insanların gidebileceğini belirtmiş.
Gılgıl oğlu ise bunun olmayacağını söyleyip önce kızı çıkarmak istemiş. Fakat kıza dönüp "eğer burada kalırsam ne yapayım"demiş.
Kız da: " Bir hafta bekleyip son gün mağaranın içindeki havuzun yanma gideceksin havuzda iki koç (siyah ve beyaz) bulacaksın bunlardan beyaza binersen yukarı, siyaha binersen aşağıya gidersin."demiş.
Sonuçta kızın söyledikleri doğru çıkmış. Arkadaşları îaz için kavga etmişler Gılgıl oğlu ne kadar yalvarmışça da kar etmemiş. Onu mağarada bırakıp gitmişler. Gılgıl oğlu mecburen bir hafta beklemis ve havuzun başına gitmiş. Orada beyaz ve siyah koçları görmüş. Sonunda beyaz koça binmeyi başarmış. Ardından doğruca yukarı çıkmış ve yukarıda arkadaşlarının halen kavga ettiklerini görmu:
Sonra onları ayırarak her bir arkadaşını bir bayanla evlendirmiş kendisi de kızı alıp, kızın memleketine doğru yol almış. Kırk güne bir gün kala memleketine ulaşmış ve kardeşini kurtarmış.
Bu şekilde kızı ve kardeşini alıp memleketine dönmüş ve orada mutlu bir hayat sürmüşlerir
Bir varmış bir yokmuş. Günün birinde kendisine yüzsüz Rabia adı verilen bir tilki varmış. Bu tilki olan. yüzsüz Rabia bir gün hastalanmış ve hastalığının dermanını bulmak için yolculuğa çıkmış.
Yüzsüz Rabia, yolculuk esnasında bir ayıyla karşılaşmış. Ayı kendisiyle birlikte yoldaş olmak istemiş. Yüzsüz Rabia'da bu teklifi kabul etmiş. Beraberce bir süre yolculuk ettikten sonra sırasıyla bir horoz ardından da bir tavşan ve bir kurt da bunlarla arkadaş olmuş.
Bu beş arkadaş beraberce yolculuk ederken bir yerde ayı, yüzsüz Rabia'ya yaklaşarak acıktığını ve tavşanı yemeği düşündüğünü söylemiş. Yüzsüz Rabia da bunu kabul edip yiyebileceğini söylemiş. Bu durum aynı şekilde horoz ve kurt içinde cereyan etmiş. Arkadaşları ölünce yüzsüz Rabia ile ayı yalnız başlarına kala kalmışlar. Bu arada ayı arkadağlarını yerken, yüzsüz Rabia'da bunların bağırsaklarını çıkarıp, beline sararak saklamış.. Sonra da yola devam etmişler.
Yüzsüz Rabia, ayı kendisini yemesin diye arkada ayı da önde yol alıyorlarmış Yüzsüz Rabia, beline sardığı bağırsakları bir müddet sonra çıkarıp yemeye başlamış. Ayı da yüzsüz Rabia'ya yaklaşarak ne yediğini sormuş. O da: "Bir gözümü çıkartım yiyorum." Demiş. Ayı da bu durumda kör olacağını belirtmiş fakat yüzsüz Rabia ise hayır: "Ben görüyorum sen de çıkarırsan görebilirsin." Demiş. Bunun üzerine ayı gözünü çıkarıp yemiş. Fakat ayının gözü görmemiş. Bunun üzerine öbür gözünü de çıkarır yersen görürsün demiş. Ayı diğer gözünü çıkarmış ve sonunda kör olmuş. Yüzsüz Rabia da böylece bir nebze de olsa başarıya ulaşmış.
Bunun üzerine ayı, yüzsüz Rabia'ya görmediğini ve hala aç olduğunu belirtmiş.Yüzsüz Rabia ise biraz ötede bir bahçe olduğunu, bahçede ise her türlü yiyeceğin olduğunu, oraya gidersek açlığını giderebileceğini belirtmiş. Bir müddet gittikten sonra yüzsüz Rabia, ayıya bahsettiği bahçeye ulaştıklarını bahçenin ise bir duvarla çevrili olduğunu, eğer bu duvarın üzerinden atlarsa bahçeye girebileceğini söylemiş. Ayı da yüzsüz Rabia'ya kanarak atlamış ve bahçe sandığı uçuruma yuvarlanarak can vermiş. Yüzsüz Rabia da böylece korktuğu ayıdan kurtulmuş.
Ker Ve Kvuek
Bir varmış bir yokmuş. Ker ve külek adında iki kardeş varmış. Ker büyük kardeş külek ise küçük kardeşmiş.
Günün birinde amcalarının oğlu başka bir aşiret tarafından öldürülür. Amcalarının da günün birinde, köyün merkezine bir masanın üzerine bir fincan koyar. Ardından da: "Bu fincanın içindeki kahveyi kim içerse, oğlumun intikamını o gidip alacak."demiş.Amcaları aynı zamanda aşiretlerinin reisiymiş.
Külek, çobanlık etmekte, ker ise fincanın için-dekilerinin diğer kuzenleri tarafından içilmesini bekleinekteymiş. Köyde bu olay üzerine felce uğramış. Her kes köy meydanında sabahlayıp akşamlamakla beraber kimse bu işe cesaret edemiyor-muş. Külek, koyunların sütünü sağmak için kimsenin gelmediğini görünce köyde bir şeyler olduğunu anlamış. Sonra kendisinin yanma gelen bir köylüye bu durumun sebebini sormuş. Köylüde olup bitenden hepsini teker teker anlatmıg.
Külek, bunun üzerine sürüyü bırakıp doğru köy merkezine gelmiş. Direk fincanın yanına giderek, fincanın içinde bulunan kahveyi içmiş. Orada bulunan bir ihtiyar ona: "Sen bu kahve içmenin ne anlama geldiğini biliyor musun?" demiş. Külek ise bunun anlamını bildiğini belirtmiş,
Külek, kahveyi içtikten sonra eve giderek yolculuk hazırlıklarına başlamış. Yolculuğa hazırlanırken annesi ona şunları anlatmış: "Oğlum! Sana söyleyeceklerimi iyi dinle. Bunları yaparsan zafere ulaşırsın. Önce; falanca tepeden giderken önüne bir geyik çıkarsa o zaman atını sıkıca tut ki atın korkudan ürkmesin. Sonra, atını dinlenmeye çektiğin zaman, iyice kazığını çak ki at, su üzerine gidip şişene kadar su içmesin. Yoksa, atın karnı şişer ve seni savaş da mağdur edebilir." Demiş. Külek nasihatları dinler bunlara uyacağını söyleyerek helallik ister ve yola çıkar.
Külek, annesinin belirttiği yere ulaştığında geyik birdenbire ortaya çıkar ve at korkudan ürperip, külek, atın dizginini sert bir şekilde bastırmış ve böylece ilk tehlikeden kurtulmuş olur.
Sonrada gece olunca düşmana yakın bir yere ulaşmış. Külek, burada atını hizmetçilere teslim etmiş. Hizmetçileri ise atı, atı tam bağlamayıp gevşek bırakmışlar.
At da bağlı olduğu kazığı yerden çıkararak doğruca suyun bulunduğu yere gidip aşın derecede su içmiş. Ardından da karnı şişmiş.
Sabah olunca düşman kulek'i görüp yanına gelmiş. Külek de atını hazırlayıp üzerine binmiş ve cenk meydanına çıkmış. Cenkte düşmanlardan birini öldürmüş. Fakat at şişkinliğinden dolayı meydana yığılarak yere serilmiş. Bunun üzerine külek de ağır darbeler almış.
Sonra at meydanı terk ederek dört nala koşup soluğu kendi geldiği köyde almış. Bunun üzerine kulek'in kardeşi ker de gelip olayı bir tepeden izlemeye başlamış. Ardından da bu işin içinde bir oyun olduğunu anlamış ve gelen ata binerek doğruca cenk meydanına gelmiş. Sonrada: "Vallahi sizin kökünüzü kaziymcaya kadar durmayacağını." Demiş ve meydana dalınca kardeşine yara bere içinde görmüş ve dönüp kardeşine: "Sen burada kal ben bunların kökünü yok edeceğim sen sey-ret."demiş.
Kardeşini o hale getiren düşmanları hepsini öldürmüş. Kardeşinin yanma vardığında ölü olarak bulmuş.
Ker, bunun üzerine büyük bir üzüntü duymuş fakat elinden de bir şey gelmemiş. Orada kardeşini defn edip büyük bir üzüntüyle köyüne dönmüş.
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde köyün birinde öksüz ve kel Sidik Ahmet adında bir çocuk varmış.
Bu çocuk amcaların da kalmaktayımş. Amcasının bağ ve bahçelerine bakıyormuş. Sidik Ahmet bu bağ ve bahçeleri korurken, bu arazilere giren hayvanların da uzuvlarını kesiyormuş. Birinin kulağını, diğerinin burnunu, bir başkasının kuyruğunu kesip duruyormuş.
Bu durum böyle devam ederken köylüler, Sidik Ahmet'i amcasına şikayet etmişler. Amcası da Sidik Ahmet'i azarlamış ve ona kızmış. Sidik Ahmet de buna alınmış ve amcasından ayrılmayı kararlaştırmış. Amcasının karısı kalması için ısrar etmişse de Sidik Ahmet, onu dinlememiş ve ayrılmış.
Bir başka köyde de I Iasan ağa diye biri varmış. Sidik Ahmet bu I Iasan ağanın yanma giderek ondan bir iş istemiş. Hasan ağa da onu aşçının yardımcısı olarak işe almış.
Sidik Ahmet, aşçının yanında çalışırken ona küçük düşürücü sözlerle hitap edip alay etmiş. Sidik Ahmet de bunlara tahammül etmeyerek eline aldığı bardağı, aşçıya fırlatmış. Bardak, aşçıya saplanarak aşçıyı öldürmüş. Bunun üzerine Masan ağa, Sidik Ahmet'e bazı şeylerin olduğunu anlamış. Ardından da onu kadınlara hizmet için görevlendirmiş.
