Binbir Gece Masalları

Git ve: kullan, ara
Şehrazad eşi Hükümdar Şehriyar'a hikâye anlatırken.

Binbir Gece Masalları (Arapça: كتاب ألف ليلة وليلة Kitāb 'Alf Layla wa-Layla, Farsça: هزار و یک شب Hazâr-o Yak Šab) Orta Çağ'da kaleme alınmış Orta Doğu kökenli edebi eserdir. Şehrazad'ın hükümdar kocasına anlattığı hikâyelerden oluşur.


Tarihçe

8. yüzyılda Arap Abbasi Halifesi Harun Reşid zamanında Bağdat önemli bir kozmopolit şehirdi, İran, Çin, Hindistan, Afrika ve Avrupa'dan gelen tüccarlar ile dolup taşmaktaydı. Bu dönemde, şehrin kültürel yapısı da gelişmiş, Arap kültürü, özellikle diğer Doğu kültürleriyle harmanlanmıştı.

Binbir Gece Masalları'ndaki hikâyeler işte bu dönemde, halk hikâyeleri olarak ortaya çıkmıştır. Sözle aktarılan bu hikâyeler sonunda tek bir eserde derlenmiştir. Hikâyelerin çekirdeğini eski bir Pehlevice kitabı olan Hazâr Afsâna ('Bin Efsane', Farsça: هزارافسانه) oluşturmuştur. 9. yüzyıl dolaylarında hikâyeleri derleyen ve Arapça'ya çevirenin masalcı Ebu Abdullah Muhammed el-Gahşigar olduğu söylenir. Eserdeki hikâyelerin çerçevesini oluşturan Şehrazad öyküsünün esere 14. yüzyıl dolaylarında katıldığı düşünülmektedir. Eser Fransızcaya 1704'te çevrilmiş, ilk modern Arapça derlemesi ise 1835'te Kahire'de yapılmıştır. Fransızca'ya 1704'te çevrilmişse de, eserin ve ihtiva ettiği hikâyelerin bir kısmının daha önceden Batı'ya geldiği düşünülmektedir.

Konusu

Bir Harun Reşid çizimi

Hikâyeye göre Fars kralı Şehriyar "Hindistan ile Çin" arasındaki bir adada hüküm sürer (eserin daha sonraki biçimlerinde, Şehriyar'ın Hint ve Çin'de egemenlik sürdüğü yazar). Şehriyar, karısının kendisini aldattığını öğrenir ve öfkelenir, tüm kadınların sadakatsiz, nankör olduğuna inanmaya başlar. Önce karısını öldürtür, sonra da vezirine her gece kendisine yeni bir hanım bulmasını emreder. Her gece yeni bir gelin alan Şehriyar, geceyi geçirdikten sonra tan vakti kadınları idam ettirir. Bir süre bu böyle devam eder, daha sonra vezirin akıllı kızı Şehrazad bu kötü gidişata son vermek için bir plan kurar ve Şehriyar'ın bir sonraki eşi olmaya aday olur. Evlendikleri geceden başlayarak, kardeşi Dünyazad'ın da yardımıyla her gece Şehriyar'a çok güzel ve heyecanlı hikâyeler anlatır. Tam şafak vakti geldiğinde, hikâyenin en heyecanlı yerinde anlatmayı keser. Hikâyenin sonunu merak eden Şehriyar, ertesi gece devam edebilmesi için, o gecelik Şehrazad'ın idamını erteler. Kitabın sonuna kadar, Şehrazad'ın Şehriyar'a anlattığı hikayeler yer alır. Sona gelindiğinde, Şehrazad üç erkek çocuk doğurmuştur ve evlenmelerinin üzerinden uzunca bir süre geçmiştir. Kralın kadınlara olan öfkesi ve kötü düşünceleri dinmiş, Şehrazad'ın sadakatine inanmıştır. Böylece önceki emrini de kaldırır.

"Sultan Şehrazad'ı Affederken" - Arthur Boyd Houghton

Eserde bulunan hikâyeler çeşitlidir; şiir, komedi, trajedi ve alaycı olanlarının yanında, aşk hikâyeleri, tarihi ve dini olanlar da mevcuttur. Eserdeki önemli bir nokta da bazılarındaki erotik motiflerdir. Bu bölümler, eserin çeşitli yerlerinin zaman zaman sansürlenmesine neden olmuştur. Eserde, hayalî veya mitik yer ve karakterlerin yanı sıra gerçek yer ve karakterler de yer alır, çoğu zaman hayalî ve gerçek kişiler, olaylar ve yerler harmanlanmıştır. Örneğin, eserdeki birçok hikâyede göze çarpan baş karakter Abbasi Halifesi Harun Reşid'dir.

Bazen Şehrazad'ın anlattığı bir hikâyede geçen bir kahramanın kendine has bir hikâyesi ve o hikâyenin de içinde farklı bir hikâye olabilir. Böylece eser zengin biçimde farklı tabakalardan oluşur.

Popüler kültürü de etkileyen eser, bir bütün olarak ya da içerdiği hikâyeler tek tek filme alınmış, benzer edebi eserlerin yazılmasına ilham kaynağı olmuştur.

Farklı basımları

Binbir Gece Masalları hakkında bir çizim

Eserin bir Avrupa dilindeki ilk baskısı, Antoine Galland tarafından yapılmış Fransızca çevirisidir (1704-1717). Bu çeviri eserin daha önce derlenmiş bir Arapça sürümünden yapılmıştır. 12 ciltten oluşan bu ilk çeviri, Les Mille et une nuits, contes arabes traduits en français , büyük ihtimalle çevirinin yapıldığı Arapça nüshada bulunmayan fakat çevirmen tarafından bilinen bazı Arapça hikâyeleri de içermekteydi.

850 yılı civarında ortaya çıkan Arapça derleme, Alf Layla (Bin Gece) ise büyük ihtimalle, daha önce yazılmış olan Hazar Afsanah (Bin Efsane) isimli Fars eserinin özetlenmiş bir tercümesiydi. Eserin günümüzdeki ismi olan Alf Layla wa-Layla (Binbir Gece) ise Orta Çağ'da ortaya çıkmıştır. Bu isim büyük ihtimalle sonsuzluk ötesi sayı düşüncesini sembolize etmekteydi, zira o zamanlar Arap matematik çevrelerinde 1000 sayısı kavram olarak sonsuzluğu sembolize ederdi. Belki de buradan yola çıkarak, eserdeki tüm hikâyeleri okuyan kişinin delireceğine dair bir efsane ortaya çıkmıştır.

Eser geleneksel Fars, Arap ve Hint hikâyelerinin bir derlemesi olarak görülür. Fakat, eserde bulunan ünlü hikâyelerden Alaaddin'in Lambası ve Ali Baba ve Kırk Haramiler, eserin Avrupa baskısına Antoine Galland tarafından eklenmiştir. Galland bu hikayeleri Halepli, Marunî bir masalcıdan duyduğunu yazmıştır.

İngilizce'ye çevirisi Sir Richard Burton tarafından The Arabian Nights olarak yapılmıştır. Kendinden evvelkilerden farklı olarak bu çeviri özgün malzemeyi sansürlememiştir. İngiltere tarihinin muhafazakar Victoria döneminde yayımlanmasına rağmen bu çeviri, kaynağında bulunan erotik incelikleri ve cinsel tasvirleri içermektedir. Bu çevirinin yanı sıra, daha yakın zamanlarda Fransız doktoru J.C. Mardrus'un da bir çevirisi vardır. Mevcut çevirilerin en doğru ve güzeli olarak değerlenidirilen, Fransa'daki Bibliothèque Nationale'de bulunan 14. yüzyıldan kalma bir Suriye el yazmasından Hüssain Haddawy'nin yaptığı Arapça derlemedir.

Uyarlamalar

Televizyon ve sinema


Ali Baba ve Kırk Haramiler'i gösteren bir çizim
Denizci Sinbad

Binbir Gece Masalları'nın televizyon ve sinemaya pek çok uyarlaması yapılmıştır. Bunların asıl öykülere olan bağlılığı çok değişkendir. Fritz Lang'in 1921 yapımı Der Müde Tod, 1924 Hollywood yapımı (Douglas Fairbanks'ın başrolünde olduğu) The Thief of Baghdad ve onun 1940'daki İngiliz ikinci yapımı, Binbir Gece Masalları'ndan etkilenmişlerdir.

Hollywood'un Binbir Gece Masalları 'na dayandırılmış ilk konulu filmi 1942 yapımı Arabian Nights'dır. Başrollerde Şehrazad rolünde Maria Montez, Ali Ben Ali rolünde Sabu Dastagır ve Harun Reşid rolünde Jon Hall vardır. Filmin konusunun Binbir Gece Masalları ile neredeyse hiç ilgisi yoktur. Filmde Şehrazat, Halife Harun Reşid'i devirip kardeşiyle evlenmek isteyen bir dansözdür. Şehrazadın ilk suikast girişimi başarısızlığa uğrar ve esir olarak satılmasının ardından pek çok macera gelişir. Maria Montez ve Jon Hall 1944 yapımı Ali Baba ve Kırk Haramiler 'de de rol almışlardır.

1980'li yıllarda Şehrazat rolünde Annette Haven ve Şehriyar rolünde John Leslie'nin oynadığı 1001 Erotic Nights, bütçesi milyon doları aşan ilk porno film sayılır.

Binbir Gece Masalları'ın en başarılı sinema uyarlaması 1992 Walt Disney yapımı çizgi film Aladdin sayılabilir. Filmde Scott Weinger ve Robin Williams seslendirme yapmıştır. Bu filmi devam bölümleri ve televizyon serileri izlemiştir.

Sinbad'ın yolculukları, televizyon ve sinemaya birkaç kere uyarlanmıştır. Bunlardan en sonuncusu, seslendirmesini Brad Pitt ve Catherine Zeta-Jones'un yaptığı 2003 yapımı animasyon Sinbad: Legend of the Seven Seas dir. 1958 yapımı The Seventh Voyage of Sinbad en meşhur Sinbad filmi sayılabilir.

İngilizce olmayan uyarlamalar arasında çeşitli Hint (Bollywood) yapımları, İtalyan yönetmen Pier Paolo Pasolini'nin 1974 yapımı Il fiore delle mille e una notte'si, ve 1990 yapımı Fransız Les 1001 nuits sayılabilir.

Televizyon ve sinema uyarlamaları arasında aslına en sadık kalmış olanı 2000 yılında Amerikan ABC ve İngiliz BBC kanallarında gösterilen Arabian Nights dizisi sayılır. Emmy ödülünü alan bu iki bölümlük dizide Şehrazat rolünde Mili Avital, Sahriyar rolünde Dougray Scott oynamıştır.Günümüzde ise Kanal D ekranlarında masaldan uyarlanmış hali tv dizisi olarak çekilmiştir..

Müzik [değiştir]

Rus bestecisi Nikolai Rimsky-Korsakov, 1888'de Şehrazad adlı eserini tamamlamıştır. Parça dört masaldan esinlenmiştir: "Deniz ve Sinbad'in Gemisi", "Kalender Prens", "Genç Prens ve Prenses" ve "Bağdat'ta Şenlik".

Dış bağlantılar



Kaynakça

Devamını Oku

İbni Batuta, İbni Batuta kimdir, İbni Batutanın hayatı

İbn-i Batuta
Doğum 24 Şubat 1304
Fas / Tanca
Ölüm 1369
Fas / Fes


İbn-i Batuta, Orta Çağın en büyük seyyahı ve Rıhlet-ü İbn Battûta diye bilinen seyahatnâmenin yazarıdır. Tam ismi Ebû Abdullah Muhammed bin Abdullah bin Muhammed bin İbrahim Levâtî Tancî'dir(Arapça: أبو عبد الله محمد ابن عبد الله اللواتي الطنجي ابن بطوطة, Shams al-Din Abu 'Abdallah Muhammad ibn 'Abdallah ibn Muhammad ibn Ibrahim ibn Muhammad ibn Ibrahim ibn Yusuf al-Lawati al-Tanji Ibn Battuta ‎). Doğum tarihi ve yeri 17 Receb 703 (24 Şubat 1304), Mağrib'in Tanca şehridir. Mensubu olduğu Levâte kabilesi Berberî asıllı olup Berka'dan Tanca'ya göçmüşlerdir. Maliki mezhebine mensuptur.

İbn-i Batuta, 1325'te Mekke'ye hacca giden zengin, Faslı bir Müslümandı. Bu esnada yaşadığı maceralar onu daha uzaklara yolculuk etmeye sevk etti. İbn Battuta, Avrupalılarca çok az bilinen Afrika, Ortadoğu ve Uzak Doğu'ya cesur yolculuklar yaptı.


Yaşamı

Mekke'ye Hac seyahati

1325 yılında 20 yaşındayken hacca gitmeye karar verdi. Kuzey Afrika kıyılarından kara yoluyla Kahire'ye vardı. Daha sonra Nil kıyısından yukarı çıkarak Kızıldeniz'i aşıp Mekke'ye varmak istese de yukarı Nil bölgesindeki kabilelerin bu sırada isyan halinden olmaları nedeniyle Kahire'ye geri dönmek zorunda kaldı. Bu sırada karşılaştığı bir ermiş ona Suriye'yi görmeden Hacca gidemeyeceği kehanetinde bulundu. Bunun üzerine Şam'a doğru yola çıktı ve Ramazan'ı orda geçirdi. Şam yolculuğu sırasında Kudüs, Beytülahim ve El Halil gibi kutsal kentleri ziyaret etti. Medine üzerinden Mekke'ye vararak hacı oldu. Ancak dönüş yolunda yolculuklarını sürdürmeye karar verdi.

Bir kervana katılarak Mezopotamya sınırına doğru yol aldı ve Necef'te Ali'nin mezarını ziyaret etti. Burdan Basra yoluyla İsfahan'a gitti. Bundan yaklaşık on yıl sonra İsfahan Timurlenk tarafından yerle bir edilecekti. Daha sonra Şiraz'a ve Hülagü Han tarafından yağmalanmış olan Bağdat'a gitti. Burda son İlhanlı hükümdarı Ebu Said ile tanıştı ve onun kervanıyla bir süre yol aldıktan sonra Tebriz'e gitti. Tebriz Moğol saldırılarına karşı koymayarak onlara kapılarını açtığı için bölgede yıkılmadan kalmış tek büyük şehirdi. İpek yolu üzerinde de yer aldığından bölgenin önemli bir ticaret merkezi olmuştu. Daha sonra ikinci kez hacı olmak için Mekke'ye döndü. Mekke'de bir yıl kalarak ikinci büyük yolculuğuna hazırlandı.

Afrika kıyıları boyunca

Bu sefer Doğu Afrika kıyılarından güneye indi. İlk durağı olan Aden'de Hint Okyanusu üzerinden Arap Yarımadası'na gelen mallarla ticarete atılmaya ve bir servet sahibi olmaya karar verdi. Ancak bu planını uygulamaya koymadan önce 1331 yılının baharında son bir maceraya atılmaya karar verdi. Daha da güneye inerek Etiyopya, Mogadişu, Mombasa, Zanzibar ve Kilva'da birer hafta kaldı. Muson rüzgarlarının dönmesiyle gemisi Arap Yarımadasına geri döndü. Burda yerleşik hayata geçmeden önce son bir seyehata çıkmaya karar verdi ve Oman'ı ve Hürmüz Boğazı'nı görmek için tekrar yola çıktı.

Mekke'den İstanbul üzeri Delhi'ye

Dönüşte tekrar bir yıl kadar Mekke'de kaldı. Bu sırada Hindistan'daki Delhi Sultanı'nın hizmetine girmeyi kafasına koydu. Yolda kendisine gerekecek tercümanı bulmak için Selçukluların yönetiminde bulunan Anadolu'ya gitmeye karar verdi. Şam'dan bir ceneviz gemisi ile Alanya'ya geçti. Burdan da Konya yoluyla Sinop'a gitti. Karadeniz'i geçerek Kırım'ın Kefe limanına vardı. Kırım Altın Ordu devletinin topraklarında bulunuyordu bu sırada ve tesadüfen Altın Ordu Kağanı Özbeg'in kervanı ile karşılaştı. Volga nehrinin yukarısına doğru yol alan bu kervan ile Astrakhan şehrine gitti. Astrakhan'a vardıklarında Kağan hamile olan eşlerinden birinin doğum yapmak için memleketi olan İstanbul'a dönmesine izin verdi. Bu seyehatte ona eşlik etmesi için İbn Battuta'yı görevlendirdi.

İbn Battuta 1332 yılında İstanbul'a vardı ve İmparator 3. Andronikos ile görüştü. Aya Sofya'yı dışardan gördü. Bir ay İstanbul'da kaldıktan sonra Astrakhan üzerinden Hindistan'a gitmek için yola çıktı. 1332 yılında Hazar Denizi'nin ve Aral Gölünün çevresinden dolaşarak Afganistan'a burdan da dağ geçitlerini aşarak Hindistana ulaştı.

Delhi Sultanatlığında

Hindistan'da Müslümanlık daha yeni yeni kabul görmeye başlamıştı. Delhi Sultanı bu yüzden gücünü sağlamlaştırabilmek için mümkün olduğunca çok bilgin ve memuru ülkesinde görevlendirmek istiyordu. Ibn Battuta'yı da Mekke'de görmüş olduğu öğrenim nedeniyle kadı olarak görevlendirdi. Ancak Delhi Sultanı Muhammed bin Tuğluk o günün şartlarına göre bile oldukça dengesiz birisiydi. İbn Battuta kah lüks içinde kah güvensizlik içinde bir yaşam sürüyordu. Bu durumdan kurtulabilmek için tekrar hacca gitmek istediğini öne sürerek Delhi'den ayrılmak istedi. Sultan ise ona alternatif olarak Çin'e elçi olarak gitmeyi teklif etti. İbn Battuta bu teklifi hemen kabul ederek, hem yeni ülkeler görmek hem de Sultan'ın egemenlik bölgesinden uzaklaşmak fırsatını değerlendirdi.

Ancak kıyıya doğru giden grup Hintli isyancıların saldırısına uğradı. İbn Battuta yoldaşlarından ayrılarak parası ve malları soyuldu ve ölüm tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Neyse ki yoldaşlarını iki gün gibi bir sürede yakalamayı başardı. Kambay limanından güneybatı Hindistan'daki Kalküta şehrine yolaldılar. Burada İbn Battuta bir camiyi ziyaret ederken çıkan bir fırtınada sefer gemilerinden ikisi battı. Diğer gemi ise onu sahilde bırakarak denize açıldı ve bir kaç ay sonra Sumatra'daki bir kral tarafından bu gemiye el konuldu. Delhi'ye başarısız olarak dönmekten korktuğu için burada Cemaleddin adlı dostunun koruması altında bir süre kaldı. En sonunde Çin'e gitmek üzere tekrar yola çıktı.

Maldiv üzerinden Çin'e

Ancak önce Maldiv adalarına gitti. Burada öngördüğünden fazla kalmak zorunda kaldı. Çünkü yargıç olarak hizmet etmesi adalıların işine geliyordu. Onu tehdit ve rüşvetlerle adada kalmaya hem zorladılar hem de ikna ettiler. Kraliyet ailesine evlilik yoluyla bağlanması ve en yüksek yargıç konumuna getirilmesi onu adadaki yerel politikanın içine çekti. Daha özgür bir dünya görüşüne sahip ada toplumunun hoşuna gitmeyen bir kaç sert karar vermesi onu Maldivleri terketmek zorunda bıraktı. Seylan adasındaki kutsal Sri Pada tapınağını görmek üzere yelken açtı. Seylan'dan ayrılmak için bindiği gemi bir fırtınada batmak üzereyken başka bir gemi tarafından kurtarıldı ancak bu sefer de korsanların saldırısına uğradı ve sahile bırakıldı. Tekrar Kaliküt'e döndü. Burdan tekrar Maldiv adalarına gitti ve bu sefer bir Çin gemisine binerek sonunda şansı yaver giderek amacına ulaştı. Çitatong, Sumatra ve Vietnam üzerinden Fujian eyaletindeki Quanzhou şehrine vardı. Buradan da kuzeye giderek Şanghay yakınlarındaki Hangzhou'ya ulaştı. Seyehatnamesinde daha da kuzeye Pekin'e kadar gittiğini söylese de bu inandırıcı bulunmaz.

Quanzhou'ya geri döndüğünde artık eve dönmek istediğine karar verdi. Ama aslında artık gerçek evinin neresi olduğunu bilmiyordu. Kaliküt'e döndükten sonra kısa bir süre Muhammed bin Tuğluk'un yanına dönmeyi düşündüyse de sonradan bundan vazgeçti ve Mekke'ye doğru yola çıktı.

Mekke'ye dönüş ve Kara ölüm

Yolu, Sultan Ebu Said ölmüş olduğu için karışıklık içinde bulunan İlhanlı Topraklarından geçti. Şam üzerinden hac yoluyla Mekke'ye gitmek için bu şehre geldi. Şam'da babasının ölüm haberini aldı. Ölümler bu yıl boyunca peşini bırakmadı. Suriye, Filistin ve Arabistan'da bu sırada patlayan veba salgınına tanık oldu. Mekke'ye ulaştığında ilk yola çıkışından çeyrek yüzyıl sonra Mağrib'e dönmeye karar verdi. Son olarak Sardinya'ya uğrayarak Tanca'ya vardı ve annesinin de bir kaç ay önce vefat etmiş olduğunu öğrendi.

Tanca'dan İspanya'ya ve geri dönüş

Ancak Tanca'da uzun süre kalmadı. Kastilya Kralı XI. Alfonso Cebelitarık'ı ele geçirmek için sefere çıkmıştı, İbn Battuta da şehri korumak için gönüllü olan bir grup Müslümanla birlikte Endulüs'e gitti. Ancak buraya vardıklarında XI. Alfonso'nun vebadan öldüğünü ve artık bir tehlike kalmadığını öğrendiler. İbn Battuta yolculuğuna zevk için devam etti. Valencia'dan geçerek Granada'ya gitti.

İslam dünyasında en az araştırdığı yer kendi ülkesi Mağrib'di. Bu yüzden Endülüs'ten dönüşünde bir süre Marakeş'te kaldı. Bu sırada Marakeş veba ve başkentin Fes'e taşınması nedenleriyle harap durumdaydı. Tekrar Tanca'ya döndükten sonra da yolculuklarını bitirmedi. İlk yola çıkışından iki yıl önce Mali hükümdarı Mansa Musa hacca giderken Tanca'dan geçmiş ve zenginliği ile nam salmıştı. Bu sıralarda dünyada çıkarılan altının yarısı Batı Afrika'dan geliyordu. Bu konuda pek fazla birşey anlatmasa da duydukları ilgisini çekmiş olacak ki Sahra Çölü'nün öbür tarafındaki bu islam ülkesini ziyaret etmek için yola çıktı.

Çöl boyunca

1351 sonbaharında Fes'den ayrıldı ve bir hafta sonra yolu üzerindeki son Fas şehri olan Sijilmasa'ya vardı. İlk kış karavanlarından birine yazılarak bir ay sonra Sahra'nın ortasındaki Taghaza şehrine geldi. Taghaza tuz üretiminin getirdiği zenglikle ve Mali altınlarıyla dolu da olsa İbn Battuta'nın üzerinde pek iyi bir etki bırakmadı. Çölün en zor 500 kilometresini geçerek Mali'deki Walata şehrine ulaştı. Daha da güneybatıya ilerledi. Burda kendisinin Nil nehri olduğunu sandığı Nijer nehri kıyılarından geçerek Mali'nin başkentine vardı. Burada 1341'den beri kral olan Mansa Musa tarafından ona gösterilen misafirperverlikten şüphe duysa da yine de 8 ay kaldı. daha sonra Nijer nehrini yukarıya doğru çıkarak Timbuktu'ya geldi. Bu sıralarda Timbuktu sonraki iki yüzyılda ulaşacağı zenginliğe ve büyüklüğe henüz sahip olmadığından gözüne küçük ve önemsiz göründü ve bu yüzden fazla kalmayarak Fas'a doğru eve dönüş yoluna geçti. Yarı yolda da zaten Mağrib Sultanı'nın onu saraya çağırdığı haberini aldı. 1353 aralığında Fez'e kesin olarak döndü.

Sultan Ebu İnan Faris'in isteği ile şair Muhammed Ibn Cüzac'a anılarını dikte ettirmeye başladı. Böylece ortaya çıkan Rıhle'sindeki bazı yerler hayal ürünü olsa da dünyanın bir çok yöresinin 14. yüzyıldaki halini en doğru ve açık şekilde anlatan elimize kalmış en önemli kitaptır. Rıhle'nin yayınlanmasından sonra İbn Battuta Fas'ta 22 yıl daha büyük saygı görerek yaşadı.

Yüzyıllar boyunca İslam dünyasında bile Rıhle pek tanınmamıştır. Ancak 19. yüzyılda bir çok batı dillerine çevrildikten sonra önem kazanmış ve İbn Battuta doğunun en bilinen isimlerinden biri olmuştur. Bugün aydaki bir meteor krateri ve Dubai'de koridorları onun araştırmalarıyla döşenmiş bir alışveriş merkezi onun adını taşır.


Devamını Oku

Kâtip Çelebi, Kâtip Çelebinin hayatı, Kâtip Çelebi kimdir

Kâtip Çelebi (1608-1656) tarih, coğrafya, bibliyografya ve biyografya ile ilgili çalışmalar yapmış Osmanlı bilim adamı ve aydını.

Hayatı

1608 İstanbul’da doğdu. Babasının adı Abdullah’tır. Babası, Osmanlı devlet ve siyâset adamlarının yetiştirildiği Enderûn kurumunda eğitim görerek yetişmiş bir askerdir. Mustafa bin Abdullah, ordu kâtipliğinde bulunduğu için ulema ve halk arasında Kâtip Çelebi diye tanındı. Hacca gittiği ve başmuhasebeci ikinci halifesi olduğu için Hacı Halîfe ismiyle meşhur oldu. Babası aydın bir kişi olduğu için daha beş-altı yaşlarında onu eğitmeye başladı. On dört yaşına kadar çeşitli hocalarından dini ve pozitif bilim eğitimi aldı.

On dört yaşında Anadolu muhâsebesi kalemine kâtip oldu. 1624 yılında babasıyla birlikte Tercan, bir sene sonra da Bağdat Seferi'ne çıktı. Dönüşte babası bir müddet Diyarbakır’da kaldı. 1627-1628’de Erzurum kuşatmasına katıldıktan sonra İstanbul’a geldi ve yaklaşık iki yıl, Bağdat Seferi'ne katılana kadar, Kâdızâde’nin derslerine devâm etti. 1630 Bağdat kuşatmasında ordunun defterini tuttu. Seferden sonra tekrar İstanbul’a dönerek Kâdızâde’nin derslerine katıldı. 1633-1635 Halep Seferi'nde hacca gitme fırsatı buldu. Dönüşte bir kış Diyarbakır’da kalıp oradaki bilgin ve aydınlarla görüştü. 1635 senesinde Sultan Dördüncü Murat ile Revan Seferine katıldı. On yıl kadar çeşitli savaşlarda bulunduktan sonra İstanbul’a döndü ve çeşitli alanlardaki bilimlerle uğraşır oldu.

A’rec Mustafa Efendi, Ayasofya dersiâmı(öğretim görevlisi) Abdullah Efendi ile Süleymâniye dersiâmı (öğretim görevlisi) Mehmed Efendiden ders aldı ve A’rec Mustafa Efendiyi kendisine üstâd edindi. Bir taraftan kendisi öğrenirken, diğer yandan birçok öğrenciye ders verdi.

1645’te Girit Seferi'ne katılması sayesinde haritaların nasıl yapıldığını inceleme fırsatını buldu ve bu konuyla ilgili eserlerde çizilen haritaları gördü. Bu arada görevinden ayrılarak, üç yıl devlette çalışmadı. Bu üç yıl içinde bazı öğrencilerine çeşitli konularda dersler verdi. Yine bu zaman içinde sık sık hastalandığı için, tedavi çareleri bulmak amacıyla, çeşitli tıp kitaplarını okudu. Pek çok eserini bu yıllarda yazmıştır.

Kâtib Çelebi 1656 yılında vefât etti. Mezarı, Vefa’dan Unkapanı’ndaki Mahmûdiye (Unkapanı) Köprüsüne inen büyük caddenin sağ kenarındadır.

Kâtip Çelebi çalışkan, iyi huylu, vakarlı, az konuşan, çok yazan biri olarak bilinir. Arapça, Farsça yanında Lâtince'yi de bilirdi. Osmanlı Devleti'nde Batı bilimleriyle fazla ilgilenen ve Doğu bilimleriyle karşılaştırıp sentezini yapan ilk Türk bilim adamlarından biridir.

