ANDERSEN’DEN MASALLARI

ANDERSEN’DEN MASALLARI

Küçük Kır Çiçeği


Soğuk geçen kış mevsimi nihayet sona ermişti. İlkba­har gelmiş ve doğa, bir gelin gibi süslenmişti, Uçsuz bu­caksız kırlarda çiçekler açmış, çimenler yeşermişti. Gü­neşin ışıklarını gören çiçekler, böcekler, kuşlar ve insan­lar güzel havaların keyfini çıkarıyorlardı, Kuşlar, en güzel şarkıları söylüyorlar­dı. Karıncalar, oradan oraya ko­şuşturup duruyordu. Kelebekler, rengârenk kanatları ile yeşil çi­menlerin arasında uçuşuyordu. Arılar, yeni açmış çiçeklere vızıl­dayarak konuyordu. Sincap­lar, ağaçların dallarında oynu­yordu. Bütün canlılar, sevinç ve umut dolmuştu. Kısacası bütün do­ğa canlanmış ve yaşama isteği ile dolmuştu,

Yemyeşil çimenlerin ortasında, küçük bir kır çiçeği açtı. Narin boynunu topraktan çıkarıp, güneşe doğru baktı. Şöyle bir gerinip, özgürlüğünün tadını çıkardı.

Aylardır toprağın altında beklemekten canı çok sıkılmış­tı çünkü. Küçük kır çiçeği çevresine bakmaya doyamı-yordu. Öylesine özlemişti ki gün ışığını, neredeyse mutlu­luktan ağlayacaktı. Uzun zamandır görmediği arkadaş­larına selam verdi, Yakınlardaki bir evin bahçesinde açan güller ve lalelere de selam verdi, ama onlar, kü­çük kır çiçeğinin yüzüne bile bakmadılar, Çünkü onu kü­çük görüyorlardı.

- Tabii yaa, biz dünyanın en güzel ve en asil çiçek­leriyiz. Basit bir kır çiçeğinin yüzüne bile bakmayız! diyorlardı.

Kır çiçeği, onların bu davranışlarına üzüldü, ama ba­sit bir kır çiçeği olduğu için üzülmüyordu. Çünkü çok mutluydu. Güneşin sıcaklığını zevkle içine çekiyor, çayır kuşunun yükselen türküsünü dinliyordu. Etrafına bakıyor ve tabiatın güzelliğini sessizce duyup, hissediyordu. Kü­çük çayır kuşunun da neşeli ötüşleri ile onu anladığını bi­liyordu, Bu yüzden, neşeyle şakıyan mutlu kuşa saygıyla bakmıştı. Benim elimden de aynı şey gelmiyor, diye hiç .üzülmedf. İçinden: "Görüyorum, duyuyorum," diye geçi­riyordu. "Güneş ısıtıyor, rüzgâr okşuyor, Halimden şikâ­yetçi olmam anlamsız olur."

Bahçedeki çiçekler, kibirli kibirli çevrelerini süzüyor­lardı. Şakayıklar, gülden daha iri görünmek için şişinlyor-lardı; ama gülü gül yapan iriliği değildir ki. Lâleler renk­lerinin güzelliği ile göz alıyor, tavus kuşu gibi çalımlı ça­lımlı kabarıyorlardı. Küçük kır çiçeğine şöyle yan gözle

bakmaya bile tenezzül etmiyorlardı. Hâlbuki o içinden: "Ne güzeller!" diyordu, "O güzelim kuş gidip onlarla arka­daşlık edecektir. Ben de uzaktan da olsa bu misafirliği seyredebileceğim."

Tam o sırada çayır kuşu, şakayıklara, lâlelere değil de, çayıra yöneldi. Sevincinden aklı başından giden kü­çük kır çiçeği, çok mutlu oldu. Parlak kuş, şarkı söyleye­rek çiçeğin etrafında dans etmeye başladı:

- Ne yumuşak bir çayır! Oh! Altın yürekli, kırmızı elbi­seli ne güzel bir çiçek bu böyle!

Küçük çiçeğin mutluluğu tarif edilir gibi değildi. Kuş, gagası İle onu öptükten sonra, gökyüzünün mavisine yükselmişti. Kır çiçeği için için gülerek, fakat utangaç bir bakışla bahçedeki çiçeklere baktı, Kendisine gösterilen saygıya şahit oldukları için, sevincini anlamaları gerekti. Lâleler eskisinden daha dik duruyor; kırmızı ve sivri surat­larından düşen bin parça oluyordu, Şakayıkların başı pek kabarıktı. Allah'tan, dilleri yoktu. Olsa, kim bilir ne tatsız şeyler söyleyecek, zavallı çiçeğin kalbini kıracak­lardı, Küçük çiçek her şeyin farkındaydı, öfkeleri ona dert oldu,

Bir gün, elinde bir bıçakla genç bir kız bahçeye gir­di; lâlelere yaklaşarak hepsini birbiri ardına kesti. Kır çi­çeği içini çekerek:

- Ah! Ne felâket! Yazık zavallılara! dedi.

Genç kız lâleleri götürürken, o, bir kır çiçeği olduğu­na sevinmişti. Gün batarken, yapraklarını kapattı ve Al­lah'a şükretti; bütün gece rüyasında güneşi ve küçük ku­şu gördü.

Ertesi sabah, yapraklarını gün ışığına açınca kuşun sesini duydu, sesinden üzgün olduğunu anladı, Zavallı çayır kuşunun üzüntüsü yersiz değildi: Onu yakalayıp açık pencerenin önünde asılı duran bir kafese kapat­mışlardı. Özgür olmanın mutluluğunu, yeşermiş tarlaların güzelliğini ve gökyüzünde dilediği gibi uçmaya duydu­ğu özlemi anlatıyordu şarkısında kuş.

Kır çiçeği, kuşun yardımına koşmak için can atıyordu, ama gücü yetmez, nasıl koşsun? Zavallı kuşa öyle çok üzüldü ki, dört yanını çeviren güzellikler ve güneşin tatlı sı­caklığı bile onu teselli edemedi. Az sonra iki çocuğun bahçeye girdiğini gördü. Birinin elinde keskin ve parlak bir bıçak vardı. Ne olduğunu anlayamayan kır çiçeğine doğru ilerlediler.

Oğlanlardan biri:

- Çayır kuşuna buradan güzel bir parça çimen ke­sebiliriz, diyerek çiçeğin etrafındaki çimen parçasını kesmeye başladılar.

Diğeri:

- Çiçeği koparsana, dedi.

Bunu duyan kır çiçeği, korkusundan yere kapandı. Koparılmak, canından olmaktır. Çimenle birlikte, kuşun kafesine gireceğini sandığı zaman ne kadar da mutlu olmuştu.

Büyük:

- Hayır, varsın kalsın, diye cevap verdi; buraya çok yakış­mış.

Böylece hem çiçeğin canı bağışlanmıştı, hem . de kafese girmiş oldu.

Zavallı kuş, esirlikten acı acı dert yanıyor ve kanatlarını demir tellere çarpıyordu. Kır çiçeği çok jf istemesine rağmen, ona bir tek avutucu söz söyleyemiyordu, Öğlen olduğunda çayır kuşu:

- Çok susadım, Bana bir yudum su bile bırakmadan gittiler. Gırtlağım kupkuru, ateş gibi yanıyor! Ne yazık! Güneşten uzak, serin çayırlardan, dünyanın bunca göz kamaştırıcı güzelliklerinden uzak, can vereceğim de­mek.

Sonra biraz serinliyebilmek için, gagasını serin çi­menlere daldırdı. Gözü kır çiçeğine ilişmişti, Başı ile dost­ça bir işaret yaparak ve eğilip öperek şunları söyledi:

- Sen de burada kuruyup gideceksin, zavallı nazlı çi­çek! Elimden koskoca dünyamı alıp, karşılığında bana birkaç tutam ot verdiler. Eş dost diye bir sen varsın. Her ot parçası, gözüme ağaç görünecek, senin her yapra­ğın kokulu bir çiçeğin yerini tutacak. Ah! Sen, bütün kaybettiklerimi hatırlatıyorsun bana!

Yapabileceği hiçbir şey olmayan çiçek, içinden: "Ah! Onu birazcık olsun avutabilseydim," diyordu. Kuş, çimen filizlerini tek tek yolduğu, kemirici bir susuzlukla mum gibi eridiği halde, çiçeğe bir türlü eli varıp doku­namadı.

Akşam oldu, hava karardı; zavallı çayır kuşuna bir yudum su getirecek bir kul çıkmadı. Çırpıntılı bir silkinişle kanatlarını gerdi, kara sevdalı bir sesle öttü. Ufacık başı çiçeğe doğru düştü, istek ve acı dolu yüreği duruverdi. Bu hazin manzarayı seyreden kır"çiçeği, bir gece önce­ki gibi, uyumak için yapraklarını örtemedi. Üzüntüden kahrolup yere serildi.

Çocuklar, ancak ertesi gün, sabahleyin geldiler, Ölü kuşu görünce gözyaşları dökerek, mezar kazdılar. Güzel, küçük bir kırmızı kutuya konan kuş, krallara lâyık bir törenle gömüldü. Kapanan mezarın üstüne gül yap­raklan serpildi.

Zavallı kuşcağız! Sağken, öterken, kafesinde unutul­muş, yoksulluk içinde can vermişti, Ölümünden sonra, gözyaşları dökülüyor, saygı gösteriliyordu.

Çimenle kır çiçeğine gelince, onları da büyük yolun tozu toprağı içine fırlatıp1 attılar. Küçük kuşu candan sevmiş olanın yüzüne, kimse dönüp de bakmadı bile.



Kurşun Asker


Oyuncak fabrikasından beri gün ışığını göremeyen yirmi beş tane kurşun asker, içine kapatıldıkları kutunun kapağı kaldırılınca, ilk duydukları ses, bir oğlan çocuğu­nun el çırparak:

- Kurşun askerler! çığlığı oldu.

Askerler, onun yaş günü hediyesiydi, Büyük bir heye­canla, hepsini masanın üstüne dizerek oynamaya baş­ladı. Kurşun askerler omuzlarına astıkları tüfekleri, sert bakışları ve kırmızılı mavili üniformalarıyla çok cesur gö­rünüyorlardı doğrusu. Tek bacaklı olanın dışında, bütün askerler birbirinin eşiydi. Kalıba son dökülenin kurşunu eksik geldiğinden o, böyle sakat kalmıştı, Tek bacağıyla bile, diğerlerinin iki bacakla durdukları kadar dik duru­yordu.

Askerlerin sıralandıkları masada, daha bir sürü güzel oyuncak vardı, ama içlerinde en güzeli kâğıttan bir şa­toydu. Küçük pencerelerinden salonların içi görülebili­yordu. Kâğıttan şatonun bahçesinde, küçük bir göl ve gölün etrafında da ağaçlar vardı, Balmumundan kuğu­lar bu gölde yüzüyor, gölgeleri suya yansıyordu. Doğru­su çok güzeldi, ama şatonun kapısının önünde dans eden balerin hepsinden de güzeldi. O da kâğıttandı; beyaz tülden elbisesi ve saçlarında da mavi bir kurdeia vardı. Balerin, kollarını ve bacağını havaya kaldırmış dans ediyordu, Kurşun asker, balerinin de kendisi gibi tek bacaklı olduğunu zannetti. Kurşun askerin yüreği he­yecanla atıyordu. Hiç kıpırdamadan duran balerine âşık olmuştu, Bir kutunun arkasına gizlendi. Hep tek ayaküstünde durduğu halde dengesini kaybetmeyen güzel balerini, buradan doya doya seyredebiliyordu.

Akşam olunca, küçük çocuk as­kerlerini kutularına yerleştirdi, Ev halkı gi­dip yattılar.

El ayak çekilince, oyuncak­lar, kendi aralarında oyuna başladılar: Önce körebe, sonra savaş oyunu; sonun­da da bir balo düzenledi­ler.

Kurşun askerler, bu eğ­lenceye katılmak için can atıyorlardı, ama kutunun kapağını bir türlü açamadılar. Maymun takla attı, tebeşir taştahtaya deli dolu bir şeyler çizdi, gürültü aldı yürüdü, kanarya uyanıp öttü. Bir eğlence ki, sorma­yın, Kurşun asker ile balerin, yerlerin­den kıpırdamadılar, Balerin kollarını uzatmış, ayağının ucunda yükseliyor, asker de tek bacağının üstünde, gö­zünü kıza dikmiş, dimdik duruyordu.

Gece yarısı, masadaki kutunun kapağı aniden açıl­dı. İçinden kapkara bir büyücü çıktı, Kurşun askerin ba­lerini hayranlıkla seyrettiğini gören büyücü, çok sinirlen­di, Onları çok kiskanmıştı. Bir fırsatını bulup, kurşun aske­re kötülük yapmaya karar verdi,

Sabah olunca, küçük çocuk oyuncaklarıyla oyna­maya başladı. Kurşun askerlerini sıraya diziyor ve onları savaştırıyordu. Tek bacaklı askeri alıp, baktı:

- Sen, bu halde savaşamazsın. Haydi, pencereden dışarıyı seyret, dedi ve kurşun askeri pencerenin önüne koydu, İşin içine büyücünün parmağı mı karıştı, yoksa rüzgâr mı havalandırdı? Bilinmez, ama zavallı kurşun as­ker sevgili balerinine bakarken aşağıya düşüverdi. Bir anda kendini kaldırımda yatarken buldu, Onun düştü­ğünü hiç kimse fark etmemişti, Sadece balerin görmüş­tü. Yerinden kıpırdayamıyordu ki, ona yardım etsin. Gü­zel balerinin gözlerinden iki damla yaş aktı.

Yağmur yağmaya, damlalar birbirini kovalamaya başlamıştı. Kurşun asker, yattığı kaldırımdan düştüğü pencereye bakıyor ve balerini için ağlıyordu. Gözyaşla­rı yağmura karışıyor, balerininden ayrıldığı için, yüreği parça parça oluyordu. Onu görmeden nasıl yaşaya­caktı? O sırada, yoldan geçen iki yaramaz çocuktan bi­ri kurşun askeri gördü:

- Hey, şuna bak! Bir kurşun asker buldum! Haydi, yüzdürelim şunu!

Çocuklar, gazete kâğıdından bir kayık yaptılar ve kurşun askeri içine koyup dereye bıraktılar. İki afacan, el çırparak kayığın yanı sıra koşuyorlardı. Aman Allah'ım! Deredeki dalga neydi öyle! Akıntı ne kadar kuvvetliydi! Kâğıt kayık, dalgalardan beşik gibi sallanıyordu, ama kurşun asker, gözünü bir noktaya dikmiş, silâh elde, tek bacağı üzerinde hala dimdik duruyordu. Kayık bir kana­la girdi. Burası çok karanlıktı.

Kurşun asker:

- Ah! Keşke sevgili balerinim de üryanımda olsaydı. O zaman her îy vız gelirdi bana, diye iç çekti.

Birden karşısına koca­man bir fare çıktı; kana­lın içinde yaşıyordu.

Kayık yoluna devam etti, fare de peşinden geliyordu. Dişlerini gıcırdatıyor, samanlara, çöplere tutunarak, yüzmeye çalışıyordu. Asker, nihayet karanlık kanaldan çıkmış, ışı­ğa kavuşmuştu. Bu seferde kayık su almaya başlamıştı. Su, askerin boğazına kadar yükseldi; kayık tamamen ıs­landı, Gazete birden parçalanıverdi. Su, askerin başını aşmıştı. O sırada, askerin aklına bir daha göremeyeceği balerin geldi. Kâğıttan kayık paramparça oldu ve kurşun asker hızla batmaya başladı. Aniden kocaman bir balık geldi ve onu bir solukta yutuverdi. Kurşun asker, balığın kanundaydı. Burası kanaldan da beterdi. Üstelik ne kadar da dardı. Yiğitliği yine elden bırakmadı kurşun asker; silâh elde boylu boyunca uzandı.

Kurşun askeri yutan balığı bir balıkçı yakaladı ve pa­zara götürüp sattı, Balığı satın alan kadın, mutfağa bırak­tı. Aşçı kadın, büyük bir bıçakla balığın karnını yardı. Balı­ğın içinden çıkan kurşun askeri gören kadın, çok şaşırmış­tı. Kurşun askeri alıp, bir odaya götürdü. Balığın içinden çıkan askeri görmek için, herkes etrafına toplandı. Onu masanın üstüne koyduklarında, penceresinden düştüğü odada olduğunu anladı. Masanın üstündeki oyuncakla­rı, o güzelim şatoyu ve sevgili baleri­nini görünce çok şaşırdı. Kurşun asker o kadar mutluydu ki, utanmasa kurşun gözyaşları dökecekti nerdeyse. O, kı­za baktı, kız da ona baktı, hiç konuşmadılar.

O sırada, beklenmedik bir şey oldu. Küçük çocuk, kur­şun askeri tuttuğu gibi şömineye fır­lattı. Buna sebep, olsa olsa, kutudaki büyücü olmalıydı. Kurşun askerin her tarafını alevler sardı, Alevlerin arasın­dan sevgili balerinine özlemle bakan kurşun asker, hala dimdik duruyordu. Zavallı, hızla eriyordu. Birden bir kapı açıldı ve rüzgâr balerini havalandırdı; askerin yanıbaşı-na, ateşe uçurdu. Balerin yok oluverdi.

Ertesi gün, şömineyi temizleyen hizmetçi, küllerin arasında kırmızı bir kalp buldu. Kurşun asker ile balerin, sonsuza kadar birbirlerinden ayrılmadılar.


Devedikeninin Şansı


Bir derebeyinin şatosunun önünde, güzel çiçeklerle ve kıymetli ağaçlarla dolu, bakımlı, geniş bir bahçe var­dı. Şatoya gelen konuklar, uzak ülkelerden getirilmiş fi­danlara, büyük bir incelikle düzenlenmiş çiçeklere hay­ran kalırdı. O şehirde yaşayanlar, yakın kasaba ve köy­lerden gelenler, pazar günleri bu eşsiz bahçede dolaş­mak için izin alırlar; öğrenciler derslerini iyi çalışır larsa, ödül olarak bahçeyi gezmeye götürülürlerdi.

Bahçe çitlerinin dışında, kocaman bir devedikeni büyümüştü. Kökü her yana dal budak salmıştı. Bununla beraber, sütçü kadının küçük arabasını çeken ihtiyar eşekten başka kimsenin ona aldırdığı yoktu, Sütçü ka­dın, eşeğini devedikeninin yakınına bağlardı, Eşek, uzun boynunu elinden geldiği kadar devedikenine doğru uzatarak:

- Ah! Sen ne güzelsin, çıtır çıtır yemeli seni, der du­rurdu.

Yuları kısa geldiği için, eşeğin nazik iltifatları ve cilve­li bakışları boşa giderdi.

Bir pazar günü, şatoda neşeli bir toplantı yapılacak­tı. Konukların çoğu, başkentten gelen kibar kişilerdendi. İçlerinde birçok güzel genç kız vardı, İçle­rinde en güzeli, çok uzaklardan gelmişti. Genç kız İskoç asıllıydı ve asil bir soydan geliyordu, Geniş topraklara ve büyük bir servete sahipti, İyi bir kıs­metti doğrusu. Delikanlılar:

- Böyle bir nişanlıya m sahip olmak bize şeref verir, diyorlardı.

Anneler de çocukları için aynı şeyleri içlerinden geçiriyorlardı, Gençler, çiçeklerin arasında koşup oynuyorlar, yeni oyunlar icat ediyorlar ve çimenlerin üzerinde geziyor­lardı. Kuzeyde ödetti, her genç kız bir çiçek kopartıp gençlerden birinin yakasına iüştirirdi. İskoçya'dan gelen kı­zın çiçek seçmesi uzun sürdü; hiçbirini beğenmedi, Sonra birden gözü, iri kırmızı mavi çiçekleri ile çalılaşmış devedi­keninin bulunduğu çite ilişti.

Gülümseyerek derebeyinin oğluna yaklaşan kız, on­dan bir tane koparmasını rica etti:

- Benim ülkemin çiçeğidir. İskoçya armasında da vardır. Lütfen benim için koparır mısınız?

Genç adam, bir koşu gidip kopardı; bu arada eline de diken battı tabii. Genç kız, bu basit çiçeği onun ya­kasına taktı. Delikanlı, son derece memnun olmuştu.

Bütün delikanlılar, seçkin çiçeklerini onunla değiştirmek için can atıyorlardı. Delikanlının bu kadar böbürlendiğini gören devedikeni, fsevinçten kabına sığmaz oldu, Adeta çiğden sonra güneş vurmuşa döndü.

İçinden, "Ben, göründüğümden daha değerliymişim meğer." diye geçir­di. "İçime doğuyordu zaten. Doğrusunu isterseniz, be­nim çitin dışında değil, içinde olmam gerekir. Bu dünya­da kim, layık olduğu yerde ki? Hiç olmazsa kızlarımdan biri çiti aştı, üstelik de yakışıklı bir delikanlının yakasında hindi gibi kabarıyor."

Diken, yeni açan bütün tomurcuklarına bu hikâyeyi anlattı, Birkaç gün sonra, da bir haber aldı, Bunu ne yoîdan geçenler söyledi, ne kuşlar cıvıldadı. Pencereler açık kalınca, içerde olup bitenler duyuluyordu. Evet, güzel kızın yakasına devedikeni çiçeği taktığı genç, genç kızın kalbini çalmıştı,

Devedikeni:

- Onları ben birleştirdim! Çöpçatanlıklarını yapan benim! diye bastı çığlığı.

O günden sonra, dallarında filizlenen her yeni çiçe­ğe bu tarihi olayı anlata anlata bitiremedi.

Gene kendi kendine, "Beni muhakkak bahçeye ta­şırlar!" diyordu. "Belki de bir saksıya koyarlar, köklerim iyi bir gübrede daha da kuvvetlenir. İşit­tiğime göre bitkilere gös- j terilen en yüksek saygı buymuş,"

Ertesi gün şanların, flj şereflerin yağmur misali gökten ineceğine o de­rece emindi ki, çiçeklerinin en çelimsizine varın­caya kadar, çini saksılara dikileceğine ve bir delikanlır yakasını süslemek onuruna erece­ğine kesin gözüyle bakıyordu.

Bu büyük ümitler boşa çıktı. Saksının ne çinisi, ne toprağı vardı, Çiçekler havayı, ışığı içlerine çekmeye devam ettiler; gündüzleri güneş ışını, geceleri çiğ içtiler, ilip geliştiler, Özsularını çalan bal ve eşek arılarından başka yanlarına uğrayan ol­madı.

Hırsından köpüren devedi­keni:

- Hırsızlar, haydutlar! diye çıkışıyordu.

Ah! Elimde olsa da dikenlerimle sizi delik değişik etsem! Gençlerin ya-jjjl kasını süslemek için yara filan bu çiçeklerin kokusu­nu ne hakla çalarsınız siz!

Kendini istediği kadar paralasın, durumunda hiçbir değişiklik olmuyordu. Çiçekler, ister istemez başlarını eğ­diler, sararıp soldular, ama durmadan yeni filizler büyü-yordu. Devedikeni, her yeni doğana, eksilmeyen bir inançla:

- Tam zamanında geldin. Akşama sabaha, çitin öbür yanına geçeceğiz, diyordu.

Birkaç saf papatya, yakınlarda yetişen cılız otlar, bu nutukları duyup inandılar. Devedikenine karşı derin bir hayranlık duydukları halde, diken onları küçük görüyor­du.

Doğuştan şüpheci olan eşek, devedikenlerinin bu kadar güvenle ilân ettikleri sonuçtan ne yalan söyleye­yim pek emin değildi, Bununla beraber ne olur, ne ol­maz diyerek sevgili devedikeni bahçeye taşınmadan önce onu yakalamak için çabaladı. Yularına boşuna asıldı durdu, ama çok kısa geldiğin­den koparamadı.

Iskoçya armasında bulu­nan şanlı resmini düşüne düşüne, devedikeni iyice oynattı, Onun kendi ata­larından biri olduğuna bayağı inandı, Aklınca bu ünlü soydan gelmiş, çok eski zamanlarda İskoçya'dan göç etmiş bir kol­dan üremişti. Komşusu ısırgan otu da bu hikâyeye inanıyordu.

- Ben bile, soysuz bir bitki olmadığımdan eminim. Kraliçelerin giydikleri en ince muslinler benden yapılmı­yor mu?

Yaz geçti, güz geldi. Ağaç yapraklan döküldü. Çi­çeklerin rengi soldu, kokuları azaldı. Kuru sap toplayan bahçıvan çırağı, avaz avaz bir türkü tutturmuştu:

Hayat akıntıya benzer!

Bir aşağı, bir yukarı, akıp gider!

Korudaki körpe çamlar kurdelâlarla, şekerlerle, ufak mumlarla süslenecekleri günü, Noel'i, düşünmeye baş­ladılar. Bu parlak kadere can atıyorlardı. Hayatları pa­hasına olduğunu bile bile!

Devedikeni:

- Ne! Ben daha buralarda mıyım? Düğün olalı ner-deyse bir hafta oldu. Bu evlilik benim sayemde gerçek­leşti hâlbuki. Var mıyım, yok muyum, kimsenin umurun­da değil! Tekrar yeşermemi bekliyorlar galiba. Ben, onu­rumu ayaklar altına alıp peşlerinden koşacak değilim ya! Hoş, istesem de kımıldayamam. En iyisi sabırla bek­lemek, diyordu.

Bir gün, artık karı koca olan genç çift bahçede gezintiye çıktılar. Çitin ke­narında yürüyorlardı. Genç kadın, tarlalara doğru baktı:

- Aa! O koca devedikeni yine burada, ama çiçeği kalmamış!

Genç adam, kurumuş çiçeği gös­tererek:

-Şurada bir tane kalmış, daha doğrusu hayaleti kal­mış, dedi.

Kadın:

- Gene de güzel, İkimizin resmini yapan ressama ve­relim, resme eklesin, dedi.

Delikanlı yine çiti aşıp, solmuş çiçeği koparmak zo­runda kaldı. Diken her tarafına iyice battı, ama genç karısı memnun olduktan sonra varsın batsın, hiç aldır­madı. Kadın çiçeği salona getirdi. Orada yeni evlilerin bir tablosu asılıydı. Resimde, delikanlının göğsüne bir devedikeni iliştirilmişti. Kurumuş diken, gümüş gibi parlı­yordu.

Devedikeni:

- Hayat böyledir işte, bir kızım bir yakada yer buldu, son evlâdım yaldızlı çerçeveye kondu. Ya ben, beni ne­reye koyacaklar? dedi.

Eşeğin bağlandığı yer uzak değildi, devedikenine yan gözle baktı.