Sidik Ahmet, kadınların istedikleri şeyleri getirip götürürken bir gün, Hasan ağanın kızı, Sidik Ahmet'e "Bana su getir."'Demiş. Sidik Ahmet de ona: "Ben sana değil sen bana getir." Demiş. Bu durum ağaya şikayet edilmiş fakat ağa Sidik Ahmet'i haklı bulmuş.
Başka bir gün de Sidik Ahmet, ağadan korucu-iarıyla beraber gitmeyi düşünmüş. Hasan ağa da bunu kabul edip ona, bir at vermiş ve korucu adamlarıyla yollamış.
O gün de bezirgan o bölgeden geçiyormuş. Sidik Ahmet de hemen bezirganın yolu üzerine oturmuş. Sonra kendine meşe ağacından bir mızrak yapmış ve orada kel kafasını kaşıyarak beklemeye başlamış.
Bezirgan başı askerlerine seslenerek: "İlende oturan şu adama, şu erzakları verin de yolumuzdan çekilsin." Demiş ve bir askerini ona yollamış. Asker, erzağı götürdüğünde Sidik Ahmet ona, kendisine yaklaşmasını söylemiş. Adam, kendisine yaklaştığı zaman, hemen adamın dilini ısırıp koparmış.
Asker, Bezirganbaşının yanına geldiğinde askerin durumunu gören bezirganbaşı ikinci bir adamını onun yanına göndermiş. Fakat o asker de aynı akıbetle geri dönmüş. Bunun üzerine üçüncü bir kişiyi göndermiş. Sidik Ahmet gelen adama: "Git bezirganbaşma söyle; kendisinin atı ve önde bulunan diğer iki atı ve onun üzerindeki yükleri bana verirse yol veririm." Demiş.
Bezirganbaşı gelen bu teklifi kabul etmemiş. Sidik Ahmet de bunun üzerine savaş ilan eder. Yapılan savaşta Sidik Ahmet galip gelir. Askerler tek tek öldürülür. Sonunda bezirganbaşı ile baş başa kalır ve onunla düelloya girip bir hamlede yere serer. Böylece Bezirganı yenip tüm ganimetlerine el koyar. Bu ganimetleri Hasan ağa ve adamlarıyla beraber paylaşır.
Bu davranışı üzerine Hasan ağa. yolda Sidik Ahmet'e -kızını vermeyi düşünmüş. Sonra da bu düşüncesini Sidik Ahmet'e açmış fakat kabul görmemiş..
Sidik Ahmet, bir sabah uyandığında bütün ev halkının taşınıp gitmiş. Buna sinirlenerek ağaya hakaretler savurarak oradan kendisi de ayrılmış.
Yolda giderken bir ırmağın yanında, yeşillikler içersinde akan bir kaynak suya rastlamış. Orada oturup suyunu içmiş ve bir az uzanryermiş, O sırada da birisi çıkagelmiş ve Sidik Ahmet'e; "Buralar benim verimdir. Sen nasıl olurda buralarda uzanıp dinlenebilirsin.Ben adıyla şanıyla Karaget-ron'um . Sidik Ahmet, Karagetrou'u rüyasında gördüğünü anlatmış ve bunun üzerine arkadaş olmuşlar.
Bu iki arkadaş yolda giderken uzaklarda bir ev görmüşler ve hemen oraya gidip evin kapısını çalmışlar. Onlara kapıyı bir kadın açmış. Sonra da onlara kardeşleriyle kaldığını, onların az ilerde kendisini kaçırmaya gelen düşmanlarıyla savaştıklarmı söylemiş. Onlar da bunu duyar duymaz hemen kızın yedi kardeşinin yardımına koşmuş ve düşmanı tarumar etmişler.
Daha sonra kadının kardeşleri, Sidik Ahmet ve Karagetron eve gelmişler. Evde birbirleriyle konuşurken. Sidik Ahmet başka akrabaları olup olmadığını sormuş. Onlar da bir amcazadelerinin olduğunu fakat nerede olduğunu ve nasıl bir durumda olduğunu bilmediklerini söylemiş. Sidik Ahmet ise bu amca oğullarının kendisi olduğunu söylemiş. Böylece Kardeşlerle akraba oldukları ortaya çıkmış.
Bunun üzerine kardeşler, bacıları olan Hatice adındaki kızı, Sidik Ahmet ile evlendirmişler.
Düğün öncesi Sidik Ahmet, bir elbise diktirmek için şehre gitmiş. Şehre gitmeden önce de bir bakmış, Karagetron evde, Sidik Ahmet'in kendisinden şüphelendiğini fark etmiş ve Sidik Ahmet'in kendisinden emin olması için ondan, ellerini ve ayaklarım bağlamasını istemiş. Sidik Ahmet söyleneni yapmış. Fakat bağladığı bu zincirlerin anahtarlarını Hatice'ye vermeyi unutmuş. Anahtar kendisinde kalmış.
Sidik Ahmet, şehirde elbise diktirirken, bir paşanın adamları Hatice'nin evini basmışlar ve kardeşlerini de öldürmüşler. Karagetron ise zincirli haliyle savaşmış fakat adamlara yenilmiş. Bunun üzerine paşanın adamları Hatice'yi alıp oradan uzaklaşmışlar.
Sidik Ahmet, terziye giderken atını ahıra bağlamış. Sonra da aradan bir az zaman geçince seyis gidip atma bakmasını söylemiş. Seyis gidip ata bakınca atın yeri estiğini ve sadece kulaklarının dışarıda kaldığını görmüş. Ardından gelip durumu Sidik Ahmet'e anlatmış.
Sidik Alamet, atın bu hareketinden fte demek istediğini anlamış ve hemen gidip atı bulunduğu yerden çıkarıp binmiş ve köyüne gelmiş. Bir de bakmış ki her yer ölü doluyınüş. Karağetrün ise can çekişmekte Karagetron tüm olanları ona anlatmış, ardından o da ölmüş. Sidik Alamet ise hepsinin intikamını alacağına dair and içmiş
Paşa ise şenlik ilan etmiş. Sidik Ahmet, senliğin yapıldığı paşanın mahaline gelmiş ve orada rastgele bir kapıyı çalmış. Kapıyı bir kocakarı açmış. Sidik Ahmet , şenliğin nedenini sormuş," kocakarı da nedenini tek tek anlatmış. Daha sonra Sidik Ahmet, kocakarıdan kendisini içeriye almasını istemiş. Kocakarıda onu bir kese altın karşılığında içeriye alınış.
Sidik Ahmet, kocakarıdan yoğurt getirmesini istemiş. Kadın da bir tencere yoğurt getirmiş Sidik Ahmet de getirilen yoğurda yüzüğünü katıp kocakarıya: "Bunu götür, Hatice'ye mutlaka yedir." Demiş. Kocakarı da bir kese altın karşılığında yoğurdu götürüp I latice'ye yedirmiş. Hatice yoğurdu yerken içindeki yüzüğü görmüş ve bu yüzük sahibinin nerede olduğunu sormuş. Kocakarıda kendisinde saklandığını ona anlatmış.
Hatice, kaçırıldığı günden beri ağladığından, kocakarının müjdesi sayesinde konuşmaya, gülmeye başlamış. Bu durum paşanın dikkatini çekmiş ve gidip kocakarıya ne isterse onu yapabileceğini yeter ki sebebini anlatmasını istemiş.
Kocakarıda kendisinin bir kızı olduğunu Hatice'yi kızının yanma götürmek istediğini ve birkaç gün burada kalmasını söylemiş. Paşa da bunu kabul etmiş ve Hatice'yi ona vermiş.
Evde Sidik Ahmet, kocakarı ile Hatice'yi şehir dışına yollamış. Kendisi de Hatice kılığına girerek paşanın odasına girmiş ve paşayı orada öldürmüş. Daha sonra da kocakarı ve Hatice'ye varmış. Paşanın adamları ertesi sabah durumu öğrenince """Sidik Ahmet'in peşine düşmüşler ve bir yerde onunla karşılaşıp çarpışmışlar. Orada kocakarı öldürülmüş fakat Sidik Ahmet ve I Iatice kaçmayı başarmışlar.
Kaça kaça bir vadiye ulaşmışlar yorgunluktan orada bir az dinlenmişler. Sidik Ahmet orada başını Hatice'nin dizine koyarak uyumuş. Tam o sırada Hatice karşı yamaçta bir koç görmüş. O koçun, çobanının isteklerini yerine getirmediğini görmüş ve koça bakarak ağlamaya başlamış. Ağlarken gözyaşları Sidik Ahmet 'in üzerine damlar. Sidik Ahmet de böylece uyanmış ve Hatice'nin neden ağladığını sormuş. Hatice de: "Koçun şahsında seni gördüm de ondan ağladım."demiş.
Bunun üzerine Sidik Ahmet, hırsla kalkarak koçu keseceğini söylemiş. Koçu bulup tam kesecekken yanıbaşmda bulunan uçurumun kenarında koç bir hamle yapıp Sidik Ahmet'e vurmuş. Sidik Ahmet de uçurumda bir ağacın üzerine düşmüş ve göğsüne ağaç saplanmış.
Hatice, Sidik Ahmet gelmeyince arkasından gitmiş, ve onu uçurumda bir ağaca battığını görmüş.. Sidik Ahmet, Hatice'ye bir ip getirip kendisini kurtarmasını söylemiş. Fakat Hatice denileni yapmamış .Çünkü oradan çıkması ve yaşaması mümkün değil aldığı darbeler ölüm darbesidir. Bunun üzerine Sidik Ahmet, Hatice'ye:"Sen benden daha iyi bir eş, kendine benden daha iyi bir sahip bul." Demiş. Fakat Hatice, Sidik Ahmet'in yokluğuna dayanamayacağını anlamış bismillah deyip oda kendisini uçurumdan atmış o da onun üzerine düşmüş ikisi de orada can vermiş. Sevgilerini öbür dünyaya beraber götürmüşler.
Evres İle Dev Anası
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zamanda Dicle nehri kenarındaki bir köyde Evres adında yetim bir çocuk varmış. Bu yetim çocuk çok yaramazmiş, fakat bunun yanında zeki, güzel ve yetim olduğu için anası ve köylüler onu hep hoş gÖrürlerrhiş; yaramazlıklarına hiç ka-rışmazlarmış.