Eserleri

  1. Keşfü'z-Zünûn an Esâmi'l-Kütüb vel-Fünûn: Arapça, çok kıymetli bir eserdir. On beş bine yakın kitap ve on bine yakın müellifi tanıtan büyük bir bibliyografya ansiklopedisi mâhiyetindedir. Mısır’da, Almanya’da, İstanbul’da basıldı. Lâtinceye de çevrilmiştir.
  2. Cihannümâ: En eski coğrafya kitabımızdır. Haritalarıyla birlikte İbrâhim Müteferrika matbaasında basılmıştır. Daha sonra yazılacak coğrafya kitaplarımıza kaynak teşkil edebilecek bu eser, Avrupa dillerine çevrilmiştir.
  3. Tuhfet-ül Kibâr fî Esfâr-il Bihâr: Denizcilik târihi bakımından önemli bir eserdir. Osmanlı Devleti zamanındaki deniz savaşlarını ele almaktadır.
  4. Takvîm-üt-Tevârîh: 1648 târihine kadar yaşanmış olayların kronolojik açıklamasını içerir. Arapça ve Farsça dillerinde basılmıştır.
  5. Fezleket-üt-Tevârîh: Bir mukaddime, üç usûl ve bir son sözden ibâret olan bu eser, varlıkların başlangıcı, peygamberlerin ve hükümdârların târihi diye hülâsa edilebilecek bir târih kitâbıdır.
  6. Fezleke: Fezleket-üt-Tevârih’in devamı niteliğindedir. 1591’den 1654 tarihine kadar yaşanmış olayları anlatır. 1879’da iki cilt olarak basılmıştır.
  7. Kânûnnâme,
  8. Târîh-i Firengî Tercümesi,
  9. Târîh-i Kostantiniyye ve Kayâsire,
  10. İrşâd-ül-Hayâfâ ilâ Târîh-ul-Yunân ver-Rûm,
  11. Süllem-ül-Vusûl ilâ Tabakât-ilFuhûl,
  12. İhlâm-ül-Mukaddes,
  13. Tuhfet-ül-Ahfâr fil-Hikem ve’l-Emsâl ve’l-Eş’âr,
  14. Dürer-i Müntesira vel Gurer-i Münteşira,
  15. Düstûr-ül-Amel fî Islâhil-Hâlâl,
  16. Beydâvî Tefsîri Şerhi,
  17. Hüsn-ül-Hidâye,
  18. Resm-ür-Recm bis-Sim ve’l-Cîm,
  19. Câmi-ul-Mütûn min Cüll-il-Fünûn,
  20. Mîzân-ül-Hak fî İhtiyâr-il-Ehak.
Devamını Oku

Evliya Çelebi, Evliya Çelebi kimdir, Evliya Çelebinin hayatı

Evliya Çelebi
Evliya.jpg
Evliya Çelebi
Doğum 25 Mart 1611
İstanbul , Unkapanı
Ölüm 1683
Mısır
Etnik köken Türk

Evliya Çelebi (Osmanlı Türkçesi: اوليا چلبي)i, 17. yüzyılın önde gelen gezginlerindendir. Kırk yılı aşkın süreyle Osmanlı topraklarını gezmiş ve gördüklerini Seyahatnâme adlı eserinde toplamıştır.

Hayatı

25 Mart 1611'de İstanbul'un Unkapanı semtinde doğdu. Babası Derviş Mehmed Zilli, I. Süleyman’dan I. Ahmed’e kadarki padişahların kuyumcubaşılığında bulunmuş ve seferlere katılmıştır. Çelebi ailesi aslen Kütahyalı olup, fetihten sonra İstanbul'a yerleşmiştir.

Evliya Çelebi, çok iyi bir öğrenim gördü. Önce mahalle mektebine gitti. Daha sonra Şeyhülislam Hamit Efendi Medresesi'ne girdi. Burada yedi yıl okuduktan sonra saraya özgü bir okul olan Enderun'a devam etti.

Evliya Çelebi.jpg

Okul öğreniminin dışında özel hocalardan Kur'an-ı Kerim, Arapça, güzel yazı, musiki, beden eğitimi ve yabancı dil dersleri aldı. Kur'an-ı Kerim'i ezberleyerek hafız oldu.

Evliya Çelebi, öğrenimini bitirdikten sonra sarayda görev aldı. Yaptığı işlerle padişah ve devlet ileri gelenlerinin beğenisini kazandı. Bu yüzden çok yüksek görevlere getirilmesi düşünülüyordu.

Evliya Çelebi'nin düşünceleri ise çok farklıydı. Daha küçük yaşlarından itibaren içinde müthiş gezi arzusu vardı. Yeni yerler görmek, yeni insanlar tanımak istiyordu. Bu yüzden sarayda fazla kalamadı. Kendisinin anlattığına göre bir rüya üzerine meşhur gezilerine başladı.

İlk gezisini, İstanbul ve çevresine yaptı. Daha sonra İstanbul dışına çıktı. Artık, gezileri birbirini izliyordu. Tam elli yıl boyunca durmadan gezdi. Gezdiği yerler arasında o zamanki Osmanlı İmparatorluğu sınırları içerisinde yer alan hemen hemen bütün yerler vardı.

Evliya Çelebi, bu gezileri sırasında çok ilginç yerler gördü. Yeni insanlarla tanıştı. Birçok olayla karşılaştı. Savaşlara katıldı.

Gezmek için gittiği son yer Mısır oldu. 1683 yılından sonra vefat etti.

Evliya Çelebi'nin bugün bile önemini taşıyan Seyahatnamesi işte bu gezilerin ürünüdür.

Evliya Çelebi Seyahatnamesi

Bu gezilerinde önemli mektuplar götürmek ya da savaşa katılmak gibi çeşitli hizmetlerde bulundu. Anne tarafından akrabası ve VI. Murat'ın kızı İsmihan Sultan'la evli olan -daha sonra sadrazam- Melek Ahmet Paşa'nın maiyetinde Van'da başlayan devlet görevi süresince her zaman üst düzey kişilerle tanışmış ve birarada olmuştur. Osmanlının çeşitli iç isyanlarla karşılaştığı 17. ferize yy olaylarına ilişkin ilginç kişiliklerle tanışmış, ilginç olaylara tanık olmuştur. Avrupa'nın tıp, eğitim ve teknololojideki gelişimini imrenerek gözlemiş ve övmüştür. Gezdiği ülkelerin yeme içme alışkanlıkları, ekonomisi, giyim şekli, coğrafi durumu, dili, gelenek ve görenekleri hakkında ilginç bilgiler vermektedir. Gördüklerini ve gözlemlerini Seyahatname eserinde tarih ve yer belirterek yazdı. Gerçekçi bir gözle izlenen olaylar, yalın ve duru, zaman zaman da fantastik bir anlatım içinde, halkın anlayacağı şekilde yazılmış, yine halkın anlayacağı deyimler çokça kullanılmıştır.

Evliya Çelebi, [Seyahatnâme]'sinde gezip gördüğü yerleri kendi üslûbu ile anlatmaktadır. Olaylara çoğu defa alaycı, bir tavırla yaklaşan Evliya Çelebi, bazen naklettiği olayları renklendirmek amacıyla okuyucunun ilgisini çekmek için aklın alamayacağı garip olaylara da yer vermiştir.

Evliya Çelebi'nin on ciltlik Seyahatnâme'si, bütün görmüş ve gezmiş olduğu memleketler hakkında oldukça önemli bilgiler içermektedir. Günümüzde unutulan Ankara civarında tiftik keçisi yünününden sof elde edilişi, Mudurnu'da iğne yapımcılığı gibi yörelere özgü ekonomik faaliyetler hakkında bilgiler aktarmaktadır. Türk Kültür tarihi ve gezi edebiyatı açısından önemli bir yere sahiptir. Eserde Anadolu’nun yanı sıra Kuzey Afrika, İran, Kafkaslar, Orta ve Kuzey Avrupa’dan da bahsedilir. 1630’da başlayan seyahati ölene kadar devam eder. Göreve yeni atanan padişahların kafileleriyle gezip, gördüğü yerleri anlatmıştır. Eserin üç yazması bulunmaktadır. Evliya Çelebi sadece gördüklerini değil değişik kaynaklardan edindiği bilgileri ve söylentileri de hikâye tekniğiyle dile getirir. Seyahatname yüzlerce hikâyeden oluşan bir antoloji gibidir. Yazar eserinde çağının konuşma dilini kullanır. Eserde sade abartılı ve konuşur gibi yazılan bir dil vardır. Eser yazıldığı dönemde fazla ilgi görmemiştir.

Seyahatnamede Evliya Çelebinin anlatımlarına göre bizzat pek çok savaşa ve çatışmaya katılmıştır. Hollanda ve İsveç ülkelerine yapılan ve Atlas okyanusu kıyılarına kadar ulaşan akınlara katılmış, Zorlu Kandiye savaşında bulunmuştur. Seyahatleri esnasında Pek çok kez zor durumda kalmış Karadeniz'de boğulmaktan kurtulmuş, öldürülme ve esaret gibi tehlikelerden ince zekası ile kurtulmayı başarmıştır. Hem Avrupa ülkelerinde hem İran ve Ortadoğu'da şahit olduğu günümüz insanının kabul sınırlarını zorlayan hikayeler anlatmıştırki; bu hikayelerin içerikleri günümüzde anlaşılmasada eski ilimler içerisinde okutulup öğretildikleri o tarihlerde yaşandıkları bazı kesimler tarafından hala öğrenildikleri muhakkaktır. Ancak bu bilgiler günümüzde genellikle kaybolmuş yada çok azı günümüze ulaşmıştır. Yine Evliya Çelebi Günümüz Rusyası coğrafyası içinde eski adı ile Deşt-i Kıpçak 'ta yaşayan Moğol Türklerinin Kuzey buz denizinde atlarının nallarına çiviler çaktırarak buz üstünde yaptıkları haftalar hatta aylarca süren bir seyahatten bahsederki çok ilginçtir.

Evliya Celebi.jpg

Evliya Çelebi gezdiği tüm ülkelere genellikle sevilen bir diplomat, temsilci veya elçilik görevlisi olarak gitmiştir, seyahatlarının çoğunluğunun sebebi bu türden resmi görevler ile Allah rızası için savaşma arzusundan veya seyahat etme sevgisinden kaynaklanmıştır.

Evliya çelebi, aynı zamanda tasavvuf dergahlarında son derece iyi bir eğitimden geçmiş bir sufidir. Tasavvuf erbabı insanlara çok büyük hürmeti olduğu anlaşılmaktadır. İlginçtir aynı durum Afrikalı Meşhur Müslüman seyyah İbni Battuta içinde geçerlidir. Evliya Çelebide ibni Batuta'ya benzer bir şekilde, gezip gördüğü yerlerde bilinen İslam Evliyalarını mutlaka ziyaret etme arzusunda olmuş ve ziyaret etmiştir. Ziyaret ettiği evliyalarla ilgili bilgiler vererek onlara ait hatıralardan bahsetmiş, dergahlara sıklıkla misafir olarak onların sohbetlerinde bulunmuş hatta vefat etmiş olanlarının bile isimlerinden, eserlerinden ve kerametlerinden bahsetmeyi ihmal etmemiştir.

Evliya çelebi, Tasavuf erbabı bir sofi, Yaşadığı dönemin dünyasını, farklı milletleri, tarihleri ve coğrafyaları ile bilen devrinin aydını, Osmanlı devletinin yapısını, yaşadığı dönemin sosyal ve kültürel hayatını iyi bilen, yaşadığı devri gerçekten anlayan bilge bir kişiliktir. Nazik bir çelebi, yerine göre savaşmaktan kaçınmayan cesur bir asker, siyaseti ve diplomasiyi iyi kullanan ileri görüşlü bir devlet adamı ve hayatının her döneminde Allahın rızasını kazanma cehdinde bir müslüman kişilik olarak karşımıza çıkmaktadır.

Seyahatname; gezdiği ülkelerin coğrafyası, Osmanlı İmparatorluğu tarihi, Balkanlar, Kafkasya, Orta Avrupa, Kırım, İran, Azerbaycan, Ortadoğu ülkelerinin tarihleri ve yaşayan halkları bakımından eşi bulunmaz bir kültür hazinesidir. Ne yazıkki daha çok yer gezdiği halde Avrupalı seyyah Marco Polo kadar ilgi görmemiştir.

Seyahat müjdesi

Anlatıldığına göre, 1630 yılında (10 Muharrem 1040-19 Ağustos 1630) gördüğü bir rüyada; peygamberimiz Hz. Muhammed'in elini öperken heyecanlanarak "Şefaat yâ Resulallah" diyeceğine "Seyahat yâ Resulallah" diyen Evliya Çelebi'ye peygamber tarafından seyahat müjdelenmiş ve bu rüya üzerine elli yıl sürecek seyahatlerine başlamıştır. Rüyada kendisini gördüğü cami yani Ahi Çelebi Camii Yemiş İskelesi'ndedir. Bugünkü Galata Köprüsü'nün Eminönü ayağında sol taraftadır. Bu cami 2005 yılında restore edilmiştir.



Devamını Oku

Masal, Masallar, Masal Oku

Devamını Oku

DOĞU MASALLARI

DOĞU MASALLARI
. 29

DOĞU MASALLARI

Yedi Kızlı Cadı

Vaktiyle yaşlı bir ninenin bir kızı ve yedi oğlu varmış .Oğlanlar büyüdükten son­ra yedi dağ kadar uzağa gitmişler. Nine ile beraber kalan kızı ise olgunluk yaşına basmış. Kız,diğer kardeşlerinden habersizmiş.

Bir gün genç kız arkadaşlarıyla oyun oynuyor-muş. Bu oyun esnasında değerli bir eşya çalınmış. Kızın arkadaşlarından her biri bu eşyayı kendisinin çalmadığını, bunu ispat etmek içinde "Ağabeyle­rim üzerine ant olsun ki..." şeklinde yemin etmiş­ler. Sıra bu ninenin genç kızma gelince ağabeyleri olmadığı için büyük bir üzüntü duymuş. Bunun üzerine arkadaşları, bu kızla ağabeyleri olmadığı için alay etmişler.

Kız büyük bir üzüntüyle, ağlayarak oradan kaçmış ve eve gelerek durumu yaşlı annesine an­latmış. Annesi, kızın ağabeyleri olduğu gerçeğini anlatmaya karar vermiş.

Annesi kızım yanına alarak ona bilmediği ger­çekleri anlatmaya başlamış: "Kızım! Aslında senin kardeşlerin vardır. Onlar yedi erkektir. Zamanın­da buraları terk edip, falan yedi dağın ötesine gitti­ler. Senin de onların yanma gidebilmen için, sana yapacağım topraktan bir eşeğe bineceksin ve çüş...çüş diyeceksin. Kesinlikle eşeğe hoşt... deme yoksa eşek bozulur toz olur."demiş

Ve kız kardeşlerinin yanma giderek, annesin­den eşeği yapmasını istemiş. Annesi çamurdan eşeği yapmış ve kızda binerek yola koyulmuş. İki, üç dağı aştıktan sonra yanlışlıkla hoşt... demiş ve anında eşek toz oluvermiş. Tekrar annesine gele­rek çamur eşeği yapmasını istemiş ve eşek tekrar yapılmış. Kız tekrar eşeğe binmiş ve bu sefer yedi dağ Öteye varmış. Birde bakmış ki, büyük bir köşk. Kız burada ağabeylerinin yaşadığını anlamış ve gizlice içeri girerek, onların olmadığı bir sırada ev­deki tüm işleri yapmış ve ortalığı temizlemiş.

Akşam kardeşleri eve gelince bakmışlar ki, her yer tertemiz ve intizam içinde. Birbirlerine kimin yaptığını sormuşlar ve belli bir cevap alamamışlar. Kız akşam üzeri bir sütunun kovuğuna girip giz.

Kardeşlerden en küçük olanı, yarın evde saklanacağını ve evin işlerini kimin yaptığını ortaya çı­karacağını söylemiş. Sabah olunca büyük kardeşler evden çıkmış, küçük kardeşleri ise bir köşede sak­lanmış. O anda kız saklandığı kovuktan çıkmış. Tam ev işlerini yapacağı sırada, küçük kardeş bu­lunduğu yerden çıkarak kızı yakalamış ve buraya neden geldiğini, buradaki işleri neden yaptığını sormuş. Kız da başından geçen tüm olayları anlat­mış. Akşam eve gelen büyük kardeşlerine de duru­mu anlatmışlar. Kardeşleri birbirine kavuştukları için büyük mutluluk duymuşlar.

Ertesi gün yedi erkek kardeş evden ayrılırken, kız kardeşlerine ocağın ateşini kesinlikle söndür­memesini tembihlemişler

Aradan uzun bir zaman geçmiş kız bu tembihi bir gün unutmuş ve bakmış ki ateş sönmüş. Kız bu sefer ateş bulmak için etrafı dolaşmış. Bir tepenin üstüne çıkarak etrafı gözlemlemiş, bir de bakmış ki bir dağın ardından duman çıkıyor, hemen ateş alırım sevinciyle yola koyulmuş. Dağı aşınca bir ev karşısına çıkmış. Eve girince yedi tane genç kızla karşılaşmış. Bu kızlar meğer bir cadının yedi kızıy­mış. Kız, bu cadının kızlarından ateş istemiş. Kız­lar ateşi vermişler. O anda cadı anaları evde yok­muş.

Kızlar, cadı annelerinin kızı bulmaması için ateşin yanında ona sabun ve yağ vermişler. Ve kı­za arkasından yağ atmasını, yol kayganlaşır, daha sonrada sabun atmasını, bu da su olur böylece an­nelerinin ona ulaşamayacağını anlatmışlar

Kız da. malzemeleri alarak eve doğru yola ko­yulmuş. Cadı eve gelince durumu sormuş ve du­rumu öğrenince kızın peşinden gitmiş. Kız cadı­nın arkasından geldiğini görünce, önce sabunu, sonrada yağı atmış, böylece cadı o anda bayılmış, kız da zar zor eve varabilmiş. Fakat cadı ertesi gün uyanınca, kızın evine gelerek kapıyı çalmış. O sıra­da içerde olan kızdan, her gün parmağının kanını ve yanında tuz istemiş. Bunu yerine getirmediği takdirde ise kapıyı kırıp, içeride kızı öldürme teh­didinde bulunmuş. Kız da çaresiz cadının dediğini yerine getirmiş.

Belli bir zaman geçtikten sonra, ağabeyleri kız kardeşlerinde çok zayıflama olduğunu görmüşler. Kız kardeşlerinden durumu anlatmasını istemiş­ler. O da başından geçenleri tek tek anlatmış. Böy­lece ağabeyleri içlerinden bir kardeşlerini eve sak­lamışlar. Cadı eve gelince, kardeşi oku çıkarıp ca­dıyı öldürmüş.

Bunun üzerine kız, tüm ağabeylerine bu cadı-

nın yedi kızı olduğunu ve kendilerinin bu kızlarla evlenmelerini istemiş, ağabeyleri de kız kardeşleri­nin dediğini yaparak bu cadının yedi kızıyla evlen­mişler.

Aradan epey zaman geçmiş. Kardeşler sabah evden ayrılırken kız kardeşlerine bazı tehlikeler­den dolayı tembihlemişler. Bu tembihte kız kar­deşlerinde su içerken, kesinlikle su içtiği testinin ağzını bir tülbentle bağlayıp, ondan sonra, o suyu içmesini istemişler. Böylece kız kardeşlerini suda­ki zararlı kurtçuklardan korunmasını sağlamaya çalışmışlar.

Fakat cadının kızları olan gelinler, kocalarının kardeşlerine olan sevgisini kıskmmış ve ona bir tu­zak kurmayı planlamışlar. Bunun için sudaki za­rarlı kurtçuklardan korunmak için bağlanan tül­bentle birlikte, cadının kızları, evdeki tüm tülbent ve bezleri saklamış ve kıza vermemişler. Bunun üzerine kız da suyu, testiye tülbent bağlamadan içivermiş o sırada gelinlerinin suya bıraktığı bir yı­lan kızın karnına girmiş.

Gel zaman git zaman kızın karnına giren yav­ru yılan büyümüş ve kızın karnında büyük bir şiş­kinlik yaratmış. Cadının kızları tam sırası diyerek kıza iftira atmışlar. Kızın ağabeylerine kızın hami-

le olduğu yalanını söylemişler. Kızın ağabeyleri de bu söze inanıp kızı öldürmeyi kararlaştırmışlar. Bunun için içlerinden en küçük kardeşlerini gö­revlendirmişler. Onun kız kardeşlerinin bir dağa götürüp öldürmesini ve kızın kanlı elbisesini is­temişler. Emin olmak için.

En küçük kardeş, kızı alarak dağa götürmüş. Tam kız kardeşini öldüreceği sırada kalbinde kar­deşine karşı bir acıma hissi duymuş ve onu öldür­mekten vaz geçmiş. Diğer kardeşlerine, kızı öldür­düğünü inandırmak için, kızın mintanından bir parça alarak kana bulamış ve kız kardeşini de dağ­da oluruna bırakmış.

Kız her ne kadar masum olduğunu kardeşleri­ne anlattıysa da, onları kendisine bir türlü inandı­ramamış. Ve kendisini yalnızca dağa bırakan kar­deşine: "Ah! Kardeşim! Ayağında bir yara çıksın ve kimse onu iyileştirenlesin. O yaranın tek dermanı ben olayım ve sende derman bulmak için bana ge­lesin, bana muhtaç olasın!" bu şekilde beddua et­miş. Daha sonra çaresizce dağı dolaşmaya başla­mış, kardeşi de oradan uzaklaşmış.

Kız gide gide çift süren bir çiftçiye rastlamış. Çiftçide kızı yanmOçağırmış ve kendisini burada hiç görmediğini söylemiş. Kız da başından geçen İcri çiftçiye tek tek anlatmış. Çiftçi kıza acıyarak, ona karnındaki yılan için çare düşünmüş. Tam o sırada tarlada, bir dikenin içinde bulunan, büyük bir yılan ona çaresini anlatacağını söylemiş. Yılan: "Kızı tavandan baş aşağı sarkıtmasını, bunu yapar­ken de başının altına tuz ve su katmasını çiftçiye söylemiş." Büyük yılanın altında aynı zamanda bir küp altın varmış.

Çiftçi kızı alarak eve gelmiş ve kızı bacakların­da tavana baş aşağı sarkıtmış ve başının altına tuz ve su koymuş. Bunun üzerine kızın karnındaki yı­lan, tuzu ve suyu almak için, kızın ağzından dışarı çıkmış. O sırada nöbet tutan çiftçi, yılanı görür görmez vurmuş ve öldürmüş, iyileşen kızı da ken­dine nikahlayarak onunla evlenmiş. Bir çok çocukları olmuş.

Kızın kardeşlerinin en küçüğüne ettiği beddua tutmuş. Küçük kardeşin ayağında büyük bir yara çıkmış. Kardeşi nereye baş vurduysa derdine çare bulamamış. Kardeş avarece dolaşa dolaşa kız kar­deşinin köyüne gelmiş. O sırada köyün çocukları bunun etrafında toplanmışlar. Bunu gören kız du­rumu merak edip kalabalığa doğru gitmiş. Bir bak­mış ki bu kendisini dağda yalnız bırakan kardeşi. Memen kardeşini alarak eve gelmiş ve ona bir ilaç yaparak ayağına sürmüş. İlacı sürer sürmez, ağabe­yinin .yarası anında iyileşmiş.

Daha sonra kız, başından geçenleri kardeşine anlatmış. Kardeşi, kıza yanlış davrandıklarından dolayı üzülmüş.

Bıı olaydan sonra çiftçi, kardeşi ve kız beraber­ce çalılıklarda bulunan ve altında hazine olan, bü­yük yılanı öldürmeye gitmişler. Tarlaya varıp yıla­nı bulmuşlar ve orada yılanı hemen öldürüp, altın­daki bir küp altını almışlar.

Kızın en küçük kardeşi de diğer ağabeylerinin yanına giderek durumu anlatmış. Bunun üzerine kardeşler birlik olup, cadının yedi kızını öldür­müşler ve kız kardeşlerinin yanma gelmişler. Ora­da altınları alarak hep beraber, bir daha ayrılma­mak üzere mutlu bir hayat sürmüşler.

İnek İle Canavar

Ewel zamanda hiç evlat sahibi olmamış bir karı koca varmış .Köyden şehirden uzakta, ıssız bir yerde kendi başlarına ya-şarlarmış. Bu karı koca çocuk sahibi olamadıkları için çok üzülürlermiş ve kendilerinden başka kimseleri olmadığı içinde birbirlerine çok bağhlarmış. Yalnızlığın verdiği üzüntüyle bir gece ağlaya sızlaya Allah'a yalvarmışlar ve kendileri için bir can yol­daşı istemişler.

Bir sabah uyandıklarında bakmışlar ki kapı eşi­ğinin önünde heybetli güzel bir ve inek bekliyormuş.ineğin sahibi olup olmadığını anlamak için çevreyi aramışlar taramışlar,oraya buraya seslen­mişler fakat bakmışlar ki hiç seslenen kimse yok.Buna çok sevinip ineğin yanma gelmişler.İne­ğin karnını iyice doyurmuşlar ve güzelce tımar et­mişler. Ardından da inek için rahat bir yer yapmış­lar.

Bu kan koca ineğin yanma her geldiklerinde onunla,İçişi oğluyla konuşur gibi konuşurlarmış,sevip okşarlarınış.Buna karşılık akıllı inekte onları çok severmiş.

İnek her sene yavrular ve kazan dolusu süt ve­rirmiş.Evin hanımı da sütün kendilerine yetecek kadar olanını ayırdıktan sonra,fazla gelen sütü ko­cası şehir pazarına götürüp satarmış.Yavru buzağı­ları da büyüyünce satar ve böylece geçimini sağlar­mış.

Günlerden bir gün evin hanımı çok hastalan­mış ve o hastalığından dolayı ölmüş.Hanımın öl­mesi üzerine hem kocası hem de inek çok üzül­müş ve ağlamışlar.

Karısının ölümünden sonra adam yalnızlıktan sıkılmış ve evlenmeye karar vermiş.Sonunda arzu­suna kavuşup evlenmiş.Fakat evlendiği yeni kadın inatçı ve yaramaz bir kadınmış.

Bu kadın her şeye bir bahane bulur ve hiçbir şeyi beğenmezmiş. Evin düzenini de kafasına göre değiştirmeye başlamış. Kocasının ineğe gözü gibi bakıp, sevgi göstermesini de gizli gizli takip eder­miş.

Bir gün kadın dayanamamış ve kocasına bu ineği neden bu kadar çok sevdiğini sormuş. Adam da ineğin durumunu anlatmış. Adam, karısının ve kendisinin bu ineği çok sevdiklerini ve karısının ölmeden önce ineğe iyi bakmasını vasiyet ettiğini yeni karısına anlatmış.

Yeni kadının da bunun üzerine ineğe karşı olan kıskançlığı artmış ve böylece ineği ortadan kaldırmaya karar vermiş. Çünkü kocası, ineğin ya­nına her gidişinde ölen karısını hatırlar ve ineği öylece severmiş. Aynı zamanda inek yeni kadını hiç sevmez yanına yaklaştırmazmış.

Bu inek, süt vermesinin yanında evini her tür­lü düşmandan da korurmuş. İnek bu eve geldiğin­den beri bu karı kocanın evini her gece yoklayan bir canavarı görürmüş. Bu canavar, her gece evin yanına gelir, içeriye girmeye çalışırmış fakat her gelişinde inek canavarı korkutup kaçırırmış. Bu olaydan ne adamın ne de kadının haberi varmış. Çünkü canavar yalnız geceleri gelirmiş.

Bir gün yeni kadın, kocasına ineğin çok huy­suz olduğunu bir türlü yanma yaklaşamadığını söylemiş ve ineği satmasını istemiş. Adam yeni ka­rısına kızarak, ineğin ölen karısının yadigarı oldu­ğunu ve bunun içinde asla satmayacağını söylemiş. Karısı ne zaman ineği, kocasına şikayet etse hep azarlanılmış.

Yeni kadın inekten kurtulamayacağını anlayın­ca kocasına karşı hile yapmayı düşünmüş ve yalan­dan hastalanıp yatağa girmiş. Hiç yemez, konuş­maz bu halde yorgana sarılıp günlerce yatıp dur­muş. Ne ilaç ne doktor bu kadını ayağa kaldırama­mış. Kocası da karısının durumuna çok üzülür, onu öleceğinden korkarmış.

Bir gün adam, yeni karısına iyileşip ayağa kalk­ması için kendisinden ne isterse onu yerine getire­ceğini söylemiş. Kadın da ancak evdeki ineğin etinden yerse iyileşeceğini kocasına söylemiş. Bu­nun üzerine kocası çaresiz isteğini kabul etmiş.

Adam ertesi gün ineği kesip bir kazan dolusu et kavurmuş ve yeni karısına bundan yedirmiş. Adamın karısı eti yiyince iyileşmiş ve gülüp oyna­maya başlamış. Kocası da karısının iyileştiğine çok sevinmiş.

Bir gece vakti bu karı koca uyurlarken, dağ ca­navarı yine gelip kapısına dayanmış. Etrafına ba­kınca, kendisini her gelişinde korkutup kaçıran ineğin artık olmadığını görmüş.Bundan faydala­nan canavar kapıyı kırıp eve girmiş ve yataklarında uyuyan kan kocayı parçalayarak yemiş.

Değirmenci İle Tilki

Bir zamanlar değirmencilik yapan Hasan Lahnu adında bir adam varmış. Bu adam her akşam değirmenini güzelce temizlermiş. Bir gün değirmeni temizlemeyi unutmuş. Akşam olunca bir tilki gizlice değirme­ne girip değirmendeki tüm unları yalayarak yemiş.

Hasan Lahnu değirmeni açınca bakmış ki un­lar hep yenmiş. Kimin yediğini öğrenmek içinde o akşam değirmende saklanmış. Tilki tekrar gelip unları yiyeceği an, hemen ensesinden yakalayıvermiş.

Tilki can havliyle yalvarmaya başlamış:

"Hasan Lahnu ne olur beni öldürme. Eğer be­ni öldürmezsen söz veriyorum sana bir kadın bu­lup seninle evlendireceğim." Demiş.

Bekar biri olan değirmenci, buna sevinerek til­kiyi serbest bırakmış. Tilki oradan uzaklaşarak bü­yük bir köşke gelmiş. Bu köşkün sahibinin güzel bir kızı varmış. Tilki köşkün sahihine, kızıyla ev­lenmek için, köşk sahibi, çok zengin bir bey tanı­dığını ve köşkün sahibinin kızını bu beyle evlen­dirmesini tavsiye etmiş.

Köşk sahibi; kızın babası bu teklifi sevmiş ve tilkiye:

Git şu zengin beyi getir de bir görelim demiş.

Tilki hemen hasan Lahnu'nun yanını gelmiş ve durumu ona anlatmış. Değirmenci ile tilki be­raber, yanlarına da bir at almak suretiyle köşke doğru yola çıkarlar.

Sen şuradaki suya gir yıkan, bende hemen el­biselerini ata bindirip atı salıvereceğim der.