- Rahat etmek, soğuktan korunmak istersen, gel karnıma, gel şekerim, Yaklaş, ben sana yetişemiyorum, dedi,

Devedikeni, bu kaba teklife cevap bile vermedi, Gittikçe efkârlandı; düşüne taşına, Noel'e doğru, kendi kendine şu sonuca vardı:

- Evlâtlarım oldukları yerde rahat ettikten sonra, ben ana olarak şu çitin arkasında, doğduğum yerde kalma­ya razıyım.

Son güneş ışını;

- Bu düşünceniz pek yerinde. Mükâfatını görürsünüz, dedi.

Devedikeni sordu:

- Beni saksıya mı, yoksa çerçeveye mi koyacaklar? Son ışık kaybolmadan önce;

- Sizi bir masala koyacaklar, diyecek kadar vakit buldu.


Kral Çıplak


Evvel zaman içinde, kal­bur saman içinde, çok eski devirlerde yaşayan bir Kral varmış. Bu Kral, giyinmeye ve süslenmeye çok düş­künmüş. Süslü Kralımız, günde on kere elbise değiştirirmiş, Askerlerini denetlerken ayrı, tiyatroya giderken ayrı, yemeğe otururken ayrı, gezmeye çıktığında ayrı elbise giyer, kısaca her fırsatta kıyafet değiştirirmiş. Amacı, yeni el­biselerini herkese göstermekmiş. Günün her saatinde elbise değiştirirmiş.

- Kral nerede? diye soranlara,

- Giyim odasında, diyorlarmış.

Ülkenin başkenti, cıvıl cıvıl bir şehirmiş ve çok kala-balıkmış. Günün birinde, şehre kendilerine dokumacı sü­sü veren ve dünyanın en güzel kumaşını dokuduklarını iddia eden iki düzenbaz gelmiş. Olağanüstü güzellikte olan, kumaşın renkleri ile deseni değilmiş. Bu kumaşla di­kilen elbiselerin bir özelliği varmış: Beceriksiz ve aptal in­sanlar, bu kumaşı göremezmiş.

Kral:

- Bu elbiselere paha biçilemez! Bu sayede, hüküme­timin değersiz memurlarını tanıyabileceğim. Becerikliyi budaladan ayırt edebileceğim. Evet, bu kumaş benim için tam biçilmiş kaftan, diyormuş.

Kral, hemen başlayabilsinler diye, iki düzenbaza bir sürü altın vermiş,

Uyanık adamlar, iki tezgâh kurmuşlar, Makaralarda ip olmadığı halde, sanki görünmez bir ipi tutuyor ve kumaş dokuyor gibi yapıyorlarmış, Durmadan ince ipek ve iyi cins sırma istiyorlarmış, ama aslında hepsini torbalarına saklayıp, boş tezgâhlarda gece yarılarına kadar çalışmış­lar.

Kral, "Gidip, şunların yaptıklarını gözümle bir göre­yim," diye içinden geçirmiş.

Bir taraftan da, "Ya, kumaşı göremezsem! Ya, bir budala olduğumu düşünürlerse? diye kaygılanıyormuş. Hoş, kendisinden şüphesi yokmuş, ama işi incelemek üzere başka birini ,göndermeyi daha uygun bulmuş,

Şehir haikı, kumaşın üstün özelliğini duymuş ve kimlerin aptal ve beceriksiz olduğunu öğrenmek için sa-bırsızlanıyormuş.

Kral:

- Dokumacılara, Başvekilimi göndereyim. Kumaştan iyi anlar. Tecrübesi, aklı fikri, herkesten üstündür, demiş.

Yaşlı Başvekil, iki düzenbazın boş tezgâhların başın­da çalıştıkları odaya girmiş.

Gözlerini açarak: "Hay Allah! Bir şey göremiyorum!" diye düşünmüş, ama belli etmemiş.

İki dokumacı, Başvekile sormuşlar:

- Rengi ve deseni nasıl buldunuz efendim? Yaşlı Baş­vekil, gözünü kocaman açmış ve dikkatle bakmış, ama hiçbir şey görememiş, Göremez tabii! Çünkü ortada bir şey yokmuş ki, görsün!

Düşünmüş, taşınmış: "Allah'ım, ben bir budala mıyım yoksa? Aman kimseler duymasın! Beceriksiz herifin biri­yim ben galiba? Kumaşı göremediğimi nasıl söylerim?"

Dokumacılardan biri sormuş:

- Nasıl buldunuz? Başvekil gözlüğünü takarak:

- Güzel, ancak bu kadar güzel olabiliri Bu desen, bu renkler,,. Evet, çok beğendiğimi gidip Kralıma haber ve­reyim, demiş.

- Biz de memnun olduk, demişler dokumacılar,

Düzenbazlara ne para, ne ipek, ne de sırma daya-nıyormuş. Hepsini cebe indiriyorlarmış tabii. Tezgâh boş duruyor, ama onlar durmadan çalışıyorlarmış.

Kral bir süre sonra, kumaşı incelemek ve bitip bitme­diğini öğrenmek için başka bir vekilini göndermiş. Bu yeni haberci de, tıpkı Başvekilin durumuna düşmüş; bakıyor, gözünü kırpmadan bakıyor, bir şeycikler göremiyormuş.

İki dolandırıcı, yerinde yeller esen desenleri ve göz alıcı renkleri göstererek sormuşlar:

- Kumaş fevkalâde değil mi? Adamcağız, ne diyeceğini bilememiş.

"Adam sen de, doğruculuk bana mı kaldı, otururum oturduğum yerde" diye düşünmüş, Kumaşı ballandıra ballandıra methedip, seçtikleri renklere ve desenlere hayran olduğunu söylemiş. Sonra da Kral'a giderek:

- Eşsiz, göz kamaştırıcı, diye kumaşı öve öve bitirememiş. Kumaşın ünü bütün şehirde dillere destan olmuş. Her­kes, kumaşın güzelliğini abartarak birbirlerine anlatıyor­muş.

Kumaşın güzelliği ile ilgili övgüleri duyan Kral, daha fazla dayanamayıp içlerinde iki vekilin de bulunduğu kalabalık ve seçkin bir topluluğun eşliğinde, iki dolandı­rıcının yanına gitmiş.

Kral'ın vekilleri:

- Harika değil mi? Desen de, renkler de tam size lâ­yık, demişler.

. Kral, neye uğradığını şaşırmış:

"Bu da nesi? Hiçbir şey göremiyorum! Korkunç! Aman Allah'ım bir budala olduğumu anlarlarsa mahvo­lurum!" diye düşünmüş.

Birden toparlanıp haykırmış:

- Göz kamaştırıcı! Harika! Tam da benim istediğim gibi olmuş, demiş ve sanki gerçekten görüyormuş gibi tezgaha yaklaşmış. Olmayan kumaşı ellerine alıp, ince­lemiş, Diğerleri de yaklaşmış ve görmedikleri halde;

- Göz kamaştırıcı! demişler,

Kral'a bu elbiseyi büyük törende giymesini bile öner­mişler. Hep bir ağızdan;

- Göz kamaştırıcı! İç açıcı! Ne dense azdır, diye övme yarışına girişmişler. Herkes sevinç içindeymiş. İki düzenba­za madalya takılmış ve dokumacı başı rütbesine yüksel­tilmişler,

Törenden bir gece önce, dokumacıların gözüne uyku girmemiş; on altı mumun ışı­ğında sabaha kadar çalışmışlar. Nihayet, kumaşı tez­gâhtan indirir gibi yapmışlar ve koskoca makaslarla ha­vayı biçmişler; ipliksiz iğne ile dikmişler ve sonunda elbise hazır deyip, çıkmışlar işin içinden,

Sahtekârlar, sanki elle­rinde elbiseleri tutuyormuş gibi:

- İşte, pantolon ve ceketiniz, Sayın Kralım. Bir tüy ka­dar hafif, Zaten kumaşın değeri de burada, demişler.

Sahtekârlar:

- Efendim, dilerseniz yeni elbisenizi bir deneyin. Boy aynasının önünde yeni elbiseleri prova ederiz, demişler,

Kral soyunmuş ve adamlar olmayan elbiseleri tut­muşlar, giydirmişler, sözde ilikler gibi yapmışlar. Kral, aynada kendini seyretmiş ve şöyle bir dönmüş. Bütün dalkavuklar bir olmuş:

- Ulu Tanrım! Kırk bir kere maşallah! Ne çok yakıştı! Üzerinizde çok güzel durdu! Ne renk! Ne desen! diyerek, âdeta yarışıyorlarmış,

Başvekil odaya girmiş.

- Kral'im büyük tören başladı, demiş, Kral:

- Peki, hazırım, diye cevap vermiş.

Kral, törende kurula kurula ilerlerken, yolları ve pen­cereleri dolduran kalabalık haykınyormuş:

- Ne anlı, şanlı kıyafet!

Budala durumuna düşmek istemeyen halk, kumaşı görüyormuş gibi davranıyormuş. Kral, Kral olalı böyle bir hayranlık yaratmamış doğrusu!

O sırada, kalabalığın arasından güçlükle sıyrılan kü­çük bir çocuk, Kral'ı görünce kahkahalarla gülmeye başlamış:

- Kral çıplak! Kral çırılçıplak! diye avazı çıktığı kadar bağırmış.

Çocuğun sözlerini duyan Kraİ ve halk, şaşkınlıktan ol­dukları yerde kalakalmışlar. Halk arasında fısıldaşmalar başlamış. Nihayet herkes, Kral'ın gerçekten çıplak oldu-

ğunu anlamış. Kral, çok utanmış ve onuru kırılmış. Başını daha da dıkieştirmiş ve arkasında adamlarıyla sarayına kaçarcasına dönmüş.



Gümüş Para


Darphaneden çıkaı gümüş para, göz ka­maştıracak kadar par-lakmış, Zıplamış, çınlarmış ve hayatın içine atılmış. Sahiden 19 de pek çok memleket dolaşmak varmış kısmetinde. Birçok el değiştirmiş, Çocuk, sıca­cık yumuk ellerinde tutmuş. Cimri, buz gibi ellerinde sımsıkı tu­tup, üstüne titremiş. İhtiyarlar, Allah bilir kaç kere evirip çevirmişler. Gençler, tasasızca harcamışlar,

Bizim gümüş paramız, basıldığı ülkeden ayrılmadan önce, bir sene kadar dolaşmış. Nihayet günün birinde, yurt dışına çıkmış. Sahibi onu tam yola çıkarken bulmuş ve ülkesini hatırlatması için, yanına almaya karar vermiş, Hoplayan, sevinçle çınlayan gümüş parayı kesesinin di­bine saklamış,

Bizimki, artık durmadan değişen yabancı arkadaşlar arasındaymış. Gümüş para ise hiç kımıldamıyormuş. "Demek ki, bana değer veriliyor; bir üstünlük bu," diye düşü­nüyormuş.

Aradan birkaç hafta geçmiş, dünyada bir hayli gezip tozmuş, ama nerede olduğunun farkında değilmiş. Onun durduğu keseye giren paraların ki­mi Fransız, kimi İtalyan ol­duklarını söylüyorlarmış. Yaptığı seyahat hakkında fikir edinebilmek için, bu kadarı yeterli gelmiyormuş ona- Kesenin dibindeyken hiçbir şey göremiyormuş ki!

Günün birinde, kesenin iyi ka­panmamış olduğunu fark etmiş. Dışarıyı görebilmek için, cüzdanın ağzına kadar kaymış. Fakat merakı pahalıya mâl olmuş: Pantolonun cebine düşmüş. Adam, akşam soyunurken kesesini çıkarmış, ama gümüş para cebinde kalmış. Ote! görevlisi, yıkanması için pantolonu almış. Merdivenlerden inerken, gümüş para kaymış ve aşağı­ya, halının üzerine yuvarlanmış. Düştüğünü kimseler gör­memiş, kimseler duymamış. Ertesi gün, yıkanmış elbiseler odaya bırakılmış, Yolcu, giyinmiş ve kayıp parayı orada bırakarak şehirden ayrılmış. Bir adam, gümüş parayı bulmuş ve hemen cebine indirmiş. Buna çok sevinen gü­müş para, değişik yerler göreceği için çok heyecanlan­mış.

Onu bulan adam:

- Bu ne biçim bir para böyle? Herhalde sahte olma­lı; bir metelik etmez, demiş.

Gümüş paramızın maceraları aslında bu andan iti­baren başlamış. Başından geçenleri, arkadaşlarına ba­kın nasıl anlatmış.

"Ee? Bir metelik etmez." İşte, bu sözleri duyunca sini­rimden tir tir titredim. Ben, gerçek bir para olduğumu, yere düştüğümde çın çın öttüğümü, üstümdeki baskının kanuni ve gerçek olduğunu bilmiyor muydum sanki? Bu insanlar yanılıyor, diye düşündüm, Beni yerde bulan adam, "Bu gece, karanlıkta elimden çıkarırım." dedi.

Sahiden de dediğini yaptı; akşam hiç ses çıkarma­dan beni aldılar, ama ertesi gün, ağız dolusu küfürü bastılar: "Sahte para! Şunu bir an önce defedelim başı­mızdan!"

Beni değersiz bulan insanların parmakları arasında titriyordum.

"Ne talihsiz başım varmış," diyordum, Değerliydim, arna neye yarıyordu sanki? Dünyada kimse kimseye gerçek değerini vermiyor, kendine göre kıymetlendiri­yor, Günahsızlar boş yere bu kadar acı çektiklerine göre suçlular vicdan azabıyla neler çekîyorlardır kim bilir?

Beni harcamak için, her ceplerinden çıkarışlarında ödüm kopuyordu. Beni, sahte bir para gibi inceleyecek­ler, tezgâhın üstüne fırlatacaklar, diye bekliyordum.

Sonunda, ihtiyar bir kadının eline geçtim. Ona, çok çalışması karşılığında verilmiştim, Beni harcaması imkân­sızdı. Kimse beni kabul etmek istemiyordu. Zavallı ihtiyar-cık için, gerçek bir kayıptım,

Kadın: "Bu sahte parayı birine vererek aldatmak zo­runda kalacağım. Başka param yok ki, sadece bu sahte para var elimde. Ne yapayım, ben de onu, çok zengin olan fırın­cıya veririm: O başkasın­dan daha az zarar eder." diyordu.

Ben, bu fakir kadına vicdan azabı çektirdğim için, üzülüyordum. Ah! Gençliğimde beni pırıl pırıl görenler, günün birinde bu derece aiça-lacağımı tahmin ederler miydi hiç?

Kadıncağız, zenginlik içinde yüzen fırıncının dükkânı­na girdi; adam, para ala vere bu işin sarrafı olmuştu. Al­danır mı hiç? Beni tuttuğu gibi ihtiyarın suratına fırlattı.

Zavallıcık ekmek almadan, utanarak kös kös uzaklaştı. Artık bu kadarı benim için alçalmanın son perdesiydiî Kadıncağız, eve dönünce o tatlı gözleri ile baktı: "Hayır, artık kimseyi aldatmaya çalışmayacağım; sahte oldu­ğunu herkesin görebilmesi için, bu parayı deleceğim, ama belki de bu para uğurludur. İçime doğdu sanki, Evet, öyle olmalı, Parayı tam ortasından deler, kurdale geçiririm; komşunun kızının boynuna takarım."

Dediği gibi yaptı, delinmek benim için hiç de hoş ol­madı doğrusu. Bununla beraber, iyi niyetle yapılanlara tahammül ediliyor, Kurdaleyi delikten geçirdi, ben bir madalyon oldum. Gülümseyen, beni öpen güleç yüzlü kızın boynuna takıldım, Geceyi, bu iyi yürekli çocuğun göğsünde geçirdim,

Sabah olunca, annesi beni evirdi çevirdi, Bir şeyler tasarlamakta olduğunu hemen anladım, Makası alıp, kurdaleyi kesti ve beni sirkeye yatırdı, Ah! Öyle banyo düşman başına! Yeşilimtırak oldum. Deliği macunladı, akşam karanlığında, piyango satıcısına gidip bir bilet al­dı, Yeni bir hakaret bekliyordum, Gene fırlatıp atacak­lar, üstelik bunu kendini beğenmiş çil paranın önünde yapacaklar, sanıyordum. Bu utançtan yakayı sıyırdım. Piyangocunun başı kalabalıktı, âleme dert anlatıyordu; beni öbür paraların arasına fırlattı. Kadının biletine bir şey çıkıp çıkmadığını bilmiyorum, ama bildiğim bir şey vardı; o da, sabah olur olmaz sahte para zannedip, bir tarf ayrıldığımdı. Elden ele, evden eve geçiyordum.

Kimse bana güvenmiyordu, ben bile kendi değerimden kuşkulanmaya başlamıştım, Allah'ım! Ne kötü günlerdi onlar!

Yabancı bir yolcu gelince, ilk işleri hemen beni ona veriyorlardı. Yabancı, beni harcamaya kalkışınca, bir] yaygaradır kopuyordu:

"Sahte bu! Hiçbir değeri yok!"

Yüz defa işitmek zorunda kaldığım onur kırıcı sözler, hep bunlar olmuştur.

Bir yabancı, beni iyice inceledikten sonra dudakla­rında bir tebessüm belirdi. Bu, olağanüstü bir şeydi. "Aaa!" diye haykırdı, "Benim ülkemin parası! Delmişler, sahte para sanmışlar, Bende dursun, ülkeme götüre-1 yim,"

Bu sözleri duyunca, sevinçten aklımı oynatıyorum zannettim, Böyle itibar görmeyeli uzun zaman olmuştu. Bana gerçek para diyorlardı, yakında yurduma döne­cek ve herkesten güler yüz görecektim. İmkânı olsaydı, sevinçten kıvılcımlar saçacaktım.

Öbür paralarla karışmayayım diye, beni ayırdılar, Sa­hibim, memleketlilerine rastlayınca beni onlara gösteri­yordu, İçlerinde, hikâyemi ilgi çekici bulanlar bile çıktı.

Nihayet vatanıma kavuştum. Çilem dolmuştu, ha­yattan yeniden zevk almaya başladım, Kalbimi kırmı­yorlar ve hakaret etmiyorlardı, Delikten ötürü sahte paraya benziyordum, ama kimse buna aldırış etmiyordu.

Yaşadıklarım, sabırla ve zamanla her şeyin gerçek değerini bulup, anlaşıldığını ispat etti, dedi gümüş para, hikâyesini bitirirken.



Parmak Kız


Bir kadının çocuğu olmuyor­muş. İhtiyar bir büyücüye gidip:

- Ben, çocukları çok sevi­yorum, ama Allah bana bir Atan çocuk vermedi, Yalvarırım, bana yardım edin, demiş.

Büyücü:

- Elbette, bir çaresine ba­karız. Al bu arpa tanesini, Bu arpayı ne tavuk yer, ne de köylü tar­lasına eker, Bir saksıya ek, sonra ne olacağını görürsün, demiş,

Kadın, teşekkür ederek büyücüye biraz para vermiş. Evine dönünce, arpa tanesini bir saksıya dikmiş. Her sa­bah, uyanır uyanmaz saksının başına koşuyormuş. Saksı­yı pencerenin önüne, en iyi güneş alan yere koymuş. Büyük bir dikkatle ve bakımla, çok geçmeden tıpkı lâle­ye benzeyen iri bir çiçek açmış, Lâlenin taç yaprakları kapalı duruyormuş.

Kadın, sarı kırmızı yapraklan öperken: - Ne kadar güzel bir çiçek, demiş,

Tam da o sırada çiçek açılıvermiş. Bu, lâlelerin en güzeliynniş, Kadıncağız, lalenin orta­sında büzülüp oturmuş, parmak boyunda bir çocuk görünce sevincinden çılgına dön­müş. Gözlerine inanama-yarak, uzun bir zaman hayranlıkla bakmış. Haya­linin gerçekleştiğini anlayınca, parmaklarını uzat­mış ve yavaşça almış onu, Adını, Parmak Kız koymuş.

Ceviz kabuğundan beşik, menekşe yaprağından döşek, gül yaprağından yorgan yapmışlar. Geceleri orada uyur, gündüzleri masanın üstünde oynarmış. Kadın, masanın üstüne içi su dolu ve etrafı çiçeklerle süslü bir tabak ko-yarmış. Parmak Kız, bir lale yaprağına oturur ve onu ta­bağın içinde bir ileri, bir geri yüzdürürmüş. Bu hoş man­zaranın seyrine doyum olmazmış. Parmak Kız, bir taraf­tan da öyle tatlı bir sesle şarkı söylüyormuş ki, duyanlar kendinden geçermiş.

Bir gece, çirkin bir kurbağa açık kalan bir pencere­den eve girmiş, Kurbağa, küçük kızın çiçek yorganının mışıl mışıl uyuduğu masaya sıçramış. Islak ve ya­pış yapış kurbağa, gözlerini kocaman açarak küçük kı­za bakmış:

- Oğluma güzel bir eş buldum! demiş ve çocu­ğun yattığı ceviz kabuğunu kaptığı gibi, açık pencereden bahçeye atlamış.

Evin yakınlarında, şırıl şırıl akan güzel bir dere varmış, İşte, kurbağa ile oğlunun evleri burasıymış. Kurbağanın oğlu, ceviz kabuğundaki güzel küçük kızı görünce:

- Kuvak, kuvak! diye bir çığlık atmış. Yaşlı kurbağa:

- Böyle yüksek sesle konuşmasana, uyandıracaksın! Kuğu tüyü gibi, hafif; korkar da uçuverir sonra. Derede açan nilüfer yapraklarından birine koyalım onu. Bir ada-daymış gibi, kaçamaz. Bu arada biz de bataklığın için­de bir ev yaparız. Sizin eviniz olur orası, demiş,

Sahiden de derenin ortasında, koca koca açmış ni­lüferlerin, suyun üstünde yüzen yeşil yaprakları görünüyormuş. En uzaktaki nilüfer, içlerinde en büyüğüymüş.

Yaşlı kurbağa, parmak kızı içinde uyuduğu ceviz kabuğu ile birlikte oraya bırakmış. Ertesi sabah, zavallı yavrucak uyandığında çok şaşırmış. Nilüferden Yf/ inmek istemiş, ama et-S rafının çepeçevre su ile W çevrili olduğunu anla­yınca hüngür hüngür ağ­lamaya başlamış, İncecik sesiyle annesini çağırmış, ama onu kimseler duymamış. İh­tiyar kurbağa, o sırada sazlar ve yapraklarla bir ev yapı­yormuş, Bu evi, gelinine lâyık bir hale getirmek için uğra­şıyormuş. İşini bitirdikten sonra, yanına oğlunu da alarak, küçük kızı koydukları nilüfere doğru yüzmüşler. Oraya varınca, küçük kızı selâmlayarak:

- İşte, seni kocanla tanıştırayım. Bataklıkta sizin için, eşsiz bir ev hazırlıyorum, demiş,

Oğlanın ağzından, "Kuvak, kuvak!"tan başka lâf çık­mamış.

Kurbağalar, kızı tek başına bırakarak, zarif küçük ya­tağı alıp yüze yüze dönmüşler. Çirkin bir kurbağa ile evleneceğini duyan kız, gözünden ip gibi yaşlar akıtarak ağlamaya başlamış, Derede yüzen kırmızı balıklar, kurbağanın söylediklerini duymuşlar.

Küçük kızı merak ettikleri için, onu görmeye gelmiş­ler. Onu gören kırmızı balıklar, güzelliğine hayran olmuş­lar.

Onun, çirkin bir kurbağa ile evlenmesine gönülleri ra­zı olmamış. Balıklar suya dalmış ve nilüferin sapını kemirerek koparmışlar. Dalından koparılan nilüfer, akıntıya kapı­larak kurbağaların yetişemeyecekleri kadar uzaklara sü­rüklenmiş. Küçük kız, bir süre yanı sıra yüzen kırmızı balıkla­ra teşekkür etmiş. Balıklar evlerine dönerken, küçük kız onlara el sallayarak vedalaşmış. Nilüferin üzerinde güzel bir kız gören beyaz bir kelebek, daha iyi görebilmek için, yaprağın üstüne konmuş, Kızcağız, kurbağalar yetişemeyeceği için, çok sevinçliymiş. Güneş, suyun üzerinde altın gibi parlıyormuş, Kız, geçtiği yerlerin güzelliğini seyretme­ye doyamıyormuş. Kemerinin bir ucunu kelebeğe, diğer ucunu da nilüfere dolamış. Böylelikle suyun üstünde da­ha hızlı yol almışlar. O kadar uzaklara gitmişler ki, başka bir ülkeye geldiklerinde kelebek geri dönmek zorunda kalmış. Küçük kız, iyi yürekli kelebekle vedalaşırken göz­yaşlarına engel olamamış.

Yalnız kalan kız, derenin daha hızlı aktığını fark etmiş. Etrafına bakınca, hızla bir şelaleye sürüklendiğini anla­mış. Korku içinde ne yapacağını düşünüyormuş. Küçük kızın bu akıntının içinden kurtulmasına, imkân yokmuş. Tam bu sırada bir leylek, uzun gagasıyla kızı yakalamış. Leylek derenin, ağaçların, çayırların üzerinden uçmuş ve süzülerek yere inmiş, Küçük kızı bir papatyanırvortasına

bırakmış. Kendisini kurtardığı için, leyleğe teşekkür eden kız, onun beyaz tüylerine bir öpücük kondurmuş. Kanatla­rını sallayarak havalanan leyleğin arkasından uzun uzun bakmış. Küçük kız, kurtulduğu için seviniyormuş, ama bil­mediği bir yerde yapayalnızmış. Kızın gözyaşları, güzel pa­patyanın beyaz yapraklarını yıkamış.

Kızcağız yaz boyunca, büyük bir ormanda tek başı­na yaşamış, Yağmurdan korunmak için, koca yapraklı bir çiçeğin altına yatak yapmış, Çiçeklerin özsuları ile su­suzluğunu gidermeye çalışmış, Kış, peşinde soğuk rüzgârlarla çıka gelince, şakıyarak onu avutmuş olan kuş­lar bir bir uzaklaşmaya, ağaçlar yaprakiarını dökmeye başlamışlar. Altında yaşadığı çiçeğin koca yaprağı so­nunda dökülmüş. Elbiseleri eskidiği için, zavallı kızcağız soğuğa hiç dayanamıyornnuş. Kar yağıyor, her kar ta­nesi o ufacık vücudunu bir kürek toprak gibi örtüyormuş, Kuru bir yaprağa sarınmış, ama bir battaniye kadar ısıt­madığı için, tir tir titriyormuş.

Ormanın yanında büyük bir tarla varmış. Küçük kız, soğuktan titreye titreye ilerlemiş. Samanların altında bir tarla faresinin yuvası varmış. Tıka basa dolu bir odası, mutfağı, kileri, bir de dayalı döşeli yemek odası olduğun­dan farenin keyfi pek yerindeymiş. Ağzına koyacak bir lokması bile olmayan kızcağız, bu evin kapısını dilenci gi­bi çalıp bir arpa tanesi rica etmiş. İhtiyar fare, aslında çok iyi yürekliymiş, Kıza:

- İçeri gir küçük, odam sıcacıktır, Benimle birlikte yemek yer misin? Canın isterse kışı da burada geçirebilir­sin. Yalnız bir şartla, odamı temiz tutacaksın. Ayrıca ben masallara bayılırım. Bana masal anlatır mısın? demiş, Küçük kız, çok memnun olmuş ve kabul etmiş.