Evres'in en büyük merakı Dicle nehri kenarında nehir üzerinde kelekle seyahat etmekmiş. Fakat annesi oğlunun başına bir iş gelir diye onu kelck-çiferin yanma hiç bırakmazmış. Kelekçilerde, anası tenbihlcdiği için Evrcs'i yanlarına almazlarmış.
Evres, bir gün annesinin bakır testini almış ve sabah erkenden doğruca Dicle nehrine giderek bakır testine binmiş ve nehre girmiş. O nehre girerken kimse onun nehre girdiğini görmemiş. Evres de nehirde gezmenin zevkinden zamanın nasıl geçtiğini farkında değilmiş. Meğer bütün gün nehir boyunca yol almış. Akşam olunca da köyüne geri dönmek istemiş, ama suya karşı gücü yetmeyip testi de bir türlü dönde rem emiş. Bunun üzerine çok yorulmuş ve sonunda ağlamaya başlamış. Böylece yorgunluktan uykuya dalmış.
Dicle nehri üzerinde Evres iki gün iki gece yol almış ve üçüncü günün gecesinde uykudan uyanmış. Evres, çok uğraştıktan sonra bakır testini Dicle nehrinin kenarına çekebilmiş. Nerelere geldiğini anlamak için etrafına bakınca buranın bir çöl olduğunu anlamış. Sonra da Dicle nehrinin kıyısını takip ederek böylece köyünü bulabileceğini düşünmüş.
Bu halde yolda giderken çölün içersine bir ışık görmüş ve bu ışığın olduğu yerde muhakkak bir köy vardır ve bende gider o köylülere kaybolduğumu söylerim ve böylece onlar da beni köyüme götürürler diye düşünmüş.
Bu düşünce içersinde Evres koşarak ışığın bulunduğu yere gelmiş. Evres ışığın yanına gelince bir tek evle karşılaşmış ve hemen evin kapısını çalmış. Kapıyı çok güzel bir kadın açmış ve Evres'e evine misafir olarak almış . Bu güzel kadın evinde ona çok güzel ikramlarda bulunmuş. Ona yedirmiş içirmiş ve odasını gösterip oraya yatırmış.
Evres ne dilerse bu kadın o işi yaparmış. En güzel yemeklerini yedirir, en tatlı şerbetlerinden içirir ve saatlerce onunla oyun oynarmış. Fakat onu evden hiç dışarı bırakmazmış.
Böylece günler geçiyor. Sonra bir gün Evrcs'in aklını annesi ve köyü gelmiş. Annesini özlediğini ve güzel kadına köyüne dönmek istediğini belirtmiş. Güzel kadın da: "Sen benim oğlumsun. Seni artık bu evden dışarı bırakmam." Demiş.
Güzel kadın bir gün evden uzaklaştığında Evres hemen o anda kaçmayı düşünmüş, fakat kapıyı bir türlü açamamış. Bunun üzerine kapının eşiğine oturup ağlamaya başlamış. Derken o anda kapının dış tarafından bir takım sesler duymuş. Kapıdan bakınca da o seslerin çöl tilkilerinin olduğunu görmüş. Tilkiler Evres'ten durumunu sormuşlar. Oda bulunduğu durumu tilkilere anlatmış.
x Bunun üzerine tilkiler o kadının oğlanları çok seven bir çöl devi olduğunu söylemişler. Evin kapısının da sihirli olduğunu ve ancak o çöl devinin saçlarının değmesiyle açılıp kapandığını Evres'e anlatmışlar. Aynı zamanda devenin rüzgar gibi hızlı olduğunu ve ne kadar uzağa giderse gitsin kısa zamanda eve geri dönebileceğini söylemişler. Tilkiler bu bilgileri verdikten sonra kaçıp gitmişler.
Güzel dev anası eve dönünce Evres hemen onun kucağın atlamış ve : "Anne seni çok özledim." Demiş. Ardından da "Sen evden gidince seni çok özlüyorum. Uzun saçlarından bana bir tutam ver de hiç olmazsa onu sevip koklarım."demiş. Dev annesi de buna çok sevinmiş ve saçlarından bir tutam kesip vermiş.
Yine bir gün dev anası evden dışarı çıktığında Evres hemen bakır testinin altında delikler açmaya başlamış; sonra da testinin altım isli çamurla güzelce sıvamış. Dev anası eve gelince Evres'le beraber yemişler, içmişler ve eğlenmişler. Gece olunca Evres ağlayarak uyanmış. Dev anası da Evres'in yanına koşup: "Ne oldu, niye ağlıyorsun?" demiş. Evres de: "Ben çok hastalandım. Ben köyümde böyle hastalanınca öz annem Dicle nehrinden bana sn getirir ben de içip iyileşirdim." Demiş ve bakır testini dev anasının eline vererek Dicle nehrinden su getirmesini istemiş.
Dev anası testi kaptığı gibi Dicle nehrine doğru rüzgar gibi koşmuş oraya vardığında hemen testi suyla doldurmuş ve evin yolunu tutmuş. Yolda bir ara gözü teste ilişince bakmış ki içinde tek damla su kalmamış. Dev anası bunun üzerine tekrar geri dönmüş, teste suyu doldurmuş yola koyulmuş fakat su yine kalmamış bu hal sabaha kadar devam etmiş.
Bu arada Evres, dev anası evden ayrılır ayrılmaz onun sihirli saçlarıyla kapıyı açmış ve dışarı çıkmış. Dışarı çıktığında tilkilerin kendisini beklediğini görmüş. Tilkiler hemen Evres'i alıp o diyardan uzaklaşmışlar ve Evres'in köyüne doğru giden bir kervana onu teslim etmişler. Evres de o sırada dev anasının saçlarını tilkilere vermiş.
Böylece tilkiler, dev anasının kapısını rahatça açarlar, bütün güzel yemekleri ve şerbetleri yiyip içerler. Dev anasının tuzağına düşenleride kurtarmışlar.
Hoca Talebesiyle birlikte uzak bir Ülkeye yolculuk yapmışlar. Bir çok ülkeyi .geçerek varmak istedikleri yere varmadan ki son ülkede konaklamışlar. Şehrin meydanında halkın toplandığını görmüşler, hayırdır bu Kalabalık nedir diye sormuşlar, oradaki halk bizim geleneğimizde var olan bir uygulamayı yarın yapacağı., Bu Kalabalık yarın yapılacak seçim ile ilgili, hoca nasıl yapıyorsunuz diye sorar oradaki insanlara, yarın sabah güvercini bırakırız güvercin kime konarsa paşa o olacak.
Bunun üzerine talebe hocasına, hocanı bu gece burada kalalım bakalım nasıl olacak; güvercin kime konacak, bu şanslı adam kim olacak.
Bunun üzerine orada birine misafir olurlar. Hoca ile talebesi ikisi aynı odada yer yatağında, idareyi (lambayı) söndürmüş uzanıp sohbet ediyorlar. Yol yorgunluğu da var her ikisinde öğrenci hocasına, hocam sabahleyin bu güvercin sana konarsa, paşa seçilirsin bu halka neler yaparsın. Bunun üzerine hoca ben yetimin, yoksulun hakkını korur İslam dinini yaygınlaşanımı.
Bu defa aynı soruyu hoca öğrencisine sorar. Peki sana güvercin konarsa paşa seçilirsen sen neler yaparsın der, öğrenci ben bunlara zülüm ederim, astığımı astık, kestiğimi kestik,bu halka olmadık eziyetler yaparım.
Derken bu sohbetten sonra yatarlar. Sabahleyin kalkarlar kahvaltıdan sonra ev sahibiyle beraber seçim alanına gelirler. Bütün ahali bu şans güvercini kime konar coşku ve sevine içinde beklemeye başlarlar.
Vakti gelince güvercini bırakırlar, güvercin gider bu yabancı öğrenciye konar. İleri gelenler bu yabancıya öğrenciye güvercinin konması pek hoşlarına gitmez! Ancak; gelenekleri gereği üç kez üst üste güvercin kime konarsa her kes onun padişahlığını kabul etmek zorundadır. Bunu tekrarlarlar her üçünde de güvercin öğrenciye konar.
Bunu üzerine öğrenci padişah olur orayı yönetmeye baslar. Halka eziyet, baskı, zulmeder buna dayanamayan oranın ileri gelenleri, hocam bu senin öğrencin, bunun yanma gidelim bizlere bu kadar baskı yapmasın. Halk çok şikayetçi, bunun üzerine ileri gelenler hoca ile birlikte paşanın yanına giderler.
Paga(Öğrencî) hocam hatırlıyor musun, ilk buraya geldiğimizde kendi aramızda neler konuştuk, hocada evet hatırlıyorum. Bu toplum iye yönetilmeye layık olsaydı güvercin sana gelir sana konardı. Demek ki bunlar zulme layıktırlar ki güvercin gelip bana kondu der. Cevabını alan ileri gelenler ve hoca çıkıp giderler pa§a da uygulamalarına devam eder.
Bir ağa bir hanımı, bir' de oğlu varmış. Oğlu da evli üç çocuk babası, ancak babası oğluna bakarak bir ah çeker, hanımı; nedir bey hayırdır, ne ah çekip duruyorsun. Hanımına bu çocukta her hangi bir cevher yok, gittikçe geri gidiyor. Bir gün ağa karısını yanına çağırır der ki hanım bir gün ben den geçerse bu çocuk bütün mallarımızı satar.
Ağa çocuğun beceriksizliğiyle ilgili hammiylâ yanına sık sık dert yanar bu olan bana çekmemiş bu oğlanın elinden iş güç gelmez! Perişan olur, gözüm arkada kalır, buna bir iyilik daha yapayım der. Bir torba altın damın tavanın da gizli bir yer yapar, hanımına derki; bu çocuk açlığa sefalete dayanamaz, bunalır kendini asar. bu raya bir de zayıf dayanıksız bir halka takılım, kendini asarken halka dayanıksız olursa kopar oradan düşer dolayısiyla torba altın da dökülür. O zaman bizi anlar ve hem de olayları yaşayarak akıllanır.