Değirmenci suya çırılçıplak girer. Tilkide he­men dediklerini yaparak kız alacakları köşke varır, köşk sahibine olayı anlatarak, Hasan Lahnu'ya aci­len elbise ister. Köşk sahibi de elbiseleri verir, tilki de elbiseleri değirmenciye getirerek onu paşalar gibi giyindirir. Tilki ile değirmenci, köşke yakın bir yere vardıklarında, tilki Hasan Lahnu'ya:

Köşkte sakın fazla yemek yeme, der. Değir­mencide peki der.

Sonunda köşke varırlar. Köşkte her türden ye­mek yapılır. Sonrada ihtişamlı bir sofra kurulur. Hasan Lahnu yemeklere dayanamayarak, tilkinin tavsiyesini de unutup/azladan yer.

Hasan Lhnu'nun tuvalet ihtiyacı gelir, dayana­mayarak altına eder. Tilki tekrar değirmencinin yanma gelerek, önce ona fazla yemek yediği için kızar ve olayın duyulmaması için bir oyun düşü­nür.

Tilki hemen değirmenciye köşkün küçük ço­cuğunu kucağına almasını söyler. Değirmenci de­nileni yapar ve çocuğu kucağına alır. Çocuk so­nunda altına eder ve değirmencinin üstünü batırır. Bunu fırsat bilen tilki hemen Hasan Lahnu'nun hamama gönderilmesi gerektiğini söyler. Köşk sa­hibi denileni yapar ve değirmenci güzelce temizle­nir.

Sabah olunca köşk sahibi kızını vermeyi kabul edip, Hasan Lahnu'nun köşkünü görmek ister. Tilki yine bir oyun düşünmeye başlamış.

O civarda yalnız başına yaşayan köşk sahibi zengin bir koca karı varmış. Tilki hemen kadına varıp:

Etrafta askerler kaynıyor, eğer saklanmazsan gelip seni öldürürler demiş.

Yaşlı kadın korkup:

Peki nasıl ve nereye saklanayım, demiş.

Tilki:

Eğer şuraya saklanırsan, senin üzerini çalılık­larla örterim, o zaman kimse seni göremez demiş. Nine teklifi kabul etmiş, tilkide onu yere yatırıp, üzerine çalılar örtmüş.

Tilki daha sonra gelini ve değirmenciyi koca­karının boşalttığı köşke yerleştirmiş. Kızın babası da köşkün sahibinin değirmenci olduğunu sanıp, onunla böyle zengin olduğu için gurur duymuş.

Tilki daha sonra gidip kocakarının saklandığı yeri ateşe vermiş kocakarı da yanarak ölmüş, köş­kte değirmenciye kalmış.

Aradan belli bir zaman geçtikten sonra, değir­mencinin eşi hastalanmış ve illa da o tilkinin etin­den yemek isterim diye tutturmuş. Değirmenci:

"Hanım o bizim hayatımızı kurtardı, bizi zen­gin edip bu duruma getirdi. Böyle bir durumda bu tilkiyi nasıl keseriz" demiş.

Hasan Lahnu hanımının sözlerine dayanama­yarak, tilkiyi kesip hanımına yedirmiş.

Yapmış olduğu tüm iyiliklere rağmen, tilki ca­nını kurtaramamış.

Değirmenci ve hanımı da mutlu bir hayat ya­şamışlar.

Nine İle Kedi

Zamanında bir nine ile bir kedisi varmış. Nine kediye:

Gel seninle kardeş olalım, demiş. Kedide bu teklifi kabul etmiş.

Nine bir gün kediye:

Ben hamama yıkanmaya gidiyorum, sen şu ineği sağ ve sütü alıp oraya koy demiş. Kedi de ta­mam demiş.

Nine hamama gidince, kedi ineğin sütünü sağ­mış, sonrada bir güzel içmiş ve ambarın üzerine çıkıp, bir güzel uyumaya başlamış.

Derken nine eve gelmiş .Bakmış ki bütün sütü kedi içmiş, sonra kediyi arayıp ambarda yatarken bulmuş. O an nine eline bîr satır alarak, kedinin kuyruğuna vurup koparmış. Kedi can havliyle ni­neye:

Ne olur nine bir daha yapmayacağım, yeter ki şu kuyruğumu ver, demiş.

Nine:

Eğer sütü bulup getirirsen sana kuyruğunu veririm demiş. Kedi çaresiz bir ineğin yanma git­miş ve:

İnek kardeş ne olur bana süt ver, bende sütü alıp nineye götüreyim, nine de bana kuyruğumu versin, demiş.

İnek:

Bana ot getir, bende sana sütümü vereyim, demiş.

Kedi çaresiz oradan ayrılıp, ot almak için bir tarlaya varmış.

Ne olur tarla kardeş bana ot ver, bende ineğe vereyim, inek bana süt versin, bende sütü alıp ni­neye vereyim, ninede bana kuyruğumu versin, de­miş.

Tarla:

Eğer bana su verirsen bende sana ot veririm, demiş.

Kedi tekrar çaresiz su bulmak için pınarın ba­şına gelmiş.

Kedi:

Pınar kardeş, bana su ver bende tarlaya vere­yim, tarlada bana ot versin, bende otu ineğe vereyim, inek bana süt versin, bende sütü alıp nineye vereyim, ninede bana kuyruğumu versin, demiş.

Pınar:

Eğer üzerimde kızları raks ettirirsin sana su­yumu veririm, demiş.

Kedi bu defa kızların yanma gitmiş ve:

Hey kızlar! Ne olur pınarın başında raks edin, pınar bana suyunu versin, bende suyu tarlaya vere­yim, tarla bana ot versin, bende otu ineğe vereyim, inek bana süt versin, bende sütü nineye vereyim, ninede bana kuyruğumu versin, demiş.

Kızlar:

Eğer bize kırmızı pabuç alırsan, o zaman gi­der pınar başında raks ederiz demişler.

Kedi kırmızı pabuç almak için çaresiz doğruca çerçiye gitmiş.

Kedi çerçiye:

Çerçi kardeş, ne olur bana kırmızı pabuç ver, bende pabuçları kızlara vereyim, kızlarda pınar başında raks etsinler, pınar bana suyu versin, ben­de suyu tarlaya vereyim, tarla bana ot versin, ben­de otu ineğe vereyim, inek bana süt versin, bende sütü nineye vereyim, nine bana kuyruğumu ver­sin, demiş. Çerçi:

Eğer bana yumurta getirirsen, bende sana kırmızı pabuç veririm, demiş

Kedi çaresizce tavuğun yanına gider ve tavuğa: -Tavuk kardeş bana yumurta ver, bende yu­murtayı çerçiye vereyim, çerçi bana kırmızı pabuç versin, bende pabuçları kızlara vereyim, kızlar pı­nar başında raks etsin, pınar bana suyu versin, ben­de suyu tarlaya vereyim, tarla bana ot versin, ben­de otu ineğe vereyim, inek bana süt versin, bende sütü nineye vereyim, nine bana kuyruğumu ver­sin, demiş.

Tavuk:

Eğer bana yem verirsen bende sana yumurta veririm, demiş.

Kedi de yemi bulmuş ve tavuğa vermiş, tavuk­ta ona yumurta vermiş, yumurtayı çerçiye vermiş, çerçi kırmızı pabuçları vermiş, o da kırmızı pabuç­ları kızlara vermiş, kızlar pınar başında raks etmiş­ler, pınar suyu vermiş, kedi de suyu alıp tarlaya vermiş, tarla otu vermiş, kedi otu ineğe vermiş, inek sütü vermiş, kedi de sütü alıp nineye vermiş, nine de kediye kuyruğunu vermiş.

Böylece kedi kuyruğunu alıp sevinçle oradan uzaklaşmış.

Pahmak Çocuk

Ewel zaman içinde bir karı- koca yaşarmiş. Bu karı-kocanın hiç çocuğu olmaz­mış. Günlerden bir gün kadının kocası

tarlaya çift sürmeye gitmiş. Yemek vakti geldiğin­de, kadın olmadığından yakınmaya başlamış ve kendi kendine: "Ah! Şimdi bir oğlum olsaydı, ko­cama yemek hazırlar, oda götürürdü" demiş.

Bir gün komşusu bu kadına bir avuç nohut alıp beşikte sallarsa, kadının bir çok çocuğu olaca­ğını söylemiş. Kadın da komşu kadının dediklerini yapmış ve boş beşiğe nohut katıp sallamaya bağla­mış. Sonra kadın birde bakmış ki gerçekten nohut­ların hepsi çocuk oluvermiş. Yalnız her nohut bir çocuk olduğundan kadın, hemen süpürgeyle sü­pürüp hepsini ateşe atmış. O sırada bir tanesi de kadından kurtularak saklanmış.

Kadın, tüm nohutları süpürdükten sonra bir de bakmış ki hiç çocuk kalmamış. Daha sonra yaptıklarına üzülmüş. Derken tam bu sırada parmak çocuk ortaya çıkmış ve

"Anne! Ben buradayım. Sen kardeşlerimi ateşe atarken ben saklandım."demiş.Annesi bir oğlu kal­dığına sevinmiş ve hemen yemek yapıp kocasına Parmak Çocukla göndermiş.

Parmak Çocuk, yemeği alıp çift süren babası­na getirmiş. Lakin babası olanlardan habersiz, şaş­kın bir halde çocuğa sormuş. Oğlu da babasına olanları uzun uzun anlatmış.

Babası yemeğini yerken, Parmak Çocuk, su iç­mek için oradan ayrılıp bir pınarın başına gelmiş. Pınardan su içtikten sonra bakmış ki yanı başında büyük bir elma ağacı var. Hemen elma yemek için ağaca tırmanmış elma kopararak yemiş.

Parmak Çocuk ağaçtayken bir kocakarı ağacın dibine gelmiş ve Parmak Çocuktan elma istemiş. Çocuk elmayı kocakarıya atrmş. Kocakarı : "Oğ­lum ninen sana kurban! Bu attığın çamura düştü, bir elma daha daha ver" demiş. Parmak Çocukta tekrar bir elma koparıp aşağıya atmış. Kocakarı "Oğlum ninen sana kurban! Bu attığın çamura düştü, hele şöyle gel de ninene bir elma ver."de­miş.

Parmak Çocuk da aşağı inip elmayı vereceği annine, Parmak Çocuğun kolundan tutup yakalamış ve bir çuvala koyup ağzını bağlamış.

Kocakarı, çuvalı sırtlayıp epey yol aldıktan son­ra susamış. Su içmek için bir pınarın başına gitmiş. Bu durumu fırsat bilen Parmak Çocuk, hemen çuvalı yırtıp kaçmış. Kaçarken de çuvalın içine taş ve diken katmış.

Kocakarı, su içip çuvalı sırtlamaya başlamış. Bakmış ki çuval ağırlaşmış. Ardından Parmak Ço­cuğa seslenerek: "Oğlum! Niye böyle ağırlaşıyör-sun. Yaşlı ninene yazık değil mi?" demiş.

Kocakarı,biraz daha yol aldıktan sonra, bu se­ferde beline dikenler batmaya başlamış. Tekrar Parmak Çocuğa seslenerek: "Oğlum! Niye nineni çimdikliyorsun. Yaşh ninene yazık değil mi?" de­miş.

Sonunda kocakarı evine varmış, çuvalı açmış fakat birde bakmış ki çuvalın içinde hep taş ve di­ken var. Kocakarı, bu duruma çok sinirlenerek tekrar elma ağacının dibine gelmiş ve bakmış ki Parmak Çocuk ağaçta elma yiyor.

Parmak Çocuktan tekrar elma istemiş, böylece onu kandırarak yakalamış ve bir çuvala katmış. Kocakarı, bu defa hiçbir yere ayrılmadan eve kadar çuvalı taşıyarak getirmiş.

Bu koca karının evinde Ayşe adında bir kızı varmış. Kızını çağırıp Parmak Çocuku pişirmek için kazanda su kaynatmasını emretmiş. Kız da de­nileni yapmış fakat kocakarı bir ara oradan ayrılın­ca Parmak Çocuk, kızı yakalayıp kazana atmış ken­disi de tavandaki sütunlara çıkıp saklanmış.

Kocakarı tekrar gelince bakmış ki etler kaynı­yor. O sırada Parmak Çocuk, nineye seslenmiş. Nine de yukarı bakınca Parmak Çocuğu görmüş ve gözlerine inanamayarak:

Oğlum oraya nasıl çıktın ninene de anlat, de­miş.

Parmak Çocuk:

Önce sacı kızartıp üstüne çıktım. Sonra da kı­zarmış bir demiri boynuma atıp buraya çıktım. Sen de aynısını yaparsan yanıma gelebilirsin, de­miş.

Kocakarı da ona inanıp kızgın sacın üzerine çı­kınca hemen orada yanıvermiş. Böylece Par­mak Çocuk fakir olan ailesini, zengin olan kocaka­rının evine taşıyarak bir ömür mutlu bir hayat sür­müşler.

Bacı İle Kardeş (Geyik)

Evvel zamanda bir oduncu ailesi varmış. Babalan dağlardaki ormanlardan odun kesip satarmış. Bu ailenin biri oğlan biri kız iki evladı varmış: kız, oğlanın ablasıymış. Bir zaman sonra bunların anneleri ölür. Babalan yeni bir kadın ile evlenir. Bu kadın meğer sihirbazmış. Yaptığı sihirlerle ne istiyorsa ona kavuşurmuş.

Bu kadın, bacı ile kardeşi hiç sevmezmiş ve onlardan kurutulmaya karar vermiş. Bir gün ken­disinin söylediklerini yapsın diye kocasına büyü yapmış ve bacı ile kardeşi dağlara bırakıp gelmesi­ni istemiş: nasıl olsa canavarların iki korumasız ço­cuğu yiyeceklerini ve böylece kendisinin çocuklar­dan kurtulacağını düşünmüş. Ne yapması gerekti­ğini kocasına bir bir tarif etmiş ve bir sabah erken­den onları dağlara göndermiş.

Adam dağlara varınca çocuklar için bir hayme yapmış ve onlara: "Ben ağaç kesmeye gidiyorum, tekrar yanınıza dönünceye kadar beni bu hayme-nin altında bekleyin ve asla haymeden dışarı çık­mayın" demiş. Çocuklarda haymeden dışarı çık­mayacaklarına dair babalarına söz vermişler.

Adam dışarı çıkınca yanında getirdiği boş ka­bağını gizlice haymenin bir köşesine asmış ve dö­nüp gitmiş.

Rüzgar estikçe boş su kabağı haymenin ağacı­na vurur ve tak-tak ses verirmiş. Bu sesi duyan çocuklar "Babamız bize yakın bir yerde ağaç kesiy-or,"deyip avunuyorlarmış. O gün hava kararana kadar hiç haymeden' çıkmayıp babalarını bekle­mişler. Sn kabağının sesini balta sesi sanırlarmış. Akşam olmaya başlayınca babamız gelip bizi alır diye sevinirlermiş.

Karanlık iyice çökünce bacı ile kardeş telaşlan­mış. Babalarını merak edip korkmaya başlamışlar. En sonunda kız kardeş babasına seslenmek için haymeden dışarı çıkmaya karar verirmiş ve dışarı çıkınca haymeye çarpıp duran boş su kabağını gör­müş. Bacı babalarının kendilerini kandırdığını, dağlara terk edip gittiğini anlamış.

Bacı ile kardeş artık eve dönmeye karar ver­mişler ve el ele tutuşup gecenin altında yollara düşmüşler. Epey yol kat etmişler ve bilmedikleri bir diyara varmışlar. Yollarına devam ederlerken erkek kardeş çok susamış: etraflarını aramışlar ama hiç su bulamamışlar. Öylece yürürlerken önlerine geyiklerin izi çıkmış. Bu geyik ayak izlerinin için­de birikmiş su varmış. Erkek kardeş o kadar çok susamış ki; yere eğilip o suları içmiş kardeş artık hem insanların hem de hayvanların dilini biliyor­muş. Aynı bir geyik gibi görür, işitir ve koşannış. Geyikler gibi güçlüymüş.

Bacısına: "Ağlama bacı kimse bizi yakalayıp za­rar veremez." Demiş. Ve bacısını sırtına bindirip yola düşmüş. Yolda bir geyik sürüsüyle karşılaş­mışlar. Bu sürünün geyikleri merakla geyik kardeş ve bacının yanma toplanmışlar ve hallerini sor­muşlar. Geyik kardeş olanı biteni anlamış.

Geyikler, geyik kardeşe bu diyardan gitmeme­lerini, burada emniyette olacaklarını söylemişler ve geyik kardeşe sihirli bir ağacın yerini tarif et­mişler. O ağacın olduğu yerde güzel yiyeceklerin ve suların olduğunu anlatmışlar. O sihirli ağacın bacısını saklayıp, koruyacağını söylemişler

Geyik kardeş bu habere çok sevinmiş ve bacı-sıyla o ağacın yanına gitmiş. Bu ağacın dibinde buz gibi sular akarmış. Dallarında çeşit çeşit meyve varmış. Gövdesinden bal ve süt çıkarmış. Gölge­sinde sürülerce hayvan dinlenir, bu ağaçtan beslenirlcrmiş.

Sihirli ağaç geyik kardeşten durumlarını sor­muş. Geyik olan kardeşte başlarına ne geldiyse ona bir bir anlatmış. Sihirli ağaçta onlara artık kendisi­nin evladı olduklarını ve hiç üzül memelerini söy­leyip kız kardeşi almış ve en üst dalarına yerleştir­miş.

Geyik kardeş diğer geyiklerle gezer dolaşır ve her gün gelir bacısını görürmüş ve bacısını sırtına alıp beraberce ormanda gezerlermiş.

Zaman geçtikçe bu iki kardeş büyümüşler. Kız kardeş ay gibi güzel olmuş.

Bir gün bir bey oğlu avlanmaya çıkmış ve ko­valadığı hayvanların peşi sıra ta o diyara gelmiş ve önünden kaçan hayvanları takip ederek büyük ağacı bulmuş. Ağacı görünce çok korkmuş ve şa­şırmış. Onun sihirli bir ağaç olduğunu anlamış. Bey ve adamları korkularından ağacın yanına yaklaşamazlafmış.

Bey uzaktan ağacı gözlerken üzerindeki kız kardeşi görmüş ve hemen ona aşık olmuş. Kızın güzelliğinden gözlerini ayıramazın iş. Bey oğlu uzaktan kıza seslenmiş: "Şu üzerinde durduğun ulu ağacın sihirli olduğunu anladım. Ama senin ne olduğunu bilemedim. Peri misin? İnsan güzeli misin? Kız bey oğluna cevaben "Ben insanoğlu-yum" demiş. Beyoğlu da ona aşk olduğunu söyle­miş ve kendisiyle gelmesini söylemiş. Bey oğlu bunları söyleyince kız utanmış ve büyük ağacın dallan arasına saklanmış.

Büyük ağaç hiç karışmadan bunları seyreder­miş. Bey oğlu uzun zaman kızın çıkmasını bekle­miş ama kız çıkmayınca oradan çekilmiş ve orma­nın bir köşesine adamlarıyla beraber yerleşmiş. Ya­kaladığı bütün hayvanları azat etmiş. Bu arada kız da Bey oğluna aşık olmuş.

Geyik kardeş olanları Öğrenince bacısına Bey oğluyla evlenmesi için izin vermiş/Kız kardeş Bey oğluyla evlenmeyi istermiş ama geyik kardeşinden, ulu ağaçtan ve o güzel diyardan ayrılmaya gönlü hiç razı olmazmış. İnsanların içine gireceği için geyik kardeşini bir daha göremeyeceğinden kor-karmış. Bunun için Bey oğlu ne zaman kendisini görmek için ulu ağacın yanma gelse gizlenir ken­disini hiç gösterin ezmiş.

Kız kardeş bir zaman sonra geyik kardeşiyle si­hirli ağacın öğütlerine ve Bey oğluyla evlenmeyi kabul eder. Geyik kardeş her gece gizlice gelip bacisim göreceğine dair söz verir. Kız kardeş ağaçla vedalaşıp Bey oğluyla yola çıkar.

Bey oğlunun memleketindeki herkes kız kar­deşin güzelliğine hayran kalır. Bey'lerinin böyle güzel bir kızla evleneceğine çok sevinirler. Bey oğ­luyla kız evlenirler.

Geyik kardeş her gece gizlice sarayın bahçesi­ne gelir ve bacısını ziyaret eder. Bey oğlunun sara­yında kara yüzlü, kara yürekli, karga sesli, al karası gibi hizmetçisi bir kadın yaşar ve bu kadın kızı sev-mczmiş. Bu kara kadın gizlice Bey oğlunu sever­miş. Fakat oğlanın kendisini almayacağını bildi­ğinden üzüntüsünden kahır olurmuş.

Bu kötü niyetli hizmetçi; kızı ortadan kaldır­maya karar vermiş. Bir gün Bey oğlunun hanımı­na, şehrin ortasından geçen büyük nehri ve etra­fındaki güzelliklerini anlatır; şehrin bütün kadın­larının bu nehre gelip çamaşır yıkadıklarını söyler. Güzel gelin, hizmetçinin anlattıklarından büyük nehri :çök merak eder ve görmek ister.

Kız kardeşle kötü hizmetçi, nehrin kenarına inerler ve gezmeye başlarlar. Güzel gelin; hem nehrin manzarasını, hem çamaşır yıkayan kadınla­rı seyrederken hizmetçi, kadın da onu suya itmek için fırsat kollar ve sonunda bir fırsatını bulup onu hızlı akan suya atar. Sonrada "Hanımım suya düş­tü yetişin!" diye bağırmaya başlar. Halk kızı suda aramaya başlar ama onu bulamazlar.

Meğer kız suya düşünce onu dev bir balık yut­muş .

Hizmetçi kadın saraya gelir ve yalancıktan fe­ryat edip, hanımın suya düştüğüne dair üzüntüsü­nü göstermeye çalışır, feryat figanla çığlıklar atar. Bey oğlu ise olup bitenlerden çok üzülmüş ve ka­rısına sahip çıkmadığı için dert yanmış.

O gece geyik kardeş bacısını görmek için has bahçeye geldiğinde onu bulamaz, bacısına seslenir ama cevap alamaz. Bacım belki uykudadır deyip geri dönermiş.

Hizmetçi kadınsa o gece uyumamış ve uyuma­dığı için insan gibi konuşan geyik kardeşi görmüş. Geyik kardeş gittikten sonra hemen bahçeye in­miş, her yeri talan edip bahçeyi harabeye çevirmiş. Sabah olunca saraydakilcrc has bahçeye geyik kılı­ğında birinin dadandığını, bahçeyi onun bu hale soktuğunu anlatmış.

Bey oğlu adamlarına eğer o geyik bu gece bir daha gelirse hemen yakalayıp öldürmelerini söyle­miş. Geyik kardeş saraydan ayrıldıktan sonra o gün kuşlardan bacısının başına gelenleri öğrenmiş ve çok ağlayıp sızlanmış. Kara hizmetçiden intikam almak için gece saraya gelmiş ve dayanamayıp has bahçeye girmiş. "Bacım! Bacım!" diye feryat etme­ye başlamış.

Pusuda bekleyen saray muhafızları hemen ge­yik kardeşin üzerine atılıp onu kesmişler. Geyik kardeş kanlar içinde kalınca, genç bir insanoğlu olup çıkmış. Onu kesen muhafızlar çok korkmuş­lar. Hemen oradan kaçıp beylerine durumu haber vermişler. Bey oğlu hemen durumu öğrenmek için has bahçeye gelir. Bahsedilen delikanlıyı gö­rünce ona olan durumu sormuş. Geyik kardeşte olup biten tüm olayları Bey oğluna anlatmış.

Bey oğlu anlatılanlar üzerine hemen harekete geçip, hizmetçisini yakalayıp zindana atmış. Daha sonra halkla beraber nehre inip beraberce büyük balığı aramaya başlamışlar.

Balık kızı nehrin bir kenarına bırakmış. Halkta kızı nehrin kenarında bulmuş ve Beylerine teslim etmişler. Ierkes mutlu ve güzel bir hayat sürme­ye başlar. Saraya döndüklerinde ise Bey, kötü hiz­metçi kadının başını vurdurup öldürmüş.

Bir Baba İle Yedi Kız

Ewel zamanda bir baba ile yedi kızı varmış. Bir gün bu babanın askerlik kağıdı gelmiş. Babanın askere gitmesi gerekiyor ama babaların askere gitmeye hiç gönlü yokmuş. Bunun için kızlarını teker teker çağırıp durumunu anlatmış

En büyük kızdan en küçük kıza kadar herkes babalarıyla görüşmüş fakat askerlik çağırma kağı­dını babalarının suratına çarpıp, bir sürü de haka­ret ederek yanından ayrılmışlar.

Sıra en küçük kıza gelmiş. Küçük kız ablaları gibi babasına hakaret etmeyerek, babasını bu üzüntüsünden kurtaracağını söylemiş. Bunun için babasının yerine askere gidebileceğini kabul etmiş.

Küçük kız, asker elbiselerini giymiş, başına da şapka takarak, saçlarını erkek saçı gibi kestirmiş ve böylece erkekmiş gibi askere gitmiş.

Askerdeki erkek arkadaşları bunun kız olduğunu hiç bilememişler, Yalnız içlerinden biri bu kız­dan şüphelenmiş. Bunun için kızın, gerçekten er­kek olup olmadığını öğrenmek için onu bazı imti­hanlara tabi tutmayı kararlaştırmış.

Bunun için kıza, nehirde yüzmeyi önermiş. Fakat kız oğlanın ısrarlarına rağmen, bazı mazeret­ler öne sürerek yüzmemiş.

Oğlan bu sefer, kızı yüzdüremeyeceğini anla­yınca, ona bir kavak ağacının üzerine çıkmayı önermiş. Kız bu teklifi kabul etmiş ve tam bir er­kek gibi ağaca ustalıkla tırmanmayı başarmış. As­ker arkadaşı da onun kız mı erkek mi olduğuna dair var olan şüphesi yok olmamış.

Kızın asker arkadaşı bu defa, bir dağ başında boncuk olduğunu, söylemiş ve kıza oraya gitmeyi önermiş. Eğer kız olursa kadınlık zaafından dolayı tüm boncukları hemen alacağını sanmış asker ar­kadaş. Kız, asker arkadaşının bu teklifini kabul et­miş ve beraber o dağa doğru gitmişler.

Beraber dağa varıp, boncuklan görmüşler. Fa­kat kız, oğlanın oyununu bildiği için. Tüm bon­cuklara saldırmamış sadece bir boncuğu ağzına koymuş.

Boncuk o anda kızın dişleri arasına girmiş. Kı­zın, asker arkadaşı ne yapıp ettiyse bir türlü dişler arasına giren boncuğu çıkartamamış.

Derken gel zaman git zaman kızın teskere vak­ti gelmiş. Tabii bu vakte kadar, onun kız olduğu­nu kimse anlayamamış. Kız teskeresini alıp, köyü­ne gelirken yolda arkadaşının kendisinin ne oldu­ğunu çözemediği için sevinmiş ve onu kandırdığı için yolda arkadaşıyla alay edercesine maniler oku­yormuş.

Kız köyüne varmış, babası da onu kucaklayıp takdir etmiş.

Kızın askerdeki yakın arkadaşı sivil hayatında çerçiymiş. Bu çerçi koy köy dolaşırken, bir gün te­sadüfen bu kızın köyüne rastlamış. Çerçinin geldi­ğini duyan köy kızları çerçinin başına üşüşmüşler. Çerçinin askerdeki kız arkadaşı da oraya gelmiş ve o anda gülümsemiş. Tabii gülümserken, çerçi kı­zın dişleri arasına sıkışmış boncuğu görmüş ve onu hemen tanımış. Çerçi, kızı hemen gidip baba­sından istemiş. Babası da kızı çerçiye vermiş.

Düğün akşamı çerçi, kızın kendisini askerde kandırdığı için öldürmeye karar vermiş. Bu sırada kız da kendisinin öldürüleceğini haber alınca, he­men bir tulumun içersine pekmez katıp. Yatağa koymuş ve üzerinde bir yorganla örtmüş. Çerçi içeriye girip, eline geçirdiği bıçakla tuluma saplamış ve kadının kanı diye pekmezi içmeye başlamış ve kendi kendine: "Bu kızın kanı ne de tatlı" de­miş.

O sırada saklanmakta olan kız, ortaya çıkmış ve durumu adama anlatmış. Adamda kızı bağrına ba­sıp beraberce mutlu bir hayat sürmüşler.

Avcı Memet

Ewel zamanda Avcı memet denilen cesur, güçlü ve yoksul bir adam yaşarmış. Avcı Memet'in karısı bir gün Ölmüş. Karısı ölünce Avcı Memet küçük bir oğluyla yalnız yaşa­maya başlamış.

Avcı Memet geçimini diyar diyar dolaşarak av­lanmakla gcçirirmiş.

Bir gün bir köye Avcı Memet misafir olarak gitmiş. Bu köyde önüne ilk çıkan evin kapısını çal­mış ve o ev ahalisince eve misafir olarak kabul edilmiş. Bu evde iki yaşlı insan ve bu ihtiyarların bir de çocukları varmış. Bu evde yaşayan insanla­rın yalnız bir derdi varmış: Bulundukları bu köye bir ejderha müptela olmuştur. Bu ejderha bu köye gelir ve her yıl köy erkeklerinden birinin kafasını koparıp alırmış

Bu ejderha bir gece köye gelirken Avcı Memet 'in misafir olduğu eve gelmiş. Evdeki anne ve baba ise çocuklarını ejderhaya kaptırmak istemiyorlarmış. Bunların bu acıklı durumuna Avcı Memet acıyıp, ejderhanın yanına çocuk yerine kendisi git­miş. Köyün üstündeki tepede ejderhayı sabaha ka­dar beklemiş ve sonunda ejderha gökten inerek Avcı Mcmct'e saldırmış.