Bir gün, fare:

- Komşum misafirliğe gelecek bugün. Onun hali vakti benden de iyidir. Geniş bir evi ve sırtında da siyah kadife bir kürkü var, Onunla evlenirsen rahat edersin, ama burnunun ucunu bile göremez. Bildi­ğin en güze! masalları anlatıp, onu eğlendirirsen çok mutlu olur, demiş. Farenin, komşum dediği köstebekten başkası değilmiş. Kızcağızın da koca­nın böylesine varmaya hiç niyeti yokmuş.

Köstebek, az sonra sırtında kadife kürkü ile gelmiş. Farenin dediğine bakılırsa, güneşe ve çiçeğe taham­mül edemiyormuş.

Misafiri hoş tutmak için, şarkı söylemek zorunda ka­lan kızcağızın sesini çok beğenen köstebek, çok mutlu olmuş. Farenin evine gelmek için, bir yeraltı geçidi ka­zan köstebek, onlara diledikleri zaman evini gezinmele­rini teklif etmiş. Bunu söyledikten sonra, karanlık koridor boyunca hanımlara yol göstermiş. O sırada, yerde ya­tan bir kırlangıç görmüşler. Kanatlan yanına düşen, ba­şını tüylerinin altına sokan kuşcağız, herhalde soğuktan ölmüş. Yaz boyunca cıvıl cıvıl ötmüş olan kuşlara karşı kızcağızın gönlünde sonsuz bir sevgi olduğundan, bu manzara ona pek dokunmuş. Köstebek, kırlangıcı aya­ğı ile iterek:

- Artık ötmüyor. Dünyada kuş olmak kadar kötü bir şey olamaz. Ötüşünden başka bir şeyi olmayan kuş, yoksulluk içinde yaşar ve kış gelince de ölür, dere:

- Evet, çok haklısın kom­şum. Ötmek neye yarar, yoksulluk içinde ölmek- tir sonları, diye doğrula-

Küçük kız, bu sözlere katılmıyormuş, Onlar gör­meden kırlangıca eğilmiş ve başına bir öpücük kondur­muş,

- Belki bu da, yazın benim için neşeli neşeli ötenler­den biridir. Ona ne sevinçler, ne mutluluklar borçluyum, demiş,

Köstebek, hanımlara evini gezdirdikten sonra, evlerine kadar uğurlamış. Gece, kızın uykusu kaçmış. Saman çöplerinden bir örtü ören kız, geçide gidip kuşun üstüne örtmüş. Soğuktan korumak için, farenin evinde bulduğu pamuklarla güzelce sarmış,

- Elveda, zavallı kuş! Ağaçlar yaprakla örtülüyken, güneş üstümüze iyiliksever ışığını yayarken, bu yaz bana dinlettiğin neşeli cıvıltıların için, sana teşekkür ederim, demiş. Sonra, başını kuşun göğsüne dayamış, ama he­men kaldırmış. Çünkü hafif bir pıtırtı duymuş. Bu pıtırtı, ısı­nınca hayata dönen kuşun kalbinin sesiymiş. Sonbahar gelince kırlangıçlar, sıcak ülkelere göç ederler. İçlerinde geç kalan olursa, ölü gibi yere serilir ve karın altında gö­mülü kalır. Kız bir parmak boyunda olduğundan, kuş ona göre dev gibiymiş. Kırlangıcın üzerini iyice örten kız, bir nane yaprağını getirip kuşun başına koymuş. Ertesi gece, yeniden oraya gitmiş ve kuşun canlandığını gör­müş. Kuş çok bitkin olduğundan, küçük kıza bakmak için gözlerini güçlükle aralayabilmiş.

Hasta kırlangıç:

- Sana çok teşekkür ederim güzel, küçük çocuğum. Beni ısıttın, yakında bir şeyim kalmayacak, O zaman, güneşin olanca parlaklığı ile ışıldadığı ülkelere uçmam mümkün olacak, demiş.

Kız:

- Oh! Hayır, dışarısı çok soğuk! Kar yağıyor ve her yer buz tutmuş. Sen yatağına yatıp, keyfine bak. Ben, sana bakarım, diye karşı çıkmış.

Bir koşu gidip, bir çiçek yaprağında su getirmiş. Kır­langıç suyu içerken, kanadını çalının dikenlerine çarpıp nasıl İncittiğini anlatmış. Bu kaza yüzünden, arkadaşları kadar hızlı uçamamış ve onlardan ayrı kalmış. Onlar da sıcak ülkelere doğru yollarına devam etmişler. Daha fazla dayanamadığı için, yere düşmüş. Kendini kaybet­tiği için, nasıl olup da buralara geldiğini bilemiyormuş. Zavallı kuş, bütün kışı orada geçirmiş. Küçük kız, fare ife köstebeğin yardım etmeyeceğini biliyormuş, Bu yüzden, her gün gizlice ona bakıyormuş.

Nihayet, ilkbahar gelmiş ve güneş toprağı ısıtmaya başlamış, Tamamen iyileşen kırlangıç, toprağın üstüne çıkmak istediğini söylemiş. Kız, köstebeğin kapattığı deliği açmış,

Kırlangıç:

Haydi, sırtıma bin; seni de ormana götüreyim, demiş,

Haber vermeden ayrı-lırsa, ihtiyar farenin çok üzüle­ceğini bilen kız:

- Teşekkür ederim, ama gelemem, diye cevap vermiş.

Kırlangıç güneşe uçarken:

- O halde hoşça kal iyi kalpli çocuğum! demiş. Kü­çük kızın gözleri yaşla dolmuş, çünkü kırlangıca öyle bağlanmış ki! Kuş son bir defa öterek, gözden kaybol­muş.

Küçük Kız'ın derdi başından aşkınmış, güneşe çıkıp ısınması da imkânsızlaşmış, Çünkü tarla faresinin evinin üstündeki buğdaylar büyüyüp, parmak boyundaki kız için aşılmaz bir orman haline gelmiş.

Fare kıza:

- Yaz geliyor. Kadife kürklü köstebek, ille de seninle evlenmek istiyor, Çeyizini hazırlamalısın artık. Sana yeni el­biseler lâzım, köstebek karısının hiç eksiği olmamalı, diyor­muş.

Farenin verdiği çıkrıkla iplik eğiren kız, gece gündüz çalışıyormuş. Tarla faresinin çağırdığı dört örümcek, dur­madan kumaş dokuyormuş. Köstebek, akşamları otur­maya geldiğinde toprağı ısıtan ve dayanılmaz hale ko­yan güneşi kötülüyormuş. Düğün, bu yüzden mevsim so­nuna kalmış. Parmak Kız, her gün güneş doğarken ve batarken kapıya çıkıyormuş, Rüzgârda sallanan buğ­day başaklarının arasından göğün mavisini, tabiatın gü­zelliğini seyrediyor ve sevgili kırlangıcını düşünüyormuş. Kırlangıç çok uzaklara gitmiş, belki de hiç dönmezmiş.

Sonbahar geldiğinde kızın çeyizi tamamlanmış,

Fare:

- Dört hafta sonra düğün var, dediği zaman, Kız ağlayarak:

- Çirkin köstebekle evlenmek istemiyorum! demiş. Fare;

_ Hayır, İnatçılık yok! Böyle, yakışıklı bir erkekle evlen­diğin için, ne mutlu sana. Kürkün böylesi kraliçede bile yok. Köstebeğin mutfağı, kileri tıklım tıklım dolu Karşına böyle bir kısmet çıktığı için, Allah'a şükret! diye çıkışmış,

Düğün günü gelip çatmış. Köste­bek, kızı yerin altına götürmek için gelmiş. Kocası güneş yüzü görmediğine göre, o da bir daha göremeyecek I demekmiş. Tarla faresinin evinde hiç olmazsa, kapıdan bakmak yasak de­ğilmiş,

Küçük kollarını kaldırarak:

- Hoşçaka! güneş! Işıklarının sızmadığı yeraltında yaşamaya mahkûmum ben! Buğday biçildiği için, açılan kap.dan birkaç adım atobıimı, Önünde duran ve eli değen kırmız, çiçeğe

- Hoşça kal güzel çiçek! Kırlangıca selâm söyle' di­ye seslenmiş.

Başının üstünde bir ses duymuş, Bir de bakmış ki, sev­gili kırlangıcı yanında, Kız, sevinçle kırlangıcın boynuna sarılmış ve başına gelecekleri ona anlatmış. Anlatırken gözünden sel gibi yaşlar akıyormuş.

Kırlangıç:

- Kış yaklaşıyor, Sıcak ülkelere gitmeye hazırlanıyo­rum. Benimle gelmek ister misin? Sırtıma binersin, birbirimizden ayrılmayız. Uzaklara, çirkin köstebekten ve karanlık evinden uzaklara kaçarız. Güneşin pırıl pırıl ışıldadığı, göz kamastına güzellikte çiçeklerin açtığı sıcak ülkelere ulaşmak için dağları aşarız. Ben, yarı donmuş baygın yatar­ken, canımı kurtaran sev­gili küçük, benimle gel.

Küçük kız:

- Seninle seve seve gelirim! diyerek kuşun sırtına binmiş. En kalın tüylerden birine kuşağını bağlamış. Ormanların, denizin, karla örtülü ulu dağların üstünden uçmuşlar, Bu derece soğuğa alışık olmayan küçük kız, tüylerin altına büzülmüş. Üstünden geçtikleri güzellikleri seyredebilmek için, sadece başı dışarıdaymış.

Nihayet, sıcak ülkelere varmışlar. Burada güneş daha canlı, gökyüzü bir kat daha yüksek gibiymiş, Bağlar, bah­çeler, kayalıklar sanlı kırmızılı çiçeklerle süslenmiş. Yemye-şil ormanlar kuş cıvıltılarıyla doluymuş. Ağaçlardan limon­lar, elmalar sarkıyormuş, Dünyanın en güzel çocukları, kır­larda bin bir renkli kelebeklerle oynuyorlarmış.

Çevresi ağaçlarla çevrili mavi bir gölün ortasında, beyaz mermerden bir saray görmüşler. Uzun sütunlarına asmalar sarılmış. Bu sütunların tepesinde de kırlangıç yu­vaları varmış. Kırlangıcın yuvası da buradaymış.

- İşte, evime geldik. En güzel çiçeklerden birini seç. Seni oraya bırakayım, demiş,

Parmak Kız ellerini çırparak, - Ah! Çok mutluyum! diye cevap vermiş. Kırılan büyük bir mermer sütun, yerde yatıyormuş. I Aralarından güzel çiçekler fışkırmış. Kırlangıç, kızı bu çi­çeklerden birinin ortasına yavaşça bırakmış. Parmak Kız, hayatından memnun ve sevinç içindeymiş,

Çiçeğin içinde cam gibi pırıl pırıl, bembeyaz bir genç adam oturuyormuş. Boyu bir parmak kadarmış.

Başında altın tacı, omuzlarında parlak kanatları varmış,

Bu, çiçeğin perisiymiş ve çiçek onun sarayıymış.

Kız, kırlangıcın kulağına usulcacık:

- Ne kadar da güzel, demiş.

Dev gibi kuşu gören çiçeklerin perisi biraz irkilmiş, ama kızı görünce çok şaşırmış. Ömründe bu kadar güze­line rastlamamış. Başındaki tacı kızın başına takmış ve el­lerini tutarak.

- Benim eşim olmak ister misin? diye sormuş. Eğer kabul edersen, bütün çiçeklerin sultanı olacaksın.

Parmak kız, memnuniyetle kabul etmiş. O an, çiçek­lerden çıkan erkekli kadınlı periler, uçuşarak onların et­rafını sarmışlar. Onlara çeşitli hediyeler sunmuşlar, Par­mak kız, verilen hediyeler arasında en çok omzuna ilişti­rilen ve çiçekten çiçeğe uçmasına yarayan bir çift ka­nada çok sevinmiş. Küçük kızın sevincine, yuvasında oturan kırlangıç da şakıyarak katılmış. Gene de içinden üzülüyormuş. Çünkü onu çok seviyormuş ve hiç ayrılmak istemiyormuş. Kırlangıç, bu masalları yazanın penceresi­nin önüne konmuş. Yazar, onun dönüşünü bekliyormuş ve bu serüveni ondan öğrenmiş.



Ölümsüzlük Otu


Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde insanların çok mutlu olduğu, çocukların sokaklarında neşeyle oynadığı, hayvanların özgürce' yaşadığı bir ülke varmış. Bu ülkenin kralının, bir kızı yar­mış, Kral, bir gün sarayın güzel bahçesinde dalgın dal­gın dolaşıyormuş. Artık çok yaşlandığı için, kendisi öldük­ten sonra ülkesine ne olacağını düşünüyormuş. Çünkü yerine geçecek bir oğlu yokmuş, Kral, ölümsüz olmayı ve sonsuza kadar yaşamayı çok istiyormuş. Sonunda, ülkenin ünlü büj yücüsünü çağırmaya karar vermiş.

Yaşlı Kral:

- Bir an önce ölümsüz ol­mak istiyorum! Bunun için, elinden geleni yapmalısın, diye emretmiş.

Büyücü;

- Emredersiniz Kral'ım, diyerek evine dönmüş.

Büyücü, hemen işe koyulmuş ve ölümsüzlük iksiri yapmaya başlamış. Ateşe oturttuğu kazana büyülü söz­ler eşliğinde ha bire bir şeyler katıp, duruyormuş. Binler­ce ot, çiçek, kaplumbağa kabuğu katarak karıştırmış, Sadece, ölümsüzlük otunu bulamamış.

Kralın huzuruna çıkarak:

- Sevgili Kral'ım, hiçbir yerde ölümsüzlük otunu bula­madım. Eğer onu bulamazsam, asla ölümsüz olamazsı­nız, demiş.

Kral, bir süre düşündükten sonra tellallarını çağırmış:

- Hemen bütün ülkeye duyurun! Ölümsüzlük otunu bulup, bana getirene kızımı vereceğim! demiş,

Tellallar, borazanlarını çalarak, bütün sokakları do­laşmışlar, O sırada, şehre yeni gelmiş bir denizci de tel­lalları dinliyormuş, Kalabalığın arasına karışıp, insanların güzel prenses hakkındaki sözlerini duyunca Kral'ın huzu­runa çıkmaya karar vermiş. Denizci, yıllarca dünyayı do­laşmış, birçok tehlikeyle karşılaşmış, Bu yüzden, hiçbir şeyden korkmazmış, çok cesurmuş. Hemen saraya git­miş, onu Kral'ın huzuruna çıkarmışlar:

- Kral, hazretleri ben ölümsüzlük otunu bulabilirim, de­miş.

- Güçlü ve cesur birine benziyorsun. Eğer başanrsan güzel kızımı seninle evlendiririm. Sana bir yıl, bir gün süre veriyorum, Eğer bulamazsan, seni cellâdıma teslim ederim! demiş Kral.

Denizci, hemen limana gitmiş ve kuzeye giden bir gemiye binmiş. Gece gündüz, hiçbir yere uğramadan yol alan gemi, fırtınaları ve dev dalgaları aşarak dünyanın en soğuk ve en kuzey ucuna varmış. Gemiden inen denizci, gün­lerce yürüdükten sonra büyük bir dağı aşmış. Önünde büyük bir kayın ağacı ormanı varmış. Burnuna keskin bir reçine kokusu çarpmış. Ölümsüzlük otunu ormanda aramış, ama bulamamış. Ormandan çıkınca büyük bir göle varmış. Gölde bir kuğu sürüsü yüzüyormuş. Gölün çevresinde dolaşmış, aramış, ama burada da bulama­mış. Gölün kenarında küçük bir köy varmış. Köyün mey­danına vardığında delikanlıların ve genç kızların dans ettiğini görmüş. Baharın gelişini kutlayan köylüler, gece geç saatlere kadar eğlenmişler. Bu köyün insanları çok iyiymiş. Denizciyi çok iyi karşılayıp, karnını doyurmuşlar. Denizci yorgunluktan öldüğü için, geceyi orada geçir­meye karar vermiş.

Sabah erkenden kalkan denizci, ölümsüzlük otunu burada bulamayacağını anlamış, İyi kalpli köylülerle vedalaşıp, geyiklerin çektiği bir arabaya binerek yola çık- j mış. Limana varınca, doğuya giden bir gemiye binmiş. Dünyanın yansını dolaştıktan sonra, gemi bir limana ya­naşmış. Liman çok kalabalıkmış, Aylarca gemide seya­hat eden denizci, karaya ulaştığı için, çok mutluymuş. İçinden bir ses, ölümsüzlük otunu burada bulacağını fı-sıldıyormuş ona. Denizci dereleri, tepeleri aşmış; birçok şehirden geçmiş, Günİer sonra, yorulan ve karnı acıkan denizci, büyük bir incir ağacının altına oturup çantasın­dan çıkardığı ekmeğini yemeye başlamış. Ölümsüzlük otunu ve güzel prensesi düşünen denizci, yere dökülen ekmek kırıntılarını taşıyan telaşlı karıncaları seyretmeye başlamış. Karıncalar, çok çalışkan canlılardır, Denizci, onlara saygıyla bakmış ve zarar vermemek için, çok dik­kat etmiş. Karıncaların Kralı, denizcinin bu davranışını çok beğenmiş,

- Burada ne arıyorsun? diye sormuş. Denizci, sesin nereden geldiğini anlamak için, etrafına bakmış, ama kimseleri görememiş.

Karınca:

- Aşağıya bak, tam önündeyim! demiş,

Denizci yere bakmış, ama önünde küçük bir karın­cadan başka bir şey görememiş.

- Sen mi, konuştun sevimli karınca?

- Evet, benim! Buralarda ne arıyorsun?

- Çok uzaklardan geldim. Ölümsüzlük otunu bulmak için, dünyanın yarısını dolaştım, ama bulamadım,

- Siz insanların çok değer verdiği bu otun nerede ol­duğunu biliyorum. Seni oraya götürebilirim, ama peşim­den yavaş yavaş gelebilecek kadar sabırlı mısın? Benim hızıma ayak uydurarak, sabrını ispat edersen eğer dile­ğine kavuşursun.

Denizci, çok sabırlı bir insan değilmiş ama otu bulmak için her şeye katlanırmış, Karıncanın teklifini kabul etmiş.

Karınca önde, denizci arkada yola çıkmışlar. Çıkmış­lar ama aslında yerinde sayıyormuş denizci, Bir adım, iki adım sonra bu işin hiç de kolay olmadığını anlamış. Önünde giden karınca, bir çakıl taşını, bir dalı, bir yap­rağı aşana kadar geçen uzun sürede denizci sabırsızla-nıyormuş. Karıncayı yerden kaldırmamak için, kendini zor tutuyormuş. Az gitmişler, uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler bir de arkalarına bakmışlar ki, bir arpa boyu yol

gitmişler. Denizci, can sıkıntısından kurtulmak için, karın­canın hareketlerini inceliyormuş, Bir bilgenin sözlerini ha­tırlamış:

"Karıncadan ibret al, akıllı olmayı öğrenirsin." Karıncalar, her şeyi yöntemi! olarak bir matematik

problemi gibi çözerfer, Çalışarak, didinerek ve yumurtlayarak doğada yüzyıllarca var olmuşlardır.

Alnından soğuk terler akıyormuş denizcinin. Zaman havada asılı kalmış sanki. Başı dönüyor, gözleri kararıyormuş. Dakikalarca adımını atmak için beklemekten, yo­rulmuş. Günlerce yürüseymiş, bu kadar yorulmazmış. Ba­zen bu sıkıntıya dayanamayarak, çığlık çığlığa koşmak, ! koşmak istiyormuş, Karıncanın teklifini kabul ettiği için I kendine lanetler yağdınyormuş, Yine bu sabırsızlık anla­rından birinde, dallardan birine konmuş bir çift kumru görmüş. Kumrular, hep çift dolaşırlar ve hiç ayrılmazlar. Kumruların ötüşü onu sakinleştirmiş. Güzel prensesi dü­şünmüş; güçlü olmaya ve sabretmeye karar vermiş. Ka­rıncaya bakmış; ne yapacağını ve nereye gideceğini biliyor, hızlı hızlı engelleri aşıyormuş, Karıncanın bu hali, denizciye cesaret vermiş. Denizci bunları düşünürken, karıncanın sesini duymuş:

- Geldik!

Denizci kulaklarına inanamamış. Karınca, yeniden:

- Geldik! Bir insanoğlunun bu kadar sabırlı olacağına inanmıyordum, ama sen basardın, Şu dağdan akan kaynağı görüyor musun? İşte, o kaynağın arkasında bir mağara vardır. Ölümsüzlük otunu orada bulabilirsin. Yalnız, ihtiyacın olduğu kadarını al, demiş.

Denizci o kadar sevinmiş ki, hani mümkün olsa karın­caya sarılıp öpecekmiş, Dakikalar, saatler ve günlerce arkasından yürüdüğü karıncaya teşekkür etmiş ve ona son bir kez bakıp dağa tırmanmaya başlamış. Kaynağa vardığında hızla aşağıya doğru akan suların arasına dal­mış. Kendini kocaman bir mağarada bulduğunda şırıl sıklam ıslakmış. Mağaranın içi de buz gibiymiş. Soğuktan tit­reyerek yavaş yavaş yürümüş. Mağaranın dibinde mor çiçekleri olan otlar varmış. Yere eğilip, ölümsüzlük otunu koparmış ve çantasına koymuş. Geldiği yoldan koşarak geri dönmüş. Günlerce yol aldıktan sonra, limana varmış, O sırada, ülkesine giden bir gemi demiriiymiş limanda, Bu gemiye yetiştiği için, çok sevinmiş,

Denizci, uzun bir yolculuğun ardından ülkesine dön­müş. Kralın verdiği bir yıl, bir günlük zaman dolmak üze-reymiş. Sarayın önüne geldiğinde askerler onu içeriye almak istememişler, Çünkü yolculuğu boyunca elbise­leri paramparça olmuş, Üstüne üstlük, uzun sakalıyla öa bir dilenciye benziyormuş, Denizci, derdini anlatana kadar akla karayı seçmiş. Sonunda, onu Kral'ın huzuru­na çıkarmışlar. Denizci, saygıyla eğilmiş ve Kral'ı selam­lamış. Tahta yaklaşmış ve çantasını açıp, ölümsüzlük otunu Kral'a uzatmış. Gözlerine inanamayan Kral, çok sevinmiş, Ölümsüzlük otunu büyücüye vermiş. Ölümsüzlük iksirinin eksiği kalmamış artık. Büyücü, iksiri hazırlamış ve altın bir kadehe doldurup Kral'a sunmuş,

Muradına eren Kral, denizciyi hediyelere boğmuş, En güzel kumaşlardan, en güzel elbiseleri diktirmiş. De­nizci birkaç gün dinlenmiş ve eski gücüne kavuşmuş. Güzel elbiselerini giymiş ve sapı mücevherlerle süslü kılı­cını beline takmış, Artık düğün için hazırmış. Saraydaki bütün hazırlıklar tamamlanınca, düğün başlamış. Mutlu ülkenin mutlu insanları süslenen sokaklarda yiyip, içip, dans etmişler. Sabırlı ve cesur denizci ile güzel prenses, sonsuza kadar birbirlerini çok sevmişler; mutluluk içinde yaşamışlar.



Küçük Denizkızı


Denizin derinliklerinde, fa en dibinde, su mavi ve cam gibi saydamdır. Öylesine derin­dir ki, derinliğini ölçebilmek için üst üste sayısız kubbeler, kuleler yığmak gerekir. Deniz canlılarının ülkesinin sadece kum dolu olduğu­nu sanmayın, Evet, denizin dibi ilginç bitkiler ve ağaçlarla doludur, Suyun hafif bir dalgalanması bile onları canlıymışlar hareket ettirir, İrili ufaklı balıklar, havadaki kuşlar gibi dallarının arasından gelip geçerler, Deniz kralının sa­rayı, denizin en derin yerindedir. Sarayın duvarları mer­candan, pencereleri en güzel sarı kehribardandır. Çatı­sını kapatan istiridyeler ve midyelerin açılıp kapanan kabuklan saraya ayrı bir güzellik katar, Her birinde öyle parlak inciler vardır ki, bunların en küçüğü bile bir krali­çe tacına yaraşacak büyüklüktedir.

Deniz kralının birbirinden güzel altı kızı vardı, Eşi öldü­ğü için, kızlarına yaşlı annesi bakıyordu, Güzel prenses­lerin en küçüğü hepsinden güzeldi, Cildi gül yaprağı gi­bi yumuşak ve yarı saydam, gözleri derin bir göl gibi maviydi. Onun da ablaları gibi, bir balık kuyruğu vardı. Çünkü onlar denizkızlarıydı.

Çocuklar bütün gün, duvarlarında canlı çiçekler açan sarayın geniş salonlarında oynarlardı, Sarı kehri­bar pencereler açılınca, kırlangıçların açık camlarımız­dan evlerimize girmesi gibi, balıklar da saraya girerlerdi. Onları okşayan prenseslerin ellerinden yem yerlerdi. Sa­rayın önünde, ağaçları koyu mavi ve ateş kırmızısı olan bir bahçe vardı. Meyveleri altın gibi parlar, sapları ve yaprakları durmadan sallanan çiçekleri küçük alevleri andırırdı, Yerler incecik beyaz kumlarla kaplıydı. Her ta­rafa yayılan mavi bir ışık, denizden çok, gökyüzündeymişsiniz hissini verirdi. Denizin sakin olduğu günlerde, ışık saçan küçük bir çiçeğe benzeyen güneş bile görülebi­lirdi,

Prensesler, bazen bahçede oyalanır, orasını diledik-ri gibi ekerlerdi. Biri bir balina biçimi verir, öbürü deniz :ma benzetir, ama en küçüğünün ki, güneş gibi yuvar-ktı ve sadece güneş rengi çiçekler dikmişti, Küçük denizkızı, sessiz ve düşünceli bir çocuktu. Ablaları batık ge­milerde buldukları çe­şitli şeylerle oynardı.

O, gül rengi güzel bir salkım söğüdün mor gölgesinin altına oturup, batık bir gemiden çıkardıkları sevimli bir

oğlan çocuğu heykelini süsle­mekle vakit geçirirdi. İnsanların yaşadıkları dünya üstüne anlatın hikâyeleri dinlemekten çok hoşlanırdı, İhtiyar büyük nnesine şehirleri, insanları ve hayvanları anlatması için ılvarırdı. Yeryüzündeki çiçeklerin, denizde rastlamadı-ı mis gibi bir koku yaymalarına ve ormanların yeşil ol-lasına çok şaşırıyordu, küçük denizkızı. Balıkların ağaç-ırda nasıl olup da ötüşüp uçuştuklarına akıl sır erdiremi-Drdu, Büyük anne, küçük kuşlara balık diyordu, çünkü aşka türlü anlamalarına imkân yoktu.