Gel zaman git zaman baba hastalanır. Oğlum ben hastayım belki de ölürüm yalnız sana bir vasiyetim var, sana kendini as demem ancak buna mecbur kalırsan veya böyle bir şey yapmaya mecbur kalırsan, sana tavanda şu halkayı yaptırdım kendini oraya asarsın. Çocuk kızar buna tepki gösterir, ben senin hastalığından dolayı seni ziyarete geldim, sense bana neler söylüyorsun.
Birkaç gün sonra baba ölür. Anne kalır .bir iki sene anne dikkat eder baba'yı aratmaz bu nedenle de her hangi bir anormal durum meydana gelmez! İki'sene sonra anne de ölüyor. Anne'nin ölümünden kısa zaman sonra bu başlıyor mallarını satmaya; tarlalarını, bahçelerini, satmaya başlıyor geçen zaman sürecinde elinde hiç tarla takım hiç bir şey kalmıyor.
Sonunda evin çatısını bile satmaya başlar, yalnız içinde olduğu yani babasının öldüğü oda kalıyor.Onu da satarsa dışarıda kalır. Parasız çaresizlik içinde kıvranıp dururken, kazada babasının bir dostuna denk gelir, babasının dostu ona seslenir. Yanına çağırır ne geziyorsun vallahi bos geziyorum, perişanım bunun üzerine babasının dostu, sen babandan kalma o kadar malı satın yedin sana dayanmadı bundan böyle gündelik ile çahşıp nasıl geçineceksin.
Babasının dostu iş yok, ancak; sana bir miktar para vereceğini, gideceksin bir eşek alacaksın, bir de balta alacaksın dağa gidip odun keseceksin eşeğine yükleyip kasabaya getireceksin burada bende sana yardımcı olacağım satarak geçinmeye çalışacaksın. Aynısını yapar her yük odunu 10 krş. satar bir günde iki kez yapar bu 20 krs demektir. Derki 10 krş bir ciğer alayım çocuklarıma ve ciğeri alıyor yolda gelirken akşam namaz vakti olur, bunun üzerine ciğeri pınarın başına bırakıp abdest almaya başlar bn süre içinde bir kırlangıç ciğeri alıp götürür bunun üzerine kırlangıcı kovalamaya çalışır ancak yakalamak mümkün olmaz.
Bunun üzerine başka bir köye misafirliğe gider, neyse cemaat kurulur muhabbet başlar her kes kıssadan bir şeyler anlatır. Sıra kendisi ne gelir başından geçen olayı anlatır. Yanmdakilerden biri sen yalan söylüyorsun. Sen parayı nereden getirdin ki ciğer alasın. Oda hiç cevap vermeden kendi kendine düşünür, artık bu hayat çekilmez! yoksulluğundan dolayı doğrusuna bile kimsenin kim-se'nin inanmadığı bir dünyada yaşamak ne anlamı var. Kafasında eve döndüğümde intihar edeceğim, başka çarem yok der.
Gece gözüne uyku girmez; sabahı zor eder ve hemen çeker eve gider hanımına elinde ki diğer 10 krş verir ve odayı terk edin benim bir az işim var. Bunun üzerine odayı çocukları ve hanımı boşaltır boşaltmaz, hemen kendini babasının dediği halkaya ipi takar ve boynuna geçirir. Ayağının altındaki sandalyeyi iter, ağırlığı taşıyamayan halka kopar. Bunun üzerine babasının daha önceden sakladığı altın torba düşüverir, torbayı açar ki içi altın dolu olduğunu görür, bunun üzerine olduğu yerde bir saat kadar ağlar ve babamın zamanında sözünü dinlemedim benim neler yapabileceğimi veya yapamayacağımı bildiği için bana bunu yapmıştır der. Üç altını alır geri kalanı saklar.
Karısını çocukların çağırır ve eşeğine biner doğru çarşıya kazaya gelir, bir hana gider, orada eşeği satar, elindeki üç altını da bozdurur. O parayla güzel bir takım elbise kendisine, çocuklarına, hanımına hepsini baştan aşağı giydirir. Çok güzel bir at alır bir heybenin içine et ekmek ve sebze doldurur, köyden geçerken bu durumu gören köylüler kimi bu bir yerlerden çalmış, kimi babasından kalma gizli bir hazine bulmuş gibi söylentiler dolaşıp durur, kendisi de bunlara aldırmadan evine gider bir güzel yemek yapar hanımı ve çocuklarıyla birlikte oturur yerler.
Bir gün sonra altınlarım yarısını götürüp bozduruyor ve eve geliyor. Bütün köylüleri çağırır der ki size sattığım babamın tarlalarını iki misline geri alacağım. Bütün sattıklarımı geri alıyorum. Bütün mallarını satın alır. Ondan sonra bütün yıkılan evleri yeniden yapıyor ve ondan sonra her kes kendisine Ahmet ağa diye saygı gösterir. Bir gün, daha önce misafir kaldığı köylüler onu ziyarete geliyorlar, yiyip içtikten sonra, daha önce sen yalan söylüyorsun diyen adamda gelenlerin içinde, yine başlıyorlar sohbete ve Ahmet ağa başlar konuşmaya derki benim hanımım hamile, ahırdaki ineğimiz de gebe, karım hele git ahırdan bir ses geliyor ne var diye bunun üzerine gittim inek olduğu yerde yatıyor, daha doğurmamış, fakat öküzümüz doğum yapmış, ne dersiniz bu işe, yalan mı? doğru mu? daha önce kendisine yalan söylüyorsun diyen adam derki ağa doğru söylüyorsa; tabi ki öküzde doğum yapar ve doğurur. Bunu üzerine ağa derki öküz doğurur doğrudur da, ben ciğer alıp kırlangıç ciğeri götürdü dediğimde niçin yalan olsun, demek ki burada ki fark benim ağalığımdan dır der.
Yoksul iken doğruma inanmayanlar şimdi yalanlanma doğru diyorlar.
Bir zamanlar bir paşa ve karısı varmış. Bunlar evinde otururken bir balıkçı taze balık, taze balık, canlı balıklar, canlı balık diyerek dolaşıyor. O esnada paşa karısına canım balık istedi, bir az balık alalım da pişir yiyelim hanım. Hanımı da hayır der, balık almayız, niçin diye sorar karısı ne de olsa balık canlıdır ve namahrem'dir der. Bu konuşma balıkçı ve balıkların yanında olur. Ancak; orada bulunan balıkların içinden bir balık güler. Paşa sorar bu balık niye güldü, hanımı ben nerende bileyim sen koca bir paşasın sen bilmezsen ben nerden bileyim der.
Bunun üzerine: Paşa ilan eder balığın gülüşünü kim manalandırır ve doğru yorumlarsa büyük ödül vadeder. Bir çok ünlü kişileri gelir fakat kimse balığın gülüşünü çözemez, çözemez! Ancak; karısı mutlaka bunun çözülmesi gerekir diye direttir. Paşa çaresiz müftüyü çağırır. Müftüye bir ay mühlet verir, bir ay içinde bu işi çÖzersen ne istersen sana veririm, yoksa boynunu vurdururum. Müftü düşünceli ve üzgün olarak eve gelir.Bu halini gören küçük öğrencisi hayırdır hocam bu ne haldir, derdin nedir diye sorar, müftüde konuyu anlatır.
Bunun üzerin çocuk gayet emin bir şekilde üzüldüğün şeye bak, haydi paşanın yanma gidelim ben cevaplarım balığın neden güldüğünü,. Bunun üzerine öğrenci ve müftü birlikte paşanın yanına giderler. Paşa hayırdır der, çocuk hocamı çok sıkıştırmışsın bağlın gülüşüyle ilgili izin verirsen bunun cevabını ben vereyim.
Paşa o zaman gidin akşam gelin. Cemaat toplansın sizde gelir bunu anlamını verirsiniz, karım da dinlesin. Akşam giderler cemaatin huzurunda çocuk derki paşam bu konuyu hiç açmayalım sonra sıkıntı olur. Bunun üzerine paşa ısrar eder. Çocuk bir hikaye ile cevaplar.
Adamın birinin bir kekliği varmış, onunla ava gidermiş bir gün çok susamış, gittiği dağda da su yokmuş, bir kayanın altından geçerken kayadan suyun damladığını görür, tasını damlayan suyun altına koyar, kekliğini de kafesten çıkarır ki; keklikte dışarı da oynasın. Bir az su dolunca tasına, keklik gelir o tastaki suyu döker. Bunu birkaç kez tekrarlar. Bunun üzerine adam sinirlenir kekliği tutar boynundan koparıp öldürür.
Bununu üzerine su damlalarının nereden geldiğini takip eder bakar ki; bir az ileride bir yılan ölmüş, meğer su zannettiği yılanın zehiriymiş bunun üzerine feryat etmeye başlar, keklik bana iyilik yapmak istemiş, bense anlamadım. Ne kadar aptalmışım, kekliğimi haksız yere Öldürdüm. Bunu anlatan çocuk Tekrar paşaya döner, paşam gelin bu işten vaz geçin, avcı gibi sizde pişman olursunuz. Bunun üzerine bir yandan paşa bir yandan hanımı ısrarda diretirler.
Çocuk ikinci hikayeyi anlatmaya başlar. Paşam; vaktin birinde bir adam evlenir. Gel zaman git zaman hanımı bir erkek çocuk doğurur, bir gün annesi çocuğu beşikte bırakıp çamaşır yıkamaya gider dere kenarında. Eve döndüğünde kapının önünde bir kedi her tarafı kan revan içinde görür. Bunu üzerine herhalde bu kedi benim beşikte bıraktığım çocuğumu öldürmüş olacak ki her tarafı kan içinde o anki öfke ve üzüntü içinde elindeki çamaşır tokmakını kediye vurur ve kediyi öldürür. Evin içine gider çocuğa bakar ki çocukta hiçbir şey yok. Fakat beşiğin altında kocaman ölü bir yılan görür, hemen feryada.başlar ne ettim, nasıl etim, sorup bakmadan, benim çocuğumu bu yılandan kurtaran bu kediyi nasıl olur da öldürürüm o bana iyilik etmiş benini çocuğumu yılandan korumuş, bense onu öldürdüm.
Tekrar paşaya döner çocuk; paşam bu iki hikayeden sonra anla gel vazgeç bu balık gülüşünden bunun üzerine karısı vaz geçer tamam kalsın anlatma balik'm gülüşünü fakat paşa ısrar eder mutlaka anlatacaksın.