Ejderha saldırdığı zaman. Avcı Memet ona karşı koymak için kılıcını çıkarıp öyle bir savur-muş ki ejderha bir şey yapamamış. Daha sonra Av­cı Memet canavarın kollarından birini kesmiş. Bu­nun üzerine ejderha korkup Avcı Mcmet'in yanın­dan kaçmış. Ejderhanın geriye bıraktığı kesik ko­lun üzerinde bir altın bilezik varmış. Avcı Mcmet bu altın bileziği alıp gece misafir kaldığı evdeki ih­tiyarlara hediye etmiş.

Ev sahipleri aldıkları bileziği götürüp satmaya karar vermişler. Fakat bu altın bilezik o kadar paha biçilmez değerdeymiş ki; ona kimse belli bir fiyat biçemiyormuş. En sonunda bileziği padişaha gö­türmüşler. Padişahta bunu nerede bulduklarını sorunca, ev sahipleri de durumu anlatmışlar. Bu anlatılanlar üzerine padişah Avcı Mcmet'i yakalat­tırmış. Yakalanan Avcı Memet'in bir de oğlu var­mış ve o da babası ile tutuklanmış.

Padişah oğlunu esir alarak Avcı Memct'e bileziğin tekinide getirmesi karşılığında oğlunu vere­ceğini şart koşmuş.

Avcı Memet bunun üzerine köy köy dolaşma­ya başlamış. Bir gün bir köyden geçerken üç kişi­nin kavga ettiğini görmüş ve yanlarına doğru git­miş. Onlara neden kavga ettiklerini sormuş. Kavga edenlerden biri: " Biz üç kardeşiz. Babamızdan sa­dece bize bu külîah ve bu hah kaldı. Ama bunların özelliği çok kıymetli olmalarıdır. Çünkü halıya bi­nersen seni istediğin yere götürür. Külah takarsan görünmez olursun. Mirasımız iki tanedir biz ise üç kişiyiz bunları nasıl bölüşelim" diyerek Avcı Memet'ten yardım istemişler.

Avcı Memet'te buna karşılık bir taş alıp uzağa atmış ve "Kim taşı erken getırrirse miras ona kal­sın" demiş. Bunun üzerine bu üç kardeş bu teklifi kabul etmiş ve atılan taşı getirmek için koşuşmuş­lar.

Onlar taşı almaya koşarken Avcı Memet he­men külahı takıp görünmez olmuş ve halıya bine­rek: "Beni bileziğin sahibine hemen götür" demiş. Halı Avcı Memet'i alıp çok güzel, çiçekli, ye­myeşil bir bahçede indirmiş. Bu bahçenin ortasın­da da bir havuz varmış. Havuzun kenarında da gü­zel peri kızları geziniyormuş. Avcı Memet perilerin konuşmalarına kulak vermiş. O konuşmada bir peri kızı, diğerine dert yamyormuş. Peri kızı: "Ben bir yıl canavar kılığına girerek bir köyde kafa kopa­rırdım. Fakat bir gün bir yiğit, kılıç savurarak ko­lumu kopardı ve bileziğimi aldı" demiş.

Bunu duyan Avcı Mcmet külahı takarak peri kızının karşısına çıkar ve başından geçenleri anla­tarak bir bilezik daha istemiş. Peri kızı da ona acı­mış ve kolunu vermesi karşılığında bileziğin teki­ni vermiş. Avcı Memet'e, peri kızı şöyle demiş: "Sen, beni ilk gören insansın. Bu sebeple benimle evlenmelisin." Avcı Memet'tc bu teklifi kabul ede­rek, onunla evlenmiş.

Daha sonra peri kızıyla birlikte padişahın sara­yına gitmişler ve bileziği verip çocuğu kurtarmış­lar. Padişah daha sonra Avcı Memet ile peri kızını ömür boyu mutlu bir şekilde sarayında ağırlamış.

Keko

Ewel zamanda bir köyde zühre ve keko isimlerinde fakir ve yetim iki kardeş ya­şarmış. Bu iki kardeş geçimlerini dağlara çıkıp kenger otu toplamakla sağlarlarmış. Bu kcıı-gerlenri hem yerler hem de satarlannış.

Yine bir gün kenger otu toplamaya gitmişler. Zühre, torbayı keko'ya vermiş ve : "Ben çapayla kengeri çıkartacağım, sen de torbaya koyacaksın" demiş. Bu şekilde uzun süre kenger toplayıp eve döndüktün sonra zühre, çuvalın ne kadar dolu ol­duğunu görünce keko'ya : "Kengerleri yedin" de­miş. Ve bunun üzerine keko, kengeri yemediğine yemin ederek karşı çokmış, fakat zühre buna inan­mamış ve keko'ya bağırmaya devam etmiş. Sonra Zühre bir bıçak alarak keko'ya "Karnını yarayım, bakayım yemiş misin, yememiş misin?" demiş ve Keko'nun karnını yarmış. Fakat Keko'nun yarılmış karnında sadece bir kengerin olduğunu görmüş.

Keko ise daha önce torbanın delik olduğunu söy­lemeyi, ablasından korktuğu için gizlemiş.

Daha sonra Zühre, Keko'nun suçsuz olduğu­nu anlayınca karnını diker fakat keko artık ölmüş­tür.

Bunun üzerine Zühre, kahrından ağlamaya bağlar, dizlerine vurur ve Allah'tan af diler. Sonra Zühre Allah'tan bir kuş olmasını ve ölene kadar ltKeko!,Kcko!"diye ötmesi için Allah'a dua etmiş. Allah duasını kabul etmiş Onu bir kuşa dönder-miş. Zühre ölene kadar dağ basların da, ovalarda, ırmak boylarında dipsiz uçurumlarda, gecenin alacakaranlığında : "Keko! Kcko!;bcn yapmadım; bı­çak yaptı diyerek öterrhiş.

Üç Kakdeş

Bir zamanlar karaşeyh adında bir köy varmış. Bu karaşeyh köyünün insanları, ge­çimlerini ormancılıkla sağlarmış. Kara­şeyh köyünün üstündeki dağ ve dağın ardı sığ or-manlıkmış. Köylüler bu ormanın içine girerek odun keser, bin bir zahmetle kasabaya yetiştirir ve bu odunları satarak geçimlerini sağlarlarmış.

Bu köyde Ali adında genç biri yaşarmış. Bir gün Ali ormana gitmiş. Ormanda işi fazla sürdü­ğünden eve gelmeye gecikmiş ve karanlık çökünce de ormanda kalmaya karar vermiş. Bu orman­da bir pınar varmış k; suyu oldukça tatlıymış. Or­mana uğrayan herkes mutlaka bu sudan içmek is­termiş. Pınarın başına geldiğinde ise bir ejderhayı su içerken görmüş ve korkudan olduğu yerde ka­lakalmış.

Ali, o gece eve gitmediğinden, köylüler merak­lanıp, Ali'yi aramaya koyulmuşlar. Uzun süren bir aramadan sonra köylüler Ali'nin vücudun dan arta kalan parçaları pınarın başında görmüşler. Bu du­rum köylüleri pek endişelendirmiş. Çünkü daha önceleri birçok köylü bu pınarın başında parçalan­mıştır.

Karaşeyh'liler, Ali'yi yiyen varlığın kurt olma­dığını biliyorlarmış. Çünkü Ali çok cesur ve silah­sız da dolaşmazmış. Ali'yi yiyen varlığın çok güçlü bir yaratık olması gerekirdi; çünkü Ali'nin kurşun­ları sonuna kadar sıkılmıştı.

Sabah olunca köylüler, olay yerinden itibaren kan izini takip etmişler. Sonunda, iz bir mağaraya kadar devam etmiş. Köylüler, mağaranın üstünde­ki delikten aşağıya baktıklarında, mağaranın içinde bir ejderhanın yattığını görmüşler. Köylüler, ej­derhadan korkup, hemen oradan kaçmışlar

Ejderhanın yediği Ali'nin, Mehmet ve Hüse­yin adlarında iki de kardeşi varmış. Bunlar Ali'nin intikamını almak için yemin etmişler. Bunun üze­rine oturup uzun uzadıya tartışmışlar ve sonunda, ejderhayı öldürmek için, kendi aralarında bir plan kurmuşlar.

Ejderha her yıl belli günde aynı anda orada bi­rini yediği için, onlardan ejderhanın geleceği aya kadar beklemişler. Bir yıl geçtikten sonra, kardeşler pazara gidip bol miktarda bez almışlar. Meh­met bu bezleri; Hüseyin'in vücuduna kalın bir şe­kilde dolamış ve pınarın başına oturtmuş. Hüse­yin, Mehmet'ten yaşça daha küçükmüş.

Hava karardıktan sonra ejderha gelip suyu iç­miş ve Hüseyin'i ağzına almış ve yavaş yavaş yut­maya başlamış. Bu sırada Hüseyin, Mehmet'ten yardım istemiş. Mehmet'in korkudan dili tutul­muş, eli-ayağı işlemez olmuş. Ejderha, Hüseyin'i yuttuktan sonra ağaca sarılıp avını hazmetmeye başlamış.

Daha sonra ejderha gittikten, olayda yatıştıktan sonra, köylüler Mehmet'i bulmuş ve olanları on­dan Öğrenince, onu teselli etmeye çalışmışlar. Böylece köylüler hep beraber ejderhanın ölmesi için dua etmişler. Hava açılıp sabah olunca, köylü­lerin duası kabul olmuş ve gökten bir zincir inerek ejderhayı göğe çekmiş.

İki kardeşini de kaybeden ve elinden bir şey gelmeyen, Mehmet bir fistan giymiş, başına da bir yemeni örtmüş ve ömür boyu, kardeşlerini kurta-ramamanın utancı ile erkekçe yaşamayı kendine layık görmeyerek bu şekilde yaşamaya başlamış.

Üç Arkadaş

Evvel zaman içinde Hamit, Yusuf ve Timur isminde üç arkadaş Varmış. Memle­ketlerinde kıtlık yaşandığından bu üç ar­kadaş çalışmak için şehre gitmeye karar vermişler.

Yanlarına bir miktar yiyecek alarak yola koyul­muşlar. Acıkınca Hamit'in yiyeceğini çıkarıp bir­likte yemişler. Bir müddet daha yol aldıktan sonra tekrar acıkmışlar ve bu sefer Yusuf ile Timur'un yiyeceklerini meydana sermişler. Fakat bu iki arka­daş yemeklerinden Mamit'e vermemişler. Bunun üzerine sinirlenen Hamit onlarla gitmekten vazge­çip geri dönmüş.

Hamit epey yürüdükten sonra açlığı artmış. Fakat gide gide yolda bir değirmene rastlamış. De­ğirmende gecelemek ister ve gidip değirmenin bir köşesine oturmuş. Gece bir kurt ağzına bir keçi al­mış ve Ilamit'in yanına gelmiş. Bir müddet sonra bir ayı, kucağında odun ve ayrıca bir tilki de yarnnda bir tencereyle gelmiş. Bu üç hayvan keçiyi bu tencerede pişirmişler ve karınlarını doyurduktan sonra tilki. "Gelin oturup masal anlatalım" demiş­ler. Sırayla anlatmaya başlamışlar

Kurt:

Benim her zaman keçi çaldığım sarayın hü­kümdarının bir kızı var. Bu kız devamlı hasta yat­maktadır. Bu kızın hastalığına da ilaç bahçesindeki siyah köpeğin ciğerleridir. Keşke birileri bunu bil­seydi de bu köpeğin ciğerlerini kıza yedirseydi. Bu durumda hem kız iyileşecek ve iyileştirene de hü­kümdar bu kızını ona verecektir.

Tîlki:

Benim her zaman üzerinde uzandığım taşlığın altında bir teneke altın bulunmaktadır. Birileri bu­nu bilseydi de onu çıkarsaydı.

Ayı:

Benim bir zaman odun getirdiğim ormanların arasında bir saray bulunmaktadır. Bunun yerini kimse bilmiyor. Keşke birileri ormanın yolunu bilse de sarayı görse ve o sarayda yaşasa ne güzel olur.

Hamit hayvanların tüm bu konuşmalarını din­lemiş. Daha sonra sabah olunca hayvanlar değir­meni terk edip gitmişler. I Iamit. geride kalan, kelnik ve et kırıntılarıyla karnını doyurmuş ve doğru ormana gitmiş. Ormanı yolunu bulmuş ve sarayı görüp içine yerleşmiş. Daha sonra kayalığa gide­rek, oranın altını kazımış, altındaki altınları almış. Ardından saraya gitmiş ve hükümdara, kızına ilaç bulabileceğini söylemiş.

Hükümdarda kızını iyileştirirse onu kendisine vereceğini söylemiş. Hamit de siyah köpeği kesip, karaciğeri pişirip kıza yedirmiş ve kız da iyileşmiş. Bunun üzerine Hamit hükümdarın kızıyla evlen­miş ve sarayına yerleşmiş.

Altı yıl beraber burada kaldıktan sonra Yusuf ile Timur şehirden dönmek üzeredirler. Bu arada Hamit'in üç çocuğu olmuştur.

Timur ile Yusuf, şehirden dönerlerken yolda yorulmuşlar ve geceyi geçirebilecekleri bir yer ararlarken Hamit'in sarayına rastlamışlar.

Kapıda bulunan çocuğa :

Bu kimin evedir? Diye sormuşlar. Çocuk :

Bu Hamit'in evidir. Ben de onun çocuğuyum demiş.

Hamit o anda arkadaşlarını görünce içeriye al­mış. Bu duruma nasıl geldiğini de onlara tek tek anlatmış. Onlardan ayrıldıktan sonra gecelemek için eski bir değirmene sığındığını, orada kurt, ayı ve tilkinin konuştuklarını dinlediğini ve onların söyledikleri şeyleri yaptığını böylece zengin oldu­ğunu anlatmış.

Sabah olunca Timur ile Yusuf köylerine dön­müşler Timur zengin olma sırrının değirmende olduğunu anlamış. Ertesi gece bu eski değirmene gider. Fakat kurt gelir, ağzında keçi yok, ayı gelir odunu yok, tilki gelir tenceresi yok . Bu hayvanlar bu duruma nasıl geldiklerini düşünürler. Kendi kendilerine. "Bu kişi de mutlaka buradadır," deyip etrafı aramaya başlamışlar. Sonunda Timur'u bul­muşlar ve onu parçalayıp yemişler.

Sabah olunca Yusuf gelmiş ve Timur'un ke­miklerini ve elbiselerini görünce durumu anlamış ve hemen oradan kaçıp evine gitmiş. O günden sonra da bir daha kimseye haksızlık etmeyeceğine dair kendi kendine söz vermiş.

Çiftçi İle Hanımı

Ewel zaman içinde çiftçinin biri tarlada çalışırken bir fare görüp onu öldürmüş. Sonra da bu fareyi görünebilecek bir yer bırakmış. Öğle saatlerine doğru kendisine yemek getiren hanımı bu fareyi görünce suratını ekşiterek : "Ay! Bu iğrenç şeyi kim öldürüp buraya atmış?" demiş.

Çiftçi iltifat beklerken karısından gelen bu so­ruya çok sinirlenmiş ve bu sinirli halinden dolayı getirilen yemeği yememiş. Karısının tüm ısrarları­na rağmen niçin yemeği yemediği söylememiş. Kadın da bu durumdan bir şey anlamayıp, yemeği almış ve eve gitmiş.

Evde, kocasına yemek götürdüğünü ancak sa­bahtan beri çalışmasına rağmen yemeği yemediği­ni annesine söylemiş. Annesi:

Kocanı kızdıracak bir şey mi yaptın? Kadın :

Hayır, hiçbir şey yapmadım. Anne :

İyi düşün hiçbir şey söylemedin mi? Kadın :

Sadece tarlanın kenarında gördüğüm fare için "Bu pis fareyi buraya kim atmış?" dedim.

Meseleyi anlayan kaynana yemeği alıp tarlaya gitmiş. Farenin bulunduğu yere gelince : "Aman Allah'ım bu canavar gibi fareyi kim öldürebilmiş?" der. Damadı da o anda göğsünü kabartarak: " Ta­bii ki kara kaşlı kara gözlü damadın öldürdü," de­miş.

Daha sonra olayın düzeldiğini anlayan kaynana çok sevinmiş ve eniştesine yemek yedirebildiği için çok mutlu olmuş.

Hoca İle Kvbbettin

Ewel zaman içinde bir hoca ile kubbettin adında biri yaşarmış. Bir gün Kubbettin ile Hoca un bulmak için beraberce yol­culuk yapmışlar, gide gide sonunda bir bağa var­mışlar. Bağa varınca Hoca, Kubbettine dönerek Ben artık senden ayrılacağım. Sen kendi yoluna ben kendi yoluma. Hemen ben muska yazmasını da bilirim. Böylece gittiğim yerlerde muska yapıp karşılığında köylülerden un toplayabilirim.

Kubbettin ne ettiyse Hoca'yı fikrinden caydıramamış. Sonunda çaresizce Kubbettin aşağı köye, Hoca da yukarı köye un toplayabilirim demiş.

Kubbettin gideceği köye varmış ki, bir de ne görsün? Köyde bir sofra serilmiş, üzerinde de yet­miş çeşit yemek varmış. Bunu gören Kubbettin, kimsenin de olmadığını görünce hemen yemekle­re dadanmış ve karnını iyice doyurmuş. Ardından da gidip bir ağaç kovuğuna saklanmış.

Kubbettin saklandıktan sonra bakmış ki, sofra­ya bir tilki, bir aslan ve bir çok hayvan gelmiş. Hayvanlar yemeklerin yenildiğini pek fark etme­yip sofradaki yemeklerden yemeye başlamışlar.

Yemek esnasında hayvanlar konuşmaya başla­mışlar. Tilki bir hazinenin yerinden bahsetmiş. Aslan başka bir hazinenin yerinden söz etmiş ve böylece hayvanlar vakit geçirmişler.

Kubbettin'de söylenenleri iyice duymuş ve hayvanlar gittikten sonra da gidip hazineleri tarif edilen yerlerden alıp, Hoca'dan ayrıldıkları bağa getirmiş. Bir az dinleneyim derken bir de bakmış ki, Hoca, büyük bir un çuvalı sırtlayıp getiriyor.

Hoca, üstü başı un içinde bağda kubbettinin yanına varıyor ve birde bakıyor ki, kubbettin'in ya­nında dolu altınlar var. Hemen hoca, Kubbcttin'c bunları nasıl bulduğunu sormuş. Kubbettin de Hoca daha Önce kendisinden ayrıldığı için, Hoca'nın unlu olmuş haline bakıp onunla alay etmiş. Fakat daha sonra Hoca'ya tüm olanları anlatmış.

Hoca, Kubettinin söylediklerini dinledikten sonra hemen onun gittiği köye doğru yol almış.

Köye varınca büyük serili sofrayı görmüş. Ho­ca, hemen çeşit çeşit yemeklerden yemeye başla­mış ve karnını doyurduktan sonra da gidip ağaç kovuğunda saklanmış.

O sırada hayvanlar tekrar sofraya oturmuşlar. Fakat bakmışlar ki, yemekler azalmış. Böylece kendi aralarında bir karara varıp bu yemekleri yi­yenin buralarda saklanmış olabileceği kanaatine varmışlar. Ve çevreyi arayıp sonunda Hocayı bul­muşlar. Hayvanlar, hemen haco'yı kesip, sakalını da süpürge yapmışlar ve kullandıktan sonrada ora­ya atmışlar.

Daha sonra Hoca'mn karısı bağa gelip -ca'nın nerede olduğunu sornmuş. Kubbettin'de olanlara anlatmış ve Hoca'nın köye gittiğni söyle­miş.

Karısı Hopa'yı bulmak için köye gitmiş ve ora­da Hoca'mn sakalını görmüş. Hoca'nın öldürüldü­ğünü gören karısı, aynı akıbetin kendi başına gel­memesi için hemen köyü terk etmiş.

Hoca, böylece cimriliğinin cezasını çekmiş. Kubbettin ise bulduğu altınlarla mutlu bir hayat surmıı:

Bir Baba İle Üç Kız

Ewel zamanda bir baba ile üç kızı varmış.

Bunlar bir köyde yaşarlarmış. Bir gün bu köye bir paşa geleceği ve evleneceği söy­lentileri yayılmış.

Beklenen gün gelmiş. Köylüler büyük bir ziya­fet hazırlamışlar. Fakat bekledikleri gibi bir paşa değil, bir canavar gelmiş. Kimsede bu canavara ka­rışmamış. Böylece beraberce yiyip içmişler. Den­ken canavarın gitme vakti gelmiş. Canavar gitme­den önce kızların en büyüğünü babasından istemiş ve onunla evlenerek yedi dağ ötesine gitmiş.

Gel zaman git zaman ortanca kız ablasını ziya­ret etmek istemiş ve böylece yola koyulmuş. Uzun bir yol katetmiş fakat karanlık çökünce geceyi or­manda geçirmiş. Sabah olunca da tekrar yoluna devam etmiş ve sonunda ablasının evine varmış. Ablası, kız kardeşini iyi bir şekilde karşılamış, ona yedirip içirmiş akşam olunca , canavar gelip kendisini yememesi için de onu ambara saklamış.

Akşam canavar eve gelince bir insan kokusu duyduğunu karısına söylemiş fakat karısı bunu ya­lanlayarak olayı geçiştirmiş. Sabah olup canavar gi­dince kız kardeş tekrar ortaya çıkmış ve ablasına durumu canavara anlatmasını istemiş. Ablası da kızın ziyarete geldiğini ona anlatmış ve canavarı ikna etmiş.

Aradan epey zaman geçmiş ve bu defa ortanca kızla evlenmek üzere bir kartal o köye gelmiş. Or­tanca kızı babasından istemiş, babası da kızı karta­la vermiş. Böylece kartal da kızı alarak bir nehir kenarında bulunan evine götürmüş. Sonra evde bir küçük kız kalmış.

Küçük kız evin tüm işlerini üstlenmiş, babası­na bakmış ve köy işlerini idare etmiş. Köyün su ge­tirilen, tarlalarının sulanması için bulunan depoya bir hayalet yaşarmış. Bu hayalet su vermek için köylüden haftada bir kız istiyor ve aldığı kızları ke­sip, kanlarını içermiş.

Belli bir zaman geçtikten sonra sıra bu küçük kıza gelmiş. Babası kızı güzelce süslemiş ve doğru depodaki hayaletin yanma götürmüş. Fakat o sıra­da bir paşanın oğlu durumu öğrenmiş ve o da kızı babasından alıp hayaletin yanına gitmiş. Hayalet kızı almak için içerden başını çıkardığı sırada paşa­nın oğlu kılıcıyla hayaletin boynunu vurmuş. Köy­lülerde böylece sularına kavuşmuş ve hayaletin derdinden kurtulmuşlar. Paşanın oğlu da küçük kızla evlenmiş.

Paşanın oğlu kızı alarak eve götürmüş. Bir gün oğlan bir dükkana giderek karısına yüzük almış. Karısı yüzüğü takınca parmakları anında incelmiş. Kız yüzük içinde hayaletin olduğunu anlamış ve onu atmış. Daha sonra paşa oğlu karısına bir ke­mer getirmiş, karısı da kemeri takınca bu sefer be­li ipincecik olmuş. Karısı bunun içinde de hayalet olduğunu anlamış ve kemeri çıkarıp atmış. Der­ken kocası bakmak için çok güzel bir koyun satın almış. Fakat karısı bununda yüzük ve kemer gibi hayalet olduğunu anlamış ve koyunu götürmesi için kocasına yalvarmış.

Paşanın oğlu koyunu ağla katmış ve yatmak için bir kulübeye sokmuş. Derken koyun kılığına giren o hayalet eve gelerek kar-kocanın yattığı oda­ya girmiş, adamı bir büyüyle uykuya daldırmış, ka­rısını da alarak dağa kaçırmış. Kadın dağda bir yo­lunu bulup, hayaletten kurtulmuş ve oradan kaç­mış.

Dağdan kaçan kadın hemen ortanca kız kardeşinin yanına gitmek istemiş. Gide gide ablasını gö­türen kartalı bir nehir kenarında görmüş. Bakmış ki kartal açlıktan çöp gibi olmuş. Hemen ablasının yanına koşarak toplayabildiği kadar yiyecek getirip kartala yedirmiş. Yemekleri yiyen kartal kendine gelip toparlanmış.

Kendine gelen kartalla birlikte en küçük kız kardeş bir evin yanına gelmişler. Bu evde bir bey­gir varmış. Bu beygirin karnında da o kötü hayalet varmış. Bunu bilen en küçük kız kardeş gidip sa­bun rendelemiş, bu rendelenmiş sabunu yemle karıştırarak beygire vermiş beygir o kadar çok ye­miş ki sonunda karnı yarılmış ve yanlan karnından önce bir tavşan çıkmış kız hemen onu kesmiş, ar­kasından bir kuş çıkıp uçmuş fakat kız kuşu yaka­layıp kesememiş. Hayalet de böylece kuş kılığında kaçmayı başarmış.

Bundan sonra kız, kartalın kanatlarına binerek eve gitmek için yola koyulmuş. Bunlar yola koyu­lunca, kuş kılığına giren hayalet de bunları takibe başlamış. Kartal yorulduğunda bulduğu bir ağaca konmuş, fakat kuş kıhğıudaki hayalet gelip hemen o ağacı kesmiş. Derken böyle kesilen ağaçlardan biri bu hayalet kuşun üzerine düşmüş. Kartalla kız bunu fırsat bilerek gidip oracıkta hayaleti öldürmüşler ve artık yollarına rahat ve mutlu şekilde devam etmişler.

Yolculuk sonunda tüm aile bir araya gelmiş ve beraber mutlu bir hayat sürdürmüşler.

Hacı Mehmet İle Nine

Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde yalnız başlarına yaşayan bir nine ile Hacı Mehmet adında bir dede yaşarmış. Bunlar karı-koca olup bir köyde yaşarlarmiş.

Bir gün nine güzelce bir yemek hazırlamış. Nine Maçı Mehmet'le yedikten sonra çalışmak üzere bostanlarına gitmişler ki bostandaki bazı meyve ve sebzeleri kopartılmış, etraf talan edilmiş. Bunun üzerine hemen işe koyulup etrafı temizle­mişler ve bostandaki soğanları ve mısırları sula-nıışlar. Derken akşam olmuş hava ağannea de Ha­cı Mehmet, Nine : "Sen şimdi eve git, ben burada saklanacağım. Böylece bostana kimin zarar verdi­ğini de görüp, yakalayacağım" demiş.

Nine eve gidince, Hacı Mehmet etrafta bulu­nan çalı çırpıyla, ağaçlardan dökülen kuru yaprak­lan toplayıp, bir yığın meydana getirmiş ve kendi­si de bu yaprak yığının altına saklanmış.

Gece epey ilerledikten sonra Hacı Mehmet bakmış ki bostana bir ayı, bir tilki, bir tavşan ve bir köpek gelmiş. Bu hayvanlar kendi aralarında ko­nuşmaya başlamışlar.

Ayı:

Ben öyle bir yer biliyorum ki o yerde bir bal ağacı var o bal ağacında o kadar bal var ki ye yiye­bildiğin kadar demiş.

Tilki:

-Bende köyde bir yer biliyorum ki o yerde bir sürü ayakkabı var. Yarın gidip o ayakkabıları çala­cağım, demiş. Tavşan :

Ben falan bahçede bir elma ağacını biliyorum. Yarın akşam gidip bütün elmaları koparıp yiyece­ğim, demiş.

Hayvanlar bunları konuştuktan sonra çekip gitmişler. Çalı çırpı yığının altında saklanan Hacı Mehmet söylenenlerin hepsini duyuş. Ve sabah olunca da hemen koşup karısına olanları anlatmış. Bunun üzerine karısı bal almak için hemen iki çingil alıp, bal ağacının olduğu yere gidip balların hepsini toplamış. Ardından misafirlerin toplandığı eve gidip durumu anlatmış ve ayakkabılarını sakla­malarını istemiş. Ardından da Hacı Mehmet, elma ağacının yanına gidip tüm elmaları toplayıp eve getirmiş ve ertesi gün aynı yere gidip tekrar saklan­mış.

Yine gece olunca ayı, tilki, tavşan ve köpek bostanda bir araya gelmişler. Ayı, arkadaşlarına balların toplamIdığını, tavşanda elma ağacmdaki elmaların toplanıldığmı ve son olarak da tilki gitti­ği yerde ayakkabıların toplandığını anlatmış. O sı­rada köpek bir insan kokusu aldığını söylemiş fa­kat kimseyi etrafta görememişler. Derken tilki yo­rulmuş dinlenmek için Hacı Mehmet'in saklandı­ğı çalı çırpının içine gitmiş ve tam o sırada da tilki­nin beline Hacı Mehmet'in ayaklan değmiş. Daha sonra yeri ortaya çıkan ilacı Mehmet tilkinin diğer arkadaşları gelmiş. Ve bu hayvanlar hemen oracık­ta Hacı Mehmet' kesip cesedini sakalından tutup asmışlar. Sonra da çekip gitmişler.

Sabah olunca Hacı Mehmet'in evine gelmedi­ğini gören anlayan nine, hemen gitmiş ve kocası­nın asılı bulunan cesedini görmüş.

Büyük bir üzüntü içersinde nine, çaresizce evinin yolunu tutmuş bundan sonrada tek başına kimseye karışmadan hayatını sürdürmüş.

Dvtçv Emime

Bir varmış bir yokmuş.Evvel zaman için bir köyde dutçu Emine adında bir ka­dın yaşarmış. Dutçu Eminc'nin de yedi tane yetişkin kızı varmış.

Dutçu Emine ve yedi kızı akşam olunca evle­rinde bir odaya çekilip her biri bir işle meşgul olurmuş. Kızlardan kimi oya işlermiş, kimi bon­cuk işlermiş, kimi de buna benzer ev işleriyle -raşirlarmış. Gecenin ilerleyen bir saatin de dutçu Emine kızlarına yatmalarını çünkü sabah güneşin doğusuyla beraber, köyün diğer kızlarıyla odun toplamaya gideceklerini söylemiş. Derken sabah olmuş. Güneşin ilk ışıklarıyla beraber, köyün belli başlı kızları Dutçu Emine'nin evinde odun topla­mak için bir araya gelmişler. Sonra da yanlarına eşeklerini de alıp yola koyulmuşlar. Yolda Dutçu Emine kızlara bastık ve ceviz vermş.