Büyükanne:

- Ancak on beş yaşınıza girdiğiniz zaman, deniz yüzeyine çıkabilirsiniz. O zaman, ay ışığında kayalara oturup, büyük gemilerin geçişlerini seyredebilir, ormanları ve şehirleri uzaktan görebilirsiniz, diyordu.

Gelecek yıl, kızların büyüğü on beşine basacaktı. Kardeşler arasında birer yaş olduğuna göre, en küçüğü­nün denizin dibinden çık­masına daha beş senesi var demekti. Ablaları, ilk çıkışında görece­ği harikaları mutlaka "İp gelip onlara anlataca­ğına söz vermişti. Çünkü büyükannenin ağzından lâf dirhemle çıkar, çok az

konuşurdu, Hâlbuki onların bilmek için yanıp tutuştukları neler vardı! İçlerinde en meraklısı, şüphesiz en küçüğüy­dü, Çoğu geceler, balıkların yüzgeçleri ve kuyrukları ile dövdükleri mavi suları bakışları ile delmeye uğraşarak açık pencerenin önünde otururdu. Gerçekten de bir gece, ayla yıldızları görebilmişti. Denizin derinliklerinden bakınca, denizkızına solgun ve kocaman görünüyorlar­dı. Onları kara bir bulut örtünce, o sırada bir balinanın ya da büyük bir geminin geçmekte olduğunu anlıyor­du. İnsanlar, derinlerde, küçük bir denizkızının onlara beyaz ellerini uzattığını nereden bilsinler!

Büyük prensesin on beş yaşına bastığı ve yeryüzüne çıkacağı gün, nihayet geldi. Ablaları yüzeye çıkıp, geri döndükten sonra, heyecanla gördüklerini anlatmaya başladı:

- Ah! Ay ışığında kumlara uzanıp, ışıkları yüzlerce yıldız gibi parlayan şehri seyretmeye, uzaktan duyulan müzik seslerini, kilise çanlarını ve insanların seslerini dinlemeye doyum olmuyor!

Küçük denizkızı, ablasını can kulağı ile dinliyordu, Her gece, penceresinin önünde oturuyor ve şehrin ışıklarını düşünüyordu. Bazen, çan seslerini duyar gibi oluyordu,

Ertesi yıl, ikincisinin yaşı dolunca heyecan içinde ha­zırlandı ve yüzeye doğru yüzdü. Güneş, ufka değdiği sıra­da sudan çıktı, Bu manzaranın göz kamaştırıcı güzelliğine hayran olmuştu.

Dönüşünü -sabırsızlıkla bekleyen kardeşleri, etrafını sardılar, O da anlatmaya başladı:

- Bulutlar, düşündüğümden de güzel görünüyorlar­dı. Allı, morlu renkleriyle önümden geçerlerken, gökyü­zünde beyaz ve uzun bir duvak gibi uçan kuğu sürüsü gördüm, Ben de kızıl renkli güneşe doğru uçmak iste­dim, ama aniden yok oldu. Denizin yüzünü ve bulutları boyayan pembe ışık da,soldu.

Sonra, sıra üçüncü kıza geldi. İçlerinde en cesurları oydu. Geniş bir nehre girdi ve bağları, bahçeleri, tepe­leri, yeşil ormanların arasındaki büyük şatoları ve çiftlik­leri gördü, Kuşların seslerini dinledi. Güneşin sıcaklı­ğı, birkaç kere serinlemek için derinlere dalmasına neden ol­du. Bir koyda yüzen, oynayıp, bağıran ço­cukları seyretti. Onu gören çocuklar, korka­rak kaçıştılar.

Siyah bir hayvan -köpek- öyle çok bağırdı ki, kor­kuya kapılıp, hemen denize dalmak zorunda kaldı.

Dördüncüsü, onun kadar cesur değildi, Gök kubbe­nin billur gibi olduğu ve kilometrelerce ötesinin kolayca görüldüğü denizin ortasında durmayı tercih etti. Uzak­tan geçen gemileri seyretti. Yanıbaşında neşeyle takla atan yunus balıklarıyla oynadı. Burunlarından su fışkırtan balinaları gördü,

Sıra beşinciye geldi. Onun doğum günü kışa rastla­dı, ama diğerlerinin henüz görmediklerini gördü. Denizin yeşilimsi garip bir rengi vardı, her tarafta değişik şekiller­de, elmas gibi ışıltılı buz dağları yüzüyordu.

- Her biri, insanların yaptıkları kubbelerden daha iri birer inciye benziyorlardı, diyordu.

En büyüklerinden birine oturdu, Çözüp, gelişi güzel rüzgâra bıraktığı saçlarını gören gemiciler uzaklara ka­çıştılar. Akşam çıkan fırtına, gökyüzünü bulutlarla kapla­dı. Şimşekler çaktı, gök gürledi ve kararan deniz kaba-rarak koca koca buz yığınlarını oradan oraya sürükledi. Şimşeklerin kızıl parlaklığı ile ışıldayan buz dağları çok güzel görünüyorlardı. Bütün yelkenler toplandı ve deniz­ciler dehşete kapıldılar. O, buz dağında rahat rahat oturdu ve yıldırımların zikzak çizerek suya inişini seyretti.

Yeryüzünü görmek için sabırsızlanan denizkızları, gördüklerinden büyüleniyorlardı, ama sonradan merak­ları azaldı,

- Evet, iyi hoş, ama hiçbir yer insanın kendi yurdu gi­bi olmuyor, diyorlardı.

Bazı akşamlar, kol kola suyun yüzüne çıktıkları olmu­yor değildi. Hiçbir insanoğluna nasip olmayacak güzel­likte, büyüleyici bir sesleri vardı. Fırtınada bir geminin ba­tacağından şüphelenirlerse, oraya doğru yüzerler ve deniz dibindeki güzellikleri öven şarkılar söyleyerek de­nizcileri davet ederlerdi. Denizciler, bu güzellikleri hiçbir zaman göremediler. Çünkü gemi batar batmaz, insan­lar boğuluyor, denizler padişahının sarayına ancak ölü­leri geliyordu. Ablalarının arkalarından bakan küçük de­nizkızı, ağlamak istiyordu, ama denizkızlarının gözünde yaş yoktur; kalbi bu yüzden daha çok acı çekerdi;

- Ah! On beşime bir girsem! Üst dünyayı ve orada oturan insanları ne kadar seveceğimi şimdiden hissediyo­rum! diyordu.

Nihayet, o gün geldi. Büyükannesi:

- Gel, ablaların gibi seni de süsleyeyim, dedi.

Saçlarına, her yaprağı bir incinin yarısı kadar olan beyaz zambaktan bir taç taktı; sonra da yüksek mevki­ini belirtmek için, prensesin kuyruğuna sekiz iri istiridye bağlattı.

- Canımı çok acıtıyorlar! dedi, küçük denizkızı. Yaşlı kraliçe;

- Güzel görünmek için, acıya katlanmak gerek, di­ye cevap verdi.

Genç kıza kalsa, bütün bu süsle­ri ve başını ağrıtan ağır tacı kaldırıp atar, kendisine çok daha yaraşan bançesinin kırmızı çiçek ferini takardı, ama ağzı­nı açmaya cesaret edemedi.

Veda edip, sabun köpüğü gibi hafifçecik yüzdü.

Başını sudan çıkardığında, güneş batmıştı, ama bulutlar altın gibi parlıyor, akşam yıldızı göğün ortasında ışıldıyor­du. Hava tatlı ve serin, deniz durgundu, Küçük denizkızı-nın yanıbaşında üç direkli bir gemi duruyordu; yalnız, bir tek yelkeni açıktı. Gemiciler, iplere asılı duran renk renk fenerleri yaktılar, Küçük denizkızı, sessizce gemiye doğ­ru yüzdü ve pencerelerinden birine yaklaşarak içeriye baktı. İçerde çok iyi giyimli insanlar vardı. İçlerinde en yakışıklısı, on aitı yaşlarında, siyah saçlı, mavi gözlü, şa­hin bakışlı, genç bir prensti. Zaten bütün bu hazırlıklar, onun doğum gününü kutlamak için yapılıyordu.

Gemiciler güvertede dans ediyorlardı, Genç prens yanlarına gelince havai fişekler, etrafı gündüz gibi ay­dınlatarak, göklere yükseldi. Küçük denizkızı ürküp deni­ze daldı, ama az sonra tekrar çıktı, Sanki gökyüzündeki bütün yıldızlar üstüne yağıyor gibiydi. Ömründe böyle bir şenlik görmemişti: Kocaman güneşler dönüyor, ateş­ten balıklar havayı deliyor ve bütün deniz duru ve sakin ışıldıyordu. Havai fişeklerin aydınlığında en küçük bir ay­rıntı bile seçiliyor, insanları daha iyi görebiliyordu. Prens ne kadar da güzeldi! Herkesin elini sıkıyordu. Müzik, ge­ceye tatlı nağmelerini yayarken, herkesle konuşup gülü­yordu.

Vakit hayli ilerledi, ama küçük denizkızı geminin ve prensin seyrine doyamamıştı.

Yelkenler birer birer çözüldü ve gemi suda hızla yol almaya başladı, Prenses de peşine takılmış gidiyordu, ama deniz birden kabarmaya başladı, göğü kara kara bulutlar kapladı. Ta uzaklarda şimşekler çakıyor, müthiş bir kasırga kopacağa benziyordu. Gemi, coşkun denizin üstünde bir o yana, bir bu yana sallanarak hızla ilerliyordu, Dağ gibi yükselen dalgalar, gemiyi kâh bir kuğu gibi yuvarlıyor, kâh yu­karı kaldırıyordu. Bu değişik yolcu­luk, önce denizkızının çok hoşuna gitti, Şiddetli sarsıntılarla gemi çatır­damaya başlayıp da direği kamış gibi kırılınca, kız tehlikeyi anladı. Gemi yan yatmış ve ambarlarına su dolmaya başlamıştı. Gemiden kopan kalaslardan ve kalıntılar­dan korunmak için biraz uzaklaştı,

Ortalık öyle karardı ki, göz gözü görmüyordu. Arada bir çakan şim­şeklerin ışığında, gemidekilerin te­lâşını ve büyük bir sarsıntı ile ikiye bölünüp, derin sulara gömülen ge­miyi gördü. Denizkızı çok sevindi, yakışıl rayına ineceğini düşündü, Sonra, insanların suda yaşaya­madıklarını ve babasının sarayına ölmüş olarak geleceği­ni hatırladı.

O zaman, tehlikeyi göze aldı ve geminin kalıntılarının arasından yüzerek geçti. Aradı, aradı; sonunda ölmek üzere olan prensin yanına ulaştı. Küçük denizkızı, prensi yüzeye çıkardı ve başını suyun üstünde tutarak kendini akıntıya bıraktı.

Ertesi sabah, hava düzelmişti, fakat gemiden eser yoktu. Kızgın güneş, genç prensin yanaklarına can getirmek ister gibiydi, ama gözleri sımsıkı kapalıy­dı. Denizkızı, prensin alnına bir öpücük kondurarak saçlarını düzeltti. Küçük bah­çesindeki heykele benzetmişti onu. İyileşmesi için adak­lar adadı, ama hala uyuyordu. Tepelerinde beyaz karlar ışıldayan mavi dağlarla çevrili bir yerin önünden geçi­yordu. Yamacın altında güzel yeşil bir ormanın yanı ba­şında, bir kilise vardı. Bahçelerde portakal ve elma ağaçları ve çok güzel çiçekler vardı. Biraz ötedeki bir ka­yalığa kadar uzanan deniz, ince ve beyaz bir kumla ör­tülü bir koy meydana getirmişti. Denizkızı prensi oraya bı­raktı. Biraz sonra kilise çanları çalmaya başlayınca bah­çelerin birinden bir alay genç kız çıktı. Küçük denizkızı yü­zerek uzaklaştı ve zavallı prensi gözetlemek için bir kaya­nın arkasına gizlendi.

Oradan geçen bir genç kız, prensi buldu ve koşarak yardım çağırmaya gitti, Denizkızı, prensin kendine geldiğini ve çevresindekilere gülümsediğini görünce çok mutlu oldu. Prensi bir eve taşıdıklarını gören denizkızı, babasının sarayına döndü.

Her zaman dalgın ve sessiz olan denizkızının bu hali, o günden sonra daha da arttı. Ablaları yukarıda neler gördüğünü anlatması için çok ısrar ettiler, ama o bir şey anlatmadı. Prensi görebilmek için, birçok kez o koya gitti.Kayaların ardına gizlenerek, onu görebilmek umu­duyla saatlerce bekledi. Bahçelerde yemişle­rin olgunlaştığını, yüksek dağlarda karların eri­diğini gördü, ama prensi göremedi. Her defasında denizin dibine daha üzgün m dönüyordu, Yüzüstü bırakılmış, unutulmuş çiçekleri uzun saplarını ağaç dallarına sa- %.u rarak, büyük yaprakları ile ışığın bile girmediği bir kubbe oluşturmuşlardı, Denizkızı, küçük bahçesinde oturuyor ve prense benzeyen küçük mermer heykelciğine kollarını dolayarak avunuyordu.

Sonunda bu acıya dayanamadı ve derdini ablalarından birine açtı.

Ablası da diğer kardeşlerine ve çok yakın arkadaş­larından birkaç denizkızına söyledi, İşe bakın ki, prensin gemisindeki şenliği seyreden biri varmış içlerinde. O hem prensi tanıyor, hem de krallığının nerede olduğu­nu biliyormuş, Ablaları, küçük kardeşlerini prensin yaşa­dığı şatonun önüne götürdüler. Bu şato, san ve parlak taşlardan yapılmıştı, Büyük mermer merdivenlerden bahçeye giriliyordu. Şatonun yaldızlı kubbeleri güneş gi­bi parlıyor, bahçesindeki heykeller canlı gibi duruyorlar­dı. Eşsiz perdelerle, halılarla döşenmiş, duvarları büyük resimlerle kaplanmış salonları göz kamaştırıyordu. Avlu­daki fıskiyeli havuzda yetişen en nadide bitkileri, güneş, billur bir kubbeden süzülerek ısıtıyordu.

Küçük denizkızı, o günden sonra sık sık şatonun çev­resinde dolaşır oldu. Kıyıya yaklaşıp, sulara gölgesi vu­ran mermer balkonun altında oturmayı bile göze alıyor­du. Mehtapta balkona çıkan prensi oradan görüyordu. Prensi birçok defalar, bir teknenin içinde gelip geçer­ken de gördü. Beyaz yelkenini görenler, kanadını açmış bir kuğu sanıyorlardı tekneyi. Balıkçıların, genç prensin iyiliğini övdüklerini duymuştu. Bu yüzden, onun hayatını kurtardığı için seviniyordu, İnsanlara olan sevgisi gün­den güne artıyor, sevgisi arttıkça da onların arasında ol­mak isteği büyüyordu. Onlar, gemilerle denizleri aşması­nı biliyor, bulutların ötesindeki yüce dağlara tırmanıyor, sonsuz ormanlardan, yeşermiş tarlalardan faydalanıyor­lardı. Denizkızı daha çok şey öğrenmek için, büyük annesine gitti ve ona:

- İnsanlar boğulmazlarsa, sonsuza kadar yaşarlar mı? Bizler gibi ölmezler mi? diye sordu,

- Tabii ölürler. İnsanların ömrü bizimkinden de kısa­dır, Bizim bazen üç yüz yıl yaşadığımız olur; sonra varlığımız tükenince, köpük haline geliriz, Çünkü denizin dibinde cansız vücutları alacak mezarlar yoktur. Ruhumuz ölümsüz değildir; her şey ölümle biter. Biz, tıpkı yeşil ka­mışlara benzeriz: onlar da kesildikten sonra bir daha ye-şermezler! Bunun aksine, insanların sonsuza kadar yaşa­yan bir ruhları vardır. O ruh, vücutları toprak olduktan sonra da yaşar ve parlak yıldızlara kadar çıkar. Biz, nasıl insanların memleketlerini görmek için suların derinliğin­den çıkıyorsak, onlar da deniz canlılarının erişemeye­cekleri uçsuz bucaksız yerlere, cennete yükselirler.

Küçük denizkızı, üzgün üzgün:

- Bizim neden ölümsüz bir ruhumuz yok? Bir gün bile insan olabilmek, sonra da cennete erişebilmek için, ka­lan günlerimi seve seve verirdim!

İhtiyar:

- Böyle budalalıklarla beni yorma! Biz burada, insan­ların yukarda olduklarından daha mutluyuz!

- Nasıl olsa bir gün gelip öleceğim ve bir köpük ola­cağım. Artık benim için ne dalgaların fısıltısı, ne çiçek, ne güneş kalacak! Ölümsüz bir ruha sahip olmanın ça­resi yok mu büyük anne?

- Bir çaresi var, ama o da imkânsız gibi bir şey, Bir in­sanın, seni sonsuz bir aşkla sevmesi ve onun için dünyadaki her şeyden daha önemli olman gerekir. Ancak o zaman, sana bütün kalbi ve bütün ruhu ile bağlanırsa, senjnle evlenerek sonsuza kadar severse, ruhu senin bedenine geçer; sen de insanların mutluluğuna erişirsin. Böyle bir şey asla olamaz! Çünkü denizde üstün bir gü­zellik sayılan balık kuyruğunu, onlar yeryüzünün en çirkin şeyi sayarlar. Zavallı insanlar! Güzel olmak için, ayak de­dikleri iki kaba desteğe ihtiyaç duyarlar!

Balık kuyruğuna bakarak, denizkızı mahzun mahzun içini çekti.

İhtiyar;

- Neşeli olalım! Varlığımızın üç yüz yılı içinde müm­kün olduğu kadar eğlenelim. Üç yüz yıl, oldukça uzun

bir zamandır. Biliyorsun, akşam sarayda balo var. Haydi, gidip hazırlan güzel kızım, dedi.

Balo için hazırlanan saray, öyle göz kamaştırı­cıydı ki, hayal bile ede­mezsiniz, Koca dans salonu sırf billurdandı. Her tarafa yerleştirilen binlerce iri ka­buk, salonu mavimsi bir ışıkla aydınlatıyordu. Bu ışık şeffaf duvarlardan denize de yansıyor­du. Altın ve gümüş gibi ışıldayan pul­larla kaplı büyüklü küçüklü sayısız balı­ğın yüzdüğü görülüyordu. Salonun ortasından geniş bir dere akıyor, içinde yunuslarla dans eden denizkızları o eşsiz sesleriyle şarkı söylüyorlardı.

En güzel söyleyen de, küçük denizkızı oldu. Öyle çok alkış topladı ki, sevincinden, bir an için yeryüzünü unut­tu. Prensini ve ölümsüz ruhu hatırlayınca, eski kederine büründü yine. Eğlenceyi bırakarak usulcacık saraydan çıktı, küçük bahçesine gelip oturdu, Suları delen boru seslerini o zaman duydu.

- İşte, geçiyor! Bütün kalbimle, bütün ruhumla sevdi­ğim, bütün düşüncelerimde yer eden, hayatımın mutlu­luğunu emanet etmek istediğim insan. Onun uğruna her şeyimi feda ederim. Ablalarım dans ededursunlar; ben gidip, bugüne dek nefret ettiğim deniz büyücüsü­nü bulayım. O, belki bana bir akıl verir.

Bahçeden çıkan küçük denizkızı, büyücünün yaşa­dığı yere doğru yüzdü, Bu yoldan hiç geçmemişti. Ne bir çiçek, ne bir ot büyümüştü burada. İç karartıcı ve ürkü­tücü bir yolda ilerledi, Büyücünün garip bir ormanda yükselen evine uiaşabiimek için, prensesin bu korkunç yerden geçmesi lâzımdı. Burada, yerden çıkan yüz baş­lı yılanlara benzeyen yarı hayvan, yarı bitki canlılar var­dı. Dallar, ucunda durmadan kımıldayan solucan gibi uzun ve yapışkan kollardı.

Korkuya kapılan küçük prensese kalsa, hemen geri dönecekti. Prensi için yoluna devam etti. Dallara takılmaması için, uzun saçlarını başına doladı ve kollarını göğsüne kavuşturdu. Bu şekilde iğrenç yaratıkların ara­sından balık gibi, hızla yüzerek geçti. Nihayet, iri deniz yılanlarının sarımtı­rak, çirkin karınlarını göstererek çörek-îndikleri ormandaki geniş meydana ulaş-Bu meydanın ortasında, batık gemiler­den çıkan ölülerin kemiklerinden yapılmış büyücünün evi vardı. Büyücü, iri bir ta­şa oturmuştu ve insanların küçük ka­naryalara yem verdiği gibi, bir kur­bağayı besliyordu, Kor­kunç yılanları:

- Minik piliçlerim, diye seviyor ve süngerleşmiş göğsünde çöreklenmelerinden zevk alıyordu.

Prensesi görünce:

- Ne istediğini biliyorum. İsteklerin çok aptalca, ama başının belâya gireceğini bildiğimden, sana yardım edeceğim. Prens, seni sevip alsın ve sana ölümsüz bir ruh versin diye, balık kuyruğundan kurtulup, onun yerine insanların üstünde yürüdükleri iki ayak istiyorsun.

Bu sözleri söylerken, kurbağa ile yılanları yere seren tüyler ürpertici bir kahkaha attı.

- Her neyse, geldiğin iyi oldu, çünkü yarın güneş doğduktan sonra çok geç olacaktı. Dileğinin yerine gel­mesi için, bir yıl daha beklemen gerekecekti. Şimdi ben sana bir iksir hazırlayacağım. Gün doğmadan önce, yeryüzüne çık ve kıyıya oturup, iksiri iç. O zaman, bir çift ayağa kavuşacaksın, ama keskin bir kılıçla kesiliyormuş-çasına canının yanacağını da söyleyeyim, Herkes gü­zelliğine hayran olacak; sen, nazlı yürüyüşünle gelip ge­çerken, her adımda canın yanacak, ayaklarından kan­lar akacak, Bütün bu acılara katlanacaksan eğer ben de sana yardım ederim, dedi.

Denizkızı, prensi ve ölümsüz ruhu düşünerek, titrek bir sesle:

- Katlanırım, diye cevap verdi. Büyücü:

- Şunu da iyi bil ki, bir ke­re insan olduktan sonra, bir daha denizkızı ola­mazsın,

Babanın sarayını bir daha göremeyecek­sin. Prens, sana bütün kalbi ve bütün ruhu ile bağlanmayacak olursa ve seninle evlenmez­se hiçbir zaman ölümsüz bir ruha sahip olamazsın, ka bir kadınla evlendiği gün, kalbin kırılacak ve sen gaların üstünde bir parça köpük olacaksın.

Prenses, bir ölü kadar solgun:

- Razıyım, dedi. Büyücü:

- O halde, benim hakkımı da vermelisin, Denizkızları arasında sesi en güzel olanı sensin. Senden sesini istiyo­rum! Kıymetli iksirimin karşılığı olarak, senin en güzel şeyi­ni istiyorum. Çünkü onun etkili olması için, ben de kendi kanımı akıtmak zorundayım.

Küçük denizkızı, titreyerek sordu:

- Sen benim sesimi alınca geriye ne kalıyor? Büyücü cevap verdi:

- Güzel yüzün, nazlı yürüyüşün ve manalı gözlerin. Bir erkeğin kalbini sımsıkı bağlamak için bunlar yeter. Haydi! Gayret! Çıkar dilini keseyim de sonra iksirimi veririm!

Prenses, bunu da kabul etti; zavallı yavrucak dilsiz kaldı. Büyücü, sihirli iksiri kaynatmak üzere kazanı ateşe oturttu.

Kazanı temizlemek için, birkaç tane yılan aldı. Sonra göğsünde bir yara açıp, siyah kanını kazana akıttı, Kazandan, korkunç, iğrenç bir koku yayan yoğun bir bu­har yükseldi, İhtiyar, durmadan bir şeyler katıyordu. Karışım, fokur fokur kaynamaya başlayınca, timsah iniltile­rini andıran bir ses çıkardı. İksir hazırlandıktan'sonra, du­ru bir su gibi oldu, Onu bir şişeye boşaltan büyücü, denizkızına uzatarak:

- İşte, iksirin hazır, artık gidebilirsin, dedi.

Denizkızı artık konuşamıyordu. Elinde yıldız gibi par­layan iksiri gören dallar, korkuyla gerilediler. Prenses, böylece ormandan ve uğultulu dalla­rın arasından geçip gitti, Babası­nın sarayına geldiğinde, büyük dans salonunun ışıkları sön­müştü. Herkes uykuya çekil­miş olmalıydı, ama içeri gir­meyi göze alamadı. Artık onlarla konuşamazdı, bir daha dönmemecesine yanlarından ayrılacaktı. Kederden yüreği parça­lanır gibi oldu, Bahçeye süzüldü ve ablalarının bahçelerinden birer çiçek kopardı. Arkasına bakma­dan hızla yüzeye doğru yüz­dü.

Prensin şatosunu gördüğün­de, güneş henüz doğmamıştı. Kıyı­ya oturup, iksiri bir seferde içti. Sanki bilenmiş bir kılıç vü­cudunun ortasından geçiyormuş gibi oldu, bayılıp ölü gibi yere serildi. Korkunç bir acıyla uyandığında güneş, denizin üstünde ışıl ışıl parlıyordu, Karşısında, siyah gözle­rini ona dikmiş güzel prens duruyordu, Küçük denizkızı, balık kuyruğunun yerinde iki beyaz, zarif bacak olduğu­nu gördü,

Prens, kim olduğunu, nereden geldiğini soruyordu. O ise bir tek söz söylemeden, yüzüne baktı. Sonra delikanlı onu elinden tutarak, şatoya götürdü, Büyücünün söyle­miş olduğu gibi, her adımda dayanılmaz acılar çekiyor­du; bununla beraber, prensin kolunda, sabun köpüğü gibi hafifçecik, mermer merdivenlerden çıktı, Herkes za­rif yürüyüşüne hayran ol­muştu. Güzelliğine do­yamıyorlar, ipekliler, bürümcükler giydiri­yorlardı, ama o hep sessizdi, Onu giydirip, süsledikten sonra, elinden tu­tup prensin yanına götürdüler, Prens, onu yanına oturttu ve gü­zel şarkılar söyleyen kızları dinle­meye başladılar. O kadar güzel söylüyorlardı ki, prens de genç kıza gülümseyerek onları alkışlıyordu,

"Onun uğruna, bundan çok daha güzel bir ses feda ettiğimi bilse" diye geçiriyordu içinden zavallı prenses.

Şarkılardan sonra kızlar, güzel bir müziğin eşliğinde, zarif danslar ettiler. Küçük denizkızı, beyaz kollarını kaldırdı ve ayaklarının ucunda dans etmeye başladı. Her­kes hayran oldu, kendinden geçti, Prens, bir daha on­dan ayrılmayacağını söyledi, Dans ederken çektiği acı­ların kimse farkında değildi.