Peki çocuk der bana bir karpuz getirin, onu parçalayalım her kese bir dilim verelim. Ondan sonra bende anlatayım. Karpuz gelir bunun üzerine bıçağım çıkarır el becerisiyle bıçağını saklar. Ve bıçağım kayboldu diye bağırır yanımdaki bıçağı kim aJdı der. Kimseden ses çıkmaz bunun üzerine çocuk arama yapacağım bakalım bıçak kimde çıkacak. Paşa o zaman benden başla aramaya tabi ki hanım ve hizmetçisi ikisi de oradalar. Önce paşayı arar ondan sonra öbür cemaati teker, teker arar ancak kimsede bıçak çıkmaz! Sıra hanıma geli hanımı arayacağım der hanım hemen paşaya döner; bu kim oluyor ki beni arayacak ben koca bir paşanın karışıyım der bunun üzerine paşa bu işi benini başıma sen açtın, neyse sonucuna da katlanacağız.
Hamm tekrar der ben balığın niçin güldüğünden vaz geçtim, bu işi burada kapatalım. Fakat paşa ısrarında diretir. Çocuk anımı arıyor bıçak onda da çıkmaz sıra hizmetçiye gelir. Fakat paşanın hanımı hizmetçinin aranmamasını istemez! Bu bize emanettir, ayıp olur, bunun üzerine paşa hepimizi aradı onu da arayacak der. Bunu üzerine onu da arar bir bakarlar ki hizmetçi erkek. Çocuk der ki işte paşam gizlilik burada bu hizmetçi denen kadın kılığmdaki erkek senin karınla birlikte oluyor, karın da bu suçunu gizlemek için sana çok namuslu gözükmek adına bahk'a bile namahrem diyor. Senin kuşku duymaman için paşa bunun üzerine her ikisinin kafasını vurdurur ve çocuğu da ödüllendirir.
Vaktiyle iki kardeş varmış. Bunların hiçbir yakınları yokmuş.Anne ve babalan da ölmüş. Kimi kimsesi yokmuş. Bu iki kardeş doğdukları köyde reçberlik. (işçilik) yaparak geçimlerini sağlıyorlar. Fakat, çoğu kez de iş bulamıyorlar. Bu itibarla çok sefil bir hayat yaşıyorlar.
Bir gün kardeşler sohbet ederler derler ki; Bu köyde bizim kimsemiz yok.Dikili ağacımız, yakınlarımız, tarlamız, takımımız, daima çalışacak bir işimiz de yok. Bazen aç bazen tok burada ömrümüzü tüketip gidiyoruz. Buradan gidelim belki rızkımız artar. Deli ile akıllı anlaşıyorlar. Peki nereye gidelim diye birbirlerine soruyorlar. Deli derki insanlardan fayda görmedik. Bari dağlara çıkalım, oralarda yaşar gideriz. Mutlaka yiyecek bir şeyler de buluruz.
Bunun üzerine bunlar pilini pırtısını toplayıp dağa çıkarlar. Gezinip duruyorlar. Bakarlar ki bir dağ yolunda, bir kervan konup göçmüş. Haydi kervandan mutlaka bir şeyler kalmıştır. Gidip toplayalım. Bunun üzerine kervanın göçtüğü noktaya gelirler hakikaten bir sürü eşya yiyecek ve altın bulurlar. Akıllı kardeş altın ve kendisince kıymetli eşyaları toplar, deli olanda ekmek ve yiyecek türünden taamları toplar. Deli olan akıllıya ne diye o teneke parçalarını topluyorsun? Yiyecek topla diye ikaz eder. Akıllı kardeş buna aldırmaz, deliliğine yorumlar.
Torbalarına doldurup birkaç gün orada kaldıktan sonra yoluna devam ederler. Epeyi yol aldıktan sonra acıkırlar. Fakat deli olan acıktıkça torbasm-daki ekmeği yer. Akıllı olan da, yiyecek olmadığı için çok acıkır. Deli kardeşine bana da biraz ekmek ver der. Delide ben sana söyledim, yiyecek topla bak acıkırsın sen sözümü dinlemedin.
Az giderler uz giderler akıllı yürüyemeyecek kadar acıkır. Deli kardeşinden her fırsatta ekmek ister. Deli inadı tutmuş vermemde vermem diyor. Bunun üzerine akıllı gel beudekiieri de sendekileri de karıştırıp bölüşelim. Deli yok der sen sen-dekileriiî üçte birini ver, ben üçte ikisini vereyim sana. Bu teklife de yok der. En son akıllı açlığı dayanamaz bütün altın ve değerli eşyasını dclfkarde-gine verir karnını doyurmak için.
Deli olan akıllı kardeşine derki bak kardeş bütün altınlar bütün mal ve mülkler yiyecek kadar değerli değildir. Altın karın duyurmaz ama ekmek karının doyuruyor.
Vakti zammın da bir dayı bir yiyeni varmış. Bunlar çok ünlü iki hırsızlarmış. Namları bir çok ülkeye yayılmış. O kadar işi .azıtırlar ki; paşanın sarayına bile girerler, altınlarını ve kıymetli eşyaları çalarlar. Çok güze! olan paşanın kızına da tecavüz ederler.
Bunun üzerine paşa çok hiddetlenir. İleri gelenlerle bir toplantı yapar, bu hırsız veya hırsızları nasıl bulalım. Vezir şöyle bir fikir beyan eder. Bütün ahaliyi sarayın önünden geçmesini ister. Bunun üzerine talimat vererek yol güzergahın da altın döktürür, kim eğilip altını alırsa hırsız odur gibi bir senaryo kurarlar. Tabi ki; dayı yiyen de bu çağrıya uymak zorundalar. Fakat altınlara basarak geçmek onların hiçte işine gelmiyor, mutlaka bir yolunu bulmalıyız diye düşünürler.
Bunca risklere girerek hırsızlık yapıyoruz. Oysa; buradaki çok daha rahat bir kazanç,altınlara basarak geçmek işlerine gelmiyor. Peki ne yapalım, diye düşünmeye başlarlar, yiyen buldum der dayısına, ayakkabılarımızın altını ziftleyelim, altınlara basarak yürüyelim, dolayısıyla hiç eğilip almadan, bir sürü altın yapışır ayakkabılarımıza. Dayıda bu fikri uygun bulur ve geçiş yerine giderler, neyse ahali geçmeye başlar, paşa sarayının önünden onlarda kalabalığın içinden gitmeye başlarlar bir sürü de altın yapışır ayakkabılarına buna rağmen paşa hırsızlan tespit edemez .
Bazı ülkelerin kralları tarafından alay konusu olur paşa. Nasıl bir padişahsmda ülkende türeyen hırsızları bulamazsın. Bunun üzerine paşa tellal çağırttırır bütün ahaliye şöyle bir duyuru ilan ettirir.
Paşanın emridir; her kim ki, bu güne kadar bu hırsızlıkları yapmış ve yakalanamamış, benim sarayıma da girmiş, buna rağmen yakalanamamış. Benim bir şartım var, bu şartımı yerine getirirse onu af edeceğim ve ayrıca kızımı da onunla evlendireceğim.
Dayı yiyen bu çağrıya icabet ederek, paşanın huzuruna varırlar. Paşam emrini söyle emrinde-yiz. Bunun üzerine paşa benim şerefimi beş paralık ettiniz. Komşu ülkelerin kralları benimle alay ediyorlar. Nasıl bir paşasın kendi ülkendeki hırsızlarla baş edemiyorsun. Şartım da şudur. Komşu ülke kralının evine gireceksiniz krala ait eşyaları getireceksiniz ki, anlı açık gezebileyim. Yapamazsanız kafanızı uçururum. Onlarda hay, hay paşam isterseniz bizzat kralın kendisini getirelim.
Dayı yiyen evine dönerler; bir plan yapmaya başlarlar. Büyük bir koç keserler her kılma bir zil takarlar, bütün bu ziller değişik sesler çıkarıyor. Yiyen; postu giyer dayı ile birlikte kralın sarayına giderler. Gecenin geç saatlerinde kralın yatak odasına kadar girerler. Bakarlar ki kral mışıl mışıl uyuyor. Yiyen şöyle kendini bir sallar, değişik sesler çıkarır, kral korkudan uyanır. Kimsiniz, ne istiyorsunuz, der yiyen der ki; ben Azrail'im canını almaya geldim.
Kral aman Azrail etme eyleme, daha yaşım genç, ülkem başsız kalacak, bu işi bir az erteleyelim diye yalvarır. Çaresi nedir ne istersen vereyim. Azrail hayır hiçbir şeye ihtiyacım yok, yalnız; seni Paşanın yanma götüreyim, sen yalvar bende senin için ricacı olurum. Fakat; paşanın huzurunda ben ne söylersem veya nasıl ses çıkarırsam sende tekrarını yaparsın. Belki paşa seni af eder.
Bunun üzerine peki nasıl gidelim der kral, Azrail de gir bur sandığın içine seni götüreyim. Kral sandığın içine girer kapağını kapatarak götürürler, doğru paşanın sarayına, yine meclis toplanmış vezirler, sadrazamlar herkes orada.
Azrail sandığı paşanın önüne bırakır. Paşam şu aciz kulunu afet, eğer mümkünse ölümünü bir az ertele, arakasından da kedi gibi miyavlar, köpek gibi havlar, horoz gibi öter ve eşek gibi anirır. Kralda sandığın içinden aynısının tekrarını yapar ve kısa bir süre sonra Azrail sandık'ı açar, kral başını kaldırır ne görsün, alay ettiği paşa karşısında, paşa tebessümle nasıl bizim ülkenin hırsızları bak seni çalıp getirdiler. Bunun üzerine kral paşadan üzür diler, gerçekten sizin ülkenin hır.sizlarıyla baş edilmez. Benim gibi bir kralı bile çalabiliyorlar pes doğrusu.
Bunun üzerine paşa verdiği sözü yerine getirir. Kızını verir yiyene, o da saray damadı olarak dayı-sıyla birlikte sarayda kendilerine ayrılan yerde saltanat sürüp giderler.