Kızlar ve Dutçu Emine gele gele bir tepenin başına varmışlar. Orada hemen odun toplamaya koyulmuşlar Fakat Dutçu Emine kendisine kızla­rın odun toplamasını şart koşarak: "size ceviz ve bastık verdim. Onun için mutlaka bana odun top­layacaksınız" demiş. Kızlarda çaresiz başlamışlar Dutçu Emine'ye odun toplamaya başlamışlar, Odun toplama işi uzun sürünce kızlar bu saatten sonra köye giderlerse evden koyulacaklarını Dutçu Emine'ye söylemişler.

Vakit epeyce ilerleyince bir de bakmışlar ki, uzak bir tepenin ardından dumanlar çıkıyor. Dut­çu Emine ve kızlar, hem geceyi orada geçirmek hem de gece soğuktan korunmak için ateşe doğru gitmişler.

Gide gide tam yedi dağın ötesine varmışlar ve ateşi bulmuşlar. Ateşe yaklaştıklarında bakmışlar ki, ateşin başında bir hayalet, bir keçi kesip onu ateşte kızartmış ve keçinin etlerinden yiyormuş. Hayalet kızları görünce, hepsini yemeğe davet et­miş; onlar da oturup başlamışlar kızarmış keçi etinden yemeye.

Dutçu Emine o an bakmış ki bir tepenin üze­rinde görkemli bir ev duruyor. Bunu gören Dutçu Emine hemen oradan gizlice ayrılıp eve gitmiş. Bakmış ki evin içinde türlü türlü eşyalar varmış.

Fakat onun dikkati karşıda duran büyük bir sandı­ğa takılmış. Dutçu Emine hemen koşarak sandığın içine saklanmış.

Dutçu Emine sandığa girdiğinde bakmış ki sandığın içi ceviz ile doluymuş. Dutçu Emine çok sevdiği cevizleri görünce hemen eline çekiç alıp cevizleri kırmaya başlamış. Tam bu sırada oradan bir fare ortaya çıkıp "Dutçu Emine, cevizleri yiyor kabuklarını da bana atıyorsun. Ne olur bu kabuk­ları bana atma" demiş. Fakat Dutçu Emine farenin söylediklerini duymamazlıktan gelmiş.

Daha sonra Dutçu Emine evin damına çıkarak oradan büyük bir kayayı hayaletin başına düşür­meye karar vermiş. Fakat bu kararından son anda vazgeçerek tekrar sandığa girip ceviz yemeye baş­lamış ve kabuklarını da farenin üzerine atmış. Bu­nun üzerine tekrar ortaya çıkan fare :"Dutçu Emi­ne, ne olur bu ceviz kabuklarını bana atma" demiş Fakat Dutçu Emine yine oralı bile olmamış.

Tekrar sandıktandı kan Dutçu Emine yine da­ma çıkmış. Damdan bakmış ki aşağıda hayalet uzanmış yatıyor, Hemen bunu bir fırsat bilen Dutçu Emine, gidip kayayı hayaletin başına yuvar­lamış. Kaya, hayaletin tam başının üzerine düşmüş ve hayalet kayanın altında hemen can vermiş.

Daha sonra kızlar gelip Dutçu Emine'yc : "Ha­di artık gidelim, geç oldu demişler. Dutçu Emine ise hayaleti öldürdüğünü bundan böyle bu ev biniindir ve burada kalacağım, demiş.

Derken kızlar oradan ayrılıp köye gelmişler ve durumu köylülere anlatmışlar. Fakat kızların aile­leri, bu duruma üzülmüş ve kızlarını evden kov­muşlar. Dutçu Emine ise belli bir zamandan son­ra köye gelip birisiyle evlenmiş ve ailesini bu eve taşıyıp mutlu bir hayat sürmüşler.

Akil İle Sakil

Eski zamanların birinde divanı karı-koca yaşarmış. Bu kan-kocanın genç ve çok güzel bir kızları varmış.

Günlerden bir gün, başka bir memleketin Beyinin yolu, bu divanelerin yaşadıkları diyara düşmüş. Bu bey de genç ve bekar imiş. Bey'de di­vanelerin güzel kızını görür görmez aşık olmuş ve kızı hemen anne ve babasından istemiş. Kızımız asil ve zengin biriyle evlenip rahat edecek diye, di­vane karı-koca çok sevinmişler. Böylece kızlarını bey'e gelin vermişler. Artık, damadımız asıl ve zengin bindir diye tanıdıkları, bildikleri herkese övünerek anlatıp dururlarmış. Bey ise güzel hanı­mını alıp kendi memleketine gitmiş.

Aradan belli bir zaman geçtikten sonra, diva­neler kızlarını çok özlemişler ve görüp hasret gi­dermek için Bey'in diyarına gitmişler. Onlar için köşklerinde ferah ve rahat bir yer hazırlatmış.

Akşam olunca yemişler, içmişler, hoş sohbet ile muhabbet etmişler ve böylece hasret gidermiş­ler. Yatma zamanı gelince Bey'le karısı, divaneleri, onlar için tahsis ettikleri .misafirhaneye kadar ge­tirmişler ve oraya yerleştirmişler. Daha sonra her kes odasına çekilmiş ve köşkü bir sessizlik kapla­mış. Bu arada divaneler kaldıkları odayı inceleme­ye başlamışlar. Akil karısına demiş ki : " Sakil ben bu odanın sıvasını hiç beğenmedim; gel yatmaya­lım beraber bu odayı güzelce sıvayalım." Sakil de kocasına demiş ki: "Olur sıvayalım ama bu gece vakti sıva çamurunu nasıl hazırlayalım?" Akil de demiş ki "Sen bunu hiç düşünme; ben onun çare­sini biliyorum; bu gün köşk çevresini gezerken Bey'in ahırlarını da gördüm; Bey'in adamları taze sığır pisliklerini ahırın önünde dağ gibi yığmışlar. Sen şimdi sessizce burada beni bekle, ben koşa ko­şa gider bir yük taze sığır pisliği getiririm ve odayı beraber güzelce sıvarız.

Akil, sıvama işine yetecek kadar taze sığır pisli­ğini odaya yığmış ve karısı ile beraber, güneş do­ğuncaya kadar çalışıp odayı güzelce pislikle sıva­mışlar. Köşk halkı, sabah uyandıklarında iğrenç bir kokuyla karşılaşmışlar ve köşkün ahır gibi kokma­sına şaşırıp kokmasına şaşıp kalmışlar,

Bey, bu pis kokunun sebebini bulmaları için, yardımcılarından köşkün her köşesini aramalarını emretmişler. Sonunda yardımcılar kokunun sebe­bini bulmuşlar ve divanelerin kaldıkları odanın durumunu Bey'e gidip etraflıca anlatmışlar. Bey, olanlara çok sinirlenmiş ve divanelerin, kazların damına götürülmesini istemiş.

Yalnız kalınca Sakil demiş ki: "Eyvah Akil! Kazların durumlarını gördün mü? Kendi kendile­rine tüylerini didikleyip duruyorlar. Belli ki, zaval­lı hayvancağızlar bitlenmişler." Akil de demiş ki, "Gördüm Sakil, ama bu hayvancağızlar için ne ya­pabiliriz?" Sakil de "sen hiç üzülme Akil; ben kaz­ların dertlerini biliyorum. Köşkün içini gezerken, mutfağın da çok büyük bir kazan görmüştüm. Şimdi birlikte gider o kazanı buraya getiririz. Bü­yük bir ocak kurup kazanı suyla doldururuz. Son­ra da yakar ve kazandaki suyu kaynatırız. Sen de gider kazları yakalar getirirsin bende onları güzel­ce yıkarım, tertemiz olurlar. Akil'in tutup getirdiği kazları Sakil, teker teker kaynar kazana batırıp çı­karmış. Sonra da, kazları damın üstüne güzelce sermişler.

Tüm kazları yıkadıktan sonra, Akil demiş ki, "Acaba bu kazların sesi, soluğu niçin hiç çıkmıyor?" Sakil de ; "Sen kazları hiç merak etme, bitle­rinden kurtulunca rahatladılar."

Sabah olunca Bey'in adamları, kazaları etrafta görmeyince telaşlanmışlar. Hemen koşup kaz evi­ne gelmişler, kaz evinde , tüm kazların öldüğünü görmüşler. Hemen gidip Beye divanelerin yaptık­larını haber vermişler, Bey'de sonunda onların akıllanmayacaklarını anlamış ve divaneleri bulun­duğu memleketten kovmuş.

Korkak Adam

Çok eski zamanların birinde meşhur bir köy varmış. Bu köy de herkesçe tanı­nan bir adam varmış. Yalnız bu adamı köylüleThiç sevnıczlernıis. Çünkü adamda köylü­nün hiç de beğenmediği bazı kötü huylar varmış.

Bu adam köylüce korkak, pısırık ve hiçbir işe yaramayan birisi olarak bilinirıııiş. Gerçekten de adam da bu gibi huylar oldukça fazlaymış. Özel­likle de korkaklığıyla yaşadığı çevrede ün yapmış.

Zaman ilerleyip yıllar geçtikçe adamla köylüle­rin arası gittikçe açılmış ve artık birbirleriyle anlaş­maz hale gelmişler.

Adam bir gün bakmış ki bu iş olacak gibi değil deyip çaresiz köyünden ayrılmaya karar vermiş. Derken, yanma bir iki eşyasiyla bir az da azığını alarak yola koyulmuş.

Adam, saatlerce yol katettikten sonra yorulmuş ve dinlenmek için bir yerde mola vermeye karar vermiş. Etrafını şöyle bir göz ucuyla taradıktan sonra bakmış ki karşıda büyük bir ceviz ağacı var. Hemen gidip o ceviz ağacının gölgesine oturmuş ve karnını duyurmak için yanında getirdiği azığın­dan yemeğe başlamış.

Adan] yemek yerken, o sırada ceviz ağacına çıkmış bulunan bir ayı da cevizleri koparıp yiyor­muş. Ayı cevizleri koparıp yemeden önce güneş ışığına tutup, onların çürük olup olmadıklarını kontrol ediyormuş. Ardından da cevizleri kırıp yi­yormuş.

Tabi ağacın dibinde bulunan korkak adamın haberi yokmuş. Derken ayı yine cevizin gi\neş ışı­ğına tutacağı sırada, aşağıda oturan korkak adamı görmüş.

Bir ceviz kopararak korkak adama ikram etmiş. Ayı cevizi uzatıp vereceği anda korkak adam Ödü kopmuş ve ayının karşısında sanki taş kesilmiş ha­le dönmüş.

Ayı, bu duruma çok şaşırmış ve dönüp adama cevizi gösterip "Ceviz yemez misin?" demiş. Adam da korkudan taş kesilmiş o haliyle: 'Yemem!" diye bağırarak cevap vermiş.

Bu sesi duyan ayı korkudan oracıkta bayılıver-miş. Bunu fırsat bilen adam da ayıyı öldürüp postunu çıkarmış. Ardından da sırtlayıp köyüne getir­miş. Köylüler, korkak adamın sırtında ayıyı görün­ce gidip bunu nasıl yaptığını sormuşlar, bir kahra­manlık hikayesi gibi ballandıra ballandıra anlatmış. Köylü de korkak adamın anlattıklarına inanmış ve onu o gündün sonra bir kahraman olarak görmeye başlamışlar.

Korkak adam da ayıyı öldürülüşünden sonra köyde artık rahat ve huzurlu bir şekilde yaşamaya başlamış ve ömrünün sonuna kadar mutlu bir ha­yat sürmüş.

Kaka Yılan İle Boz Yılan

Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde meşhur bir Bey yaşarmış. Bu bey bir gün atıyla geziye çıkmış. Gide gide bir dümdüz ovaya varmış. Ova da etrafını kontrol edeceği bir sıra­da bakmış ki iki tane çok büyük yılan dövüşüyorlar-mış. Bu yılanlardan biri boz biri de kara yılanmış.

Bey, yılanların dövüşünü seyretmeye başlamış. Aradan bir müddet geçince Bey dayanamamış ve çok kötü olan boz yılana karşı, kara yılanı destek­lemiş. Ardından da boz yılanı öldürmüş.

Boz yılanın öldürülmesine sevinen kara yılan, Beye teşekkür ettikten sonra dönüp Bey'e şü tav­siyede bulunmuş: "Bey! İyi ki, bu boz yılanı öldür­dün. Çünkü o boz yılan kafir cinlerin reisiydi. Ben ise müslüman cin ve yılanların reisiyim. Eğer onu öldürmeseydin veya o boz yılan beni öldürseydi; bu gün tüm dünyayı o boz yılanlar saracak ve tüm iyi hasletlere sahip olan insan, cin ve hayvanlar yok edilecekti. Böylece dünyanın tüm hakimiyeti o boz yılanların eline geçecekti." Ardından da boz yı­lanı öldüren Bey'e, yaptığı doğru haraketten dola­yı bir armağan olarak, bir kese tohum vermiş.

Bey de kara yılana teşekkür edip oradan ayrıl­mış. Daha sonra bey köşküne varıp hizmetçilerini çağırmış ve; "Ey Adamlar bana armağan edilen bu tohumları alıp derhal ekin ve bakın bakalım bize hediye olarak ne çıkacak?" demiş. Bey'in hizmetçi­leri söylenenleri aynen yapmışlar ve tohumları alıp tarlaya ekmişler.

Derken gel zaman git zaman, tohumlar filizle­nip koca yuvarlak meyveler halini almış. Bey ve adamları ise bunların ne olduğuna dair bir şey bil­miyorlarmış. Bu meyvelerin nasıl bir şey olduğu­nu öğrenmek için Bey, hizmetçilerine bu yuvarlak meyveleri tek tek kesmelerini emretmiş.

Hizmetçiler meyveleri kesince bakmışlar ki bunların hepsi karpuzmuş. Bey, daha sonra dü­şünmüş ve bu karpuz meyvelerin insanlara kara yılanın armağanı olduğunu söylemiş. Sonra için­den kara yılana tekrar teşekkür etmiş.

Böylece karpuzların çıktığı o günden itibaren o Bey daha da zengin ve mutlu hayat sürmeye de­vam etmiş.

Bir Padişah Ve Üç Oğlu

Bir varmış bir yokmuş. Zamanın birinde zengin bir padişah, halk tarafından pek bilinmeyen ve kendisinin de mah-mül- ile çare bulamayacağı bir hastalığa yakalanmış. Padişah, zamanın en önlü hekimlerini, kahin­lerini ve işinin ehli tüm insanları çağırmış fakat bu insanlar onun derdine çare bulamamışlar.

Padişahın hastalığı böyle sürüp giderken bir gün bir derviş çıkıp gelmiş ve dertlilerin sormuş. İşin aslını padişah yakınları dervişe uzun uzadıya anlatmış. Anlatılanları dinleyen derviş, hastalığın çaresini bildiğini belirtmiş. Hasta yakınları da he­men çaresini anlatmasını dervişten istemişler. Derviş de: "Bu hastalığın ilacı yeni doğum yapmış bir aslanın daha yavrularını emzirmeden önce bir bardak miktarı sütünden getirip hastanın gözüne sürmektir. Böylece hastanız, hastalıktan kurtulur" demiş.

Bu padişahın da üç tane oğul varmış. Padişahın bu üç oğlunu yanma çağırarak bu ilacı ancak ken­dilerinin getirebileceğini söylemiş. Padişahın en büyük oğlunun adı Ahmet, ortancasının adı Meh­met ve en küçük olanın'da adı Abdullah imiş. Bü­yük olan iki kardeş birbirlerini sever ama Abdul­lah'ı scvmezlermiş. Babaları böyle bir görev verin­ce de bunu kendileri başarmak istemişler ve böy­lece babalarının gözüne girip onun mallarına, mülklerine sahip olabileceklerini düşünüp küçük kardeşi ortadan kaldırmayı planlamışlar.

Bir gün bu üç kardeş yola çıkmışlar. Uzunca bir yol katettikten sonra geldikleri yol üç kola ay­rılmış. İki büyük kardeş, hangi yolda tehlikeler var olduğunu bildikleri için Abdullah'ı en kötü yoldan göndermişler. Abdullah da onların bu kötü niyet­lerinden habersiz sadece babasına ilaç bulur gaye­siyle ağabeylerinin kendisine gösterdiği yoldan git­miş.

Abdullah gide gide bir koyunun başına gelmiş. Kuyuda su içmek için eğilmiş. O sırada aklından hep. hasta babası ve onun hastalığı geçiyormuş. O esnada içinde keşke babama çare olacak ilaca gide­bileceğim bir ip ucu olsa da canımı bile veririm di­yormuş.

Bunları düşünürken birden kuyuda sesler gel­meye başlamış "Ey Abdullah! Senin kalbinin saflı­ğından dolayı sana yardım edeceğim." Diyen sesle­ri işitmiş. "Sana iki seçenek sunuyorum. Bunlar­dan birincisi beyaz kıllı koçtur. Eğer onu görürsen, o beyaz koçun üzerine bin o seni. O seni direk as­lan sütüne ulaştırır, ikincisi ise siyah kıllı koçtur. Eğer onu görüp üzerine binersen seni çok zorlu tehlikelere götürür. O tehlikeleri aşıp ondan sonra aslan sütüne ulaşırsın." demiş kuyudan gelen ses. Abdullah da çaresiz gelen ilk koç olan siyah bili koça .binmiş. Koç da onu yerin yedi kat aşağı­sına götürmüş. Sonra siyah koç Abdullah'ı orada bırakıp oradan ayrılmış.

Abdullah bulunduğu yeri dolaşmış fakat kim­seyi görememiş. Sonra rast gele bir kapıyı çalayım da belki biri bana yardım eder. Demiş kendi ken­dine. Derken bir kapıyı bir nine açmış. Nine, Ab­dullah'ı içeri buyur etmiş. Abdullah da içeri girip ninenin elini öpmüş. Nine bu durumdan çok du­ygulanmış. Çünkü Abdullah, yıllardır nineyi ilk ziyaret eden kişiymiş. O diyarda kimse kimseyi sormazmiş. Nine, Abdullah'ı kendine torun olarak kabul etmiş. Derken Abdullah, ninesine derdini anlatmış. Nine şaşkın ve üzgün bir şekilde buralarda öyle bir şeyin olmayacağını anlatmış. Abdul­lah da çaresizlik içinde o geceyi orada geçirmiş. Sa­bah olunca büyük bir gürültüyle uyanmış. Dışarı çıkıp bir de bakmış ki; bir çeşme başında insan topluluğu birbirlerini ezercesine koşuşturuyor lar-mış. Ninesi: "Evladım! Bizim diyarda bir tane ej­derha var. Bu ejderha suyun çıktığı yere yuva yap­mış ve her hafta 10 tane kız çocuğu kurban ister. Eğer halk bunları vermezse o zaman o da halka su vermiyor." Demiş.. Bu duruma kimsenin bir çö­züm bulamayacağını da öğrenen Abdullah çok üzülmüş.

O an Abdullah'ın aklına parlak bir fikir gelmiş. Ninesine dönüp: "Nine! Ben çok iyi kılıç kullanı­rım. Eğer siz ejderhayı kandırıp yuvasından kafası­nı dışarı çıkartabilirseniz ben de bir darbeyle kafa­sını uçururum." Demiş. Ninesi kabul etmiş. Son­ra bu fikir için ahaliye haber salınmış fakat halk onu pek ciddiye almamış. Aradan bir hafta geçmiş bu defa o diyardaki son on genç kız kurban olarak hazırlanmış. Bu kızların arasında o diyarın padişa­hının kızı da varmış.

Kurbanlar hazırlanmış ve çeşmenin başına gö­türülmüş. Abdullah da hemen kendi arzusuyla gi­dip çeşmenin üstüne çıkmış. Ejderha kurbanların kokusunu alınca kafasını dışarı çıkarmış fakat bu ilk sefer ejderhanın kafasını tam koparamamiş. Ejderha acı içersinde kafasını iyice çıkarınca Ab­dullah .bu sefer ejderhanın kafasını koparmayı ba­şarmış.

Halk da bu sayede rahata ve suya kavuşmuş. Ayrıca her hafta on tane genç kız kurban vermek­ten de kurtulmuşlar.

Padişah, Abdullah'ın bu kahramanca davranı­şını görünce onu sarayına davet etmiş. Padişah, Abdullah'a: "Oğlum sen kızımı kurtardın ve halkı­mı bir beladan kurtardın rahat su içeceğiz bundan böyle dile benden ne dilersin." Demiş. Abdullah da mütevazı bir şekilde: Hiçbir şeye ihtiyacım yok. Yalnız bir isteğim var, beni aslan sütüne ulaştırın." Demiş. Padişahta üzgün bir şekilde: "Ah oğlum! Her şeyi isteseydin de bunu benden istemeseydin ancak söz verdiğim için sana bir vasıta vereceğim o seni bir yere götürecek, ondan sonrası da sana kal­mış." Demiş.

Abdullah da mahzun bir şekilde getirilen vası­taya binmiş. Vasıta da onu bir yere bırakmış. Gel­diği yeri kolaçan eden Abdullah bir de bakmış ki bir şahin bir kartal yuvasına dadanmış, kartalın bı­raktığı yumurtaları kırmaya çalışıyormuş. Abdullah da bunu görünce şahini epey bir müddet kova­lamış. Tam o sırada kartal olayı görmüş ve Abdul­lah'ın yanma gelerek: "Ben her sene bir defa yu­murta yaparım. Yumurtadan çıkan yavrularıma, doğdukları zaman yemeleri için bir şeyler topla­maya giderim. Döndüğümde yavrularım yerinde olmadığı için de çok üzülürüm. Bu yıl beni bu dertten kurtardın dile benden ne dilersen." Abdul­lah da: "Babama aslan sütü lazım onu bulmak için geldim senden bunu istiyorum." Demiş. Kartal da: "Keşke canımı isteseydin de benden bunu istemeseydin. Ama sana söz verdiğim için, seni aslan sü­tünü alman için onun yanma götüreceğim. Yalnız sütünü almak çok zordur onu ikna etmek sana -şer."demiş

Abdullah bunu kabul ettikten sonra kartalın sırtına binmiş. Kartal havalanıp ıssız bir kayanın yanına gelince durmuş ve: "Ben seni burada bekle­yeceğim sen git sütünü al gel."

Abdullah etrafı biraz gezmiş bir de ne görsün. Az ilerde bir aslanın ayağına bir şey batmış ve as­lan inim inim inliyormuş. Abdullah hemen asla­nın yanma koşup kendisine durumu sormuş. As­lan da ayağına bir şeyin saplandığını ve uğraştığı halde çıkaramadığını söylemiş. Abdullah da hemen uğraşıp aslanın ayağındaki saplı olan cismi çı­karmış. Çıkarınca aslan öyle sevinmiş ki hemen dönüp Abdullah'a: "sen benim hayatımı kurtardın dile benden ne dilersin."demiş. Abdullah da: "Ba­bamın iyileşmesi için aslan sütüne ihtiyacım var." demiş. Aslan da "keşke canımı alsaydm da bunu is-temeseydin. O çocuklarımın rızkıydı ama sana söz verdiğim için bir bardak kadar sütümden verece­ğim." Demiş.

Abdullah, aslan sütünü alınca sevinçli bir şe­kilde kartalın yanına gelmiş. Ardından kartala sütü aldığını ve kartaldan kendisini götürmesini is­temiş. Kartal, Abdullah'tan bir şart istemiş. Önce Abdullah'a dönüp: "kaç kat yerin altındayız." De­miş. Abdullah; 'Yedi kat" demiş. Kartal da: "O hal­de her kat için bana yiyecek hazırlayacaksın. Her kat için ekmek ve ekmek içinde bir parça et olacak ve her katı geçtiğimizde ağzıma katacaksın. Eğer içinde eksik bir şey olursa veya zamanında ağzıma katmazsan ikimizde düşer ve bir daha da asla çıka­mayız." Demiş. Abdullah ise çaresizlik içinde bu şartı kabul etmiş ve denilen her şeyi hazırlamış. Böylece kartal ile Abdullah yola çıkmışlar.

Bir, iki kat derken altı katı geçmişler. Son kat­ta Abdullah tam ekmeği kartalın ağzına katacakken içindeki et parçası düşmüş. Abdullah da kartal bir şey anlamasın diye kılıcıyla baldırından bir parça et koparıp ekmeğin arasına koymuş ve kartalın ağzı­na katmış.

Nihayet Abdullah ve kartal yedinci katı da aşıp yeryüzüne çıkmışlar. Abdullah, kartala tam veda edeceği sırada kartal ağzındaki et parçasını çıkart­mış ve: "Tadından senin etin olduğunu anladım ve ağzımda sakladım. Bu et parçasını al ve yerine ya­pıştır, sonra iyileşir." Demiş. Abdullah da baldırın­dan kopardığı et parçasını yerine yapıştırmış ve kartalın dediği gibi iyi olmuş. Abdullah, kartalla tekrar vedalaşmışlar ve evin yolunu tutmuş.

Az gitmiş uz gitmiş birçok engelleri aşmış ve sonunda evine varmış. Hemen koşup babasının yanına varmış ve: "Baba ben geldim. Sana istediğin ilacı getirdim." Demiş. Babası buna inanmamış; "Diğer oğullarım getiremediğni sen mi getirecek­sin?" demiş.

Abdullah o sırada aslandan aldığı sütü getirip babasının gözlerine sürmüş. Babası eskisinden daha da sıhhatli olmuş. Bunun üzerine bütün ma­lını, mülkünü oğlu Abdullah'a bırakmış.

Bu arada diğer iki ağabey Abdullah'a yaptıkları haksızlıklarından, hakaretlerden pişman olmuşlar.

Abdullah da saf kalpli olduğundan onları affetmiş. Böylece hep beraber mutlu bir hayat sürmüşler.

Ahmet Ağa

Bir varmış bir yokmuş. Köyün birinde Ahmet Ağa diye biri yaşarmış. Bu Ah­met ağanın hiç çocuğu olmuyormuş.

Ahmet ağa, bir gün gidip bilgin birine derdini anlamış. Bilgin olan zat da bir şartla çocuğunun olacağını söylemiş ve ardından da eklemiş: "Öyle bir şey alacaksın ki bunu hem siz hem de davarla­rınız yiyebilecek ve hem de bunu ekebileceksiniz." Ahmet ağa, bunun üzerine gidip karpuz almış. Karpuzun içini yemiş, kabuklarını davarlara ver­miş ve çekirdeklerini de ekmiş. Bunun üzerine bir çocuğu olmuş ve adını da Ahmet ağa koymuş.

Baba olan Ahmet ağa bir gün mısır tarlasını dolaşırken terkedilmiş bir bebek bulmuş.Bu bebe­ği alıp eve getirmiş ve evdekileri toplayıp bu bebe­ği bir isim koyalım demiş. Her biri bir isim söyle­miş fakat Ahmet ağa, bu isimleri beğenmemiş. En sonunda Ahmet ağa, bebeğe, bulduğu yere istiııaden Gılgıl (misir)oğlu ismini koymuş.

Gün olmuş devran dönmüş Alamet ağa ve Gıl­gıl oğlu büyümüş birer yiğit oluvermişler. Ne ya­zık ki babaları hastalanmış ve çocuklarına şu vasi­yette bulunmuş: "Evin şu odasını kendi aranızda açın. O da şimdiye kadar açılmadı" demiş ve öl­müş.

Babalarının ölümünden kısa bir süre geçmiş­ken, Ahmet ağa, Gılgıl oğlunun yokluğundan fay­dalanarak, babalarının girmelerini emrettiği odaya girmiş. Girer girmez bir de ne görsün. Duvarda çok güzel, ay gibi parlayan bir kızın resmini gör­müş. Bu güzellik karşısında dayanamamış ve ba­yılmış. Gılgıl oğlu ise daha sonra gelmiş ve olayı öğrenince kardeşine kızmış. Fakat Ahmet ağa bu kızı mutlaka bulmaları gerektiğini söylemiş. Çün­kü o kıza kendisi aşık olmuş.

İki kardeş tamam diyerek hazırlıklarını ta­mamlayarak kızı bulmak için yola çıkmışlar. Uzun bir yol gittikten sonra karşılarına bir saray çıkmış. Bu saraya giderek kapısını vurmuşlar. Bir kadın çı­kıp kim olduklarını sormuş ve kapıyı açamayacağı­nı söylemiş. Kardeşler de: " Başka kimsen yok mu?" diye sormuşlar. Kız da on iki kardeşinin ol­duğunu yedisinin harpte öldüğünü, beşinin de düşman elinde esir olduğunu söylemiş. Kardeşler de onların nerede düşmana esir düştüklerini sor­muşlar.

Kız da kardeşlerinin bulundukları yeri tarif et­miş. Gılgıl oğlu, kızın kardeşlerinin muhasara al­tında oldukları yere doğru yola çıkmış ve sonunda kızın kardeşlerini bulmuş. Gılgıl oğlu kızın beş kardeşini düşmanla savaşarak muhasara altından kurtarıp, düşmanı dağıtmış.

Gılgıl oğlu kızın kardeşlerini alıp yola çıkmış­lar ve bir süre yolda mola vermişler. Bu beş kar­deşleri için yedi kardeşim verdiklerini ve kendile­rinin de esir düştüğünü ve sonunda kendisinin kendilerini kurtardığından bahsetmişler. Daha sonra bu kardeşler, kendi aralarında kız kardeşleri­ni Gılgıl oğlu'na vermeyi kararlaştırmışlar. Gidip ardından meseleyi Gılgıl oğlu'na anlatmışlar. Gıl­gıl oğlu ise evde kendisinin bir kardeşi oyduğunu ve kızı ona vermelerini istemiş. Onlarda: "Karde­şini görelim ondan sonra düşünürüz.