Ertesi gün, prensle beraber atla gezmeye çıktılar. Burcu burcu kokan ormanlardan geçtiler, yüksek dağ­lara çıktılar. Gece herkes uykudayken, usulca mermer merdivenlerden indi. Denizin serin sularına ayaklarını soktu, Birden ülkesini hatırladı ve kalbi acıyla doldu.

Bir gece ablalarını gördü, el ele tutuşmuş yüzüyorlar ve güzel sesleriyle şarkılar söylüyorlardı, Küçük denizkızı, kendini tutamayarak onlara el salladı. Tanıdılar ve onun yüzünden çektikleri üzüntüleri anlattılar, Her gece geli­yorlardı. Bir gün, yıllardan beri başını sudan çıkarmayan babaannelerini ve başı mercan taçlı deniz padişahını bile getirdiler, ikisi de kızlarına ellerini uzatmakla beraber, ablaları gibi kiyıya gelmeye cesaret edemediler.

Prensin sevgisi günden güne artıyordu, ama eş olarak almayı düşünmeden onu sevimli bir çocuğu sever gibi seviyordu. Halbuki onun ölümsüz bir ruha sahip olması ve günün birinde

köpük olmamas, için prensin denizkızı ile evlenmesi şarttı. "Beni sevmiyor musun?" Kollarına alıp, aln,na bir öpücük kondurduğunda zavallı kızın gözlen, sanki bunları sormuştu.

Elbette, diye cevap verdi prens. Senîn kalb'n hepsininkinden temiz; sen bana herkesten daha bağ­lısın; üstelik bir daha göremeyeceğim genç bir kızı hatırlatıyorsun bana. Batan bir gemideydim, dalgalar beni genç kızların

yaşadıkları bir manastırın

yakın arma sürükledi. İçlerinde en genci beni buldu ve hayatımı kurtardı. Ben onu iki defa görebildim. Dünyada ondan başkasını sevemem! Sen, tıpkı ona benziyorsun Bazen gönlümde onun yerini aldığm bile oluyor. Küçük denizkızı:

_ "Dalgaların arasından manastıra kadar benim taşı­dığım, bilmiyor. Bir başkasın, seviyor! O genç kız, bir ma­nastırda kapalı; dışarı çıkmıyor. Belki bir gün, onu unutur ve beni sever, "diye düşündü.

_Günün birinde, prensin komşu kralın kızı ile evlene­ceği duyuruldu. Kralın ülkesine gidecek güzel bir gemi hazırlandı. Prensin düşüncelerini iyi bilen denizkızı, buna gülüp geçti. Çünkü prens ona:

- Annem ve babam, çok ısrar ettiği için prensesi bir kere gidip görmeliyim. Onunla evlenmem için, beni as­la zorlamazlar. Onu sevemem, çünkü o senin gibi ma­nastırdaki kıza benzemiyor, Bana kalsa sessizliğine rağmen, seninle evle­nirdim, demişti.

Prens bunları söylerken denizkızının uzun saçlarına bir öpücük kondurmuştu.

Nihayet, bütün hazırlıklar tamamlanmıştı. Prens, denizkızını da yanına alarak yolculuğa çıktı. Gemi’de:

- İnşallah denizden kork­mazsın, yavrum, dedi.

Sonra fırtınalardan, kudurmuş denizlerden, acayip balıklardan ve dalgıçların suların dibinde buldukların­dan bahsetti. Kız, içinden gülüyordu, çünkü denizin dibi­ni onun kadar bilen yoktu herhalde,

Denizkızı, herkes uyuduktan sonra ay ışığında etrafı­nı seyretmek için dışarı çıktı. Babasının sarayını ve büyük annesinin gözlerini gördüğünü sandı. Bir gece, ablaları gemiye yaklaşmışlardı. Mahzun mahzun onun yüzüne bakıyorlardı. Prenses, gözleriyle kardeşlerine her şeyin yolunda gittiğini anlatmaya çalıştı, Tam o sırada, bir ge­mici gelince gözden kayboldular.

Ertesi gün, gemi komşu kralın

ülkesine vardı. Şehirdeki bütün çanlar çalıyor, her yerden müzik sesleri geliyordu. Onla­rı karşılamaya gelen yüzler­ce asker, limanda sıralan­dılar. Büyük bir kalabalığın arasından geçen arabalarla muhteşem bir saraya girdiler. Onların şerefine şenlikler yapıldı, balolar düzenlendi, Kralın kızı, ye­tiştirildiği manastırdan ne Küçük denizkızı, onu görmek için çok sabırsızlanıyor­du. Nihayet, kız geldi, Ömründe bu kadar güzel bir yüz, böyle beyaz bir ten ve çekici iri siyah gözler görmemişti,

Prens onu görünce:

Sensin! diye haykırdı, Kıyıda hayatımı kurtaran

Yanakları ai al olan nişanlısını kucakladı. Sonra kü­çük denizkızına dönerek;

- Mutluluğun bu kadarı fazla! En çok istediğim şey gerçekleşti! Sen de benim mutluluğuma sevinmelisin, çünkü sen beni herkesten çok seversin.

Denizkızı, prensin elini öptü, ama kalbi paramparça olmuştu, Sevdiğinin evlendiği gün ölüp, köpük haline gel çekti.

Bütün ülke, düğün için hazırlanmaya başladı. Her taraf­ta şenlik vardı; tel­lâllar, borazanları­nı çalarak bütün sokakları dolaşıp düğünü ilan etti­ler, Büyük kilisede, gümüş kandillerde' kokulu yağlar yanı­yor, papazlar buhur­danları sallıyorlardı. İki ni­şanlı, el ele tutuşup piskopo­sun duasını aldılar. Küçük denizkızı ipekliler, sırmalar için­de törene katılmıştı, fakat aklı yalnız çok yakın olan ölü­münde ve bu yeryüzünde kaybetti ki erindeydi,

Aynı akşam, genç evliler, top atışları arasında gemi­ye bindiler, Yelkenler şişti; gemi, durgun denizin üstünde yavaşça ilerledi.

Gece yaklaşırken, değişik renklerde fenerler yaktılar ve denizciler güvertede neşeyle dans etmeye başladı­lar. Küçük denizkızı, insanların dünyasını ilk defa gördü­ğü geceyi hatırladı. O da aralarına katılıp, dans etti. Her­kes, hayranlıkla onu seyrediyordu. Onun içinden geçen­leri ve çektiği acıyı hiç kimse fark etmedi. Dans ederken, uğruna ailesini, yerini yurdunu, o güzelim sesini feda etti­ğini ve onun yüzünden çektiği işkenceleri düşünüyordu. Onunla aynı havayı kokladığı, derin denizi, yıldızlı göğü seyredebildiği son geceydi bu. Ölümsüz bir ruhu olmadı­ğına göre, onu artık sonsuz ve rüyasız bir gece bekliyor demekti. Gece yarısına kadar, çevresindeki neşeye ka­tılıp, kalbindeki ölüm korkusu ile gülüp dans etti.

Nihayet, prensle prenses odalarına çekildiler. Ses se­da kesildi, yalnız geminin kaptanı ayaktaydı. Beyaz kol­larını geminin küpeştesine dayayan küçük denizkızı, do­ğuya bakıyordu. İlk güneş ışığının kendisini öldüreceğini biliyordu. O sırada, kendi kadar solgun ablaları deniz­den çıktılar: Uzun saçları suda yüzmüyordu, kesilmişti.

- Seni ölümden kurtarması için, saçlarımızı büyücü­ye verdik, O da bize, şu iyice bilenmiş bıçağı verdi. Gü­neş doğmadan önce, senin onu prensin kalbine sapla­man gerek. Kanı ayaklarına dökülünce, balık kuyruğu haline gelecekler. Sen yine denizkızı olacak ve yanımı­za gelebileceksin. Elini çabuk tut! Çünkü güneş doğma­dan önce, mutlaka birinizden birinin ölmesi gerekiyor.

Ufuktaki şu kızıllığı görüyor musun? Birkaç dakikaya ka­dar güneş doğacak ve senin için iş işten geçmiş olacak! diyerek dalgaların arasına daldılar.

Küçük denizkızı, aşağıya inerek odanın kapısını ara­ladı, başını prensin göğsüne dayamış uyuyan genç ka­dını gördü. Yanlarına yaklaştı ve çok sevdiği prensin al­nına bir öpücük kondurdu. Sonra gittikçe daha fazla ağaran tan yerine gözlerini çevirerek, bir bıçağa, bir prense baktı. Bıçağı titrek bir elle kaldırdı ve... Hayır, ya­pamamıştı, Sessizce dışarı çıktı ve bıçağı denize fırlatı-verdi. Bıçağın değdiği yerde, sudan kan fışkırır gibi ol­muştu, Denizkızı denize atladı ve vücudunun eridiğini hissetti.

Güneşin tatlı ve iyiliksever ışıkları soğuk köpüğe değiyordu, Küçük denizkızı kendini ölmüş hissetmiyordu. Parlak güneşi, kızıl bulutları gördü; üstünde binlerce say­dam yaratık uçuşuyordu. Hiçbir insan kulağının işiteme-yeceği, son derece güzel bir melodi duyuyordu. Deniz­kızı, yavaş yavaş köpükten ayrılan ve tıpkı onlarınkini an­dıran bir vücudu olduğunu fark etti.

Hiçbir müziğe benzemeyen bir sesle:

- Neredeyim? diye sordu.

- Hava perilerinin arasındasın, merak etme. Denizkı-zınm ölümsüz bir ruhu yoktur, ancak bir erkeğin sevdası ile ona sahip olabilir; sonsuz hayatı bir yabancının elin­dedir, Tıpkı denizkızı gibi, Havva kızlarının da ölümsüz ruhları yoktur, ama iyilikleri ile onu kazanabilirler. Temiz hava götürmek için, vebalı havası insanları öldüren sıcak diyarlara uçarız, Havayı çiçek kokuları ile dolduru­ruz, Geçtiğimiz her yerde yardım eder, oralara sağlık götürürüz. Üç yüz yıl iyilik ettikten sonra, insanların mutlu­luğundan faydalanabilmek için, bize ölümsüz bir ruh ve­rirler.

Zavallı küçük denizkızı, sen de bizler gibi acı çektin ve hava perilerinin dün­yasına kadar yük­seldin.

Kollarını göğe kaldıran küçük de­nizkızı, ilk defa olarak gözyaşı döktü. Gemide, gülüşmeler, eğlenceler yeniden

başlamıştı. Küçük denizkızı, prensi ve karısını, üzgün gözlerle, denize bakarken gördü. San­ki dalgaların en derin yerine kendini attığını biliyor gibiy­diler. Denizkızı, onlara el salladı ve hava perilerinin eşli­ğinde, göğe yükselerek pembe bir bulut oldu.



Eski Ev


Sokağımızdaki yeni ve bakımlı evlerin arasında, çok eski ve harap bir ev vardı. Kapısının üstündeki iâle çelenginin ortasındaki tarihe bakılacak olursa, neredeyse üç yüz yıllıktı. Kapının üzerinde, eski yazıyla yazılmış mıs­ralar okunamayacak kadar silikleşmişti. Bazı günler, ara­lık kalan perdelerin arasından sert bakışlı ve asık suratlı portreleri görebiliyordum. Bir ejderha başı ile biten bir oluk, dama boylu boyunca uzanmış yatıyordu. Aslında yağmurun bu baştan akması gerekiyordu, ama oluk delik olduğu için ortasından akıyordu, Sokağın geniş pencereli ve beyaz duvarlı evleri, yaşlı komşularını hor görür gibiydiler, Eski evin şato merdivenleri gibi geniş, ki­lise kulesininki gibi dik mermer merdivenleri vardı, Büyük demir kapısı, pirinç tokmaklan ile eski kalıntıların kapıları­na benziyordu.

Bizim evimiz bu eski evin tam karşısındaydı. Evimizin penceresinden bu eski evi seyretmeyi çok seviyordum, Bazı geceler, ay ışığında gölgelerin arasında kalan evi ürpererek seyrederdim. Evin duvarlarını süsleyen mızrak­lı asker kabartmalarının ve ejderhaya, yılana benzeyen olukların resimlerini yapmaktan hoşlanırdım,

Bu evde, sırtında kocaman düğmelen olan bir sa­bahlık ve başına taktığı peruğu ile yaşlı bir adam yaşı­yordu, Sabahları gelip alış verişini yapan, odasını derle­yip toplayan ihtiyar bir uşaktan başka kimseyi görmezdi. Ara sıra pencereye yaklaştığında onunla göz göze ge­lirdik, O zaman, başımı eğerek onu kibarca selamlar­dım. O da bana selâm verirdi. Yaşlı adamla hiç konuş­madığımız halde, arkadaşlığımızı ilerletmiştik.

Onun her gün yalnız olduğunu düşündükçe çok üzülüyordum. Bir pazar günü, kurşun askerlerimden biri­ni kâğıda sararak aşağıya indim. Sokağın karşısına ge­çip, eski evin demir kapısını iterek açtım. İlk defa bura­ya giriyordum, Ağır kapı, insanın içini ürperten garip bir ses çıkardı. Bahçede çalışan yaşlı uşağa yaklaşarak, elimdeki peketi uzattım.

- Efendim, bunu beyefendiye verir misiniz? İhtiyar uşak, kendisine verilen görevi se­vinçle yerine getirdi, kurşun askeri alıp eve götürdü. Birkaç saat sonra, kapımız ça-^1 lındı. Gelen yaşlı uşaktı. Yaşlı komşumuz, beni evine davet ediyormuş. Annem ve babam, çok şaşırmışlardı, ama oraya git­meme izin verdiler. Hemen hazırlanıp, koşa koşa gittim. Evin içini göreceğim için çok he­yecanlıydım. Kapıyı çalarken kalbim küt küt atıyordu, Yaşlı uşak, gülümseyerek kapıyı açtı. Dışarıdan çok harap görünen evin içerisi tertemizdi, Uşağın arkasından uzun ko­ridorda yürümeye başladım. Koridorun duvarlarında, zırhlı şövalyelerle, ipekliler giymiş hanımların resimleri ası­lıydı. Bu koridorun ucunda büyük bir balkon vardı. Sağ­lamlığına sağlam değildi, ama kulpları aslan ayağı biçi­minde eski çiçek saksıları ve yeşilliklerle süslenmişti.

Sonunda, ihtiyarın oturduğu odaya geldik. İhtiyar, gülümseyerek:

- Kurşun askerin için teşekkür ederim, küçük arkadaşım, Geldiğin için de ayrıca te­şekkür ederim.

- Annemden, sizin yalnız yaşadığınızı duymuştum efen­dim. Kurşun askerimi, size arka­daş olması için yolladım, dedim,

İhtiyar, içten bir kahkaha atarak:

- Yok! Pek de yalnız sa­yılmam. Eski anılarım ara sı­ra bana misafirliğe gelirler, şimdi de sen geldin. O kadar da yalnız değilim, dedi.

Sonra raftan bir resim kitabı aldı, İçinde güzel dinsel törenler, artık yeryüzünde benzeri kalmamış acayip ara­balar, maça beyi kılıklı askerler görülüyordu. Ben, resim­lere bakarken, ihtiyar komşum yan odaya geçti. Doğru­sunu isterseniz, bu ev sürprizlerle doluydu. Her köşesinde ilgi çekici bir şeyler vardı. Uzun bir sehpanın üstünde du­ran kurşun askeri görünce yaklaştım.

Kurşun asker:

- Ne olur, giderken beni de götür! Burada çok sıkılı­yorum. Annenle babanın neşeli sohbetlerini, senin ve çok sevdiğim kardeşlerinin gülüşmelerinizi özledim, Bu ihtiyar, hiç konuşmuyor. Okşama, sevme nedir bilmiyor, gülmeyi de unutmuş, Bu ev bir mezara benziyor; ben böyle bir hayata katlanamam! dedi.

- O kadar sızlanma, diye cevap verdim. Burası be­nim çok hoşuma gitti, Sonra biliyor musun, eski anıları da ona ara sıra misafirliğe geliyorlarmış.

- Olabilir, ama ben görmüyorum.

- Ne yapalım, alışacak­sın,

İhtiyar elinde tatlı­lar, elmalar ve fındık­larla dolu bir tepsiyle gülümseyerek içeri Yaşlı arkadaşımın getirdiklerini yer­ken, o bana sevgiyle

bakıyordu. Az sonra eve dönmek için izin istedim. Çok geç kalmıştım. Her şey için teşekkür edip, oradan çıktım. Arkamdan:

- Tekrar gel oğlum, diye seslendiğini duydum. Pen­cerede her gördüğümde, ihtiyar dostumu selâmlıyor­dum.

Bir süre sonra, eski eve ikinci bir misafirliğe gittim. Kurşun asker, yine şikâyet ediyordu:

- Artık canıma yetti! Burası çok kasvetli! Dayanamı­yorum artık! Eski anıların nasıl misafirliğe geldiklerini bili­yorum artık; benimkiler de geldiler, ama hiç hoşlanma­dım. Sanki burada imişsiniz gibi, sizi karşı evde görüyor­dum. Sabah dualarınıza, müzik dersinize katılıyor, kendi­mi öbür oyuncakların yanında zannediyordum. Ne ya­zık! Meğer eski anılarınnmış. Söyle bakayım bana, kız kar­deşin nasıl? Arkadaşım kurşun askerden de biraz bah­set; o benden daha şanslı çıktı.

- Sen artık benim değilsin, diye cevap verdim, He­diyemi geri alamam!

Yaşlı arkadaşım, resimler ve oynamam için yaldızlı eski iskambiller getirdi, Sonra piyanonun kapağını aça­rak eski bir şarkı çaldı.

Küçük kurşun asker, haykırmaya başlamıştı. Kendini kaldırıp yere attı. Onu her yerde aradık, ama bulama­dık. Kurşun asker bir aralığa girmiş olmalıydı.

Bir ay sonra, karlar bütün yolları kaplamıştı. Evlerin damları kalın bir karla kaplanmıştı, Odamın camı da buz tutmuştu. Dışarıyı görebilmek için, hohlayarak buzu erit­tim. Küçük bir delikten karşıki eski evi seyretmeye başla­dım. Kar, merdiveni, yazılan ve kabartmaları tamamıyla örtmüştü.

Kimseler görünmüyordu, sanki kimse yaşamıyormuşçasına ıssız görünüyordu. Sonradan, yaşlı arkadaşımın öl­düğünü duydum. Onu görmek için eve gitmek istedim, ama annem ve babam beni bırakmadı. Gözlerimden yaşlar boşanıyordu, Ağlamak istemiyordum, ama bir türlü engel olamıyordum. Aynı akşam, gömülecek olan ölüyü almak üzere kapıda bir araba durdu. Bu arabanın arkasından giden olmadı; ihtiyarın bütün eşi dostu za­ten ölmüştü, Tabutun arkasından el sallayarak, bir öpü­cük gönderebildim ancak. Onun yapayalnız ölmesine çok üzülmüştüm.

Birkaç gün sonra, eski ev satılığa çıkarılmıştı. Pence­remden, şövalyelerin ve güzel kadınların portrelerinin, aslan ayaklı saksıların, meşe mobilyaların ve piyanonun götürüldüğünü gördüm. Bu manzara kalbimi acıyla doldurmuştu. Aklıma kurşun asker geldi.

Bahar gelince evi yıktılar. Birkaç saat içinde, ortada bir enkaz yığını kaldı.

Birkaç sene sonra, eski evin yerinde, önü demir par­maklıklı küçük bahçeii, yepyeni, güzel bir ev yükselmişti.

Yıllar sonra, bir zamanlar ziyarete gittiğim eski evin yerine yapılan bu evde karımla beraber yaşamaya başladım. Bahçeye çiçek diken karımı seyrediyordum. Karım, birden çığlık atarak elini çekti. Eline sivri bir şey batmıştı.

Hemen yanına koştum. Karım, toprağa bulanmış kurşun bir asker tutuyordu elinde. Çok şaşırmıştım, çün­kü yıllar önce yaşlı dostuma hediye ettiğim kurşun asker­di bu. Oturup, karıma eski evi ve buranın ihtiyar sahibine can yoldaşı olsun diye kurşun askeri nasıl çıkarıp ver­diğimi anlattım.

Dinlerken karımın gözleri yaşarmıştı,

- Ne olursa olsun, ben onu saklayacağım. Ba­na ihtiyarın mezarını gösterebilir misin? dedi,

- Nerede olduğunu bilmi­yorum, bilen de yok. Bütün ya­kınları ondan önce ölmüşlerdi zaten, ben de çocuktum.

- Ah! Kimsesizlik ne kötü şey!

Karım, askeri mendili ile sil­di. Onu hatıra olarak saklaya­caktı.



Uyku Perisi


Akşam, yemekler yenildikten ve herkes bir köşeye çekildikten sonra, uyku perisi ortaya çıkar. Tüy gibi ayak­larıyla odalarda dolaşır ve sihirli değneğini kaldırıp bir balerin gibi döner. İşte, o zaman uyku bulutu her tarafa yayılır. Uyku perisini göremeyiz, ama geldiğini hissederiz, Uslu uslu oturan çocukların gözlerine renkli rüyalardan üfleyiverir, Onun kadar çok masal bilen yoktur. Güzel masallarından birine başladığında, bütün evren sessizce onu dinler, Onun masallarını anlatabilmesi için, yerlerin­de duramayan çocukların uyuması gereklidir. Çocuklar uykuya dalar dalmaz, uyku perisi yataklarına oturur. Be­yaz ve upuzun ipek elbisesi ile çok güzeldir, ama onu gö­remeyiz.

Elinde tuttuğu şemsiyelerinden biri rengârenk resim­lerle süslü, diğeri ise resimsizdir. Akıllı ve uslu çocuklar için, renkli şemsiyesini açar. Uslu çocuklar, bütün gece rü­yalarında, en güzel ma­salları görürler. Resimleri olmayan şemsiyesini, yaramazlığa çalışan çocukların başına açar, Onlar, ertesi gün uyandıklarında hiçbir rüya görmemişlerdir.

Şimdi uyku perisinin bir hafta, her akşam, küçük bir çocuğa nasıl misafirliğe geldiğini dinleyeceğiz.

Uyku perisi, çocuğu yatağına yatırdıktan sonra, fısıl­dayarak anlatmaya başlamış:

- Kulağın bende olsun.

Birden, saksıdaki çiçeklerin dalları uzamaya ve halı­lara, duvarlara tavana yayılmaya başlamış, Kocaman birer ağaç olup, küçük çocuğun odasını güzel bir koru­luğa döndürmüşler. Ağaçların dallan çiçek açmış. Çiçeklerden yayılan mis gibi bir koku bütün odayı doldur­muş. Meyveleri altın gibi parlıyor, dallardan çilekli pas­talar sarkıyormuş. Küçük çocuk, uykusunda gülümsemiş. O sırada, çocuğun kitaplarının durduğu masanın çek­mecesinden tıkırtılar gelmeye başlamış.

Uyku perisi, masaya yaklaşıp çekmeyi açmış. Küçük yazı tahtasının üzerinde çırpınıp duran bir rakammış bu. Çünkü yanlış hesaplandığı için, kendi yerine dönmek is­tiyormuş, Kalem, hesabı düzeltmek istermiş gibi, sıçra­mış, ama elinden bir şey gelmemiş. Bu da yetmiyormuş gibi, yazı defterinden yürek parçalayan sesler işitilmiş, Her sayfada, baştan aşağıya, yanında küçük bir harf bulunan büyük harfler duruyormuş. Hemen yanıbaşlarında, küçük çocuğun yazdığı başka harfler varmış. On­lar, ayakta dikilmeleri gerekirken, yerde yüzükoyun yatıyorlarmış, Büyük harf:

- Doğru dürüst dursanıza! Dik durun ve kendinize çe­ki düzen verin! diye bağırmış.

Harfler:

- Biz de isteriz, ama yapamıyoruz, öyle hastayız ki!

- Size ilâç vermeli o halde,

- Yok, hayır! diyerek hemen toparlanmalarını bir gö­ren olsaymış, gülmekten yerlere yatarmış. Askerler gibi, düzgün bir sıraya girmişler.

Uyku perisi:

- Şimdi masal anlatacak vaktim kalmadı, Bu yara­mazları bir düzene koymalıyım. Bir, iki! Bir, iki.., Harfleri böylece yola getirmiş.

İkinci günün akşamı, küçük çocuk yatağına girmiş. Uyku perisi, sihirli değneğini kaldırıp eteklerini havalandı­rarak dönmüş, O zaman, odadaki bütün eşyalar konuş­maya başlamışlar, Hep bir ağızdan konuştukları için, odayı bir uğultu kaplamış. Sözlerinden hiçbir şey anlaşıl-mıyormuş, ama şikâyet ettikleri belli oluyormuş. Uyku pe­risi sihirli değneğini kaldırıp, bu gevezeleri susturmuş. Du­varda asılı duran bir manzara resmine yaklaşmış, Yaldız­lı çerçeveli resimde, ulu ağaçlar, yemyeşil çayırlarda rengârenk çiçekler, ormanın çevresini dolandıktan son­ra şatoların önünden geçip, denize akan küçük bir de­re görülüyormuş, Uyku perisi, sihirli değneğini bu resme değdirmiş ve küçük çocuğun elinden tutup manzaraya girmiş, Kuşlar ötmeye, yapraklar sallanmaya bulutlar yollarına devam etmişler, Küçük demış. Çocuk, çıplak ayak­lan ile yeşil çayırlarda do­laşmaya başlamış.

Ağaçların dallarının ara­sından süzülen güneş, üzerine vuruyormuş. Denize doğru koşmaya başlamış ve ayak­ları yerden kesip, uçmuş, uçmuş, uçmuş. Kendini kırmızı bir sandalın içinde bul­muş. Rüzgârdan usul usul sallanıyor, yelken­leri gümüş gibi parlıyor-muş. Boyunlarında ışıltılı bir mavi yıldız, başların­da da altın birer taç ta­şıyan kuğular sandalı çekerek yeşil bir orma­nın önüne getirmişler.

Ormandaki ağaçlar, birbirinden güzel masallar fısıl­damışlar çocuğun kulağına. Çiçekler, perileri anlatan şarkılar söylerken, kelebekler dans ediyorlarmış, Üstleri gümüş ve altın pullu göz kamaştırıcı balıklar, sandalın arkasından yüzüp, ona eşlik ediyormuş. Kuş sürüleri de kuğulara arkadaşlık ediyormuş. Küçük çocuk, çok mut­luymuş. Ormanlar kimi vakit sıklaşıp ıssızlaşıyor, kimi vakit çiçek dolu ve güneşle aydınlanmış bir bahçeye dönü-yormuş. Kıyıda yükselen camdan ve mermerden şato­ların önünden geçiyorlarmış. Şatoların balkonlarından prensesler sarkıyormuş. Bu kızlar, çocuğun her zaman beraber oynadığı arkadaşlarıymış. Kızlar, ellerinde tut­tukları kalp şeklindeki şekerleri ona uzatıyorlarmış. Küçük çocuk, geçerken kalpli şekerlerden birini yakalamış, ama şeker ikiye bölünmüş. Kıza küçüğü, ona da büyük parçası düşmüş.