Zengin ailenin çocuğu günler aylar yıllar geçip giderken çocuk hayli büyümüş I koca delikanlı olmuş. Fakat ailesinin zenginliğinin verdiği rehavetten zenginlikleriyle övünmekten dolayı rahatsız olmuş her fırsatta evi terk etmeyi düşüne durmuş.
Genç delikanlı yanık tenli, yakışıklı, geniş alınlı iri siyah gözleri, sırma bıyıkları, geniş omuzla-nyla yüreklere feryat ettirecek azamete sahip yiğit bir dclikanlıynıış. Çok zengin bir aileden gelmesine rağmen malı, şanı şöhreti bırakıp memleketini terk etmiş. Kimsenin tanımadığı bir yere yerleşmiş. Yokluk içinde zor bir yaşamı tercih etmiş. Aile zenginliğinden dolayı, yaşadığı kötü bir olay onu ailesinden; akrabalarından koparmış, yabancı diyarlara savurmuş.
Göçlü gururlu onu taçtan, saraydan,uzaklaştırmış. Yerleştiği köyde fakir bir köylü kızıyla evlenip yuva kurmuş. İki de çocuğu olmuş. Kaytan bıyıkları ve edep ve terbiyesiyle de ün yapmış. Zembilfroş lakabıyla tanınmaya başlamış; aza kanaat ederek gece gündüz Allah'a şükredermiş. Edep ve terbiyeli olan Zembilfroş; Gençliğinden ve yakışıklılığından utanır, sürekli yüzünü poşuyla gizler-miş. Yöresel olan poşu yazın sıcağından kı§m soğuğundan da bununla korunurmuş. Evinin tek gözlü odasında maharetli elleriyle sepetler yapar köy köy, şehir şehir, dolaşarak satmaya çalışırmış. Ailesi' nin rızkını böyle çıkanrmiş.
Günlerden bir gün Zeınbilfroş zembillerini yüklemiş, şehre doğru yola çıkmış. Bütün sokakları tek, tek dolaşıp yaptığı sepetlerine alıcı çağınr-mış. Dolağa dolaşa giderken çok şatafatlı bir sarayın önünden geçmiş. O sırada Bey'in hanımı Gül Hatun balkondan dışarıyı izliyormuş. Gözü, Zembil satıcısına ilişmiş. Tam o esnada sert bir rüzgar zembilfroş'un yüzüne sardığı poşusunu açıvermiş. Sarayın hamını ve Şehrin beyi'nin eşi Gül Iîaut gördüğü bu erkek güzelinin karsısında yüreğinin yerinden fırlayıp göklere yükseldiğini hissetmiş. Gül Hatun heyecanla hizmetçilerine: "Sokaktaki zembil satıcısın hemen huzuruma getirin."
Cariyeler ve hizmetçiler derhal sokağa çıkarak Zembilforuş'u konağa çağırmışlar, "gel içeri, Saray beyi senin bütün sepetlerini almak istiyor" Demişler. Zembilfroş, namahrem diyerek kendisini çağıran kadınlara dönüp bakmamış bile. Cariyeler diller dökmüş ona: "Güzel kalpli, gül yüzlü yiğit, Hz. Yusuf suretli,Rüstcm-i zal soylu, hüsnü cemalinden yürekler telef eden adanı gel, ne olur kırma bizi, yoksa bey hepimizi falakadan geçirir."
Zembilfroş'un kalbi kadınların bu işten feryat-larıyla burkulmuş ama saraya girmeyi doğru bulmamış. Ve demiş ki onlara: "Ey günahsız, temiz kalpli bahtsız bacılar. Ben bey'in evde olmadığını bilmezmiyim? Bana haramı helal ettirmeye çalışıyorsunuz."
Zembilfroş, onları dinlemeden yoluna devam etmiş. Olup biteni yukarıdan izleyen Gül Hatun, hizmetçilerinin Zembilfroş'u ikna edemediğini görünce hızla aşağıya inmiş ve önünü kesmiş.
Süt beyazı tenine düşen uzun saçları, yay gibi kaşları, zeytin karası gözlen, kiraz dudaklarının arasında parıldayan inci dişleri, hiçbir düğmenin kapamaya gücünün yetmediği iri ve dik göğüsleri, ince ve uzun boyuyla ölüyü diriltecek ihtişamlı bir güzelliğe sahipti Gül Hatun. Sokağın ortasında çarpılmış gibi Zembilfroş'a bakmış, bir an sonra da şöyle demiş: "Ey asaletini ve güzelliğini peçeler ardına gizleyen Allah'ın verdiği bu güzelliği kuldan gizleyip günaha giren yiğit adanı, neden kaçarsın? Dur biraz."
Zembilfroş birden karşısına çıkan bu güzeller güzeli kadına bakmış ve cevap vermiş: "Ey gerdâ-nındaki altını bile küstüren güzeller güzeli bacım. Senin kadar güzel ve değerli cariyelerine durumu izah ettim. Ben mahremle pazarlık etmem, haramdan korkarını, pazarlık yapmam, ne olur anla beni!"
Gül î latun yaptığının yanlış olduğunu biliyormuş ama yüreğine söz geçiremiyormuş: "Ey sürme gözlü güzel adanı. Bütün sepetlerini almaya, hazırım. Yeter ki bana biraz zaman ayır, benimle gel saraya çıkalım. Gül yüzünü doyasıya okşayıp kokunu genzimde, sineni zozaıılar eriten göğsümde eriteyim haydi gel kırma beni."
Gül Hatun'un bu yalvarmalarından içi bunalmış zembilfroş demiş ki: "Ey bilekleri elmas kıskandıran güzeller güzeli. Ben naz etmiyorum. Samimiyetine, sıcaklığına diyecek yok ama ben mutlu bir ailesi olan ve Allah'tan korkan fakir bir zembil satıcısıyım, bırak gideyim yoluma. Korkarım dedikodudan, bana da, sana da yazık olur. Dile düşer, kimsenin yüzüne bakamaz hale geliriz. Ne olur bırak gideyim"
Güllatun. Zembüfroş'uıı bütün bu itirazları-urgörmezden, duymazdan gelirmiş. Yüreğinin arzularını bir türlü bastıramamıs: "Ey duruşu Zal, bakışı Meni olan güzel adam. Kırma beni. Seni altına boğayım, ipeklere sarayım, miskuamber denizinde yüzdüreyim. İnat etme, gel. Bırak günahı, töreyi, sofuyu, softayı. En güzel ibadet gönülleri hoş, kalpleri mutlu tutmaktır."
Gülatun bunları söylerken bir yandan da elbiselerinin iki dövmesini açarak zcmbilfroş'a göstermiş. Zembilfroş ne yapacağını şaşırmış, öylece dona kalmış. Sonra kendine gelip sinirle konuşmuş: "Ey gülerin gülü Gül Hatun; bu yaptıklarının ne benim ne de senin törende yeri yok. şimdi çekil yolumdan." Demiş demesine ama Gül Hatun'un artık gözü hiçbir şeyi görmüyormuş. Yine zcmbilfroş'un yolunu kesmiş: "Ey duruşu aslan ama aklı aptal avare, benim baştan çıktığımı, aşkından kör olduğumu görmeyecek kada/ körmüsün? Buz gibi eridiğimi de mi görmüyorsun? Dünya günleri sayılı, gençlik tazelikte geçicidir, gel tadını çıkaralım. İkimizde gül gibiyiz, birbirimizi kucaklayalım. Korktuğun günahsa sevabı senin, günahı benim olsun. I îaydi ne olur gel ben senin cenk meydanın olayım, fethet beni!"
Zembilfroş, gül Hatun'un bütün yalvarmalarına rağmen bildiği yoldan şaşmamış: "Ey aklı derya, boyu selvi dudağı bal kadın. Sen su olsan, ben çöldeki susuz avare, yinede içmem senin suyundan bir damla bile." Böyle diyerek hızla uzaklaşmış. Gül Hatun ise eli böğründe böylece kala kalmış. Hemen konağa dönüp bütün hizmetçilerini çağırmış. Onlara zembilfroş hakkında bilgi toplamalarını emretmiş. Kimdir, nedir, nerede yaşar, karısı kinidir? Zcmbilfroş'un karısını mutlaka yanına getirmelerini tembihlemiş. Gül Hatun gözüne bir damla uyku bile sokmadan beklemiş. Hizmetçiler çok geçmeden zembilfroş'un karısını getirmişler. Gül Hatun kadını iyice süzüp derdini anlatmaya başlamış. Kocasına, yani zembilfroş'a olan aşkından yemek yiyemediğini, uyku uyuyamadığını anlatmış: "Ey kadınların en şanslısı. Yardım et bana. Al bu altınları. Ömrünüzün sonuna kadar rahat yaşarsınız. Sadece bir gece olsun bana ver o Zal soylu kocanı." Zembilfroş'un karısı kabul etmemiş Gül Hatun'un istediğini. Gül Hatun son çare olarak onu, kocasına ve çocuklarına zarar vermekle tehdit edince kadıncağız kabul etmek zorunda kalmış. Ve Gül Hatun'un planına tamam demiş. Plana göre Gül Hatun bir gece onun kıyafetlerini giyecek ve yatağına girip zembilfroş'un olacakmış. Planını gerçekleştirmek için zembilfroş'un evine gitmişler birlikte. Gül Hatun gece olunca mumları söndürüp zembilfroş'un yatağında onu beklemeye başlamış. Zembilfroş gece geç saatte yorgun argın evine gelmiş. Işıkların sönük olduğunu görünce sessizce üzerini değişip yatağına uzanmış ve karısına sıkıca sarılmış. Ayağı yatakta eşi sandığı Gül Hatun'un çıplak bileklerine değince kadının ayağında halhal olduğunu fark etmiş. Karısının hal halı olmadığını bilen zembilfroş yataktan fırlamış. Yorganı kaldırınca altındaki Gül Hatun'u görmüş. Evi hemen terk etmesini istemiş. Ama Gül Hatun'un gitmeye hiç niyeti yokmuş. Aksine zembilfroş'un üzerine daha da gitmiş. Zembilfroş kurtuluşunun olmadığını görünce hızla evden çıkıp kaçmaya başlamış. Gül Hatun da peşinden. Şehrin kalesine doğru koşmuş zembilfroş. Bakmış ki Gül Hatun da arkasından geliyor. Çıkmış kalenin tepesine. Kurtuluşunun olmadığını anlayan zembilfroş kendisini kalenin en yüksek tepesinden boşluğa bırakıvermiş. Bunu gören Gül Hatun " mademki bu dünyada sana kavuşamadım belki öbür dünyada kavuşurum" deyip aynı yerden kendini atmış boşluğa.