Bunlar yolu katederek sonunda eve varmışlar. Hem kardeşlerini hem de Ahmet ağayı görünce sevinmişler ve ayrıca Ahmet ağayı şekil ve sima yö­nünden beğenmişler. Fakat Ahmet ağanın bir yi­ğitliğini görünceye kadar, kız kardeşlerini veremeyeceklerini söylemişler.

Bir gün kızın kardeşleri ava giderken Gılgıl -lu'na ve Ahmet ağaya da kendileriyle gelmelerini söylemişler. Gılgıl oğlu ise kardeşinin hasta oldu­ğunu, kendisinin ava gitmesini rica etmiş. Gılgıl oğlu kardeşine: "Kızı gör ki, resimdeki mi değil mi tam bilelim." Demiş. Ahmet ağa gittiği yerde bir ara uykuya dalmış, o sırada kız Ahmet ağanın ye­meğini getirmiş ve cebine bilye katarak gitmiş.

Akşam Gılgıl oğlu, eve döndüğünde Ahmet ağaya: "Kızı gördün mü?" diye sormuş. Ahmet ağa ise görmediğini söylemiş. Gılgıl oğlu ise kardeşi­nin cebine bakmasını söylemiş. Ahmet ağa da ce­bine bakmış ki cebinden bir bilye çıkmış. Bunun ne anlama geldiğini Gılgıl oğlu'na sormuş. Gılgıl oğlu, kızın: "Sen daha çocuksun bu işler sana göre değil." Demek istediğini belirtmiş.

ikinci günde Gılgıl oğlu ve kardeşler ava git­miş. Ahmet ağa evde kalmış ve yine uykuya dal­mış. O sırada kız yemeğini getirmiş ve cebine bir kömür koymuş. Akşam Gılgıl oğlu eve Ahmet ağa. yine kızın yüzünü görmediğini ve cebine koyulan kömür parçasının ne anlama geldiğini sormuş. Gılgıl oğlu da kızın sana "Sen ancak kömür oca­ğında çalışacak adamsın." Demek istediğini söylemiş.

Üçüncü gün oyunca Gılgıl oğlu ve kızın kar­deşleri tekrar ava gitmişler. Ahmet ağa yine evde kalır ve evde uykuya daldığı bir sırada kız gelmiş, yemeğini yanma koyup cebine de bir kireç taşı koymuş. Akşam kızın kardeşleri ve Gılgıl oğlu eve geldiği vakit Gıîgıî oğlu tekrar kardeşine sormuş fakat Ahmet ağa kızı görmediğini kızın cebine koyduğu kireç taşının ne anlama geldiğini sormuş. Gılgıl oğlu'da; "Sen ancak kireç ocağında çalışabi­lirsin. Bu işler sana göre değil demek istemiş" der. Başka bir gün Gılgıl oğlu ve kızın kardeşleri ava giderken yolda Gılgıl oğlu rahatsızlanmış ve kızın kardeşlerine: "Siz gidin ben burada kalırım" demiş. Sonra da kardeşler gitmiş ve Gılgıl oğlu yalnız kalmış. Gılgıl oğlu kaldığı yerde bir taş bul­muş ve bu taşı çıkarıp aşağıya fırlatmış. Daha son­ra bir geyiği öldürüp çıkardığı taşın yerme koy­muş. Sonra da kızın kardeşleri gelmiş ve beraber-ce eve doğru yol almışlar.

Ertesi gün kızın kardeşleri, Ahmat ağanın ken­dileriyle gelip yiğitliğini göstermesini, aksı takdir­de kız kardeşlerini vermeyeceklerini söylemişler. Gılgıl oğlu'da Ahmet ağaya geyiğin yerini söyle­miş. Gılgıl oğlu ve o geyiği "Ben öidürdümde."

Demiş.Ahmet ağada aynısını yapmış ve geyiğin ol­duğu yerde rahatsızlandığını söyleyerek kalmış. Dönüşte kızın kardeşleri geyikle Ahmet ağayı gö­rünce: "Artık sen yiğit olduğunu kanıtladın. Bizde sana artık bacımızı veriyoruz." Demişler.

Bu arada Gılgıl oğl'da kızı evde yakalar ve onun resimdeki kız olduğuna kanaat getirir. Ak­şam, Ahmet ağa ve kardeşleri eve gelince durumu anlatır ve böylece kızı Ahmet ağayla evlendirirler. Bir gün Gılgıl oğlu ve kızın kardeşleri tekrar ava gitmişler. Giderken de Ahmet ağa'ya bu odayı açmamasını tembihlemişler, fakat Ahmet ağa merakını yellemeyerek odayı açmış. Bir de ne görsün zincire vurulmuş bir dev. Dev, Ahmet ağa'dan kendisini çözmesini istemiş, Ahmet ağada devi çözmüş. Dev, zincirleri çözülür çözülmez hemen Ahmet ağayı yakalayıp bu zincirlere bağlamış, ken­disi de dev kızı alıp götürmüş.

Gılgıl oğlu ve kızın kardeşleri eve gelip vazi­yeti gördüklerinde, olup bitenden dolayı Ahmet ağaya çok kızmışlar ve ceza olarak idamını karar­laştırmışlar. Gılgıl oğlu ise: "Bana kırk gün mühlet verin sizin kız kardeşinizi getireceğim." Demiş. Kardeşler de bunu kabul etmişler.

Gılgıl oğlu yola çıkmış ve yolda yiğit insanlarla karşılaşıp onlarla kardeş olmuş. Bu dört kardeş bir haraba köye varmışlar. Bu köyde bir evin içine gidip konaklamışlar. Sabah olunca üç kardeş ava gitmiş birini de yemeklerini yapması için evde kal­mış.

Bu kardeş yemeklerini yapıp hazırladığında kapı çalınmış kapıyı açınca bir de ne görsün, bir insan kafatası. Bu kafatası "Seni mi yiyeyim yoksa yemeği mi?" demiş. Bu kardeş korkusundan ye­meği yemesini söylemiş. Akşam olup kardeşler geldikleri vakit yemek bulamayınca durumu sor­muşlar. Kardeş de korktuğunu belli etmemek için olayı anlatmamış.ve çeşitli bahaneler uydurarak geçiştirmiş.

Daha sonraki günlerde de diğer iki kardeş de aynı olayla karşılaşmışlar. En son evi Gılgıl oğlu beklemiş. Gılgıl oğluna da aynı soruyu sormuş. Gılgıl oğlu olumsuz cevap verip, bazı şeylerle onu geçiştirip evden çıkarmış. Ardından da onu takip etmiş. Takip ede ede kafatasının bir mağaraya gir­diğini görmüş. Akşam kardeşleri gelince onları da bu durumdan haberdar etmiş.

Derken hep beraber mağaranın yanına gitmiş­ler. Mağaraya ip salıp içeriye girmeyi denemişler, fakat üç kardeş bu durumdan başarısızlığa uğramışlar. Son olarak Gılgıl oğlu mağaraya girmiş ve kafatasını parçalayıp savurmuş. Sonra mağaranın içine bakmış ki bir sürü insan, üç güzel kız ve ara­dığı kız oradaymış. Bunlara devin nerede olduğu­nu sormuş. Onlarda şu anda uykuda olduğunu ve bir hafta sonra uyanacağını söylemişler. Gılgıl oğ­lu bir hafta bekleyip devin karşısına düelloya çık­mış ve devi yenmiş. Mağaradakileri de tek tek yu­karı çıkarmış. Geriye sadece aradığı güzel kız kal­mış. Kızı, Gılgıl oğlunun önce çıkmasını çünkü o çıktığı takdirde kendisini yukarı çıkaracağını, yok eğer tersi olursa onu mağarada bırakıp hainlik edip insanların gidebileceğini belirtmiş.

Gılgıl oğlu ise bunun olmayacağını söyleyip önce kızı çıkarmak istemiş. Fakat kıza dönüp "eğer burada kalırsam ne yapayım"demiş.

Kız da: " Bir hafta bekleyip son gün mağaranın içindeki havuzun yanma gideceksin havuzda iki koç (siyah ve beyaz) bulacaksın bunlardan beyaza binersen yukarı, siyaha binersen aşağıya gider­sin."demiş.

Sonuçta kızın söyledikleri doğru çıkmış. Arka­daşları îaz için kavga etmişler Gılgıl oğlu ne kadar yalvarmışça da kar etmemiş. Onu mağarada bıra­kıp gitmişler. Gılgıl oğlu mecburen bir hafta beklemis ve havuzun başına gitmiş. Orada beyaz ve siyah koçları görmüş. Sonunda beyaz koça binme­yi başarmış. Ardından doğruca yukarı çıkmış ve yukarıda arkadaşlarının halen kavga ettiklerini görmu:

Sonra onları ayırarak her bir arkadaşını bir ba­yanla evlendirmiş kendisi de kızı alıp, kızın mem­leketine doğru yol almış. Kırk güne bir gün kala memleketine ulaşmış ve kardeşini kurtarmış.

Bu şekilde kızı ve kardeşini alıp memleketine dönmüş ve orada mutlu bir hayat sürmüşlerir

Yüzsüz Rabia

Bir varmış bir yokmuş. Günün birinde kendisine yüzsüz Rabia adı verilen bir tilki varmış. Bu tilki olan. yüzsüz Rabia bir gün hastalanmış ve hastalığının dermanını bul­mak için yolculuğa çıkmış.

Yüzsüz Rabia, yolculuk esnasında bir ayıyla karşılaşmış. Ayı kendisiyle birlikte yoldaş olmak istemiş. Yüzsüz Rabia'da bu teklifi kabul etmiş. Beraberce bir süre yolculuk ettikten sonra sırasıy­la bir horoz ardından da bir tavşan ve bir kurt da bunlarla arkadaş olmuş.

Bu beş arkadaş beraberce yolculuk ederken bir yerde ayı, yüzsüz Rabia'ya yaklaşarak acıktığını ve tavşanı yemeği düşündüğünü söylemiş. Yüzsüz Rabia da bunu kabul edip yiyebileceğini söylemiş. Bu durum aynı şekilde horoz ve kurt içinde cere­yan etmiş. Arkadaşları ölünce yüzsüz Rabia ile ayı yalnız başlarına kala kalmışlar. Bu arada ayı arkadağlarını yerken, yüzsüz Rabia'da bunların bağır­saklarını çıkarıp, beline sararak saklamış.. Sonra da yola devam etmişler.

Yüzsüz Rabia, ayı kendisini yemesin diye arka­da ayı da önde yol alıyorlarmış Yüzsüz Rabia, beli­ne sardığı bağırsakları bir müddet sonra çıkarıp ye­meye başlamış. Ayı da yüzsüz Rabia'ya yaklaşarak ne yediğini sormuş. O da: "Bir gözümü çıkartım yiyorum." Demiş. Ayı da bu durumda kör olacağı­nı belirtmiş fakat yüzsüz Rabia ise hayır: "Ben gö­rüyorum sen de çıkarırsan görebilirsin." Demiş. Bunun üzerine ayı gözünü çıkarıp yemiş. Fakat ayının gözü görmemiş. Bunun üzerine öbür gözü­nü de çıkarır yersen görürsün demiş. Ayı diğer gö­zünü çıkarmış ve sonunda kör olmuş. Yüzsüz Ra­bia da böylece bir nebze de olsa başarıya ulaşmış.

Bunun üzerine ayı, yüzsüz Rabia'ya görmedi­ğini ve hala aç olduğunu belirtmiş.Yüzsüz Rabia ise biraz ötede bir bahçe olduğunu, bahçede ise her türlü yiyeceğin olduğunu, oraya gidersek açlı­ğını giderebileceğini belirtmiş. Bir müddet gittik­ten sonra yüzsüz Rabia, ayıya bahsettiği bahçeye ulaştıklarını bahçenin ise bir duvarla çevrili oldu­ğunu, eğer bu duvarın üzerinden atlarsa bahçeye girebileceğini söylemiş. Ayı da yüzsüz Rabia'ya kanarak atlamış ve bahçe sandığı uçuruma yuvarla­narak can vermiş. Yüzsüz Rabia da böylece kork­tuğu ayıdan kurtulmuş.

Ker Ve Kvuek

Bir varmış bir yokmuş. Ker ve külek adında iki kardeş varmış. Ker büyük kardeş külek ise küçük kardeşmiş.

Günün birinde amcalarının oğlu başka bir aşi­ret tarafından öldürülür. Amcalarının da günün birinde, köyün merkezine bir masanın üzerine bir fincan koyar. Ardından da: "Bu fincanın içindeki kahveyi kim içerse, oğlumun intikamını o gidip alacak."demiş.Amcaları aynı zamanda aşiretlerinin reisiymiş.

Külek, çobanlık etmekte, ker ise fincanın için-dekilerinin diğer kuzenleri tarafından içilmesini bekleinekteymiş. Köyde bu olay üzerine felce uğ­ramış. Her kes köy meydanında sabahlayıp akşam­lamakla beraber kimse bu işe cesaret edemiyor-muş. Külek, koyunların sütünü sağmak için kim­senin gelmediğini görünce köyde bir şeyler oldu­ğunu anlamış. Sonra kendisinin yanma gelen bir köylüye bu durumun sebebini sormuş. Köylüde olup bitenden hepsini teker teker anlatmıg.

Külek, bunun üzerine sürüyü bırakıp doğru köy merkezine gelmiş. Direk fincanın yanına gide­rek, fincanın içinde bulunan kahveyi içmiş. Orada bulunan bir ihtiyar ona: "Sen bu kahve içmenin ne anlama geldiğini biliyor musun?" demiş. Külek ise bunun anlamını bildiğini belirtmiş,

Külek, kahveyi içtikten sonra eve giderek yol­culuk hazırlıklarına başlamış. Yolculuğa hazırla­nırken annesi ona şunları anlatmış: "Oğlum! Sana söyleyeceklerimi iyi dinle. Bunları yaparsan zafere ulaşırsın. Önce; falanca tepeden giderken önüne bir geyik çıkarsa o zaman atını sıkıca tut ki atın korkudan ürkmesin. Sonra, atını dinlenmeye çek­tiğin zaman, iyice kazığını çak ki at, su üzerine gi­dip şişene kadar su içmesin. Yoksa, atın karnı şişer ve seni savaş da mağdur edebilir." Demiş. Külek nasihatları dinler bunlara uyacağını söyleyerek he­lallik ister ve yola çıkar.

Külek, annesinin belirttiği yere ulaştığında ge­yik birdenbire ortaya çıkar ve at korkudan ürperip, külek, atın dizginini sert bir şekilde bastırmış ve böylece ilk tehlikeden kurtulmuş olur.

Sonrada gece olunca düşmana yakın bir yere ulaşmış. Külek, burada atını hizmetçilere teslim etmiş. Hizmetçileri ise atı, atı tam bağlamayıp gev­şek bırakmışlar.

At da bağlı olduğu kazığı yerden çıkararak doğ­ruca suyun bulunduğu yere gidip aşın derecede su içmiş. Ardından da karnı şişmiş.

Sabah olunca düşman kulek'i görüp yanına gelmiş. Külek de atını hazırlayıp üzerine binmiş ve cenk meydanına çıkmış. Cenkte düşmanlardan bi­rini öldürmüş. Fakat at şişkinliğinden dolayı mey­dana yığılarak yere serilmiş. Bunun üzerine külek de ağır darbeler almış.

Sonra at meydanı terk ederek dört nala koşup soluğu kendi geldiği köyde almış. Bunun üzerine kulek'in kardeşi ker de gelip olayı bir tepeden izle­meye başlamış. Ardından da bu işin içinde bir oyun olduğunu anlamış ve gelen ata binerek doğ­ruca cenk meydanına gelmiş. Sonrada: "Vallahi si­zin kökünüzü kaziymcaya kadar durmayacağını." Demiş ve meydana dalınca kardeşine yara bere içinde görmüş ve dönüp kardeşine: "Sen burada kal ben bunların kökünü yok edeceğim sen sey-ret."demiş.

Kardeşini o hale getiren düşmanları hepsini öl­dürmüş. Kardeşinin yanma vardığında ölü olarak bulmuş.

Ker, bunun üzerine büyük bir üzüntü duymuş fakat elinden de bir şey gelmemiş. Orada kardeşi­ni defn edip büyük bir üzüntüyle köyüne dönmüş.

Hatice İle Sidik Ahmet

Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman için­de köyün birinde öksüz ve kel Sidik Ah­met adında bir çocuk varmış.

Bu çocuk amcaların da kalmaktayımş. Amcası­nın bağ ve bahçelerine bakıyormuş. Sidik Ahmet bu bağ ve bahçeleri korurken, bu arazilere giren hayvanların da uzuvlarını kesiyormuş. Birinin ku­lağını, diğerinin burnunu, bir başkasının kuyruğu­nu kesip duruyormuş.

Bu durum böyle devam ederken köylüler, Si­dik Ahmet'i amcasına şikayet etmişler. Amcası da Sidik Ahmet'i azarlamış ve ona kızmış. Sidik Ah­met de buna alınmış ve amcasından ayrılmayı ka­rarlaştırmış. Amcasının karısı kalması için ısrar et­mişse de Sidik Ahmet, onu dinlememiş ve ayrıl­mış.

Bir başka köyde de I Iasan ağa diye biri varmış. Sidik Ahmet bu I Iasan ağanın yanma giderek ondan bir iş istemiş. Hasan ağa da onu aşçının yar­dımcısı olarak işe almış.

Sidik Ahmet, aşçının yanında çalışırken ona küçük düşürücü sözlerle hitap edip alay etmiş. Si­dik Ahmet de bunlara tahammül etmeyerek eline aldığı bardağı, aşçıya fırlatmış. Bardak, aşçıya sap­lanarak aşçıyı öldürmüş. Bunun üzerine Masan ağa, Sidik Ahmet'e bazı şeylerin olduğunu anla­mış. Ardından da onu kadınlara hizmet için görev­lendirmiş.

Sidik Ahmet, kadınların istedikleri şeyleri geti­rip götürürken bir gün, Hasan ağanın kızı, Sidik Ahmet'e "Bana su getir."'Demiş. Sidik Ahmet de ona: "Ben sana değil sen bana getir." Demiş. Bu durum ağaya şikayet edilmiş fakat ağa Sidik Ah­met'i haklı bulmuş.

Başka bir gün de Sidik Ahmet, ağadan korucu-iarıyla beraber gitmeyi düşünmüş. Hasan ağa da bunu kabul edip ona, bir at vermiş ve korucu adamlarıyla yollamış.

O gün de bezirgan o bölgeden geçiyormuş. Si­dik Ahmet de hemen bezirganın yolu üzerine oturmuş. Sonra kendine meşe ağacından bir mız­rak yapmış ve orada kel kafasını kaşıyarak bekle­meye başlamış.

Bezirgan başı askerlerine seslenerek: "İlende oturan şu adama, şu erzakları verin de yolumuz­dan çekilsin." Demiş ve bir askerini ona yollamış. Asker, erzağı götürdüğünde Sidik Ahmet ona, kendisine yaklaşmasını söylemiş. Adam, kendisine yaklaştığı zaman, hemen adamın dilini ısırıp ko­parmış.

Asker, Bezirganbaşının yanına geldiğinde as­kerin durumunu gören bezirganbaşı ikinci bir adamını onun yanına göndermiş. Fakat o asker de aynı akıbetle geri dönmüş. Bunun üzerine üçüncü bir kişiyi göndermiş. Sidik Ahmet gelen adama: "Git bezirganbaşma söyle; kendisinin atı ve önde bulunan diğer iki atı ve onun üzerindeki yükleri bana verirse yol veririm." Demiş.

Bezirganbaşı gelen bu teklifi kabul etmemiş. Sidik Ahmet de bunun üzerine savaş ilan eder. Ya­pılan savaşta Sidik Ahmet galip gelir. Askerler tek tek öldürülür. Sonunda bezirganbaşı ile baş başa kalır ve onunla düelloya girip bir hamlede yere se­rer. Böylece Bezirganı yenip tüm ganimetlerine el koyar. Bu ganimetleri Hasan ağa ve adamlarıyla beraber paylaşır.

Bu davranışı üzerine Hasan ağa. yolda Sidik Ahmet'e -kızını vermeyi düşünmüş. Sonra da bu düşüncesini Sidik Ahmet'e açmış fakat kabul gör­memiş..

Sidik Ahmet, bir sabah uyandığında bütün ev halkının taşınıp gitmiş. Buna sinirlenerek ağaya hakaretler savurarak oradan kendisi de ayrılmış.

Yolda giderken bir ırmağın yanında, yeşillikler içersinde akan bir kaynak suya rastlamış. Orada oturup suyunu içmiş ve bir az uzanryermiş, O sı­rada da birisi çıkagelmiş ve Sidik Ahmet'e; "Bura­lar benim verimdir. Sen nasıl olurda buralarda uzanıp dinlenebilirsin.Ben adıyla şanıyla Karaget-ron'um . Sidik Ahmet, Karagetrou'u rüyasında gördüğünü anlatmış ve bunun üzerine arkadaş ol­muşlar.

Bu iki arkadaş yolda giderken uzaklarda bir ev görmüşler ve hemen oraya gidip evin kapısını çal­mışlar. Onlara kapıyı bir kadın açmış. Sonra da onlara kardeşleriyle kaldığını, onların az ilerde kendisini kaçırmaya gelen düşmanlarıyla savaştıklarmı söylemiş. Onlar da bunu duyar duymaz he­men kızın yedi kardeşinin yardımına koşmuş ve düşmanı tarumar etmişler.

Daha sonra kadının kardeşleri, Sidik Ahmet ve Karagetron eve gelmişler. Evde birbirleriyle konu­şurken. Sidik Ahmet başka akrabaları olup olmadığını sormuş. Onlar da bir amcazadelerinin oldu­ğunu fakat nerede olduğunu ve nasıl bir durumda olduğunu bilmediklerini söylemiş. Sidik Ahmet ise bu amca oğullarının kendisi olduğunu söyle­miş. Böylece Kardeşlerle akraba oldukları ortaya çıkmış.

Bunun üzerine kardeşler, bacıları olan Hatice adındaki kızı, Sidik Ahmet ile evlendirmişler.

Düğün öncesi Sidik Ahmet, bir elbise diktir­mek için şehre gitmiş. Şehre gitmeden önce de bir bakmış, Karagetron evde, Sidik Ahmet'in kendi­sinden şüphelendiğini fark etmiş ve Sidik Ah­met'in kendisinden emin olması için ondan, elle­rini ve ayaklarım bağlamasını istemiş. Sidik Ahmet söyleneni yapmış. Fakat bağladığı bu zincirlerin anahtarlarını Hatice'ye vermeyi unutmuş. Anahtar kendisinde kalmış.

Sidik Ahmet, şehirde elbise diktirirken, bir pa­şanın adamları Hatice'nin evini basmışlar ve kar­deşlerini de öldürmüşler. Karagetron ise zincirli haliyle savaşmış fakat adamlara yenilmiş. Bunun üzerine paşanın adamları Hatice'yi alıp oradan uzaklaşmışlar.

Sidik Ahmet, terziye giderken atını ahıra bağ­lamış. Sonra da aradan bir az zaman geçince seyis gidip atma bakmasını söylemiş. Seyis gidip ata ba­kınca atın yeri estiğini ve sadece kulaklarının dışa­rıda kaldığını görmüş. Ardından gelip durumu Si­dik Ahmet'e anlatmış.

Sidik Alamet, atın bu hareketinden fte demek istediğini anlamış ve hemen gidip atı bulunduğu yerden çıkarıp binmiş ve köyüne gelmiş. Bir de bakmış ki her yer ölü doluyınüş. Karağetrün ise can çekişmekte Karagetron tüm olanları ona anlat­mış, ardından o da ölmüş. Sidik Alamet ise hepsi­nin intikamını alacağına dair and içmiş

Paşa ise şenlik ilan etmiş. Sidik Ahmet, senli­ğin yapıldığı paşanın mahaline gelmiş ve orada rastgele bir kapıyı çalmış. Kapıyı bir kocakarı aç­mış. Sidik Ahmet , şenliğin nedenini sormuş," ko­cakarı da nedenini tek tek anlatmış. Daha sonra Si­dik Ahmet, kocakarıdan kendisini içeriye almasını istemiş. Kocakarıda onu bir kese altın karşılığında içeriye alınış.

Sidik Ahmet, kocakarıdan yoğurt getirmesini istemiş. Kadın da bir tencere yoğurt getirmiş Sidik Ahmet de getirilen yoğurda yüzüğünü katıp koca­karıya: "Bunu götür, Hatice'ye mutlaka yedir." Demiş. Kocakarı da bir kese altın karşılığında yo­ğurdu götürüp I latice'ye yedirmiş. Hatice yoğurdu yerken içindeki yüzüğü görmüş ve bu yüzük sahibinin nerede olduğunu sormuş. Kocakarıda kendisinde saklandığını ona anlatmış.

Hatice, kaçırıldığı günden beri ağladığından, kocakarının müjdesi sayesinde konuşmaya, gül­meye başlamış. Bu durum paşanın dikkatini çek­miş ve gidip kocakarıya ne isterse onu yapabilece­ğini yeter ki sebebini anlatmasını istemiş.

Kocakarıda kendisinin bir kızı olduğunu Hati­ce'yi kızının yanma götürmek istediğini ve birkaç gün burada kalmasını söylemiş. Paşa da bunu ka­bul etmiş ve Hatice'yi ona vermiş.

Evde Sidik Ahmet, kocakarı ile Hatice'yi şehir dışına yollamış. Kendisi de Hatice kılığına girerek paşanın odasına girmiş ve paşayı orada öldürmüş. Daha sonra da kocakarı ve Hatice'ye varmış. Paşanın adamları ertesi sabah durumu öğrenince """Sidik Ahmet'in peşine düşmüşler ve bir yerde onunla karşılaşıp çarpışmışlar. Orada kocakarı öl­dürülmüş fakat Sidik Ahmet ve I Iatice kaçmayı başarmışlar.

Kaça kaça bir vadiye ulaşmışlar yorgunluktan orada bir az dinlenmişler. Sidik Ahmet orada başı­nı Hatice'nin dizine koyarak uyumuş. Tam o sıra­da Hatice karşı yamaçta bir koç görmüş. O koçun, çobanının isteklerini yerine getirmediğini görmüş ve koça bakarak ağlamaya başlamış. Ağlarken göz­yaşları Sidik Ahmet 'in üzerine damlar. Sidik Ah­met de böylece uyanmış ve Hatice'nin neden ağla­dığını sormuş. Hatice de: "Koçun şahsında seni gördüm de ondan ağladım."demiş.

Bunun üzerine Sidik Ahmet, hırsla kalkarak koçu keseceğini söylemiş. Koçu bulup tam kese­cekken yanıbaşmda bulunan uçurumun kenarında koç bir hamle yapıp Sidik Ahmet'e vurmuş. Sidik Ahmet de uçurumda bir ağacın üzerine düşmüş ve göğsüne ağaç saplanmış.

Hatice, Sidik Ahmet gelmeyince arkasından gitmiş, ve onu uçurumda bir ağaca battığını gör­müş.. Sidik Ahmet, Hatice'ye bir ip getirip kendi­sini kurtarmasını söylemiş. Fakat Hatice denileni yapmamış .Çünkü oradan çıkması ve yaşaması mümkün değil aldığı darbeler ölüm darbesidir. Bunun üzerine Sidik Ahmet, Hatice'ye:"Sen ben­den daha iyi bir eş, kendine benden daha iyi bir sahip bul." Demiş. Fakat Hatice, Sidik Ahmet'in yokluğuna dayanamayacağını anlamış bismillah deyip oda kendisini uçurumdan atmış o da onun üzerine düşmüş ikisi de orada can vermiş. Sevgile­rini öbür dünyaya beraber götürmüşler.

Evres İle Dev Anası

Bir varmış bir yokmuş. Evvel zamanda Dicle nehri kenarındaki bir köyde Evres adında yetim bir çocuk varmış. Bu ye­tim çocuk çok yaramazmiş, fakat bunun yanında zeki, güzel ve yetim olduğu için anası ve köylüler onu hep hoş gÖrürlerrhiş; yaramazlıklarına hiç ka-rışmazlarmış.

Evres'in en büyük merakı Dicle nehri kenarın­da nehir üzerinde kelekle seyahat etmekmiş. Fakat annesi oğlunun başına bir iş gelir diye onu kelck-çiferin yanma hiç bırakmazmış. Kelekçilerde, ana­sı tenbihlcdiği için Evrcs'i yanlarına almazlarmış.

Evres, bir gün annesinin bakır testini almış ve sabah erkenden doğruca Dicle nehrine giderek ba­kır testine binmiş ve nehre girmiş. O nehre girer­ken kimse onun nehre girdiğini görmemiş. Evres de nehirde gezmenin zevkinden zamanın nasıl geçtiğini farkında değilmiş. Meğer bütün gün nehir boyunca yol almış. Akşam olunca da köyüne geri dönmek istemiş, ama suya karşı gücü yetme­yip testi de bir türlü dönde rem emiş. Bunun üzeri­ne çok yorulmuş ve sonunda ağlamaya başlamış. Böylece yorgunluktan uykuya dalmış.

Dicle nehri üzerinde Evres iki gün iki gece yol almış ve üçüncü günün gecesinde uykudan uyan­mış. Evres, çok uğraştıktan sonra bakır testini Dic­le nehrinin kenarına çekebilmiş. Nerelere geldiği­ni anlamak için etrafına bakınca buranın bir çöl ol­duğunu anlamış. Sonra da Dicle nehrinin kıyısını takip ederek böylece köyünü bulabileceğini dü­şünmüş.

Bu halde yolda giderken çölün içersine bir ışık görmüş ve bu ışığın olduğu yerde muhakkak bir köy vardır ve bende gider o köylülere kaybolduğu­mu söylerim ve böylece onlar da beni köyüme gö­türürler diye düşünmüş.

Bu düşünce içersinde Evres koşarak ışığın bu­lunduğu yere gelmiş. Evres ışığın yanına gelince bir tek evle karşılaşmış ve hemen evin kapısını çal­mış. Kapıyı çok güzel bir kadın açmış ve Evres'e evine misafir olarak almış . Bu güzel kadın evinde ona çok güzel ikramlarda bulunmuş. Ona yedir­miş içirmiş ve odasını gösterip oraya yatırmış.