Her şatonun kapısında nöbet tutan bir prens varmış. Bunlar altın kılıçları ile selâma durup, üzümler, kurşun as­kerler atmışlar ona.

Küçük çocuğun sandalı, bir bulutlara yükseliyor, bir kentin ortasından geçip gidiyormuş. Tesadüf, yolu onu çok seven dadısının oturduğu şehre düşmüş. Yaşlı kadın, gülümseyerek ona el sallamış ve eskiden ona söylediği bir şarkıya başlamış:

Uzun bir gün boyunca seni özlerim.

Geceleri de, benim küçük çocuğum.

Ne öpücükler kondurmadım ki ben.

Dudaklarına, gözlerine, kollarına.

Yavrucuğum, uykudayken sen.

İlk sözlerini bana söyledin!

Bir gün sana veda etmem gerekti...

Git, haydi Tanrı razı olsun senden.

Deli gibi sevdiğim, küçük afacan melek.

Bütün kuşlar dadıya eşlik ediyor, çiçekler ahenkle sallanıyor, yaşlı ağaçlar da dallarını oynatıyormuş.

Üçüncü gün, yağmur bardaktan boşanırcasına ya-ğıyormuş! Küçük çocuk, yağmurun sesini uykusunda duymuş. Uyku perisi, çocuğun elinden tutmuş ve camın kenarına yaklaşmışlar, Su giderek yükseliyormuş. Sonunda, küçüğün penceresinin hizasına kadar gelmiş, O sıra­da, pencereye yanaşan bir gemiye atlamışlar. Gemi yolcularını aldıktan sonra, suyla dolan sokaklardan, cad­delerden geçerek meydana varmış, Çocuk, gündüz sa­atlerinde yürüyerek geçtiği yerlerden büyük bir gemiyle geçiyormuş. Hava ansızın açmış; kilisenin yanından sa­pıp büyük gölde ilerlemişler. Çocuk, geminin güvertesin­den gözden kayboluncaya kadar şehrine bakmış, Yolda sıcak memleketlere doğru yola çıkmış bir leylek sürüsüne rastlamışlar. Leylekler, birbirinin ardı sıra uçuyorlarmış. İç­lerinden biri çok yorgun görünüyormuş. Sürünün en so­nundan uçuyormuş. Aralarındaki mesafe gittikçe açıl­mış. Zavallı hayvan gergin kanatlan ile alçaldıkça alçal-mış, gücü git gide zayıflamış, bir iki çabalamış, ama bo­şuna. Ayakları gemi halatlarına değmiş; yelkenlerden aşağıya kaymış ve bum! Soluğu güvertede almış.

Gemicilerden biri, onu kümese piliçlerin, ördeklerin, hindilerin yanına koymuş.

- Şu gelene de bakın! demiş piliçler.

Hindi elinden geldiği kadar kabararak, kim olduğu­nu sormuş. Ördekler ağırbaşlılık taslayarak geri geri gidiyorlarmış.

Leylek, onlara sıcak Afrika'dan, piramitlerden, vahşi bir at gibi çölleri baştanbaşa dolaşan deve kuşundan bahsetmiş. Ördekler, hiçbir şey anlamamışlar, Bilgisizlik­lerini saklamak için;

- Aptal bir leylek işte! Siz de aynı fikirdesiniz değil mi? demişler.

Hindi:

- Alıklığın son per­desi! Gluu ede­rek kabarmaya baş­lamış.

O zaman, susan ley-k Afrika'yı düşünmüş.

Hindi lâf atmış;

- Pek güzel ince bacaklarınız var! Nerden buldunuz acaba?

Ördekler alaylı alaylı gülerek:

- Vak, vak, vak! diye bağrışmışlar. Leylek hiç oralı değil gibiymiş, Hindi:

- Neden, sen de bizimle birlikte gülmüyorsun? Beiki de senin akim ermemiştir. Yazık! Ne kafasızmış! Haydi, bırakalım şunu da, biz kendi aramızda eğlenelim.

O sırada, küçük çocuk kümese girmiş ve leyleği dı­şarı çıkarmış. Çocuğun elinden güverteye fırlayan ley­lek, çocuğa teşekkür etmek için kanadını kaldırmış ve sallamış. Sonra kanatlarını açarak sıcak memleketlere doğru uçup gitmiş,

Tavuklar gıdaklamış, ördekler vaklamış, hindinin ibiği ateş gibi kızarmış.

Küçük çocuk:

- Yarın, sizinle güzef bir çorba yaparız! diyerek uyan­mış ve kendini yatağında bulunca çok şaşırmış,

Dördüncü gün, küçük çocuk cılız bir ses duymuş. Et­rafına bakmış, ama kimseyi görememiş. Tekrar duymuş ve merdivenin başında bir fare görmüş. Yatağında doğrulup:

- Sen mi seslendin, minik fare? diye sormuş,

- Evet, seni düğüne davet etmeye geldim. Bu gece iki fare evleniyor. Yemek odasının penceresinin altında­ki basamakta oturuyorlar, orada çok güzel bir evleri var.

- İyi, ama o kadar küçük bir delikten nasıl sığarım?

- Sen bana bırak, demiş.

Birdenbire çocuğun boyu kısalmaya başlamış. Kü­çülmüş, küçülmüş, sonunda fare kadar olmuş.

Çocuk küçüldüğü için, pijamalarının altından çıka­na kadar çok uğraşmış, Böyle önemli bir düğüne çıplak gidemezmiş ya! Kurşun askerlerinden birinin elbisesini ödünç aimış, Üzerindeki asker üniformasıyla çok güzel görünüyormuş.

Fare:

- Annenizin yüksüğüne oturur musunuz? demiş. Sızı çekmek şerefine nail olayım,

Çocuk, annesinin yüksüğüne oturmuş ve düğüne gitmek için yola çıkmışlar,

Basamağın altında, onların sığabileceği yükseklikte bir yoldan geçmişler.

Yüksüğü çeken fare:

- Buradaki kokuyu beğendiniz mi? diye sormuş. Bü­tün yolu yağ ile cilaladılar. Ah! Ne güzel şey!

Sonra salona girmişler, Salonun sağında fare hanım­la, solda da bıyıklarını kuyrukları ile sıvazlayan beyler oturuyormuş. Evlenecek çift, salonun ortasında duruyor­muş. Oyuk bir peynir kabuğunun içinde ayakta duruyor­lar ve herkesin önünde öpüşüyorlarmış.

Durmadan yeni davetliler geliyormuş. Öyle bir akın varmış ki, neredeyse birbirlerini ezeceklermiş. Nişanlılar kapının orta yerine gelip durmuşlar, Bu yüzden içeriye girmek de, çıkmak da imkânsızlaşmış, Odalara da, yağ sürülmüş, Bu hoş koku limonata, gazoz yerine geçiyor­muş. Çerez olarak da nişanlıların ilk harflerinin oyulduğu yeşil bezelye tanesi gösteriliyormuş, Düğünde neşeyle dans eden farelerin arasına karışan çocuk, hayatı bo­yunca böyle bir düğün görmediğini söylemiş.

Küçük çocuk, geldiği taşıtla evine dönmüş, Odası­na gelince aynaya bakıp, üniformasını görmeye çalış­mış, ama boyu yetişmiyormuş, Hoplamiş, hoplamış, Gözlerini açıp, yatağın üzerinde zıpladığını anlayınca gül­mekten yerlere yatmış. Onun kahkahalarını duyan an­nesi, kapıdan başını uzatıp:

- Neler oluyor? diye gülümsemiş, Beşinci günün akşamı, uyku perisi:

- Beni yanlarına çağıran o kadar çok insan var ki, bir bilseniz. Uykuları kaçınca, bütün gece yataklarında otu­rup düşünceleri kovmamı ve iyi bir uyku getirmemi diler­ler içlerini derin derin çekerek, demiş ve etekleri uçuşa­rak yerinden fırlamış,

Mışıl mışıl uyuyan küçük çocuğun kulağına eğilip:

- Haydi, ablanın bebeğinin düğününe gidiyoruz! Çok güzei olacak! demiş.

Küçüğün elinden tutarak, masanın üzerinde duran küçük karton evin önüne getirmiş. Karton evin içi pırıl pı­rıl aydınlanmış. Kapısında da kurşun askerler nöbet tutu-yorlarmış. Nişanlılar hediyelerini almışlar, ama yiyecekle­ri reddetmişler. Çünkü sevgileri onlara yetiyormuş.

Kocası:

- Yazlık bir ev mi tutalım, yoksa seyahate mi çıkalım? diye sormuş,

Sürekli seyahat eden kırlangıç ile durmadan kuluçka­ya yatarak civciv çıkaran tavuğa akıl danışmışlar. Kırlan­gıç, tatlı meyveleri, bulutlara değen yüksek dağları ve çok güzel bir havası olan sıcak diyarlardan bahsetmiş. Tavuk:

- İyi, hoş, ama o memleketlerde buradaki gibi kırmi-zılahana yok. Ben bütün bir yaz boyunca, yavrularımla kırda yaşadım, Bizim dolaştığımız ve canımızın istediği gibi eşelediğimiz bir kum ocağı vardı. Kırmızı lahana do­lu bir bahçeye girer ve doyana kadar yerdik. Ne güzel günlerdi! Daha güzel bir yer düşünemiyorum! demiş.

Kırlangıç:

- Burada günler hep birbirine benziyor. Havalar da çok kötü geçiyor, demiş.

Tavuk:

- Alışılıyor, diye cevap vermiş,

- Çoğu zaman, çok soğuk oluyor, her yer buz tutu­yor.

- Lahanalara iyi geliyor, demiş gene tavuk.

Dört sene önce, tam beş hafta süren yazımız olma­dı mı? Öyle sıcak oldu ki, bunaldık, nefes alamadık, Son­ra bizim buralarda, başka memleketlerdeki zehirli hay­vanlar da yoktur. Yurdumuzu güzel bulmayanlar, bura­da yaşamaya lâyık değildirler!

Sonra ağlayarak devam etmiş:

- Ben de çok gezdim! Saatlerce uzaklıktaki bir tepe­den geçtim, ama seyahat etmekten hiç zevk almadım!

Bebek:

- Evet, tavuk çok haklı, dağ görmeyi hiç canım iste­miyor. İyisi mi, biz gidip şehir dışındaki kum ocağına yerleşelim. Lahana bahçelerinde gezintiler ya­parız, demiş ve öyle de yapmışlar.

Altıncı gün, uyku perisi:

- Bu akşam, masal anlatmaya vaktim yok. Yarına her şeyi hazır­lamam lâzım, pazar çünkü. Ben gidip kilise kulelerini şöyle bir dolaşayım bakalım, Küçük â cinler, seslerini tatlılaştır­mak için çanları parlatıyor­lar mı? Sonra tarlalara uğrayıp, rüzgârın, ça­yırların ve yaprakların tozunu alıp almadığı­na bakacağım. Sonra da daha iyi parlamaları için, gidip bütün yıldızları toplamam lazım. Onları önlüğüme koyarım, ama önce numaralamalıyım, Yoksa yerlerini karıştırabilirim, Of! Da­ha çok işim var! demiş.

O sırada, küçük çocuğun yatağının üzerindeki du­varda asılı duran büyük babasının resmi canlanmış,

Büyükbaba, başını çerçeveden uzatarak demiş ki:

- Torunuma güzel masallar anlattığınız için, teşekkür ederim, ama onu kandırmayın. Yıldızları nasıl, indirip de pariatacakmışsınız? Yıldızlar, bizim dünyamız gibi yuvar­laklardır, en iyi tarafları da öyle oluşlarıdır.

Uyku perisi:

- Teşekkür ederim, ihtiyar dede. Sen ailenin başısın, kabul ama ben senden daha yaşlıyım. Romalılar ve Yu­nanlılar, bana rüya tanrısı derlerdi. En iyi evlere girip çı­kardım, gene de öyle. Küçük olsun büyük olsun, herkes­le iyi geçinmesini bilirim, demiş.

Uyku perisi, şemsiyesini alıp gitmiş. Büyükbaba homurdanarak:

- Hele bakın! Artık bildiğini söylemek de mi yasak! diyormuş arkasından.

Yedinci günün akşamı, uyku perisi küçüğün kulağı­na eğilip fısıldamaya başlamış;

- Bugün, seni kardeşimle tanıştıracağım. Onun adı da uyku perisidir, ama o bir İnsana sadece bir kere mi­safirliğe gider. Misafir olduğu kimseyi atına bindirir ve masal anlatır. Sadece iki tane masal bilir: Biri, kimsenin aklına hayaline gelmeyecek kadar güzeldir. Diğeri ise, inanılmayacak kadar çirkin ve korkunçtur.

Bunları söyledikten sonra uyku perisi, küçük çocu­ğun elinden tutup, pencerenin önüne götürmüş:

- İşte, kardeşim geçiyor; ona ölüm de derler, demiş. Görüyor musun? Sadece iskeîet olarak gösterdikleri re­sim kitaplarındaki kadar çirkin değildir, Hayır, elbisesin­de sim işlemeleri vardır. Güzel bir süvari üniforması giyer.

Atının ütünde, arkasından siyah kadife pelerini uçu­şuyor. Şu doludizgin gelişine bak! Görüyor musun?

Küçük çocuk, uyku perisinin kardeşinin atına genç, ihtiyar birçok kimseyi bindirerek gelişini seyretmiş. Kimini önüne, kimini arkasına oturtmuştu. Mutlaka, şu soruyu sormakla işe başlıyormuş:

- Defterinizi görelim! Notlarınız nasıl? Bütün insanlar:

- Pekiyi! diye cevap vermişler.

İyi ve pekiyi alanlar, atın önüne oturmuş ve çok gü­zel masallar dinlemişler. Orta ve zayıf alanlar, arkaya geçip en korkunç hikâyeleri dinlemeye mecbur kalmış­lar. Ağlayarak, attan inmek istiyorlarmış.

Küçük çocuk:

- Kardeşini çok sevdim, ondan korkmuyorum, demiş.

Küçük peri:

- Bu çok iyi, ama gayret et de defterinde hep iyi notlar olsun, demiş.

Büyükbaba, çerçeveden uzanıp:

- Çok öğretici bir şey, diye mırıldanmış, Demek ki, fikrini açıkça söylemenin faydalı olduğu da oluyormuş.

İşte, uyku pensinin bir haftası da böyle geçmiş. Bu akşam, gelirse size de anlatır çocuklar,



Melek


- Ne zaman yeryüzün­de iyi bir çocuk ölecek ol­sa, Tanrı'nın meleği yere iner. Ölü çocuğu kucağı­na alır ve geniş kanatlarını açarak havalanır. Çocu­ğun sevdiği yerlerden ge­çerek, bir tutam çiçek ko­parır. Bu çiçekleri daha güzel açtırması için, gök­yüzüne Tann'ya götürür. Tanrı, çiçekleri bağrına basar ve en üstün tuttuğuna bir öpücük kondurur, Bu öpücük ona bir ses verir ve onu mutluların korosuna katar.

Tann'nın bir meleği, ölmüş bir çocuğu gökyüzüne götürürken işte, bunları anlatıyormuş. Çocuk, bir rüyada gibi dinliyormuş. Çocuğun oynadığı yerlerden, çok gü­zel çiçekler açmış bahçelerin üstünden uçuyorlarmış.

Melek:

- Gökyüzüne dikmek için hangilerini götürelim? diye sormuş.

Az ileride, gösterişli bir gül fidanı duruyormuş. Kötü kalplinin biri onu kırmıştı, ama, Taze goncalarla do­lu dalları solmuş, başlarını eğmişler­di.

Çocuk:

- Zavallı gül! Onu yanımıza alalım da yukarıda Tanrı'nın katında yeniden yeşersin, dedi,

Melek, gülfidanını aidi ve çocuğu öptü; küçük, gözlerini hafifçe araladı, Her yerden çi­çekler topladılar. Ne çoğu za­man beğenilmeyen aslanağzı, ne de menekşeyi hor görmeden, hepsinden top­ladılar.

Çocuk:

- Şimdi yeterince çiçeğimiz oldu, dedi.

Melek, başıyla onu onayladı, ama Tann'ya doğru uçmadılar.

Gece olmuştu bile, her yerde derin bir sessizlik sürüp gidiyordu. Samanlarla, küllerle, çöplerle dolu daracık, loş, küçük bir sokağın üstünden geçiyorlardı. Bütün bu kırık tabaklar, bütün bu kırık dökük alçı heykel parçala­rı, bütün bu paçavralar, göze pek hoş görünmüyordu. Melek, bu döküntüler arasından çocuğa bir çiçek saksısının parçalarını gösterdi; ondan dökülen toprak yı­ğınının üstünde, solmuş bir kır çiçeğinin kökleri hâlâ du­ruyordu.

Melek:

- Götürelim onu, uçarken sana nedenini anlatırım, dedi,

Havaya yükseldiler, melek sözlerine devam etti:

- Orada, şu karanlık sokakta, zavallı hasta bir çocuk yaşardı. Küçük yaştan beri hastaydı. Arada bir kendini iyi hissederse, koltuk değneklerinin yardımı ile odasında dolaşırdı, hepsi bu kadar. Yazın, belirli saatlerde güneş ışınları bu yoksul evi aydınlatırdı.

Öyle zamanlarda, çocuk güneşte ısınırdı. Bunun için, Tann'ya şükrederdi. Ormanın o güzelim yeşilliğini, komşularının oğlunun getirdiği bir gürgen dalından öğ­renmişti. Bu dalı yatağının yanına koyar, binlerce küçük kuşun tatlı cıvıltısının müziğiyle, kendini ulu ağaçların al­tında dinleniyormuş sanırdı.

Bir bahar günü, komşularının oğlu ona birkaç kır çiçeği getirmişti, İçlerinden birinin kökü vardı. Annesi onu bir saksıya dikti ve onun yatağının yanıbaşına koydu. Kı­sa zamanda çiçek sürgün verdi ve her yıl yeni çiçekler açtı. Hasta çocuğun yeryüzündeki tek hazinesi, bu çi­çekti,

Onu düzenli olarak suluyor,üstüne titriyor, küçük pencere­den giren güneş ışınlarının biı tekini kaçırmasın diye onu nereye koyacağını bilemi­yordu,

Çiçek de çocuğun ha- i yalleri ile birlikte gelişip güzelleşiyor; onun için sürgün H veriyor, onun için koku saçı- II yordu. Tanrı, çocuğu yanına çağırdığı zaman, çiçeği boy nunu büktü. O çocuk, Tanrı'r yanına gideli bir yıl oluyor; çiçek pencerede unutuldu, gitti. Onu sokak­taki süprüntüierin arasına fırlatıp attılar, İşte, bu yüzden o bir kraliçenin bahçesindeki en gösterişli çiçekten bile daha değerlidir.

Çocuk:

- Sen bunları nereden biliyorsun? diye sordu.

- Çünkü koltuk değnekleri ile yürüyen o küçük hasta çocuk bendim de ondan.

O sırada, sevincin ve mutluluğun ölümsüz olduğu Tanrı cennetine girdiler. Tanrı, çocuğa dokununca onun da tıpkı diğer melekler gibi kanatları çıktı; el ele tutuşarak uçtular. Tanrı, bütün çi­leklere dokundu, ama kırla­rın solmuş çiçeğini öptü. Çiçek canlandı ve sonsuza kadar uçuşan mutlu meleklerle birlikte şarkı söyledi.



Birinci Fındık Faresinin Yolculukta Görüp Öğrendikleri


Fındık sıçanı: Dünyayı dolaşmak üzere yola çıktığım­da, diye söze başladı, ben de yaşıtlarım gibi kendimi al-lâme sanırdım, Ne kuruntu! Bilgin olabilmek için, kim bi­lir kaç kere bir yıl bir gün saymalı, gene de olunur mu olunmaz mı bilemiyorum. İlk İşim kuzeye giden bir gemi­ye binmek oldu, Aşçıbaşının eli lezzetli bir adam olduğu kulağıma çalınmıştı. Doğrusu, denizde ne bulup da ne pişirecekti, İçimden, belki çöp çorbası yapar diye geçi­riyordum. Marifetini görürüz bakalım.

Halbuki gemi tıklım tıklım, domuz yağı, tuzlu et fıçıları ve en güzelinden buğday unu ile doluydu. Ne yalan söyleyeyim, bir elim yağda, bir eiim baldaydı. Çöp çor­basının lâfı bile geçmedi.

Geceli gündüzlü yol alı­yorduk, gemi fena halde sallanıyordu, Kimi vakit dalga serpintileri bana kadar geliyor, sırılsıklam oluyordum, Nihayet varacağımız yere, kuzeyin ta ucuna vardık, Gemiyi, bıraktığım gibi karaya fırladım.

Ne kadar anlatsam da azdır, Hayatınızın en güzel yıllarını geçirdiğiniz delikten çıkıp, gene de delik gibi bir yer olan gemiye binmek, ondan sonra da kendini yerin­den yurdundan yüz fersah ötede bulmak, tarif edilemez bir duygu.

Önümde büyük, derin çam ve kayın ağacı orman­ları gördüm, keskin bir reçine kokusu etrafı sarmıştı, Ön­ce bunu sucuk kokusu sandım; koruya daldım. Bu koku­dan bana kalan tek yadigar şiddetli bir hapşırma oldu.

Gide gide sonunda büyük göllere vardım. Göller uzaktan geniş mürekkep lekelerini andırıyordu. Ama ya­kından, su açık ve duru idi. Bir sürü kuğu orada öylece hiç hareket etmeden duruyordu. Ben önce onları, bir köpük yığını sandım, fakat sudan çıkıp da, tıpkı kaz gibi paytak paytak yürümeye başlayınca şıp diye tanıdım. Kurumları yerindeydi ama, ne de olsa aynı soydandılar; kimse cinsini cibilliyetini tam gizleyemiyor.

Ben kendi cinsimden hayvanlarla beraber hareket ettim. Tarla ve orman fareleri ile arkadaşlık ettim, fakat onların da dünyadan haberleri yoktu; hele mutfak işin­den hiç anlamıyorlardı, Yolculuğumun asıl amacı olan araştırmada bana hiçbir yardımları dokunamazdı. Çöp çorbasından konuya girdiğim zaman, bir kimsenin böy­le bir şeyi aklından geçirmiş olmasını pek garipsediler, Dedikodusu bütün ormana yayıldı, Hayret ıslıkları etrafı çın çın öttürdü. Böyle bir şey yoktur ve olamaz deyip, çıktılar işin içinden, Benim araştırdığım sırdan hiç haber­leri olmadığını artık öğrenmiştim, Ama, onlar da bana ormanda kokunun neden bu kadar keskin olduğunu, bitkilerin ve çiçeklerin neden mis gibi koktuklarını öğret­tiler. Mayıs aymdaymışız. Denizde, fırtınadan göz açıp da vakti hesaplayamadığım için-farkında değildim, Ba­na söylediklerine göre, ağaçlar ve bitkiler bu yüzden öyle mis kokar, saf havada göller pırıl pırıl ışıldarmış, Or­man sınırının yanında, etrafı birkaç köşkle çevrili bir mey­danın ortasına koskoca bir sırık dikmişlerdi; bir gemi dire­ği gibi yüksekti, Tepesine çiçekten çeienkier, kurdelâiar bağlanmıştı: mayıs ağacı imiş meğer. Delikanlı çiftçiler­le çiftlik kızları avaz avaz türkü çağırarak, bir kemanın çaldığı havalara ayak uydurup etrafında hora tepiyor­lardı. Güneş battı, ay çıktı onlar ha bire hopiadılar.

Beni hiç sarmadı, Bu şenliğe katılmak, benim için oyuncuların ayakları altında ezilmek demekti. Bir tutam yumuşak yosunun arasına, bir kenara çekildim. Elle tutu­lunca, saygıdeğer kiralımızın derisi gibi incecik, güzel yosun halının üstüne ay vurmuştu. Üstelik yemyeşildi. Ye­şil, yorgun gözleri dinlendiren bir renktir. Benim gözlerim de bu kadar az bir zamanda bunca şey incelemek zo­runda kaldıklarından pek yorgundular.

Aniden, her taraftan küçük, nazlı varlıkların ortaya çıktığını gördüm, Boyları dizime kadar geliyordu. Tıpkı in­san gibidiyler, ama, daha biçimliydiler. Bunlar elflerdi. En güzel çiçek yapraklarından dikilmiş, en parlak böcek kabuğu kanatlarla süslenmiş göz kamaştırıcı elbiseler giymişlerdi. Renklerin seyrine doyum yoktu,

Sanki çayırda bir şey araştırıyorlardı; bazıları bana yaklaştı. İçlerinde en şirini, ayaklarımın arasında tuttu­ğum çöpü göstererek: "İşte, tam istediğimiz!" dedi. Se­yahat bastonuma baktıkça memnunluğu artıyordu. "Si­ze vereyim ama, bir şartla." dedim. "Geri verirseniz," Hep bir ağızdan: "Geril Geri!" diye haykırıştılar. Değneğimi uzatmamla almaları bir oldu. Kılık kıyafeti bu kadar ye­rinde olan kimselere güvenmiştim,

Zıplaya zıplaya, çimeni sert olmayan bir yere gittiler. Çöpü yere sapladılar, ucu sivri olduğundan sımsıkı tuttu. Artık maksatlarını anlamıştım: onlar da kendilerine göre bir mayıs ağacı istiyorlardı, Ömrümde böyle gösterişli bir şey görememiştim.

Küçük örümcekler, ufak değneği sırma tellerle sardı­lar, üstüne rüzgârda dalgalanan tül inceliğinde sancak­lar dokuyup astılar. Beyazlarının parlaklığından, ay ışı­ğında gözlerim kamaştı. Sonra bu hamarat hayvancık­lar, uyuyan kelebeklere gidip kanatlarından en parlak renkleri aldılar ve o güzelim dokumalarına getirip, elvan elvan sürdüler.

Birkaç çiçek yaprağı, elmas gibi ışıldayan birkaç çiğ damlası, şuraya buraya zevkle serpiştirildi, Ben bile ken­di çöpümü tanıyamıyordum. Yeryüzünde bununla kı­yaslanacak bir mayıs ağacı yoktur ve olamaz da,

Benim ilk gördüklerim hizmetçilermiş. Bu güzel şeyle­ri şereflerine hazırladıkları efendilerini ve hanımlarını da­vet ettiler, Şenlikten faydalanabilmem için beni de ça­ğırdılar ama, ayak altında kalıp da ezilenler olur korku­su ile pek yaklaşmamamı tembihlediler.