Rahmetle andığım, chmet Mele Bate'nm bu eşsiz destanı mezopotamya'da aşkın ölümüne olduğunu bir kere daha göstermiştir.
İkişi de bey (Mire); bir bey, diğer beyin evine misafirliğe gider. Gittiği evde üç hizmetli varmış, hizmetçilere aylıklarını vermek üzere bey tarafından huzuruna çağırtmış hizmetlileri. İlk gelen iri yarı biri ona bir krş. Vermiş. İkincisi orta yapıda biri ona da bir buçuk Kuruş vermiş. Üçüncüsü ufak tefek biri ona da iki kuruş vermiş. Bunun üzerine misafir olan bey durumun adaletsizliğine ve is yapabılirliliğini de hesaba katarak ev sahibi olan beye kızmış tepkisini de alahıs-marladık diyerek evden çıkıp gitmiş olmuş.
Neyse aradan epeyi bir zaman geçmiş. Dostundan her hangi bir haber alamayınca dostunu özel davet etmiş. Uzun süren ayrılıktan sonra, kızgınlığı geçmiş dostu da davete icabet ederek gelmiş, hoş beşten sonra üç hizmetlisini de alarak yaylaya çıkmışlar.
Eve sahibi olan dostu bakmış ki, ovalık bir yerde bir kervan konaklamış; iri yarı olanı çağırmış git bak bakalım bu kervan kimdir. Nereden gelir nereye gider, neyin nesidir, kimin fesidir, ne alır ne satar. Ayrıntıları öğren gel. İri yan hizmetli bir süre sonra gelir beyinin yanma bey ne yaptın diye sorar oda Suriye'den gelip İran'a gidiyorlarmış. Hepsi bu kadar mı evet der hizmetli.
İkincisi olan orta irilikte ki hizmetçiyi çağırır; aynı soruları ona da söyler ve git bize bilgi getir, oda gider bir süre sonra gelir beyinin yanına, beyi ne yaptın diye sorar, o da Suriye'den gelip İran'a gidiyorlar yükleri ipek diye bilgi verir. Bey hepsi bu kadar mı diye sorar o da evet der.
Sıra üçüncü hizmetlide küçücük bir herif, bey ona da aynı sorulan sorar ve git bize bilgi getir. Üçüncü hizmetli gider bir süre sonra gelir beyinin yanma, beyi ne yaptın diye sorar; o da başlar anlatmaya Suriye'den gelip İran'a gidiyorlarmış. Yükleri ipek İran'da bunları satıp oradan da havyar alıp Suriye'ye götüreceklermiş, her iki taraftan da para kazanıyorlar yüzde yüze varan bir karları var, bu süreç takriben iki ay sürmektedir. Bu ayrıntı bilgileri veren üçüncü hizmetli neden diğer iki cüsseli den daha fazla para aldığı ortaya çıkmış oldu.Bunun üzerine konuya şahit olan dostu üzür dilevcrek affını diler. Bunun böyle olduğunu bir an düşünemedim der. Dostunun tecrübelerin den yararlanarak Birkaç gün daha kaldıktan sonra aîahıs-marladık deyip evine gider.
Vaktinde bir pasa varmış. Pasa veziri ile birlikte denetlemeye çıkmış. O esnada ilginç bir durum görmüşler. Bir adam kumu topluyor ve tekrar dağıtıyor.
Vezir bu ne haldir niçin böyle yapıyorsun diye sorar; adam ben parasız konuşmam. Bu sorunun cevabını istiyorsan bana para vermen lazım. Vezir de kaç para istiyorsun oda her kelimeye bir lira istiyorum. Vezir merakında bir lirayı adama verir. Parasını alan adam der ki Hükümet adamına güvenme vezir adama hepsi bu mu adam da evet senin verdiğin para kadar konuştum. Vezir bir lira daha verir adama, adam da vezire hanımına doğruyu söyleme, hepsi bu mu diye sorar, adam verdiğin paraya göre konuştum neyse vezir bir lira daha verir adam üçüncüsünü söyler, yokluktaki dostların yakınlarına itibar et fakat varlıkta sana dost ve yakın olanlara itibar etme der.
Vezir bir müddet sonra bu aldığı bilgilerin ne derece geçerli ve doğru olduğunu ispatlamak ister. Paşanın çok güzel ve özel renklere boyanmış bir koçu var, her gün koçu çarşıda bakıcılar gezdirir. Paşada koçuna özel bakım yaptırır ve önemser. Bir gün vezir koçu gizli bir yere saklar. Başka bir koçu keser hanımına da ben paşanın koçunu keseceğim kimseye söyleme bununla güzel bir ziyafet çekelim. Hanım da peki der. Neyse vezir koçu keser. Güzel bir ziyafet verirler.
Kısa bir süre sonra hanımı ile bir nedenden dolayı tartışırlar, bunun üzerine vezir karısına iki tokat atar. Bu esnada paşa da kaybolan koçunu arattırır neticede bulamaz. Tellalla duyuru yaptırır bu koçu kim öldürmüşse cezası ölümdür. Bunun üzerine vezirin karısı seni paşaya şikayet edeceğim, aman etme eyleme hanım, yıllardır aynı yastığa baş koyduk iki tokatla beni nasıl ele vereceksin, oysa; bunu sende kabul ettin, şakaya gelmez işin ucunda ölüm var dediyse de karısı hiç birine aldırmadan paşaya gider.
Paşanın huzuruna çıkan vezirin hanımı olup biteni anlatır. Bunun üzerine paşa vezirin tutuklanmasını ister ve hapse atar. Gel zaman git zaman idamına karar verilir. Ölüme götürürlerken yokhıkta yani vezirlikten önceki dostları ve yakınları gider paşaya yalvarırlar vezirin affı için, öbür yandan da vezirken edindiği akraba ve dostları ise vezire şunu derler, nasıl olsa ölüme gidiyorsun, kimi ceketini ister, kimi saatini ister, kimi gömleğini, her kes bir şeyini ister neredeyse vezir çıplak kalır. Konunun ispatını yapan vezir yanındaki muhafızlara derki, gidin paşaya söyleyin eğer beni affeder serbest bırakırsa kendisine koçunu getiririm. Konuyu paşaya götürürler paşada peki der serbest bırakın.
Vezir muhafızlarla birlikte koçu sakladığı yere götürür. Koçun Önünde yonca, bir yanında da su koç eskisinden daha güzel beslenmiş, koçu ahp paşaya götürürler. Bunun üzerine vezir paşanın huzuruna çıkar ve istifasını sunar. Bunun üzerine paşa etme eyleme sen iyi bir vezirsin, baya hizmetlerin oldu niçin istifa ediyorsun. Sorularından sonra istifayı kafasına koyan vezir şöyle der. Paşam; ben bunca yıldır sana hizmet ediyorum. Bir koç için beni idam edecektin. Ben seni sınadım. Artık yanında durmayacağım. Çeker evine gider hanımına da derki seni boşuyorum. Hanımı etme eyle dediyse de buna aldırmayan vezir hanımına otuz yıldır beraberiz, acı tatlı günlerimiz geçti, sana bir sırrımı verdim sense idama rağmen sırrımı paşaya söyledin seni sınadım. Artık bir arada olamayız. Varlıkta oluşan dostlarına da yazıklar olsun size bunca yararım oldu size bana yardımcı olacağınız yerde halen beni soymaya çalışıyorsunuz.sizinle de işim bitti deyip hepsini terk eder yep yeni bir hayata baslar.
Vaktiyle bir paşa, hanımı, vezir ve hiznıetlisi varmış; geçen zaman içinde vezir ile karısı arasında bazı ilişkilerin oluşmasını sezinlemiş . Bunu fark eden paşa bir gün karısına, bizim bu hizmetli vezirden çok akıllı, hanımı buna güler ve tepki gösterir. Sen nasıl bir hizmetlinin bir vezirden daha akıllı olduğunu söylersin. Vezir senden sonra ikinci adam aynı zamanda senin adına ülkeyi yönetiyor.
Paşa hanımına gel o zaman bir deneyelim bunların aklını. Benim dediğim mi doğru, senin dediğin mi doru, eğer vezir hizmetliden akıllı olursa sen kazanmış oüursun.Yoksa,ben kazanmış olurum. İdamız da şu olsun vezir hizmetliden akıllı olursa yerinde kalır yoksa kovarım onun yerine hizmetliyi alırım. Böylece anlaşırlar.
Peki bunların akıllarını nasıl test edelim. Paşa der ki; bir kaz pişirsinler ve bize bölüşsünler bakahm bölüşümde ne kerametler çıkar. Hanımı da peki der önce vezirden başlar iş, vezir; kazı pişirir sofraya getirir. Kazın boynunu kendine alır, but İle göğsünü paşaya verir, diğer but' da paşanın hanımına verir. Bunun üzerine paşa bu ne biçim bolü-şümdür. Manası nedir diye sorar vezire, vezir; de paşam ben sizi çok seviyorum siz güçlü kuvvetli kalmalısınız ki bu halkı yonetesiniz der.
Bu kez sıra hizmetlide, hizmetli; kazı pişirir getirir, boynunu paşaya verir kanatlarını paşanın hanımına verir göğüs ve butlan da kendine alır. Bunun üzerine paşa aynı soruyu hizmetliye sorar, hizmetlide cevaben senin boynun eğik, hanımın her kese kanat çırpar bense yılda bir kez et ancak et yiyebiliyorum. Onun için çoğunu kendime aldım.
Hanım bunu kabul etmez; bir şart daha koyarlar ortaya, paşa da kabul eder bu kez şartı hanımı koyar, ilkini yine vezirden başlar, beş adet yumurta pişirin ve aramızda pay edin vezir beş yumurtaya pişirir ve sofraya getirir. Vezir; iki tanesini paşaya verir iki tanesini hanımına verir bir tanesini de kendine alır. Paşa bu bölüşümdeki hikmeti sorar, vezir; seni ve hanımını çok seviyorum. Onun için fazlasını size verdim.