Evres ne dilerse bu kadın o işi yaparmış. En güzel yemeklerini yedirir, en tatlı şerbetlerinden içirir ve saatlerce onunla oyun oynarmış. Fakat onu evden hiç dışarı bırakmazmış.

Böylece günler geçiyor. Sonra bir gün Evrcs'in aklını annesi ve köyü gelmiş. Annesini özlediğini ve güzel kadına köyüne dönmek istediğini belirt­miş. Güzel kadın da: "Sen benim oğlumsun. Seni artık bu evden dışarı bırakmam." Demiş.

Güzel kadın bir gün evden uzaklaştığında Ev­res hemen o anda kaçmayı düşünmüş, fakat kapıyı bir türlü açamamış. Bunun üzerine kapının eşiği­ne oturup ağlamaya başlamış. Derken o anda kapı­nın dış tarafından bir takım sesler duymuş. Kapı­dan bakınca da o seslerin çöl tilkilerinin olduğunu görmüş. Tilkiler Evres'ten durumunu sormuşlar. Oda bulunduğu durumu tilkilere anlatmış.

x Bunun üzerine tilkiler o kadının oğlanları çok seven bir çöl devi olduğunu söylemişler. Evin ka­pısının da sihirli olduğunu ve ancak o çöl devinin saçlarının değmesiyle açılıp kapandığını Evres'e anlatmışlar. Aynı zamanda devenin rüzgar gibi hızlı olduğunu ve ne kadar uzağa giderse gitsin kı­sa zamanda eve geri dönebileceğini söylemişler. Tilkiler bu bilgileri verdikten sonra kaçıp gitmişler.

Güzel dev anası eve dönünce Evres hemen onun kucağın atlamış ve : "Anne seni çok özle­dim." Demiş. Ardından da "Sen evden gidince se­ni çok özlüyorum. Uzun saçlarından bana bir tu­tam ver de hiç olmazsa onu sevip koklarım."demiş. Dev annesi de buna çok sevinmiş ve saçlarından bir tutam kesip vermiş.

Yine bir gün dev anası evden dışarı çıktığında Evres hemen bakır testinin altında delikler açmaya başlamış; sonra da testinin altım isli çamurla gü­zelce sıvamış. Dev anası eve gelince Evres'le bera­ber yemişler, içmişler ve eğlenmişler. Gece olunca Evres ağlayarak uyanmış. Dev anası da Evres'in ya­nına koşup: "Ne oldu, niye ağlıyorsun?" demiş. Evres de: "Ben çok hastalandım. Ben köyümde böyle hastalanınca öz annem Dicle nehrinden ba­na sn getirir ben de içip iyileşirdim." Demiş ve ba­kır testini dev anasının eline vererek Dicle nehrinden su getirmesini istemiş.

Dev anası testi kaptığı gibi Dicle nehrine doğ­ru rüzgar gibi koşmuş oraya vardığında hemen tes­ti suyla doldurmuş ve evin yolunu tutmuş. Yolda bir ara gözü teste ilişince bakmış ki içinde tek damla su kalmamış. Dev anası bunun üzerine tekrar geri dönmüş, teste suyu doldurmuş yola ko­yulmuş fakat su yine kalmamış bu hal sabaha kadar devam etmiş.

Bu arada Evres, dev anası evden ayrılır ayrıl­maz onun sihirli saçlarıyla kapıyı açmış ve dışarı çıkmış. Dışarı çıktığında tilkilerin kendisini bekle­diğini görmüş. Tilkiler hemen Evres'i alıp o diyar­dan uzaklaşmışlar ve Evres'in köyüne doğru giden bir kervana onu teslim etmişler. Evres de o sırada dev anasının saçlarını tilkilere vermiş.

Böylece tilkiler, dev anasının kapısını rahatça açarlar, bütün güzel yemekleri ve şerbetleri yiyip içerler. Dev anasının tuzağına düşenleride kurtar­mışlar.

Hoca İle Talebe

Hoca Talebesiyle birlikte uzak bir Ülke­ye yolculuk yapmışlar. Bir çok ülkeyi .geçerek varmak istedikleri yere var­madan ki son ülkede konaklamışlar. Şehrin mey­danında halkın toplandığını görmüşler, hayırdır bu Kalabalık nedir diye sormuşlar, oradaki halk bi­zim geleneğimizde var olan bir uygulamayı yarın yapacağı., Bu Kalabalık yarın yapılacak seçim ile il­gili, hoca nasıl yapıyorsunuz diye sorar oradaki in­sanlara, yarın sabah güvercini bırakırız güvercin kime konarsa paşa o olacak.

Bunun üzerine talebe hocasına, hocanı bu ge­ce burada kalalım bakalım nasıl olacak; güvercin kime konacak, bu şanslı adam kim olacak.

Bunun üzerine orada birine misafir olurlar. Hoca ile talebesi ikisi aynı odada yer yatağında, idareyi (lambayı) söndürmüş uzanıp sohbet edi­yorlar. Yol yorgunluğu da var her ikisinde öğrenci hocasına, hocam sabahleyin bu güvercin sana ko­narsa, paşa seçilirsin bu halka neler yaparsın. Bu­nun üzerine hoca ben yetimin, yoksulun hakkını korur İslam dinini yaygınlaşanımı.

Bu defa aynı soruyu hoca öğrencisine sorar. Peki sana güvercin konarsa paşa seçilirsen sen ne­ler yaparsın der, öğrenci ben bunlara zülüm ede­rim, astığımı astık, kestiğimi kestik,bu halka olma­dık eziyetler yaparım.

Derken bu sohbetten sonra yatarlar. Sabahle­yin kalkarlar kahvaltıdan sonra ev sahibiyle bera­ber seçim alanına gelirler. Bütün ahali bu şans gü­vercini kime konar coşku ve sevine içinde beklemeye başlarlar.

Vakti gelince güvercini bırakırlar, güvercin gi­der bu yabancı öğrenciye konar. İleri gelenler bu yabancıya öğrenciye güvercinin konması pek hoş­larına gitmez! Ancak; gelenekleri gereği üç kez üst üste güvercin kime konarsa her kes onun padişah­lığını kabul etmek zorundadır. Bunu tekrarlarlar her üçünde de güvercin öğrenciye konar.

Bunu üzerine öğrenci padişah olur orayı yö­netmeye baslar. Halka eziyet, baskı, zulmeder bu­na dayanamayan oranın ileri gelenleri, hocam bu senin öğrencin, bunun yanma gidelim bizlere bu kadar baskı yapmasın. Halk çok şikayetçi, bunun üzerine ileri gelenler hoca ile birlikte paşanın yanı­na giderler.

Paga(Öğrencî) hocam hatırlıyor musun, ilk bu­raya geldiğimizde kendi aramızda neler konuştuk, hocada evet hatırlıyorum. Bu toplum iye yönetil­meye layık olsaydı güvercin sana gelir sana konar­dı. Demek ki bunlar zulme layıktırlar ki güvercin gelip bana kondu der. Cevabını alan ileri gelenler ve hoca çıkıp giderler pa§a da uygulamalarına de­vam eder.

Bir Zamanlar Palvda Bîr Ağa Varmış

Bir ağa bir hanımı, bir' de oğlu varmış. Oğlu da evli üç çocuk babası, ancak ba­bası oğluna bakarak bir ah çeker, hanı­mı; nedir bey hayırdır, ne ah çekip duruyorsun. Hanımına bu çocukta her hangi bir cevher yok, gittikçe geri gidiyor. Bir gün ağa karısını yanına ça­ğırır der ki hanım bir gün ben den geçerse bu çocuk bütün mallarımızı satar.

Ağa çocuğun beceriksizliğiyle ilgili hammiylâ yanına sık sık dert yanar bu olan bana çekmemiş bu oğlanın elinden iş güç gelmez! Perişan olur, gözüm arkada kalır, buna bir iyilik daha yapayım der. Bir torba altın damın tavanın da gizli bir yer yapar, hanımına derki; bu çocuk açlığa sefalete da­yanamaz, bunalır kendini asar. bu raya bir de za­yıf dayanıksız bir halka takılım, kendini asarken halka dayanıksız olursa kopar oradan düşer dolayısiyla torba altın da dökülür. O zaman bizi anlar ve hem de olayları yaşayarak akıllanır.

Gel zaman git zaman baba hastalanır. Oğlum ben hastayım belki de ölürüm yalnız sana bir vasi­yetim var, sana kendini as demem ancak buna mecbur kalırsan veya böyle bir şey yapmaya mec­bur kalırsan, sana tavanda şu halkayı yaptırdım kendini oraya asarsın. Çocuk kızar buna tepki gös­terir, ben senin hastalığından dolayı seni ziyarete geldim, sense bana neler söylüyorsun.

Birkaç gün sonra baba ölür. Anne kalır .bir iki sene anne dikkat eder baba'yı aratmaz bu nedenle de her hangi bir anormal durum meydana gelmez! İki'sene sonra anne de ölüyor. Anne'nin ölümün­den kısa zaman sonra bu başlıyor mallarını satma­ya; tarlalarını, bahçelerini, satmaya başlıyor geçen zaman sürecinde elinde hiç tarla takım hiç bir şey kalmıyor.

Sonunda evin çatısını bile satmaya başlar, yal­nız içinde olduğu yani babasının öldüğü oda kalıyor.Onu da satarsa dışarıda kalır. Parasız çaresizlik içinde kıvranıp dururken, kazada babasının bir dostuna denk gelir, babasının dostu ona seslenir. Yanına çağırır ne geziyorsun vallahi bos geziyo­rum, perişanım bunun üzerine babasının dostu, sen babandan kalma o kadar malı satın yedin sana dayanmadı bundan böyle gündelik ile çahşıp nasıl geçineceksin.

Babasının dostu iş yok, ancak; sana bir miktar para vereceğini, gideceksin bir eşek alacaksın, bir de balta alacaksın dağa gidip odun keseceksin eşe­ğine yükleyip kasabaya getireceksin burada bende sana yardımcı olacağım satarak geçinmeye çalışa­caksın. Aynısını yapar her yük odunu 10 krş. satar bir günde iki kez yapar bu 20 krs demektir. Derki 10 krş bir ciğer alayım çocuklarıma ve ciğeri alıyor yolda gelirken akşam namaz vakti olur, bunun üzerine ciğeri pınarın başına bırakıp abdest almaya başlar bn süre içinde bir kırlangıç ciğeri alıp götü­rür bunun üzerine kırlangıcı kovalamaya çalışır ancak yakalamak mümkün olmaz.

Bunun üzerine başka bir köye misafirliğe gi­der, neyse cemaat kurulur muhabbet başlar her kes kıssadan bir şeyler anlatır. Sıra kendisi ne gelir başından geçen olayı anlatır. Yanmdakilerden biri sen yalan söylüyorsun. Sen parayı nereden getir­din ki ciğer alasın. Oda hiç cevap vermeden kendi kendine düşünür, artık bu hayat çekilmez! yoksul­luğundan dolayı doğrusuna bile kimsenin kim-se'nin inanmadığı bir dünyada yaşamak ne anlamı var. Kafasında eve döndüğümde intihar edeceğim, başka çarem yok der.

Gece gözüne uyku girmez; sabahı zor eder ve hemen çeker eve gider hanımına elinde ki diğer 10 krş verir ve odayı terk edin benim bir az işim var. Bunun üzerine odayı çocukları ve hanımı boşaltır boşaltmaz, hemen kendini babasının dediği halka­ya ipi takar ve boynuna geçirir. Ayağının altındaki sandalyeyi iter, ağırlığı taşıyamayan halka kopar. Bunun üzerine babasının daha önceden sakladığı altın torba düşüverir, torbayı açar ki içi altın dolu olduğunu görür, bunun üzerine olduğu yerde bir saat kadar ağlar ve babamın zamanında sözünü dinlemedim benim neler yapabileceğimi veya ya­pamayacağımı bildiği için bana bunu yapmıştır der. Üç altını alır geri kalanı saklar.

Karısını çocukların çağırır ve eşeğine biner doğru çarşıya kazaya gelir, bir hana gider, orada eşeği satar, elindeki üç altını da bozdurur. O pa­rayla güzel bir takım elbise kendisine, çocukları­na, hanımına hepsini baştan aşağı giydirir. Çok gü­zel bir at alır bir heybenin içine et ekmek ve sebze doldurur, köyden geçerken bu durumu gören köylüler kimi bu bir yerlerden çalmış, kimi baba­sından kalma gizli bir hazine bulmuş gibi söylentiler dolaşıp durur, kendisi de bunlara aldırmadan evine gider bir güzel yemek yapar hanımı ve çocuklarıyla birlikte oturur yerler.

Bir gün sonra altınlarım yarısını götürüp boz­duruyor ve eve geliyor. Bütün köylüleri çağırır der ki size sattığım babamın tarlalarını iki misline geri alacağım. Bütün sattıklarımı geri alıyorum. Bütün mallarını satın alır. Ondan sonra bütün yıkılan ev­leri yeniden yapıyor ve ondan sonra her kes kendi­sine Ahmet ağa diye saygı gösterir. Bir gün, daha önce misafir kaldığı köylüler onu ziyarete geliyor­lar, yiyip içtikten sonra, daha önce sen yalan söylü­yorsun diyen adamda gelenlerin içinde, yine başlı­yorlar sohbete ve Ahmet ağa başlar konuşmaya derki benim hanımım hamile, ahırdaki ineğimiz de gebe, karım hele git ahırdan bir ses geliyor ne var diye bunun üzerine gittim inek olduğu yerde yatıyor, daha doğurmamış, fakat öküzümüz do­ğum yapmış, ne dersiniz bu işe, yalan mı? doğru mu? daha önce kendisine yalan söylüyorsun diyen adam derki ağa doğru söylüyorsa; tabi ki öküzde doğum yapar ve doğurur. Bunu üzerine ağa derki öküz doğurur doğrudur da, ben ciğer alıp kırlangıç ciğeri götürdü dediğimde niçin yalan olsun, de­mek ki burada ki fark benim ağalığımdan dır der.

Yoksul iken doğruma inanmayanlar şimdi yalanla­nma doğru diyorlar.

Balık

Bir zamanlar bir paşa ve karısı varmış. Bunlar evinde otururken bir balıkçı taze balık, taze balık, canlı balıklar, canlı ba­lık diyerek dolaşıyor. O esnada paşa karısına canım balık istedi, bir az balık alalım da pişir yiyelim hanım. Hanımı da hayır der, balık almayız, niçin di­ye sorar karısı ne de olsa balık canlıdır ve namahrem'dir der. Bu konuşma balıkçı ve balıkların ya­nında olur. Ancak; orada bulunan balıkların için­den bir balık güler. Paşa sorar bu balık niye güldü, hanımı ben nerende bileyim sen koca bir paşasın sen bilmezsen ben nerden bileyim der.

Bunun üzerine: Paşa ilan eder balığın gülüşü­nü kim manalandırır ve doğru yorumlarsa büyük ödül vadeder. Bir çok ünlü kişileri gelir fakat kim­se balığın gülüşünü çözemez, çözemez! Ancak; karısı mutlaka bunun çözülmesi gerekir diye di­rettir. Paşa çaresiz müftüyü çağırır. Müftüye bir ay mühlet verir, bir ay içinde bu işi çÖzersen ne ister­sen sana veririm, yoksa boynunu vurdururum. Müftü düşünceli ve üzgün olarak eve gelir.Bu ha­lini gören küçük öğrencisi hayırdır hocam bu ne haldir, derdin nedir diye sorar, müftüde konuyu anlatır.

Bunun üzerin çocuk gayet emin bir şekilde üzüldüğün şeye bak, haydi paşanın yanma gidelim ben cevaplarım balığın neden güldüğünü,. Bunun üzerine öğrenci ve müftü birlikte paşanın yanına giderler. Paşa hayırdır der, çocuk hocamı çok sı­kıştırmışsın bağlın gülüşüyle ilgili izin verirsen bunun cevabını ben vereyim.

Paşa o zaman gidin akşam gelin. Cemaat top­lansın sizde gelir bunu anlamını verirsiniz, karım da dinlesin. Akşam giderler cemaatin huzurunda çocuk derki paşam bu konuyu hiç açmayalım son­ra sıkıntı olur. Bunun üzerine paşa ısrar eder. Çocuk bir hikaye ile cevaplar.

Adamın birinin bir kekliği varmış, onunla ava gidermiş bir gün çok susamış, gittiği dağda da su yokmuş, bir kayanın altından geçerken kayadan suyun damladığını görür, tasını damlayan suyun altına koyar, kekliğini de kafesten çıkarır ki; kek­likte dışarı da oynasın. Bir az su dolunca tasına, keklik gelir o tastaki suyu döker. Bunu birkaç kez tekrarlar. Bunun üzerine adam sinirlenir kekliği tutar boynundan koparıp öldürür.

Bununu üzerine su damlalarının nereden gel­diğini takip eder bakar ki; bir az ileride bir yılan öl­müş, meğer su zannettiği yılanın zehiriymiş bu­nun üzerine feryat etmeye başlar, keklik bana iyi­lik yapmak istemiş, bense anlamadım. Ne kadar aptalmışım, kekliğimi haksız yere Öldürdüm. Bu­nu anlatan çocuk Tekrar paşaya döner, paşam ge­lin bu işten vaz geçin, avcı gibi sizde pişman olur­sunuz. Bunun üzerine bir yandan paşa bir yandan hanımı ısrarda diretirler.

Çocuk ikinci hikayeyi anlatmaya başlar. Pa­şam; vaktin birinde bir adam evlenir. Gel zaman git zaman hanımı bir erkek çocuk doğurur, bir gün annesi çocuğu beşikte bırakıp çamaşır yıkamaya gider dere kenarında. Eve döndüğünde kapının önünde bir kedi her tarafı kan revan içinde görür. Bunu üzerine herhalde bu kedi benim beşikte bı­raktığım çocuğumu öldürmüş olacak ki her tarafı kan içinde o anki öfke ve üzüntü içinde elindeki çamaşır tokmakını kediye vurur ve kediyi öldürür. Evin içine gider çocuğa bakar ki çocukta hiçbir şey yok. Fakat beşiğin altında kocaman ölü bir yılan görür, hemen feryada.başlar ne ettim, nasıl etim, sorup bakmadan, benim çocuğumu bu yılandan kurtaran bu kediyi nasıl olur da öldürürüm o bana iyilik etmiş benini çocuğumu yılandan korumuş, bense onu öldürdüm.

Tekrar paşaya döner çocuk; paşam bu iki hika­yeden sonra anla gel vazgeç bu balık gülüşünden bunun üzerine karısı vaz geçer tamam kalsın anlat­ma balik'm gülüşünü fakat paşa ısrar eder mutlaka anlatacaksın.

Peki çocuk der bana bir karpuz getirin, onu parçalayalım her kese bir dilim verelim. Ondan sonra bende anlatayım. Karpuz gelir bunun üzeri­ne bıçağım çıkarır el becerisiyle bıçağını saklar. Ve bıçağım kayboldu diye bağırır yanımdaki bıçağı kim aJdı der. Kimseden ses çıkmaz bunun üzerine çocuk arama yapacağım bakalım bıçak kimde çı­kacak. Paşa o zaman benden başla aramaya tabi ki hanım ve hizmetçisi ikisi de oradalar. Önce paşayı arar ondan sonra öbür cemaati teker, teker arar ancak kimsede bıçak çıkmaz! Sıra hanıma geli ha­nımı arayacağım der hanım hemen paşaya döner; bu kim oluyor ki beni arayacak ben koca bir paşa­nın karışıyım der bunun üzerine paşa bu işi benini başıma sen açtın, neyse sonucuna da katlanacağız.

Hamm tekrar der ben balığın niçin güldüğün­den vaz geçtim, bu işi burada kapatalım. Fakat pa­şa ısrarında diretir. Çocuk anımı arıyor bıçak on­da da çıkmaz sıra hizmetçiye gelir. Fakat paşanın hanımı hizmetçinin aranmamasını istemez! Bu bi­ze emanettir, ayıp olur, bunun üzerine paşa hepi­mizi aradı onu da arayacak der. Bunu üzerine onu da arar bir bakarlar ki hizmetçi erkek. Çocuk der ki işte paşam gizlilik burada bu hizmetçi denen kadın kılığmdaki erkek senin karınla birlikte oluyor, ka­rın da bu suçunu gizlemek için sana çok namuslu gözükmek adına bahk'a bile namahrem diyor. Se­nin kuşku duymaman için paşa bunun üzerine her ikisinin kafasını vurdurur ve çocuğu da ödüllendi­rir.

Biri Deli Diğeri Akıllı İki Kar­deş

Vaktiyle iki kardeş varmış. Bunların hiçbir yakınları yokmuş.Anne ve babalan da ölmüş. Kimi kimsesi yokmuş. Bu iki kardeş doğdukları köyde reçberlik. (işçilik) yapa­rak geçimlerini sağlıyorlar. Fakat, çoğu kez de iş bulamıyorlar. Bu itibarla çok sefil bir hayat yaşı­yorlar.

Bir gün kardeşler sohbet ederler derler ki; Bu köyde bizim kimsemiz yok.Dikili ağacımız, yakın­larımız, tarlamız, takımımız, daima çalışacak bir işimiz de yok. Bazen aç bazen tok burada ömrü­müzü tüketip gidiyoruz. Buradan gidelim belki rızkımız artar. Deli ile akıllı anlaşıyorlar. Peki ne­reye gidelim diye birbirlerine soruyorlar. Deli der­ki insanlardan fayda görmedik. Bari dağlara çıka­lım, oralarda yaşar gideriz. Mutlaka yiyecek bir şeyler de buluruz.

Bunun üzerine bunlar pilini pırtısını toplayıp dağa çıkarlar. Gezinip duruyorlar. Bakarlar ki bir dağ yolunda, bir kervan konup göçmüş. Haydi kervandan mutlaka bir şeyler kalmıştır. Gidip top­layalım. Bunun üzerine kervanın göçtüğü noktaya gelirler hakikaten bir sürü eşya yiyecek ve altın bu­lurlar. Akıllı kardeş altın ve kendisince kıymetli eş­yaları toplar, deli olanda ekmek ve yiyecek türün­den taamları toplar. Deli olan akıllıya ne diye o teneke parçalarını topluyorsun? Yiyecek topla diye ikaz eder. Akıllı kardeş buna aldırmaz, deliliğine yorumlar.

Torbalarına doldurup birkaç gün orada kaldık­tan sonra yoluna devam ederler. Epeyi yol aldıktan sonra acıkırlar. Fakat deli olan acıktıkça torbasm-daki ekmeği yer. Akıllı olan da, yiyecek olmadığı için çok acıkır. Deli kardeşine bana da biraz ekmek ver der. Delide ben sana söyledim, yiyecek topla bak acıkırsın sen sözümü dinlemedin.

Az giderler uz giderler akıllı yürüyemeyecek kadar acıkır. Deli kardeşinden her fırsatta ekmek ister. Deli inadı tutmuş vermemde vermem diyor. Bunun üzerine akıllı gel beudekiieri de sendeki­leri de karıştırıp bölüşelim. Deli yok der sen sen-dekileriiî üçte birini ver, ben üçte ikisini vereyim sana. Bu teklife de yok der. En son akıllı açlığı da­yanamaz bütün altın ve değerli eşyasını dclfkarde-gine verir karnını doyurmak için.

Deli olan akıllı kardeşine derki bak kardeş bü­tün altınlar bütün mal ve mülkler yiyecek kadar değerli değildir. Altın karın duyurmaz ama ekmek karının doyuruyor.

Dayı Yiyen

Vakti zammın da bir dayı bir yiyeni varmış. Bunlar çok ünlü iki hırsızlarmış. Namları bir çok ülkeye yayılmış. O ka­dar işi .azıtırlar ki; paşanın sarayına bile girerler, al­tınlarını ve kıymetli eşyaları çalarlar. Çok güze! olan paşanın kızına da tecavüz ederler.

Bunun üzerine paşa çok hiddetlenir. İleri ge­lenlerle bir toplantı yapar, bu hırsız veya hırsızları nasıl bulalım. Vezir şöyle bir fikir beyan eder. Bü­tün ahaliyi sarayın önünden geçmesini ister. Bu­nun üzerine talimat vererek yol güzergahın da al­tın döktürür, kim eğilip altını alırsa hırsız odur gibi bir senaryo kurarlar. Tabi ki; dayı yiyen de bu çağrıya uymak zorundalar. Fakat altınlara basarak geçmek onların hiçte işine gelmiyor, mutlaka bir yolunu bulmalıyız diye düşünürler.

Bunca risklere girerek hırsızlık yapıyoruz. Oy­sa; buradaki çok daha rahat bir kazanç,altınlara basarak geçmek işlerine gelmiyor. Peki ne yapalım, diye düşünmeye başlarlar, yiyen buldum der dayı­sına, ayakkabılarımızın altını ziftleyelim, altınlara basarak yürüyelim, dolayısıyla hiç eğilip almadan, bir sürü altın yapışır ayakkabılarımıza. Dayıda bu fikri uygun bulur ve geçiş yerine giderler, neyse ahali geçmeye başlar, paşa sarayının önünden on­larda kalabalığın içinden gitmeye başlarlar bir sürü de altın yapışır ayakkabılarına buna rağmen paşa hırsızlan tespit edemez .

Bazı ülkelerin kralları tarafından alay konusu olur paşa. Nasıl bir padişahsmda ülkende türeyen hırsızları bulamazsın. Bunun üzerine paşa tellal çağırttırır bütün ahaliye şöyle bir duyuru ilan et­tirir.

Paşanın emridir; her kim ki, bu güne kadar bu hırsızlıkları yapmış ve yakalanamamış, benim sara­yıma da girmiş, buna rağmen yakalanamamış. Be­nim bir şartım var, bu şartımı yerine getirirse onu af edeceğim ve ayrıca kızımı da onunla evlendire­ceğim.

Dayı yiyen bu çağrıya icabet ederek, paşanın huzuruna varırlar. Paşam emrini söyle emrinde-yiz. Bunun üzerine paşa benim şerefimi beş para­lık ettiniz. Komşu ülkelerin kralları benimle alay ediyorlar. Nasıl bir paşasın kendi ülkendeki hırsız­larla baş edemiyorsun. Şartım da şudur. Komşu ülke kralının evine gireceksiniz krala ait eşyaları getireceksiniz ki, anlı açık gezebileyim. Yapamaz­sanız kafanızı uçururum. Onlarda hay, hay paşam isterseniz bizzat kralın kendisini getirelim.

Dayı yiyen evine dönerler; bir plan yapmaya başlarlar. Büyük bir koç keserler her kılma bir zil takarlar, bütün bu ziller değişik sesler çıkarıyor. Yiyen; postu giyer dayı ile birlikte kralın sarayına giderler. Gecenin geç saatlerinde kralın yatak oda­sına kadar girerler. Bakarlar ki kral mışıl mışıl uyu­yor. Yiyen şöyle kendini bir sallar, değişik sesler çı­karır, kral korkudan uyanır. Kimsiniz, ne istiyor­sunuz, der yiyen der ki; ben Azrail'im canını alma­ya geldim.

Kral aman Azrail etme eyleme, daha yaşım genç, ülkem başsız kalacak, bu işi bir az erteleyelim diye yalvarır. Çaresi nedir ne istersen vereyim. Azrail ha­yır hiçbir şeye ihtiyacım yok, yalnız; seni Paşanın ya­nma götüreyim, sen yalvar bende senin için ricacı olurum. Fakat; paşanın huzurunda ben ne söyler­sem veya nasıl ses çıkarırsam sende tekrarını yapar­sın. Belki paşa seni af eder.

Bunun üzerine peki nasıl gidelim der kral, Azrail de gir bur sandığın içine seni götüreyim. Kral sandığın içine girer kapağını kapatarak götürürler, doğru paşanın sarayına, yine meclis toplanmış ve­zirler, sadrazamlar herkes orada.

Azrail sandığı paşanın önüne bırakır. Paşam şu aciz kulunu afet, eğer mümkünse ölümünü bir az ertele, arakasından da kedi gibi miyavlar, köpek gi­bi havlar, horoz gibi öter ve eşek gibi anirır. Kral­da sandığın içinden aynısının tekrarını yapar ve kısa bir süre sonra Azrail sandık'ı açar, kral başını kaldırır ne görsün, alay ettiği paşa karşısında, paşa tebessümle nasıl bizim ülkenin hırsızları bak seni çalıp getirdiler. Bunun üzerine kral paşadan üzür diler, gerçekten sizin ülkenin hır.sizlarıyla baş edil­mez. Benim gibi bir kralı bile çalabiliyorlar pes doğrusu.

Bunun üzerine paşa verdiği sözü yerine getirir. Kızını verir yiyene, o da saray damadı olarak dayı-sıyla birlikte sarayda kendilerine ayrılan yerde sal­tanat sürüp giderler.

Çok Zengin Bir Ailenen Bir Çocuğu Varmış

Zengin ailenin çocuğu günler aylar yıllar geçip giderken çocuk hayli büyümüş I koca delikanlı olmuş. Fakat ailesinin zenginliğinin verdiği rehavetten zenginlikleriyle övünmekten dolayı rahatsız olmuş her fırsatta evi terk etmeyi düşüne durmuş.

Genç delikanlı yanık tenli, yakışıklı, geniş alın­lı iri siyah gözleri, sırma bıyıkları, geniş omuzla-nyla yüreklere feryat ettirecek azamete sahip yiğit bir dclikanlıynıış. Çok zengin bir aileden gelmesi­ne rağmen malı, şanı şöhreti bırakıp memleketini terk etmiş. Kimsenin tanımadığı bir yere yerleş­miş. Yokluk içinde zor bir yaşamı tercih etmiş. Ai­le zenginliğinden dolayı, yaşadığı kötü bir olay onu ailesinden; akrabalarından koparmış, yabancı diyarlara savurmuş.