Danslar başladı. Ne tatlı bir müzikti o işittiğim! Bütün koru, kuş sesinden inliyordu, Guguk kuşu, bülbül, saksa­ğan, hattâ yanılmıyorsam kuğular bile nöbetleşe öttü­ler, Dolgun ve ahenkli bir nağmeydi; bin tane billur çan sesi gibiydi.

Bunlara, bir de ağaç dallarının hışırtısı karışıyordu. Çöpüme takılan mavi çan çiçeklerinin sesini de ayırt edebiliyordum. Elflerden biri çöpüme bir çiçek sapı ile vurunca en tatlı bir ses vermiş, küçük değnek bir müzik aleti olmuştu. Her şey kullanış şekline bağlıdır, Ben de coşmuştum, gözlerim yaşarmıştı. Ayran budalası bir fındık sıçanı sayılmamakla beraber yufka yürekliyimdir, se­vinçten ağladım.

Gece bana pek kısa göründü! Ama bu mevsimde güneşin er­ken doğduğu da su götürmez bir gerçektir, Tan yeri ağarırken bir rüzgâr esti, bu göz kamastına mayıs ağacınır olanca süsü, kordelesi, o güzelim çelenkleri, bayrakları kaşla göz arasında, havaya| savruldu.

Altı elf, terbiyeli bir şekilde geiip çöpümü getir-' diler, Döne döne teşekkür et-1 tiler, kendilerine gösterdiğim yakınlığa karşılık, bir isteğim olup olmadığını sordular. Ellerin­den gelirse seve seve yapacakla­rını söylediler,

Canıma minnet! Hemen çöp çorbasının nasıl pişiril­diğini sordum tabii. Başları: "Gördün ya," dedi. "Küçük değneğini tanıyamaz hale geldin, Bizim ondan nasıl faydalandığımıza kendin şahit oldun."

Ben:

— O manada söylemiyorum, diye cevap verdim. Sahici çorbayı istiyorum.

Hikâyeyi, beni yollara düşüren sebebi, bir çorba ta­rifesinden umduğumuz sonucu bir bir anlattım, Sonra da ilâve ettim:

— Benim çöpümü süslediğiniz o güzel şeylerden ne fareler kiralının, ne de kudretli imparatorluğunun fayda­lanamayacağımı görüyorsunuz; aynı şeyleri yeniden yapabildiğimi farz etsek bile, hoş bir gösteri olur; karın doyduktan sonra olsa olsa çerez yerine geçebilir.

O zaman küçük elflerden biri serçe parmağını bir menekşenin çanağına daldırıp çöpümün üstünde gez­dirdi; "Dikkat et," dedi, "Kiralının yanına döndüğünde, değneğinle burnunun ucuna dokunuver. Kara kış orta­sında bile olsa, en güzel menekşelerin açtığım görecek­sin. Gösterdiğin nezakete karşılık, ben de sana hiç değil­se bir bağışta bulunmuş oluyorum, Hattâ buna başka şeyler de ekleyebilirim,"

Fındık sıçanının bu sözleri söylemesi ile, değneğini ki­ralının şahane burnuna yaklaştırması bir oldu ve sahi­den de çöpün etrafı en güzel bir menekşe demeti ile çevriliverdi. Mis gibi kokuyordu ama, gel gelelim, fare milletinin zevkine uymadığı için, kral, ocak başında otu­ran farelere, bu insanoğluna hoş gelen kokuyu hiç ol­mazsa bir kebap kokusu ile bastırmak için, kuyruklarını ateşe göstermelerini emretti.

— Küçük elf başka bir söz daha vermemiş miydi? dedi.

Fındık sıçanı cevap verdi:

— Evet efendim, verdi ve sözünde durdu. "Çok hoş etki yapan güzel bir sürprizim var, Menekşeler göze ve buruna hoş görünür, şimdi de sana kuiağı okşayan bir şey veriyorum," dedi.

Fare çöpünü silkti. Çiçekler kaybolmuş, küçük değ­nek eski halini almıştı. Sıçan onu bir orkestra şefi gibi sal­layarak tempo tutmaya başladı. Tanrım! Ne acayip mü­zikti o işitilen! Ormanda eifler dans ederken duyulan tanrısal nağmeler değil, bir mutfaktan gelebilecek gü­rültünün türlüsüydü. Fareler kulak kesilmişlerdi.

Çalı çırpı çatırtısı, fırın horultusu, çorba kaynaması, yağ cızırtısı, nar gibi kızaran bir rostoluk etin devamlı sesi.

Birden ateşi horlandıran bir rüzgâr eser gibi oldu. Tencereler, güveçler taştı, taşıp dökülenler ateşi allak bullak etti. Sonra hiç, Tam bir sessizlik. Hafiften tatlı ve dertli bir türküyü andıran bir gürültü başladı tekrar. Çay­danlık ısınmaya başlamıştı, sesi yükseldi, su kaynıyordu. Bir düzine tencere inceli kalımlı bir curcuna tutturdular. Fındık sıçanı gittikçe artan bir hızla değneğini sallıyordu: Tencereler köpürdü, gürültülü bir tıkırdı ile fokur fokur kaynadıiar, Ne varsa taştı, döküldü, saçıldı; cehenneme döndü ortalık,.. Sonra ocakta yeni bir yel esti. Hu! Hah!

Bir şangırtı! Küçük fındık sıçanı korkusundan değneğini düşürüverdi.

Tıs yok ortalıkta.

Kral: "Amma da pişti!" dedi. "Haydi, çorbayı getir­sinler bakalım, ağız tadı ile yiyelim şunu."

Sıçan:

7 ÇorbQ olduğu ateşe döküldü, diye verdi,

Ve, saygı ile eğildi. Kral:

cevap

— Pek tatsız bir şaka, diye çıkıştı, Şimdi sıra ikincide. Onun tarifesini de bir görelim,



İkinci Fındık Faresinin Anlattıkları


İkinci fındık faresi: Ben şatonun kütüphanesinde doğdum, dedi. Ailemiz sanki beddua almış gibidir, can attığımız halde, içimizden hemen hemen kimse, kısmet olup da yemek odasına veya kilere kadar gidememiştir, Bu mut­fağa ömrümde ilk defa ayak basıyorum. Bununla bera­ber, hiç yabancılık çekmiyorum. Seyahatimde bu tadı­na doyulmaz ülkelerden birkaçını gezdim.

Beşiğimiz olan o eşsiz kütüphanede açlık çektiğimiz çok oldu ama, iyi bir tahsil gördük, Kiralımız tarafından, ünlü çöp çorbası tarifesinin bulunması için tertiplenen yarışmanın haberi bizlere kadar ulaştı, İhtiyar büyükan­nem, kütüphaneye bakan uşaklardan birinin, kitaplar­dan birinden yüksek sesle şu satırları okumuş olduğunu hatırladı: "Şair bir sihirbazdır. Çerden çöpten çorba ya­pabilir."

Büyükannem kendimi şair hissedip etmediğimi sor­du. Bunun manasını bile kavrayamadım. "Haydi öyley­se, düş yollara da, nasıl şair olunurmuş öğren bakalım." dedi. İmkânsız, diye cevap verdim.

Fakat gençliğinde çok meraklı olan ve kütüphane­de okunanları can kulağı ile dinleyen büyükannemin tanınmış bilginlerden işittiğine göre, şair olmak için üç türlü malzeme lazımmış: "Akıl, hayal ve duygu!" Bu üç şeyi elde edebilirsen, şair oldun gitti, dedi. O zaman bu meşhur çorbayı kolayca pişirirsin.

Ben de bu üç özelliği arayıp bulmak için yola çıktım, batıya yöneldim,

Akıl diyordum, kendimce, üçten en önemlisidir; öbür İkisine bu dünyada pek itibar etmezler. O halde ilk işim, aklı elde etmek olsun. Ama nerede bulunur acaba?

Gene büyükannemin işittiğine göre, İsraillilerin bir kra­lı: "Karıncadan ibret al, usluluğu öğrenirsin" demişmiş. Ben de ilk büyük karınca yuvasına rastlayıncaya kadar dereler tepeler aştım, Karşıma çıkınca, aklı yuvasında yakalayabilmek için gözetlemeye başladım,

Karıncalar, çok saygıdeğer, küçük bir ulustur. Onlar­da her şey metotla çözülen bir matematik problemi gi­bidir. Çalışmak, durmadan didinmek ve yumurtlamak. Kendi söylediklerine bakılırsa, bugüne ve geleceğe karşı ödevini yerine getirmek buna derlermiş, İşleri güç­leri budur.

Alt ve üst sınıflara ayrılırlar. Hepsinin sıra numaraları vardır. Kraliçe bir numarayı taşır. Sade onun dediği doğ­rudur. O, doğuştan akıllı ve usludur. Bunu öğrenmekte gecikmedim. Bu mesele benim için çok önemliydi, Artık iş, bu binlerce küçük hayvan arasında kraliçeyi bulma­ya kalmıştı.

Üstün sağ duyusunu belirten birkaç sözünü anlatmış­lardı da, ben, beyinsiz kafamla manasız bulmuştum. iddiasına göre, kendi karınca yuvası, bu dünyada ne var­sa hepsinden yüksekmiş, en ulu dağlardan bile yüksek­miş, Fakat hemen yanıbaşlannda bir ağaç vardı ve hiç değilse, karınca yuvasından yüz ayak daha yüksekti ama adını anmak yasaktı. Karıncalar da kör oldukların­dan kraliçelerinin ağzından çıkanı aynı keramet olarak kabui ediyorlardı.

Bir akşamüstü, yolunu şaşı­ran bir karınca, bu ağaca tırmanmaya başlar; tepesine çıkmadığı halde, kardeşlerinin ayak bas­madıkları yüksekliklere ulaşır. Geri döndüğün-de, bu çıkıştan bahse­der ve ağacın karınca yuvasından daha yüksek olduğunu açıktan açığa söyler. Bunu toplumun onuruna hakaret sayarlar ve zavallı karıncacık, ölü böcekleri sü­rüklemek, filân gibi en ağır cezaya çarpılır,

Lakin aradan bir zaman geçtikten sonra, başka bir karıncanın yolu yine aynı ağaca düşer. Yuvaya dönün­ce, gezintisinden ihtiyatla ve dolambaçlı cümlelerle söz açar, fakat lâfı evirir çevirir, ağaç karınca yuvasından daha yüksek demeye getirir. Kendisi çok hatırı sayılır bir karınca olduğundan, üstelik sarayda önemli bir yer sa­hibi bulunduğundan birinci karınca gibi cezalandırılmak şöyle dursun, öldüğü zaman, cesaretini ve bilgisini ölüm­süzleştirmek için mezarının üstüne anıt olarak yumurta kabuğu dikerler.

Lâfı uzatmayalım, ben hâlâ kraliçenin hangisi oldu­ğunu kesfirememiştim ve hep pusudaydım. Karıncaların ara sıra yumurtalarını açık havaya taşıyıp güneşlendir­diklerini fark etmiştim. Günün birinde, içlerinden bir ta­nesinin yumurtasını taşımaya gücü yetmediğini gör­düm. İki karınca hemen yardıma koştular; ama onların her birinin de birer yumurtası vardı; arkadaşlarına yar­dım edelim derken, az kaldı kendi yüklerini düşürüyorlar-dı. Zavallıcığı çaresizlik içinde bırakıp gittiler, O, arada: "İyi hareket buna derler," diyen bir ses duydum. "Akıl böyle olur; herkesin en yakın yakını yine kendisidir. Can cümleden azizdir. Biz karıncalar asla yanılmayız; doğuş­tan akıllı usluyuzdur. Gene de içimizde en yüksek sağ­duyu bendedir,"

Kalabalık arasında, bu sözleri söyleyen ve arka ayaklarının üstünde gururla yükselen bir karnımca ilişti gözüme. Şüpheye yer kalmamıştı: Kraliçe o idi, Dilimi uzattığım gibi yutuverdim. Demek oluyordu ki, aklı da fik­ri de elde etmiştim, ama yeterli değildi.

Karınca yuvasını gölgeleyen ağaca bir de ben tırmanayım dedim. Yüz yaşını geçmiş güzel bir meşeydi. Tepesinde fev­kalâde bir tacı vardı, Büyükannemden işittiğim için, ağaçlarda değişik kişilerin oturduklarını bilmekteydim. Bunlar, 'diriyadlardı. Ağaçla birlikte doğup birlikte kör ölen bir de nemf. Gerçekten de tepede, bir ağaç kovuğunda, insanüstü güzellikte bir genç kız vardı, Güzelliği, beni görünce çığlık çığlık bağırmasına mâni olmadı. Bütün kadınlar gibi o da fareden korkuyordu; üstelik varlığının bağlı bulunduğu ağacın kabuğunu kemirebileceğimin farkındaydı.

Tatlı sözler söyleyerek gönlünü alahım; beni eli ile usul usul okşadı. Dün­yayı neden dört döndüğümü anlattım ona. Şair olmak için bende eksik olan iki şeyden birine belki de akşama kalmadan sahip olacağıma söz verdi.

"Hayal tanrısı, güzel Fantazus, sık sık bu meşenin al­tında dinlenmeye gelir/' dedi. "Bu ağacın düğümlü ve kudretli gövdesini, kuvvetli köklerini; kışları boralara, karla­ra kafa tutan şahane orman perileri. Su perileri, tacım; yazlan şu önünde gördüğün geniş manzaraya yüksekten bakan bu göz kamaştırıcı yeşil kubbeyi pek sever. Cıvıl cı­vıl kuşlar, uzak ülkelerde olup bitenleri söylerler; yuvası, şu tek kuru dala asılmış olan leylek, bizlere Piramitler memle­ketinin harikalarına varıncaya kadar anlatır.

Bütün bunlar Fantazus'un pek hoşuna gider; meşe­nin, eğrelti otları altına sıkışmış cılız bir fidan olduğu gün­den şimdiye, hayatımın hikâyesini benden dinlemesini pek sever, Bu üç yüz yıl içinde, bütün görüp işittiklerimle ilgilenir, kendinden geçer, Nerdeyse beni görmeye gele­cek. Aşağıda, şu inci çiçeği demetinin içine gizlen. O, hayallere dalmışken, ben kanadından bir tüy koparmanın çaresine bakarım, Hiçbir şaire böylesi nasip olmamıştır.

Ve, güzel Fantazus az sonra gelince, iyi kalpli orman perisi, bin renkli kanadından bir tüy koparıp bana verdi. Sertliğini gidermek için suya bastırdım; sonra da olduk­ça zahmet çekmekle beraber iyice kemirdira Son kırın­tıyı yuttuktan sonra, akıl ile hayale sahip olmuş bulunu­yordum. İş duyguya kalmıştı.

Kütüphaneye dönüp geldim. İnsanoğlunu fazla göz yaşlarmdan kurtarmaya yarayan iyi romanlardan birço­ğunun orada bulunduğunu biliyordum. Bu kitaplar, hisle­rin suyunu emen süngerlere benzerler. Kâğıdın iştah açı­cı manzarasından pek tanınmış eserler olduklarını kestir­miştim. Efendilerle uşaklar tarafından okuna okuna, yaprakları yağlı ve parlak bir siyah renk almışlardı; farelerin ağzına lâyık birer tereyağlı ekmek olmuştu her biri,

Önce birine, sonra ikinciye saldırdım. Bütün benli­ğimde garip ürpertiler duymaya başlamıştım, Gayret edip bir üçüncüyü daha mideye indirdim. Şair olmuş­tum artık, su götürür tarafı yoktu bunun. Başım ağrıyor, her yanım ağrıyordu; bitip tükenmeyen bir çarpıntı için­deydim.

Şimdi çöp çorbasını nasıl yapacaktım? İçinde çöp buiunan bir sürü durum, atasözü, masal, hikâye geldi aklıma. Hepsinde hiç olmazsa, bir değnek, bir kıymık parçası vardı. Bundan daha eğlenceli, daha hoş vakit geçirtici bir olamaz. Gerçekten içilen çor­badan çok daha lezzetlidir.

Majestelerine, ilk ağızda, iyi kalpli perinin, sihirli değ­neğini vurarak, mutfaktaki öteberiyi bambaşka kılıkla- H ra soktuğu masalı anlatacağım. Yarın başka bir masal söyler ve böylece devam ederim.

Kral kendini tutamayarak bağırdı:

"Bu budalalıkları kes artık, bırak bunları! Sıra sonra­kinde."

Ufak tefek bir fındık sıçanı, gidenlerin dördüncüsü, ölmüş zannedileni nefes nefese mutfağa girmişti. Hatıra­sına saygı göstermek üzere üstüne tül örttükleri çöpü devirerek, toplantının ortasına ok gibi fırladı, Randevuya vaktinde yetişebilmek için geceli gündüzlü koşmuş; bir yük treninin vagonuna binecek derecede cesaret gös­termişti. Çöpü yoktu; başından oldukça zahmetli şeyler geçtiği, bir hayli tüyünün eksilmesinden belliydi. Sanki fare ulusunun varlığı onun söyleyeceklerine bağlı imiş gi­bi, sırasını beklemeden söze başladı. Nefsine sonsuz bir güvenle konuştu, konuştu, Bütün bu olup bitenler öyle tepeden inme olaylardı ki, kral, saygıda kusur ettiğin­den ötürü azarlamayı bile akıl edemedi.



Aptal Atmaca


Güzel sesiyle ormanlarda şakıyan bülbül, yüksek meşe ağaçlarının teperine konar ve öter dururmuş. Bül­bül bu, ötmeyip de ne yapacak? Onun öttüğünü tüm herkes dinlerken atmaca dinlemez olur mu? Fakat bu atmaca, sadece bülbülün sesini değil, açlıktan kırılan midesinin sesini de dinliyormuş. Ani bir hamle ile hemen bülbülün üzerine çullanıp tırnakları ile onu kavramış.

Bülbül bakmış ki kurtulmanın yolu yok, yalvarmaya başlamış: "Minik bir kuşum ben, etim budum nedir be­nim? Bir atmacanın karnını nasıl doyururum? Karnın aç­sa benden ne istersin? Sen git de daha büyük kuşlar ya­kala atmaca kardeş." demiş.

Tabii atmaca bu sözlere gülmüş ve demiş ki: "Sen beni aptal mı sandın? Bu fırsatı kaçırır mıyım hiç? Elime geçirmişim bir kere seni, sen varken neden aç kalayım ki?" demiş.

Atmaca böyle söyleyip bülbülü bir lokmada yemiş bitirmiş. Ama aradan kısa bir süre geçtikten sonra karnı yine acıkmış. Sonra da içini bir hüzün kapfamış ve piş­man olmuş. Hem kendi karnını doyuramamış hem de koca ormanı bu güzel bülbülün tatlı sesiyle söylediği şar­kılardan mahrum bırakmış. Siz de bu atmaca gibi piş­man olmak istemiyorsanız böylesine basit fırsatçılıklar­dan uzak durun.



Dertli Bülbül


Arkadaşlarına çok düşkün olan kırlangıç uzun za­mandır görmediği dostu olan uçsuz bucaksız ormanlar­daki en güzel sesli bülbülü uzun aramalardan sonra bulmuş ve ona demiş ki: "Bak, ben insanların yaşadığı evle­rin çatılarına yuvamı kuruyor ve orada yaşıyorum. Sen neden geliniyorsun? Orası daha sıcak ve daha güven­lidir."

Çok eski bir zamanda kırlangıcın yaşadığı yerde ya­şarken yuvası yıkılıp yavruları öldürülen bülbül bir anda derinlere dalarak kederlenmiş ve kırlangıca demiş ki: "Eski dertlerimi bana hatırlatıp beni üzme, Rahat bırak beni. Bu ıssız ve ücra yerlerde yaşayıp eski kötü anlarım­dan uzak kalmak istiyorum." demiş.

Kırlangıç da arkadaşının bu düşüncesine saygı gös­terip vedalaşarak oracıktan uzaklaşmış. Bülbülün özgür­ce şakıması için ormanların ona daha uygun bir yer ola­cağını düşünmüş.

Evet, bir kimseyi başına gelen kötü olaylar onu bir kere kalbinden yaraladıktan sonra, o kimse artık gön­lünde yara açmış o yerden de kaçmak ister.



Atinalı Borçlu


Atina şehrinde yaşayan fakir bir adamın başka bir Atinalıya borcu varmış, Alacaklı adam kapısına gelip dayanmış ve borçlunun yakasına yapışmış. "Söyle baka­lım ne zaman ödeyeceksin borcunu?" demiş. Zavallı adam: "Şimdi sıkıntılarım var, yalvarıyorum sana. Ne olur bırak yakamı, sonra öderim borcumu!" diye yalvarmışsa da faydası olmamış ve inat eden alacaklıyı bir türlü razı edememiş. Çaresiz kalmış ve elinde bulunan bir tane­cik koyununu getirmiş. Sonra da alacaklı adamın önün­de satılığa çıkarmış. Birlikte iyi bir müşteri beklemeye başlamışlar,

İyi beslenmeyen ve bu sebeple oldukça zayıf görü­nen hayvanı bir türlü kimsecikler almaya yanaşmıyor-muş. Sonunda satılık koyuna bir alıcı çıkmış: "Bak bunu alacağım ama, bari doğurgan mıdır bu çelimsiz hay­van?" diye sormuş.

Borçlu: "Çok doğurur nnu ne demek? Hem de her sene çifter çifter doğurur. Alıcının şaşırdığını görünce bu sefer alacaklı söze karışmış: "Neden şaşırıyorsun? Hele bir bahar gelsin, görürsün, bu koyun sana ikiz değil üçüz kuzular bile verecek...!" demiş.

İnsanlar böyledir. Kendi işlerinin olması için olmadık sözler verirler ve bir torba yalan söyleyerek başkalarını kandırmaya çalışırlar. Üstelik yemin bile ederler. Halbuki yalancının mumu yatsıya kadar yanar. Önce işleri düz­gün gider gibi olur ama ya sonra... Sonra ilk başta elde ettiklerinden daha büyük zararlar görürler.



Sihirli İnek


Çin'de Chen Li adında bir delikanlı yaşıyormuş. Ko­yunlara ve İneklere bakarak hayatını kazanıyorrnuş. O fakir bir çobanmış, Chen, ineklerden birini çok seviyor-muş. Çünkü bu inek sihirliymiş, Delikanlı, nereye giderse gitsin, bu ineği de yanında götürüyormuş.

Çoban, hayatta yapayalnızmış. Bir gün:

— Bari kendime bir eş bulup evleneyim, demiş.

Fakat kimseyi tanımıyormuş. Bu yüzden yanına sihirli ineğini alarak yola çıkmış. İnek çobanı epey dolaştırdık­tan sonra nihayet güzel bir nehrin kıyısına getirmiş. Bu nehrin üzerinde bir köprü varmış. Köprünün adı, yedi gü­zel kız köprüsüymüş.

İnek:

— Şu gördüğün kızlar, mutfak tanrısının yedi kızıdır,

Zavallı Chen Li, çok korkmuş. Çünkü Çinliler, Mutfak Tanrısı'nın çok güçlü bir Tanrı olduğuna inanıyorlarmış.

Sihirli inek, onun korktuğunu anlayarak;

— Bu kadar çekinecek bir şey yok, Mutfak Tanrısı, kızlarını dünyaya göndermiş, Onların insanlar gibi dün­yada yaşamalarını uygun görmüş, demiş.

Bunu duyan Chen Li'nin korkusu geçmiş. Eliyle kızla­rın en gencini işaret etmiş,

— İçlerinde en güzeli şu kız, O kim? Sihirli inek:

— Yedi kardeşin en küçüğü. Ona Dokuyucu Kız der­ler, Çünkü bütün Tanrıların elbiselerini o dokur, demiş,

Fakir çoban, heyecanla yine sormuş:

— Peki, Dokuyucu Kız'ia nasıl evlenebilirim? Sihirli inek, bilgiç bir tavırla kafasını sallamış.

— Onunla evlenmek kolay. Şimdi beni dikkatle din­le, Sana plânımı anlatacağım,

Chen Li, ineği dikkatle dinlemiş. Sonra usulca nehre yaklaşmış. Dokuyucu Kız'ın kıyıda duran elbiselerini çalmış.

Yedi kardeş, biraz sonra nehirden çıkmışlar, Hepsi de giyinmeye başlamış, Fakat zavallı küçük kardeşleri ken­di elbisesini buiamamış. Sonra Chen Li'nin elindeki elbi­seyi görerek bağırmış. Ablaları, çobandan korkarak kaçmışlar.

Dokuyucu Kız, genç çobana yaklaşarak elbiselerini istemiş.

— Lütfen elbisemi ver, diye yalvarmış. Eğer elbisemi verirsen senin yemeklerini pişirir, evini temizlerim.

Bunun üzerine Chen Li, kızın elbisesini vermiş. Doku­yucu Kız, sözünü tutarak genç çobanla evlenmiş. Onun yemeklerini pişirip, evini temizlemeye başlamış. İki genç çok mutluymuş,

Chen Li, karşılaştıkları nehrin hemen yakınına bir ku­lübe yapmış, Her gün, akşama kadar tarlada çalışıyor­muş. Dokuyucu Kız da ev işlerini yapıyormuş. Çok mutluymuşlar,

Belki de fazla mutluymuşlar, Bu yüzden çoban inekleriyle ilgilenmiyormuş artık, Onları başı boş bırakıyor ve inekler istedikleri yere gidiyorlarmış. Dokuyucu Kız da Tanrılara elbise yapmayı unutmuş.

Fakat bu durum böyle süremezmiş, Aradan üç yıl geçmiş. Bir gün, Gökyüzünün Kraliçesi çok öfkelenmiş. Çünkü yeni elbiseler giyemiyormuş, Hep eski elbiselerini giyiyormuş. Kraliçe, hizmetçilerini yanına çağırarak:

— Yeryüzüne ineceksiniz! Dokuyucu Kız'ı bulacaksı­nız! Hemen bana yeni elbiseler dokumaya başlasın! di­ye emretmiş.

Hizmetçiler, hemen dünyaya inip Dokuyucu Kız'ı bul­muşlar. Ona kraliçenin emrini bildirmişler. Zavallı Doku­yucu kız, eşi Chen Li'den ayrılması gerektiğini anlayarak ağlamaya başlamış.

Sonra babası Mutfak Tanrısı'na gidip,

— Ne olur dünyada kalayım! diye yalvarmış. Chen Li'den ayrılmak istemiyorum.

Fakat Mutfak Tanrısı, kızının yalvarmasına aldırma­mış. Hiddetle homurdanmış;

— Olmaz! Her şeyden önce görevini düşünmelisin!

Dokuyucu Kız, durmadan ağlayıp gözyaşı döküyor-muş. Bu durum karşısında Gökyüzünün Kraliçesi bile üzülmüş. O da kızın babası ile konuşmuş,

Sonunda büyük Mutfak Tanrısı:

— Chen Li ve Dokuyucu Kız ancak yılda bir defa bu­luşabilirler, diye kararını vermiş. Yedinci ayın yedinci gü­nünde buluşacaklar. Fakat yılın diğer günleri birbirlerini göremezler. Sadece yılda bir gün ilk karşılaştıkları yerde buluşmalarına izin veriyorum, demiş.