Sıra hizmetliye gelir hizmetlide beş adet yuinurta .pişirir, sofraya getirir üçünü paşanın hanımına verir, birini paşaya verir, birini de kendisi alır. Paşa bu bölüşünıdeki hikmeti sorar, hizmetli; paşam hanımının yumurtası olmadığı için üçünü ona verdim. Bizim yumurtalarımız var bu nedenle birer tane de bize böldüm. Bunun üzerine anlaştıkları üzere hizmetli imtihanı kazınır. Böylece vezirin yerine atanır. Vezirde saraydan kovulur. Böylece paşa aklını ve siyasetini kullanarak ta problemsiz o işten kurtulmuş olur.
Bir gün bir aptal kadın paşanın evine sultan hanımının yanma gelmiş, her ikisinin de yeni doğmuş çocuğu varmış. Paşanın çocuğu siyah, aptal kadının çocuğu beyaz, paşanın karası aptal kadına gel çocukları değişelim, sana bir kese de altın vereyim. Yok diyorsa da paşanın hanımının enirine uyarak çocukları değiştiriyor ve üste bir kese altın alıp gidiyor. Yedi yıl geçer, eskiden çok küçük yaşta özellikle paşa çocukları yetiştirilir, paşa da vezire çocuğun yetiştirilmesi için talimat verir. Gel zaman, git zaman, vezir bir türlü çocuğa bir şey öğretemiyor. Çocuğun karası bir şey basmıyor.
Paşa vezire derki vezirim; bu çocukta bir sorun var, yoksa bu kadar zaman içinde bir şeyler öğrenmemesi mümkün değil. Şüphelenmeye başladım, eğer bu çocuk benim olsaydı mutlaka bazı şeyleri öğrenirdi.
Paşa karısını çağırır; hanımına derki; doğru söyle bu çocuk kimden ve neyin nesi aylardır yıllardır vezir bir şeyler öğretemedi benim çocuğum bu kadar aptal olamaz! diye tepki gösterir. Bu me-yalde paşa vezire derki vezirim; al bu çocuğu dağa, ovalara, bir yerlere götür gezdir, bakalım ne ilgisini çeker ve neye yakınlık duyar.
Vezir öğleye kadar çocuğu gezdirir. Bir suyun kenarında dururlar vezir Abdest alır. Namaz kılmadan önce çocuğa derki, sen namaz kılacak mısın diye sorar, çocukta hayır der bir çınar ağacının altında duran çocuk şöyle bir ah geçirir. Keşke burada bir testere olsaydı, bu ağaçtan güzel bir elek yapılırdı.
Bunun üzerine vezir der ki; içinden ben işi çözdüm. Hemen çocuğu alır eve döner. Paşanın huzuruna varır paşaya bu çocuk aptaldır. Bunun üzerine paşa git bakalım aptalları bul, bakalım bizim çocuğu da onların içinde bulabilirmisin.
Vezir hemen yola koyulur, bir su kenarında onları bulur. Bakar ki iki guriirp çocuk bir gurup nehrin bu tarafında diğer gurup isi nehrin öbür tarafında vezir her iki guruba bakar, içlerinden bir çocuk bütün çocukları sıraya sokmuş içtima ediyor. Diğer çocuklardan farklı bir çocuk, bütün hal ve hareketiyle bir asaleti simgeliyor. Bunun üzerine eve döner paşanın huzuruna çıkar ve derki çocuğu buldum.
Bunun üzerine paşa git, takip et bakalım kimin haymasma gider. Sende arakasından git vezirde arkadan gider bir bakar ki, haymanın içinde cemaat dolu çocukta nizami bir şekilde oturuyor en alt yerele oturuyor, cemaat'e hizmet ediyor. Bunun üzerine vezir geri döner gelir paşaya gerekli bilgileri verir.
Paşa vezire derki; o ailenin reisini çağırttır gelsin. Evin reisi yaşlı bir adamış. Paşanın huzuruna gelir. Paşa sorar çocukla ilgili, bu çocuk senin mi? kimin nereden buldun. Bana doğrusunu anlat yaşlı adam bu konu ile ilgili bilgim yok. Olsa olsa kadınların işidir. Yaşlı adam derki bana izin ver ben gideyim hanımımı göndereyim ancak o bilir.
Kadın gelir paşanın huzurunda derki; paşam vallahi bunda benim hiç suçum yok. ham-mun(sultanımı)da çağırın paşa hanımını da çağırır. Aptal kadın sultan ile arasında geçen bütün durumu olduğu gibi anlatır paşaya, sultanın huzurunda.
Paşa derki kadına sen. kendi çocuğunu al, benim çocuğumu bana ver, sana bir heybe altın vereyim. Bunun üzerine kadın kendi çocuğunu alır. paşanın çocuğunu verir. Vezir çocuğa ders vermeye baslar bir yılda çocuğu gerekli bilgiyi verir. Hanımına kızan paşa bütün bu pislikler senin başının altından çıkıyor asıl azmaz bal kokmaz der paşa.
Bir paşa bir de oğlu varmış; bir gün paşa ölür. Yerine genç ve tecrübesiz oğlu tahta geçer. Sarayda bulunanlar derler ki paşam; sana bir adam lazım. Nasıl bir adam diye sorduğunda şöyle derler. Hem insanlardan anlayacak, hem hayvanlardan anlayacak, hem de paradan anlayacak(ckonomiden) peki böyle bir adamı nasıl bulacağız diye sorar. Saraydakineler de duyuru yapalım. Gelenlerin içinden seçersiniz.
Bunun üzerine duyuru yaparlar duyuruya icabet eden bir yoksul çoban paşanın huzuruna çıkar. Paşa yoksul çobana sen bu işlerden anlarmısm diye sorar. Oda anlamazsam huzurunuza gelmezdim.
Neyse paşa saraya alındın der günlerden bir gün: yoksul çoban paşaya teftişe çıkalım der paşada peki der. Hayvan pazarına giderler etrafını saran simsarlar ve hayvan sahiplen, paşanın emrini sorarlar paşada yoksul çobana sorun der, yoksul çobanda bize çok iyi bir cins at lazım
Paşaya yakışır bir at olsun; o esnada biri bir cins arap atının yularından tutmuş satmak üzere pazara getiriyor biri. Yoksul çoban sorar at'ı ne kadara satarsın, o da otuz altın der yoksul çobanda atın da her hangi bir kusur var mı diye sorar, sahibi de yok der peki sana altmış altın vereceğim, lakin bir şartım var, eğer atın suya vurduğumuzda suda yatarsa para vermeyeceğim, ama yatmazsa sana altmış altın vereceğim. At sahibi de kabul eder, ilerideki nehir' e vururlar atı, at suyu görünce suyun içinde yatar, böylece iddiayı kazanır ata para vermeden alır. Çok kıymetli bir atı bedavaya almış olur.
Bir süre geçtikten sonra ikinci bir teftişe çıkarlar; onda da sahaflara (kuyumculara) giderler. Kuyumcular toplanır; buyurun paşam diye etrafını sararlar, yoksul çoban bir kuyumcu vitrininde bir elmas görür, elmasa bakar çok güzel, fiyatını sorar kuyumcuda 50 altın der bunun üzerine yoksul çoban, kuyumcuya eğer tek tas ise sana 100 altın vereceğim, yok eğer parçalı ile bedava vereceksin. Kuyumcuda peki der mercek ile bakarlar ki elmas parçalı anlaşma gereği bedava elması da alır. İş bi-
lirliği yüzünden hem elması ve hem de atı parasız almış oldu.
Bütün bu kazançlarından dolayı paşadan bir elbise veya başka bir şekilde ödüllendirilmeyi beklerken. Paşanın yanında işe başladığı günden bu güne çorbadan başka hiçbir yiyecek vermemişler ödül olarak bu güne kadar bir kepçe olan çorbasına bir kepçe daha ilave etmişler hepsi o kadar.
Paşa bir gün yoksul çobana şunu der, hem attan anlıyorsun, hem de elmastan anladın. Benim sana bir sorum var, ben nasıl biriyim; yoksul çoban paşaya der ki; bu soruya cevap veremem gel bu işteıl vaz geç, paşa ısrar eder bunun üzerine yoksul çoban sen olsan olsan bir çorbacının oğlusun ne olacak. Buna hiddetlenen paşa cellatları çağırır boynunu vuracakları anda çoban ifademi almadan neden beni öldürüyorsun. Sen sordun, ısrar ettin ben de doğruyu söyledim. Bunu üzerine paşa annesini çağırır, konuyu açıklığa kavuşturulmasını ister, annesi de bu konuyu anlatır.
Biz çok yoksul bir aile iken ben dağdan odun getirip, şehirde satıp onun geliriyle geçiniyorduk. Bir gün çok erken pazara geldim, havada çok soğuktu, bende yükümü indirdim bir açık yer var mı yok mu diye etrafa bakınırken açık bir çorbacı dükkanını gördüm. Kapıya vurdum adam kapıyı açtı, beni içeri aldı ve kapıyı tekrar kapattı ne olduysa o anda oldu.
Bunun üzerine yoksul çobana; bunların hepsini nasıl bildin diye sorar paşa, yoksul çoban da şöyle der at çok kıymetli bir attı fakat sahibi bu atı yeterince tanımadığını anladım. Onun için bu şartı koştum.
Kuyumcuda da bulunan elmas çok kıymetli idi verdiği fiyattan anladım ki bu kuyumcu bu elması yeterince bilmiyor. Bunun için bu şartı koştum
Sana gelince; yaptığım her işin sonunda beni başka türlü ödüllendireceğine bana günlerce çorbadan başka bir şey yidirmedin. Ödül olarak ta yi-dirdiğin çorbaya bir kepçe çorbaya ilave ile beni ödüllendirdin. Ondan anladım ki; olsa olsa sen bir çorbacısın. Bunun üzerine paşa zengin bir şekilde ödüllendirir ve yanma vezir olarak ülke yönetimini ona bırakır.