Göçlü gururlu onu taçtan, saraydan,uzaklaştırmış. Yerleştiği köyde fakir bir köylü kızıyla evlenip yuva kurmuş. İki de çocuğu olmuş. Kaytan bıyık­ları ve edep ve terbiyesiyle de ün yapmış. Zem­bilfroş lakabıyla tanınmaya başlamış; aza kanaat ederek gece gündüz Allah'a şükredermiş. Edep ve terbiyeli olan Zembilfroş; Gençliğinden ve yakı­şıklılığından utanır, sürekli yüzünü poşuyla gizler-miş. Yöresel olan poşu yazın sıcağından §m soğuğundan da bununla korunurmuş. Evinin tek gözlü odasında maharetli elleriyle sepetler yapar köy köy, şehir şehir, dolaşarak satmaya çalışırmış. Ailesi' nin rızkını böyle çıkanrmiş.

Günlerden bir gün Zeınbilfroş zembillerini yüklemiş, şehre doğru yola çıkmış. Bütün sokakla­rı tek, tek dolaşıp yaptığı sepetlerine alıcı çağınr-mış. Dolağa dolaşa giderken çok şatafatlı bir sara­yın önünden geçmiş. O sırada Bey'in hanımı Gül Hatun balkondan dışarıyı izliyormuş. Gözü, Zem­bil satıcısına ilişmiş. Tam o esnada sert bir rüzgar zembilfroş'un yüzüne sardığı poşusunu açıvermiş. Sarayın hamını ve Şehrin beyi'nin eşi Gül Iîaut gördüğü bu erkek güzelinin karsısında yüreğinin yerinden fırlayıp göklere yükseldiğini hissetmiş. Gül Hatun heyecanla hizmetçilerine: "Sokaktaki zembil satıcısın hemen huzuruma getirin."

Cariyeler ve hizmetçiler derhal sokağa çıkarak Zembilforuş'u konağa çağırmışlar, "gel içeri, Saray beyi senin bütün sepetlerini almak istiyor" Demiş­ler. Zembilfroş, namahrem diyerek kendisini çağı­ran kadınlara dönüp bakmamış bile. Cariyeler dil­ler dökmüş ona: "Güzel kalpli, gül yüzlü yiğit, Hz. Yusuf suretli,Rüstcm-i zal soylu, hüsnü cemalin­den yürekler telef eden adanı gel, ne olur kırma bi­zi, yoksa bey hepimizi falakadan geçirir."

Zembilfroş'un kalbi kadınların bu işten feryat-larıyla burkulmuş ama saraya girmeyi doğru bul­mamış. Ve demiş ki onlara: "Ey günahsız, temiz kalpli bahtsız bacılar. Ben bey'in evde olmadığını bilmezmiyim? Bana haramı helal ettirmeye çalışı­yorsunuz."

Zembilfroş, onları dinlemeden yoluna devam etmiş. Olup biteni yukarıdan izleyen Gül Hatun, hizmetçilerinin Zembilfroş'u ikna edemediğini görünce hızla aşağıya inmiş ve önünü kesmiş.

Süt beyazı tenine düşen uzun saçları, yay gibi kaşları, zeytin karası gözlen, kiraz dudaklarının arasında parıldayan inci dişleri, hiçbir düğmenin kapamaya gücünün yetmediği iri ve dik göğüsleri, ince ve uzun boyuyla ölüyü diriltecek ihtişamlı bir güzelliğe sahipti Gül Hatun. Sokağın ortasında çarpılmış gibi Zembilfroş'a bakmış, bir an sonra da şöyle demiş: "Ey asaletini ve güzelliğini peçeler ar­dına gizleyen Allah'ın verdiği bu güzelliği kuldan gizleyip günaha giren yiğit adanı, neden kaçarsın? Dur biraz."

Zembilfroş birden karşısına çıkan bu güzeller güzeli kadına bakmış ve cevap vermiş: "Ey gerdâ-nındaki altını bile küstüren güzeller güzeli bacım. Senin kadar güzel ve değerli cariyelerine durumu izah ettim. Ben mahremle pazarlık etmem, haram­dan korkarını, pazarlık yapmam, ne olur anla be­ni!"

Gül î latun yaptığının yanlış olduğunu biliyor­muş ama yüreğine söz geçiremiyormuş: "Ey sür­me gözlü güzel adanı. Bütün sepetlerini almaya, hazırım. Yeter ki bana biraz zaman ayır, benimle gel saraya çıkalım. Gül yüzünü doyasıya okşayıp kokunu genzimde, sineni zozaıılar eriten göğsüm­de eriteyim haydi gel kırma beni."

Gül Hatun'un bu yalvarmalarından içi bunal­mış zembilfroş demiş ki: "Ey bilekleri elmas kıs­kandıran güzeller güzeli. Ben naz etmiyorum. Sa­mimiyetine, sıcaklığına diyecek yok ama ben mut­lu bir ailesi olan ve Allah'tan korkan fakir bir zem­bil satıcısıyım, bırak gideyim yoluma. Korkarım dedikodudan, bana da, sana da yazık olur. Dile dü­şer, kimsenin yüzüne bakamaz hale geliriz. Ne olur bırak gideyim"

Güllatun. Zembüfroş'uıı bütün bu itirazları-urgörmezden, duymazdan gelirmiş. Yüreğinin ar­zularını bir türlü bastıramamıs: "Ey duruşu Zal, bakışı Meni olan güzel adam. Kırma beni. Seni al­tına boğayım, ipeklere sarayım, miskuamber deni­zinde yüzdüreyim. İnat etme, gel. Bırak günahı, töreyi, sofuyu, softayı. En güzel ibadet gönülleri hoş, kalpleri mutlu tutmaktır."

Gülatun bunları söylerken bir yandan da el­biselerinin iki dövmesini açarak zcmbilfroş'a gös­termiş. Zembilfroş ne yapacağını şaşırmış, öylece dona kalmış. Sonra kendine gelip sinirle konuş­muş: "Ey gülerin gülü Gül Hatun; bu yaptıklarının ne benim ne de senin törende yeri yok. şimdi çe­kil yolumdan." Demiş demesine ama Gül Ha­tun'un artık gözü hiçbir şeyi görmüyormuş. Yine zcmbilfroş'un yolunu kesmiş: "Ey duruşu aslan ama aklı aptal avare, benim baştan çıktığımı, aşkın­dan kör olduğumu görmeyecek kada/ körmüsün? Buz gibi eridiğimi de mi görmüyorsun? Dünya günleri sayılı, gençlik tazelikte geçicidir, gel tadını çıkaralım. İkimizde gül gibiyiz, birbirimizi kucaklayalım. Korktuğun günahsa sevabı senin, günahı benim olsun. I îaydi ne olur gel ben senin cenk meydanın olayım, fethet beni!"

Zembilfroş, gül Hatun'un bütün yalvarmaları­na rağmen bildiği yoldan şaşmamış: "Ey aklı derya, boyu selvi dudağı bal kadın. Sen su olsan, ben çöl­deki susuz avare, yinede içmem senin suyundan bir damla bile." Böyle diyerek hızla uzaklaşmış. Gül Hatun ise eli böğründe böylece kala kalmış. Hemen konağa dönüp bütün hizmetçilerini çağır­mış. Onlara zembilfroş hakkında bilgi toplamala­rını emretmiş. Kimdir, nedir, nerede yaşar, karısı kinidir? Zcmbilfroş'un karısını mutlaka yanına ge­tirmelerini tembihlemiş. Gül Hatun gözüne bir damla uyku bile sokmadan beklemiş. Hizmetçiler çok geçmeden zembilfroş'un karısını getirmişler. Gül Hatun kadını iyice süzüp derdini anlatmaya başlamış. Kocasına, yani zembilfroş'a olan aşkın­dan yemek yiyemediğini, uyku uyuyamadığını an­latmış: "Ey kadınların en şanslısı. Yardım et bana. Al bu altınları. Ömrünüzün sonuna kadar rahat yaşarsınız. Sadece bir gece olsun bana ver o Zal soylu kocanı." Zembilfroş'un karısı kabul etmemiş Gül Hatun'un istediğini. Gül Hatun son çare ola­rak onu, kocasına ve çocuklarına zarar vermekle tehdit edince kadıncağız kabul etmek zorunda kalmış. Ve Gül Hatun'un planına tamam demiş. Plana göre Gül Hatun bir gece onun kıyafetlerini giyecek ve yatağına girip zembilfroş'un olacakmış. Planını gerçekleştirmek için zembilfroş'un evine gitmişler birlikte. Gül Hatun gece olunca mumla­rı söndürüp zembilfroş'un yatağında onu bekle­meye başlamış. Zembilfroş gece geç saatte yorgun argın evine gelmiş. Işıkların sönük olduğunu gö­rünce sessizce üzerini değişip yatağına uzanmış ve karısına sıkıca sarılmış. Ayağı yatakta eşi sandığı Gül Hatun'un çıplak bileklerine değince kadının ayağında halhal olduğunu fark etmiş. Karısının hal halı olmadığını bilen zembilfroş yataktan fırlamış. Yorganı kaldırınca altındaki Gül Hatun'u görmüş. Evi hemen terk etmesini istemiş. Ama Gül Ha­tun'un gitmeye hiç niyeti yokmuş. Aksine zem­bilfroş'un üzerine daha da gitmiş. Zembilfroş kur­tuluşunun olmadığını görünce hızla evden çıkıp kaçmaya başlamış. Gül Hatun da peşinden. Şehrin kalesine doğru koşmuş zembilfroş. Bakmış ki Gül Hatun da arkasından geliyor. Çıkmış kalenin tepe­sine. Kurtuluşunun olmadığını anlayan zembilfroş kendisini kalenin en yüksek tepesinden boşluğa bırakıvermiş. Bunu gören Gül Hatun " mademki bu dünyada sana kavuşamadım belki öbür dünya­da kavuşurum" deyip aynı yerden kendini atmış boşluğa.

Rahmetle andığım, chmet Mele Bate'nm bu eşsiz destanı mezopotamya'da aşkın ölümüne ol­duğunu bir kere daha göstermiştir.

İki Dost Varmış

İkişi de bey (Mire); bir bey, diğer beyin evine misafirliğe gider. Gittiği evde üç hiz­metli varmış, hizmetçilere aylıklarını ver­mek üzere bey tarafından huzuruna çağırtmış hiz­metlileri. İlk gelen iri yarı biri ona bir krş. Vermiş. İkincisi orta yapıda biri ona da bir buçuk Kuruş vermiş. Üçüncüsü ufak tefek biri ona da iki kuruş vermiş. Bunun üzerine misafir olan bey durumun adaletsizliğine ve is yapabılirliliğini de hesaba kata­rak ev sahibi olan beye kızmış tepkisini de alahıs-marladık diyerek evden çıkıp gitmiş olmuş.

Neyse aradan epeyi bir zaman geçmiş. Dos­tundan her hangi bir haber alamayınca dostunu özel davet etmiş. Uzun süren ayrılıktan sonra, kızgınlığı geçmiş dostu da davete icabet ederek gelmiş, hoş beşten sonra üç hizmetlisini de alarak yaylaya çıkmışlar.

Eve sahibi olan dostu bakmış ki, ovalık bir yerde bir kervan konaklamış; iri yarı olanı çağırmış git bak bakalım bu kervan kimdir. Nereden gelir ne­reye gider, neyin nesidir, kimin fesidir, ne alır ne satar. Ayrıntıları öğren gel. İri yan hizmetli bir sü­re sonra gelir beyinin yanma bey ne yaptın diye so­rar oda Suriye'den gelip İran'a gidiyorlarmış. Hep­si bu kadar mı evet der hizmetli.

İkincisi olan orta irilikte ki hizmetçiyi çağırır; aynı soruları ona da söyler ve git bize bilgi getir, oda gider bir süre sonra gelir beyinin yanına, beyi ne yaptın diye sorar, o da Suriye'den gelip İran'a gidiyorlar yükleri ipek diye bilgi verir. Bey hepsi bu kadar mı diye sorar o da evet der.

Sıra üçüncü hizmetlide küçücük bir herif, bey ona da aynı sorulan sorar ve git bize bilgi getir. Üçüncü hizmetli gider bir süre sonra gelir beyinin yanma, beyi ne yaptın diye sorar; o da başlar anlat­maya Suriye'den gelip İran'a gidiyorlarmış. Yükle­ri ipek İran'da bunları satıp oradan da havyar alıp Suriye'ye götüreceklermiş, her iki taraftan da para kazanıyorlar yüzde yüze varan bir karları var, bu süreç takriben iki ay sürmektedir. Bu ayrıntı bilgi­leri veren üçüncü hizmetli neden diğer iki cüsseli den daha fazla para aldığı ortaya çıkmış oldu.Bu­nun üzerine konuya şahit olan dostu üzür dilevcrek affını diler. Bunun böyle olduğunu bir an dü­şünemedim der. Dostunun tecrübelerin den ya­rarlanarak Birkaç gün daha kaldıktan sonra aîahıs-marladık deyip evine gider.

Paşa- Vezir

Vaktinde bir pasa varmış. Pasa veziri ile birlikte denetlemeye çıkmış. O esnada ilginç bir durum görmüşler. Bir adam kumu topluyor ve tekrar dağıtıyor.

Vezir bu ne haldir niçin böyle yapıyorsun diye sorar; adam ben parasız konuşmam. Bu sorunun cevabını istiyorsan bana para vermen lazım. Vezir de kaç para istiyorsun oda her kelimeye bir lira is­tiyorum. Vezir merakında bir lirayı adama verir. Parasını alan adam der ki Hükümet adamına gü­venme vezir adama hepsi bu mu adam da evet se­nin verdiğin para kadar konuştum. Vezir bir lira daha verir adama, adam da vezire hanımına doğru­yu söyleme, hepsi bu mu diye sorar, adam verdi­ğin paraya göre konuştum neyse vezir bir lira daha verir adam üçüncüsünü söyler, yokluktaki dostla­rın yakınlarına itibar et fakat varlıkta sana dost ve yakın olanlara itibar etme der.

Vezir bir müddet sonra bu aldığı bilgilerin ne derece geçerli ve doğru olduğunu ispatlamak ister. Paşanın çok güzel ve özel renklere boyanmış bir koçu var, her gün koçu çarşıda bakıcılar gezdi­rir. Paşada koçuna özel bakım yaptırır ve önemser. Bir gün vezir koçu gizli bir yere saklar. Başka bir koçu keser hanımına da ben paşanın koçunu kese­ceğim kimseye söyleme bununla güzel bir ziyafet çekelim. Hanım da peki der. Neyse vezir koçu ke­ser. Güzel bir ziyafet verirler.

Kısa bir süre sonra hanımı ile bir nedenden dolayı tartışırlar, bunun üzerine vezir karısına iki tokat atar. Bu esnada paşa da kaybolan koçunu arattırır neticede bulamaz. Tellalla duyuru yaptırır bu koçu kim öldürmüşse cezası ölümdür. Bunun üzerine vezirin karısı seni paşaya şikayet edece­ğim, aman etme eyleme hanım, yıllardır aynı yas­tığa baş koyduk iki tokatla beni nasıl ele verecek­sin, oysa; bunu sende kabul ettin, şakaya gelmez işin ucunda ölüm var dediyse de karısı hiç birine aldırmadan paşaya gider.

Paşanın huzuruna çıkan vezirin hanımı olup biteni anlatır. Bunun üzerine paşa vezirin tutuk­lanmasını ister ve hapse atar. Gel zaman git zaman idamına karar verilir. Ölüme götürürlerken yokhıkta yani vezirlikten önceki dostları ve yakınları gider paşaya yalvarırlar vezirin affı için, öbür yan­dan da vezirken edindiği akraba ve dostları ise ve­zire şunu derler, nasıl olsa ölüme gidiyorsun, kimi ceketini ister, kimi saatini ister, kimi gömleğini, her kes bir şeyini ister neredeyse vezir çıplak kalır. Konunun ispatını yapan vezir yanındaki mu­hafızlara derki, gidin paşaya söyleyin eğer beni af­feder serbest bırakırsa kendisine koçunu getiririm. Konuyu paşaya götürürler paşada peki der serbest bırakın.

Vezir muhafızlarla birlikte koçu sakladığı yere götürür. Koçun Önünde yonca, bir yanında da su koç eskisinden daha güzel beslenmiş, koçu ahp pa­şaya götürürler. Bunun üzerine vezir paşanın hu­zuruna çıkar ve istifasını sunar. Bunun üzerine pa­şa etme eyleme sen iyi bir vezirsin, baya hizmetle­rin oldu niçin istifa ediyorsun. Sorularından sonra istifayı kafasına koyan vezir şöyle der. Paşam; ben bunca yıldır sana hizmet ediyorum. Bir koç için beni idam edecektin. Ben seni sınadım. Artık ya­nında durmayacağım. Çeker evine gider hanımına da derki seni boşuyorum. Hanımı etme eyle dedi­yse de buna aldırmayan vezir hanımına otuz yıldır beraberiz, acı tatlı günlerimiz geçti, sana bir sırrımı verdim sense idama rağmen sırrımı paşaya söy­ledin seni sınadım. Artık bir arada olamayız. Var­lıkta oluşan dostlarına da yazıklar olsun size bunca yararım oldu size bana yardımcı olacağınız yerde halen beni soymaya çalışıyorsunuz.sizinle de işim bitti deyip hepsini terk eder yep yeni bir hayata baslar.

Paşa Hizmetli

Vaktiyle bir paşa, hanımı, vezir ve hiznıetlisi varmış; geçen zaman içinde vezir ile karısı arasında bazı ilişkilerin oluşmasını sezinlemiş . Bunu fark eden paşa bir gün karısına, bizim bu hizmetli vezirden çok akıllı, hanımı bu­na güler ve tepki gösterir. Sen nasıl bir hizmetlinin bir vezirden daha akıllı olduğunu söylersin. Vezir senden sonra ikinci adam aynı zamanda senin adı­na ülkeyi yönetiyor.

Paşa hanımına gel o zaman bir deneyelim bun­ların aklını. Benim dediğim mi doğru, senin dedi­ğin mi doru, eğer vezir hizmetliden akıllı olursa sen kazanmış oüursun.Yoksa,ben kazanmış olu­rum. İdamız da şu olsun vezir hizmetliden akıllı olursa yerinde kalır yoksa kovarım onun yerine hizmetliyi alırım. Böylece anlaşırlar.

Peki bunların akıllarını nasıl test edelim. Paşa der ki; bir kaz pişirsinler ve bize bölüşsünler bakahm bölüşümde ne kerametler çıkar. Hanımı da peki der önce vezirden başlar iş, vezir; kazı pişirir sofraya getirir. Kazın boynunu kendine alır, but İle göğsünü paşaya verir, diğer but' da paşanın hanı­mına verir. Bunun üzerine paşa bu ne biçim bolü-şümdür. Manası nedir diye sorar vezire, vezir; de paşam ben sizi çok seviyorum siz güçlü kuvvetli kalmalısınız ki bu halkı yonetesiniz der.

Bu kez sıra hizmetlide, hizmetli; kazı pişirir getirir, boynunu paşaya verir kanatlarını paşanın hanımına verir göğüs ve butlan da kendine alır. Bunun üzerine paşa aynı soruyu hizmetliye sorar, hizmetlide cevaben senin boynun eğik, hanımın her kese kanat çırpar bense yılda bir kez et ancak et yiyebiliyorum. Onun için çoğunu kendime aldım.

Hanım bunu kabul etmez; bir şart daha koyar­lar ortaya, paşa da kabul eder bu kez şartı hanımı koyar, ilkini yine vezirden başlar, beş adet yumur­ta pişirin ve aramızda pay edin vezir beş yumurta­ya pişirir ve sofraya getirir. Vezir; iki tanesini paşa­ya verir iki tanesini hanımına verir bir tanesini de kendine alır. Paşa bu bölüşümdeki hikmeti sorar, vezir; seni ve hanımını çok seviyorum. Onun için fazlasını size verdim.

Sıra hizmetliye gelir hizmetlide beş adet yuinurta .pişirir, sofraya getirir üçünü paşanın hanı­mına verir, birini paşaya verir, birini de kendisi alır. Paşa bu bölüşünıdeki hikmeti sorar, hizmetli; paşam hanımının yumurtası olmadığı için üçünü ona verdim. Bizim yumurtalarımız var bu neden­le birer tane de bize böldüm. Bunun üzerine an­laştıkları üzere hizmetli imtihanı kazınır. Böylece vezirin yerine atanır. Vezirde saraydan kovulur. Böylece paşa aklını ve siyasetini kullanarak ta problemsiz o işten kurtulmuş olur.

Bir Paşa Ve Hamımı Varmış

Bir gün bir aptal kadın paşanın evine sultan hanımının yanma gelmiş, her ikisi­nin de yeni doğmuş çocuğu varmış. Pa­şanın çocuğu siyah, aptal kadının çocuğu beyaz, paşanın karası aptal kadına gel çocukları değişelim, sana bir kese de altın vereyim. Yok diyorsa da pa­şanın hanımının enirine uyarak çocukları değişti­riyor ve üste bir kese altın alıp gidiyor. Yedi yıl ge­çer, eskiden çok küçük yaşta özellikle paşa çocuk­ları yetiştirilir, paşa da vezire çocuğun yetiştirilme­si için talimat verir. Gel zaman, git zaman, vezir bir türlü çocuğa bir şey öğretemiyor. Çocuğun ka­rası bir şey basmıyor.

Paşa vezire derki vezirim; bu çocukta bir so­run var, yoksa bu kadar zaman içinde bir şeyler öğ­renmemesi mümkün değil. Şüphelenmeye başla­dım, eğer bu çocuk benim olsaydı mutlaka bazı şeyleri öğrenirdi.

Paşa karısını çağırır; hanımına derki; doğru söyle bu çocuk kimden ve neyin nesi aylardır yıl­lardır vezir bir şeyler öğretemedi benim çocuğum bu kadar aptal olamaz! diye tepki gösterir. Bu me-yalde paşa vezire derki vezirim; al bu çocuğu dağa, ovalara, bir yerlere götür gezdir, bakalım ne ilgisi­ni çeker ve neye yakınlık duyar.

Vezir öğleye kadar çocuğu gezdirir. Bir suyun kenarında dururlar vezir Abdest alır. Namaz kıl­madan önce çocuğa derki, sen namaz kılacak mısın diye sorar, çocukta hayır der bir çınar ağacının al­tında duran çocuk şöyle bir ah geçirir. Keşke bura­da bir testere olsaydı, bu ağaçtan güzel bir elek ya­pılırdı.

Bunun üzerine vezir der ki; içinden ben işi çözdüm. Hemen çocuğu alır eve döner. Paşanın huzuruna varır paşaya bu çocuk aptaldır. Bunun üzerine paşa git bakalım aptalları bul, bakalım bi­zim çocuğu da onların içinde bulabilirmisin.

Vezir hemen yola koyulur, bir su kenarında onları bulur. Bakar ki iki guriirp çocuk bir gurup nehrin bu tarafında diğer gurup isi nehrin öbür ta­rafında vezir her iki guruba bakar, içlerinden bir çocuk bütün çocukları sıraya sokmuş içtima edi­yor. Diğer çocuklardan farklı bir çocuk, bütün hal ve hareketiyle bir asaleti simgeliyor. Bunun üzeri­ne eve döner paşanın huzuruna çıkar ve derki ço­cuğu buldum.

Bunun üzerine paşa git, takip et bakalım kimin haymasma gider. Sende arakasından git vezirde ar­kadan gider bir bakar ki, haymanın içinde cemaat dolu çocukta nizami bir şekilde oturuyor en alt yerele oturuyor, cemaat'e hizmet ediyor. Bunun üzerine vezir geri döner gelir paşaya gerekli bilgi­leri verir.

Paşa vezire derki; o ailenin reisini çağırttır gel­sin. Evin reisi yaşlı bir adamış. Paşanın huzuruna gelir. Paşa sorar çocukla ilgili, bu çocuk senin mi? kimin nereden buldun. Bana doğrusunu anlat yaş­lı adam bu konu ile ilgili bilgim yok. Olsa olsa ka­dınların işidir. Yaşlı adam derki bana izin ver ben gideyim hanımımı göndereyim ancak o bilir.

Kadın gelir paşanın huzurunda derki; paşam vallahi bunda benim hiç suçum yok. ham-mun(sultanımı)da çağırın paşa hanımını da çağı­rır. Aptal kadın sultan ile arasında geçen bütün durumu olduğu gibi anlatır paşaya, sultanın huzu­runda.

Paşa derki kadına sen. kendi çocuğunu al, be­nim çocuğumu bana ver, sana bir heybe altın vereyim. Bunun üzerine kadın kendi çocuğunu alır. paşanın çocuğunu verir. Vezir çocuğa ders verme­ye baslar bir yılda çocuğu gerekli bilgiyi verir. Ha­nımına kızan paşa bütün bu pislikler senin başının altından çıkıyor asıl azmaz bal kokmaz der paşa.

Paşanın Oğlu

Bir paşa bir de oğlu varmış; bir gün paşa ölür. Yerine genç ve tecrübesiz oğlu tah­ta geçer. Sarayda bulunanlar derler ki paşam; sana bir adam lazım. Nasıl bir adam diye sorduğunda şöyle derler. Hem insanlardan anlaya­cak, hem hayvanlardan anlayacak, hem de paradan anlayacak(ckonomiden) peki böyle bir adamı nasıl bulacağız diye sorar. Saraydakineler de duyuru ya­palım. Gelenlerin içinden seçersiniz.

Bunun üzerine duyuru yaparlar duyuruya ica­bet eden bir yoksul çoban paşanın huzuruna çıkar. Paşa yoksul çobana sen bu işlerden anlarmısm di­ye sorar. Oda anlamazsam huzurunuza gelmez­dim.

Neyse paşa saraya alındın der günlerden bir gün: yoksul çoban paşaya teftişe çıkalım der paşa­da peki der. Hayvan pazarına giderler etrafını saran simsarlar ve hayvan sahiplen, paşanın emrini sorarlar paşada yoksul çobana sorun der, yoksul ço­banda bize çok iyi bir cins at lazım

Paşaya yakışır bir at olsun; o esnada biri bir cins arap atının yularından tutmuş satmak üzere pazara getiriyor biri. Yoksul çoban sorar at'ı ne ka­dara satarsın, o da otuz altın der yoksul çobanda atın da her hangi bir kusur var mı diye sorar, sahi­bi de yok der peki sana altmış altın vereceğim, la­kin bir şartım var, eğer atın suya vurduğumuzda suda yatarsa para vermeyeceğim, ama yatmazsa sa­na altmış altın vereceğim. At sahibi de kabul eder, ilerideki nehir' e vururlar atı, at suyu görünce su­yun içinde yatar, böylece iddiayı kazanır ata para vermeden alır. Çok kıymetli bir atı bedavaya almış olur.

Bir süre geçtikten sonra ikinci bir teftişe çıkar­lar; onda da sahaflara (kuyumculara) giderler. Ku­yumcular toplanır; buyurun paşam diye etrafını sararlar, yoksul çoban bir kuyumcu vitrininde bir elmas görür, elmasa bakar çok güzel, fiyatını sorar kuyumcuda 50 altın der bunun üzerine yoksul ço­ban, kuyumcuya eğer tek tas ise sana 100 altın ve­receğim, yok eğer parçalı ile bedava vereceksin. Kuyumcuda peki der mercek ile bakarlar ki elmas parçalı anlaşma gereği bedava elması da alır. İş bi-

lirliği yüzünden hem elması ve hem de atı parasız almış oldu.

Bütün bu kazançlarından dolayı paşadan bir elbise veya başka bir şekilde ödüllendirilmeyi bek­lerken. Paşanın yanında işe başladığı günden bu güne çorbadan başka hiçbir yiyecek vermemişler ödül olarak bu güne kadar bir kepçe olan çorbası­na bir kepçe daha ilave etmişler hepsi o kadar.

Paşa bir gün yoksul çobana şunu der, hem at­tan anlıyorsun, hem de elmastan anladın. Benim sana bir sorum var, ben nasıl biriyim; yoksul ço­ban paşaya der ki; bu soruya cevap veremem gel bu işteıl vaz geç, paşa ısrar eder bunun üzerine yoksul çoban sen olsan olsan bir çorbacının oğlusun ne olacak. Buna hiddetlenen paşa cellatları çağırır boynunu vuracakları anda çoban ifademi almadan neden beni öldürüyorsun. Sen sordun, ısrar ettin ben de doğruyu söyledim. Bunu üzerine paşa an­nesini çağırır, konuyu açıklığa kavuşturulmasını ister, annesi de bu konuyu anlatır.

Biz çok yoksul bir aile iken ben dağdan odun getirip, şehirde satıp onun geliriyle geçiniyorduk. Bir gün çok erken pazara geldim, havada çok so­ğuktu, bende yükümü indirdim bir açık yer var mı yok mu diye etrafa bakınırken açık bir çorbacı dükkanını gördüm. Kapıya vurdum adam kapıyı açtı, beni içeri aldı ve kapıyı tekrar kapattı ne ol­duysa o anda oldu.

Bunun üzerine yoksul çobana; bunların hepsi­ni nasıl bildin diye sorar paşa, yoksul çoban da şöy­le der at çok kıymetli bir attı fakat sahibi bu atı ye­terince tanımadığını anladım. Onun için bu şartı koştum.

Kuyumcuda da bulunan elmas çok kıymetli idi verdiği fiyattan anladım ki bu kuyumcu bu elması yeterince bilmiyor. Bunun için bu şartı koştum

Sana gelince; yaptığım her işin sonunda beni başka türlü ödüllendireceğine bana günlerce çor­badan başka bir şey yidirmedin. Ödül olarak ta yi-dirdiğin çorbaya bir kepçe çorbaya ilave ile beni ödüllendirdin. Ondan anladım ki; olsa olsa sen bir çorbacısın. Bunun üzerine paşa zengin bir şekilde ödüllendirir ve yanma vezir olarak ülke yönetimi­ni ona bırakır.

Devamını Oku