Dokuyucu Kız, yılda bir gün Güzel Kızlar Köprüsünü geçerek Chen Li'yi görmeye gitmiş.

Aradan yıllar geçmiş. Chen Li, günün birinde oluver­miş, Mutfak Tanrısı, onun da diğer Tanrılarla birlikte gök­yüzünde yaşamasına izin vermiş. Fakat Gökyüzü Kraliçe­si, Chen Li'nin eşiyle birlikte oturmasına razı değilmiş. Çünkü, yine yeni elbise giyemeyeceğini düşünüyormuş. Buna bir çare bulmuş.

Dokuyucu Kız, gökyüzünde parlak bir yıldızda oturu-yormuş, Chen Li ise, onun tam karşısında, başka bir yıldızda oturuyormuş. Gökyüzü Kraliçesi saçlarını tutan el­maslı firketesini başından çıkarmış. Bununla, çobanın ve Dokuyucu Kızın oturdukları yıldızların arasına bir çizgi çi­zivermiş.

Pırıl pırıl, yaldızlı bir çizgi belirmiş gökyüzünde. Bu çiz­gi, milyonlarca küçük yıldızdan meydana gelmişti sanki.

Bu gün biz, bu yaldızlı çizgiye saman yolu diyoruz. Saman yolunun iki yanında da iki küçük yıldız var, Dokuyucu Kız'la çoban bu yıldızlarda oturup birbirlerine bakı­yorlar. Samanyoluna rağmen birbirlerini görebiliyorlar. Fakat onlar ancak yılda bir defa buluşabiliyorlar. Yedin­ci ayın yedinci gecesinde, dünyadaki bütün kuşlar ha­valanıp gökyüzüne çıkarlar, Onlar Samanyolunun üs­tünde bir köprü kurarlar. Dokuyucu Kız, kuşlardan yapıl­mış bu köprünün üstünden koşarak geçip eşi Chen Li'yi görmeye gider.

Eğer o gece hava bulutluysa kuşlar köprüyü kura­mazlar. O zaman Dokuyucu Kız da çoban da ağlamaya başlarlar. Gözyaşları yağmur olarak dünyaya düşer,

O gece bir ağacın altında oturanlar. Dokuyucu Kız­la Chen Li'nin ağladığını duyabilirler, Sonra kızla çoban bir yıl daha beklemek için kendi yıldızlarına dönerler,



Yedi Kardeş


Yaşlı bir adamın yedi oğlu varmış. Adam, oğullarıyla beraber büyük bir denizin yanındaki yüksek bir dağın eteğinde oturuyormuş. En büyük oğluna Kuvvetii adını vermiş. İkinci oğlunun ismi ise Rüzgâr'mış. Üçüncü oğlu çok sertmiş. Onun için kendisine Demir adını koymuş, Hatta ona Demir Adam da diyorlarmış, Dördüncü ço­cuğunun ismi Soğuk El, beşinci oğlunun adı Uzun Bacak, altıncısının ismi Büyük Ayak ve yedincisinin adı da Koca Ağız'mış.

Bir gün, en küçük oğul Koca Ağız, babasının çok üz­gün olduğunu görmüş.

— Neyin var babacığım? diye sormuş, Çok üzgün­sün, ne oldu?

Babası içini çekerek cevap vermiş:

— Hepiniz kocaman oldunuz! Sizleri doyuracak yiye­ceği bulmak zorlaştı. Bir tarafımızda dağ var. Öbür tara­fımızda ise deniz, Yiyeceğimizi yetiştirecek topraklarımız yok, Başka toprak bulmamız da imkânsız!

Bunun üzerine Koca Ağız, ağabeylerini bir araya toplamış,

— Büyük bir tarla yapmamız lâzım. Bu tarlaya mısır ekmeliyiz, demiş,

Bu sözleri duyan gençler hemen harekete geçmiş­ler. Bir gün içinde dağı, denizin içine itip ortaya büyük bir toprak parçası çıkarmışlar. Toprak ne çok sert, ne de çok yumuşakmış. Üstelik ne çok kuru, ne de çok ıslakmış,

Kardeşler, hemen toprağa mısır ekmişler, Kısa za­man sonra da hepsini doyuracak kadar yiyecekleri ol­muş. Rahat ve mutlu bir hayatları olmuş.

O sırada Çin'i bir imparator yönetiyormuş, İmpara­tor, yedi kardeşin meydana çıkardığı toprağı duymuş, Görenler, ona:

— Çok verimli bir toprak bu. Ne çok sert, ne de çok yumuşak. Üstelik ne fazla kuru, ne de fazla ıslak, demiş­ler,

İmparator, hemen kararını vermiş:

— O toprağı satın alacağım, demiş.

Adamlarına emir verip bir mektup yazdırmış. Mektu­bu ihtiyar adama göndermiş.

İhtiyar adam, üzüntü içinde:

— Ama ben toprağımı satmak istemiyorum, demiş. Şimdi ne yapacağım ben?

Yedi oğlu, hep bir ağızdan cevap vermişler.

— Şehre gideceğiz! İmparatora toprağımızı elimiz­den almaması için yalvaracağız!

Yedi kardeş, doğru şehrin yolunu tutmuşlar. Fakat şehre yaklaştıklarında askerler onları görmüş. Hepsi bir­den bağırmışlar.

— Aman bu yedi iri yarı adamdan korktuk! Şehrin kapılarını kapatın!

Böylece şehrin kapıları yedi kardeşin yüzüne kapatıl­mış.

Kuvvetli:

— Kapıları açın! Biz İmparatorla konuşmak için gel­dik! demiş.

Fakat, ses seda çıkmamış. Kuvvetli, haykırmış:

— Kapıları açın! Açın kapıları!

Ama ona cevap veren olmamış. Bunun üzerine Kuv­vetli, fena halde öfkelenmiş. Tek eliyle bütün kapıları tu­tup yere devirmiş. Yedi kardeş, büyük şehrin göbeğine kadar gitmişler. İmparatorun sarayı oradaymış. Sarayın sağlam, tahtadan yapılmış kalın bir kapısı varmış.

Rüzgâr adındaki ikinci kardeş;

— Biz imparatorla konuşmaya geldik! Lütfen kapıyı açın! diye bağırmış.

Fakat kapıdaki nöbetçi, açmamış:

— Kim oluyorsun sen? Ne cesaretle imparatorun ka­pısına geliyorsun! İmparatorumuz insanların en büyüğü, en ulusudur. Sen onunla konuşamazsın! Haydi git! de­miş.

Rüzgâr:

— Kapıyı aç! diye tekrarlamış. Yoksa bir üfleyişte ka­pıyı uçururum!

Nöbetçi haykırmış:

— Defol! Yoksa seni öldürürüm!

Rüzgâr, üflemeye başlamış, Üflemiş, üflemiş ve kapı­yı uçurmuş.

Sonra yedi kardeş imparatorun sarayına girmiş. De­mir Adam adındaki üçüncü kardeş,

— İmparatorla ben konuşmalıyım, demiş.

Demir adam, imparatorun tahtına doğru giderken askerler, kılıçlarını çekmişler.

İmparator hemen emir vermiş:

— Kesin şunun kafasını!

Fakat keskin kılıçlar hiçbir işe yaramamış, Kılıçlar, De­mir Adam'a değer değmez kırılıyormuş.

Bunun üzerine imparator:

— Askerlerim bu adamları durduramayacak, Kılıçla­rı bir işe yaramıyor. Bu adamları durduracak başka bir yol düşünmeliyim!

İmparator, adamlarına emir vermiş;

— Ateşten toplar yapın!

Askerler hemen ateşten toplar hazırlamışlar. İmpa­rator:

— Sarayın damına çıkın! diye emretmiş. Bu ateşten topları yuvarlayıp, o adamların başına atın!

Dördüncü kardeş Soğuk El, ateşten topiarı görmüş ve diğerlerine:

— Sakın korkmayın, demiş, Sonra gidip merdivenin dibinde durmuş. Atılan her ateş topunu yakalamış.

Soğuk El:

— Ateşiniz çok az! Ben hâlâ ısınamadım. Üşüyorum! demiş.

Sonra ateş toplarını, imparatorun askerlerinin üstüne atmış.

İmparator, bu duruma çok öfkelenmiş. Sarayda bir aşağı bir yukarı koşarak, herkese saçma sapan emirler vermeye başlamış. Bazı askerlerine:

— Onları denize atın! diye emretmiş.

Fakat beşinci kardeş Uzun Bacak, söylenileni duy­muş. Hemen İmparatora cevap vermiş:

— Beni denize atmanıza gerek yok. Çünkü ben, kendi başıma denize girebilirim. Hem bu çok hoşuma gider.

Genç, iki adımda deniz kenarına varıp suya girmiş. Denizin ortasına doğru açılmış. Fakat su ancak ayakları­na kadar geliyormuş.

Uzun Bacak:

— Bu deniz benim için hiç de derin değil! diye ba­ğırmış. Sonra eliyle balıkları yakalayıp karaya atmaya başlamış.

Diğer kardeşler hâlâ sarayda bekliyorlarmış. Uzun Bacağı, bir hayli beklemişler.

Nihayet altıncı kardeş Büyük Ayak dayanamamış.

— Gidip bakayım. Uzun Bacak nerede kaldı? diye­rek bir adımda denizin kıyısına inmiş,

Kardeşini görünce de:

— Neden balık tutmakla vakit kaybediyorsun? diye çıkışmış. Daha işimizi bitirmedik!

O sırada Koca Ağız da sahile inmiş. Uzun Bacak ve Büyük Ayağı çağırmış.

— Boşuna vakit kaybediyoruz! İmparatorla nasıl ko­nuşuruz? Zaten imparatorla konuşmanın da bir faydası yok. O istediğimizi yapmayacaktır, Adamlarını yollayıp babamızı öldürtecektir. Çünkü imparator kötü bir insan, demiş.

O zaman altı kardeş birden:

— Öyleyse ne yapacağız? diye sormuşlar. Koca Ağız, kardeşlerine bakmış:

— Siz burada bekleyin. Ne yapacağımı göreceksi­niz, demiş.

Sonra Koca Ağız, denizin bütün suyunu içivermiş. Koşarak saraya dönmüş, Ağzını açar açmaz sular sara­yı basmış. İmparator da boğulmuş. Böylece imparato­run oğlu tahta çıkmış, Yeni imparator:

— Babam kötü bir insandı, demiş. Bir imparator, va­tandaşlarının topraklarına göz dikmemelidir, Toprağınız sizde kalsın. Sizler cesur insanlarsınız. Savaş olduğu za­man gelip askerlerime yardım etmelisiniz, demiş.



Ejderha Kral’ın Kızı


Çin'de Liu Yee adında çok fakir bir genç yaşıyor­muş. Bu delikanlı, parasız olmasına rağmen çok çalış-kanmış. Yıllarca çalışıp, hazırlandıktan sonra şehre git­miş. Fakat şehirde yaşamayı bir türlü başaramamış. De­likanlı, buna çok üzülmüş, Çaresiz, evinin yolunu tutmuş.

Eve dönerken, küçük bir tepede koyunları otlatan bir kız görmüş. Yaklaşınca kızın ağladığını fark etmiş.

Liu:

— Neden böyle üzgünsün? diye sormuş. Kız, içini çekmiş:

— Ben Tung Ting Gölündeki Ejderha Kral'ın kızıyım. Babam beni birkaç yıl önce Ching Nehrindeki Ejderha Kralla evlendirdi, Fakat Kralın hizmetçileri, hakkımda birçok yalan uydurmuşlar. Kral da onlara inandı, Beni dövüp bu koyun sürülerine bakmam için buraya yolla­dı. Yıllardır bu koyunları otlatıyorum, demiş.

Liu, koyunların diğer koyunlara benzemediğini fark etmiş.

Hayretle:

— Bu koyunlar diğerlerine hiç benzemiyorlar! Nedir bunlar? demiş.

Kız, cevap vermiş:

— Bunlara yağmur koyunları denir. Nehirdeki Ejder­ha Kral yağmur yağdırmak istediği zaman bu koyunları kullanır,

Çin'de sadece ejderhalar yağmur yağdırabiliyor-muş, Onun için üu, kızın doğru söylediğine karar vermiş. O, Ejderha Kral'ın kızıymış,

Kız, gözlerini silerek:

— Bir mektup versem, babama götürür müsün? de­miş.

Delikanlı, merakla sormuş:

— İyi ama ben babanı nereden bulabilirim?

— Tung Ting Gölü'nün kuzey tarafında ulu bir ağaç vardır. Ağaca üç defa vurursan bir nöbetçi çıkıp seni babama götürür.

Liu, kızın verdiği mektubu alıp, yola koyulmuş.

Delikanlı, Tung Ting Gölü'nün kuzey tarafına gelince etrafına bakınmış, Biraz ileride ulu ağacı görmüş. Kızın tarif ettiği gibi ağaca üç defa vurunca bir asker ortaya çıkmış. Ejderha Kral'ın muhafızıymış,

Asker:

— Gel benimle, demiş. Sonra bir kolunu havaya kal­dırmış, Gölün suları, aniden ikiye ayrılmış ve tam ortada bir yol belirmiş. Asker, Liu'yu bu yoldan geçirmiş.

Liu, aşağıya inmiş, inmiş. Tam gölün dibinde çok gü­zel bir saray varmış. Sarayın damı altındanmış. Bütün du­varlar değerii mücevherlerle doluymuş, Liu, yaklaşınca sarayın büyük kapısı kendiliğinden açılıvermiş. Genç adam, kendini büyük bir salonda bulmuş. Salonun diğer ucunda, tahtta Ejderha Kral oturuyormuş, İki yanı, adamları ile çevriliymiş. Adamlardan biri öne çıkıp:

— Ejderha Kral, buraya neden geldiğini soruyor, de­miş.

Liu, çok korkmuş ama yine de cevap vermiş:

— Krala kızından bir mektup getirdim. Başka bir adam:

— Mektubu krala ver, diye emretmiş,

Liu, korktuğunu belli etmek istemiyormuş, Onun için sormuş:

— Ejderha Kral konuşamıyor mu?

Kralın bütün adamları bir ağızdan:

— Ejderha Kral senin gibi adamlarla konuşmak iste­mez, diye çıkışmışlar. O sadece kendisi gibi krallarla ko­nuşur.

Liu, yaklaşıp mektubu krala vermiş. Kral, okurken dik­katle onu süzmüş. Kral, kızının mutsuzluğunu öğrenince . çok üzülmüş, Yüzünden anlaşılıyormuş bu. Kral, askerle­rini çağırarak:

— Hemen Ching Nehri'ne gidin! diye haykırmış. Kızı­mı kurtarın!

Sonra Ejderha Kral, delikanlıya dönmüş.

— Bana bu mektubu getirdiğin için sana teşekkür ederim, Evine dönmeden önce sarayımda biraz dinlen. Daha önünde uzun bir yol var, demiş,

Liu'yu güzel bir odaya götürmüşler. Delikanlı hemen yatıp uyumuş, Fakat tam güneş batarken bir gürültü du­yarak yataktan fırlamış. O sırada bir hizmetçi kapıyı açıp içeriye girmiş. Ejderha Kral'ın onu görmek istediğini söy­lemiş.

Liu, hizmetçinin peşinden salona gitmiş, Ejderha Kral, tahtında oturuyormuş. Güzel kızı da yanındaymış. Kız, Lui'yu görür görmez koşmuş, ona teşekkür etmiş, Sonra babasına dönerek:

— Beni kurtardığı için bu gence bir ödül vermelisin, demiş.

Kral:

— Doğru, doğru söylüyorsun. Ona çok kıymetli bir ödül vermeliyim. Kral, düşünmeye başiamış. Salonda çıt çıkmıyormuş. Nihayet Ejderha Kral başını kaldırmış.

— Bize çok yardım ettin genç adam. Sana değerli mücevherler, altınlar verebilirim,

Fakat ben daha da kıymetli bir şey düşündüm. Or­dum kötü kalpli Ejderha Kral'ı öldürdü. Yani Ching Neh­rinin Ejderha Kral'ı öldü. Onun için artık kızımla evlenebi­lirsin.

Lui, bu sözlere çok şaşırmış. Kız hakikaten çok güzel­miş, Fakat Liu, bir Ejderha Kral'ın kızıyla evlenmek istemi­yormuş. Kıza baktığında, kız:

— Senin eşin olmak beni mutlu eder, demiş.

Fakat Liu, onun sözlerini dinlememiş bile. Koşarak sa­raydan kaçmış.

Aradan birkaç yıl geçmiş. Liu, kendi kasabasında bir kızla evlenmeye karar vermiş. Fakat daha düğün yapıl­madan kız ölmüş. Liu, tekrar evlenmek istemiş. Fakat ikinci eşi, de düğün günü ölmüş. Genç adam, çok üzül­müş. Çünkü, çocukları çok seviyormuş. Fakat hiç çocu­ğu yokmuş.

Bir süre sonra, Liu üçüncü defa evlenmiş, Ama, bu eşi ölmemiş, bir de güzel oğulları olmuş, Liu, eşini çok seviyormuş, Çünkü hem güzel, hem iyi kalpli, hem de nazik bir kadınmış.

Bir gün Liu, çocuğunu kucağına aldığı sırada eşi:

— Mutlu olmana çok seviniyorum Liu. Bana yaptığın iyiliği unutmadım, Bunun karşılığını vermem gerekiyordu, demiş.

Liu, hayretle eşine bakmış.

— Ne demek istiyorsun? Eşi hafifçe gülerek:

— Beni tanımadın mı? Ben Ejderha Kral'ın kızıyım, demiş,



Sihirli Fındıklar


Bir kadın, üç çocuğuyla beraber ormanın kenarın­da küçük bir evde yaşıyormuş, Çocuklarının adları Seng, Tou ve Po Ki'ymiş. Çocukların en büyüğü Seng'miş. Küçük kız kardeşleriyle o ilgilenirmiş.

Bir gün anneleri:

— Ormanın diğer tarafında oturan büyükannenizi görmeye gideceğim, demiş, Ancak yarın sabah döne­bilirim,

Kadıncağız, evin işini bitirmiş. Gitmeden önce büyük kızına tembih etmiş.

— Kardeşlerine dikkat et Seng. Evden uzakiaşmayın ve içeriye de kimseyi almayın, demiş. Tou ve Po Ki, bir ağızdan:

— Bize güzel hediyeler getir anneciğim! diye bağır­mışlar,

O sırada yaşlı bir kurt, kadının evden ayrıldığını gör­müş. Hava kararınca kurt, evin kapısına yaklaşmış. Büyü­kannelerinin taklidini yaparak onlara seslenmiş.

Çocuklar:

— Kim o? diye sormuşlar, Kurt, cevap vermiş:

— Zavallı yaşiı büyükannenize kapıyı açın! Seng:

— Fakat annem seni görmeye gitti, diye atılmış. Kurt, hemen bir kurnazlık düşünmüş.

— Ben arka yoldan geldim. Anneniz ön yoldan git­miş olmalı. Bu yüzden birbirimizi göremedik demek,

Fakat Seng, kurdun sözlerine inanmamış ve:

— Büyükanne, sesin çok tuhaf çıkıyor! demiş.

Fakat o sırada küçük kardeşleri koşup kapıyı açmış. Kurt hemen içeriye dalıp, kandili üflemiş. Böylece ışığı söndürüp çocuklardan yüzünü saklamış.

Seng, büyükannesine oturması için bir iskemle ver­miş.

— Büyükanneciğim, neden ışığı söndürdün?

Kurt cevap vermemiş. Kendi kuyruğunun üstüne oturunca can acısıyla bağırmış, Üç çocuk birden:

— Ne oldu büyükanne? diye sormuşlar, Kurt, yine bir yalan uydurmuş.

— Sırtımı çarptım sevgili torunlarım. Onun için şu se­petin üstüne oturmak istiyorum, demiş,

Kurt, gidip iskemlenin yanındaki sepetin üstüne otur­muş, Kuyruğunu da sepetin içine saklamış. Kurdun kuy­ruğu sepetin dibine çarpınca tuhaf bir ses çıkmış,

Seng:

— O ses de neydi? demiş. Sinsi kurt:

— Annenize getirdiğim tavuğun sesi çocuklar, de­miş,

Seng, onun büyükannesi olduğuna inanmamış. Çok korkuyprmuş. Hem annesi, kardeşlerini ona emanet et­mişti, Kurtulmak için bir plan hazırlamış,

Kurda sormuş:

— Fındık sever misin sevgili büyükanneciğim?

— Nasıl bir fındık? diye sormuş.

Kurt sinsi olduğu kadar, meraklıymış da,.. Seng:

— Sihirli fındık tabii. Çok da lezzetliler. Üstelik bu fın­dıkları yiyenler birer peri oluyorlar, Bu yüzden de ölmü­yorlar, Sonsuza kadar yaşıyorlar.

Kurt dayanamamış:

— Bu fındıklar küçük çocuklardan daha da mı lez­zetli?

Seng, korktuğunu belli etmemeye çalışarak:

— Evimizin hemen yakınında bir fındık ağacı var. İs­tersen ağaca tırmanıp sana biraz sihirli fındık toplaya­lım, demiş.

Kurt, sevinçle kabul etmiş, Seng, hemen kardeşlerini alıp evden dışarıya fırlamış. Kapıyı kapar kapamaz kız

kardeşlerine:

— Gelen bizim büyükannemiz değil! diye fısıldamış, Aslında ihtiyar bir kurt o. Büyükannemizmiş gibi davranı­yor.

Küçük kızlar, korkuyla:

— Peki şimdi ne yapacağız? demişler, Seng:

— Bir çare düşündüm, demiş. Sonra kardeşleriyle beraber en yakındaki ağaca çıkmış. En üstteki dallara tırmanıp, oturmuşlar.

Kurt beklemiş, beklemiş. Fakat çocuklar bir türlü dönmemişler. Sabrı taşan kurt, onları aramaya çıkmış. Etrafına bakınırken Seng:

— Biz buradayız büyükanneciğim! diye seslenmiş.

— Neredesiniz?

— Fındık ağacındayız. Ah, fındıklar öyle lezzetli ki. Kurt hemen:

— Biraz fındık toplayıp, bana da getirin! diye emret­miş.

Fakat Seng:

— Bunlar sihirli fındıklar büyükanne. Ağaçtan inince hepsinin şekli değişiyor. Eğer fındık yemek istiyorsan ağaca tırmanman gerekli.

Kurt, şaşkınlık içinde ağacın etrafında dolaşmaya başlamış. Nasıl tırmanacağını bilemiyormuş.

— Ben ağaca tırmanamıyorum. Sırtım ağrıyor. He­men oradan inin bakayım!

Seng:

— Dur büyükanne! Aklıma bir şey geldi. Eve git! Bü­yük bir sepet ve uzun bir ip getir. O zaman seni ağacın tepesine çıkarabiliriz,

Kurt, aceleyle eve dönmüş. Bulabildiği en büyük sepetle, en uzun ipi alıp çıkmış. Uzun ipi yakalamaları için havaya fırlatmış, İpin diğer ucunu da sepetin sapına bağlamış. Kendisi de sepete girip oturmuş.

— Haydi! Beni yukarıya çekin! demiş.

Seng, hemen ipe asılmış, Çekmiş, çekmiş,.. Sepet yerden biraz yükselince kız, ipi bırakmış. Kurt hızla yere çarpmış.

Seng:

— Pek kuvvetli değilim büyükanne! diye bağırmış, Bir yerin acımadı ya?

Kurt, başını yere vurmuş. Onun için fena halde cant yanıyormuş. Fakat hâlâ sihirli fındıkları aklından çıkara-mıyormuş. Öfkeyle bağırmış:

— Budala kız. Kardeşlerinden biri ipi çekmene yar­dım etsin!

Bunun üzerine Seng ve Tou birlikte ipi çekmeye baş­lamışlar. Sepeti daha yükseğe çekmişler. Fakat, tekrar yere düşüvermiş.

— İp parmaklarımızın arasından kaydı büyükanne! Canın fazla yanmadı ya?

Kurt yere şiddetle çarpmış. Bu yüzden de bir baca­ğı kırılmış. Fakat o hâlâ sihirli fındıklardan yemek istiyor­muş.

Hiddetli bir sesle:

— Üçünüz birden beni yukarıya çekin! diye haykır­mış. Artık sesi ihtiyar bir kadınınkine benzemiyormuş. Bir kurt sesiymiş.

Po Ki, yukarıdan seslenmiş:

— Üzülme büyükanne, Ben de yardım edeceğim. Ağacın tepesine çıktığın zaman sihirli fındıklardan yer­sin. O zaman bütün acıların geçer!

Kurt, öfkeli öfkeli:

— Çok dikkatli olun! diye gürlemiş. Eğer sepet bir daha düşerse hepinizi birden yerim!

Çocuklar, sepeti çekmeye başlamışlar. Bu sefer iyi­ce yükseğe çekmişler. Sepet ağacın üst dallarına kadar gelmiş. Kurt, fındıkları yemek için ağzını açtığı sırada ço­cuklar ipi bırakmışlar. Kötü kurt, hızla yere düşüp, ölmüş. Ertesi sabah, anneleri eve dönmüş. Seng, ona kurdun zi­yaretini anlatmış. Seng, sihirli fındıklardan bahsederken hepsi katıla katıla gülmüşler.



Beyaz Benekli Kaplumbağa


Zamanın birinde Çin'de Ah Fang adında bir balıkçı yaşarmış. Çok fakirmiş. Fakat, herkes onun çok iyi kalpli olduğunu biliyormuş. Bir gün balıkçı, başında kocaman beyaz bir benek olan bir kaplumbağa yakalamış. Ama kaplumbağa o kadar üzgün gözüküyormuş ki. Fang onu yemeye kıyamamış. Kaplumbağayı usulca nehrin kıyısındaki otların arasına bırakmış. Kaplumbağa ağır ağır kımıldayıp, yürümeye başlamış. Biraz sonra da göz­den kaybolmuş.

Aradan birkaç yıl geçmiş, Fang, dar bir patikadan bir tepeye çıkıyormuş. Arkasından gelen bazı insanlar görmüş, Zengin bir adam, etrafında hizmetkarlarıyla ge­liyormuş, Zengin adam, o kadar şişmanmış ki, yürürken vücudu bir kaplumbağanınki gibi bir sağa, bir sola sallanıyormuş.

Zengin adam;

— Yolumdan çekil! diye haykırmış. Defol!

Fang, aslında yumuşak başlı bir insanmış. Fakat zen-adamın bu kaba sözlerini duyunca hiddetlenmiş.

V'erinden kımıldamamış. Zengin, yanındaki uşaklara emir vermiş:

— Şu adamı yolumdan çekin!

Uşaklar, Fang'ın üstüne yürümüşler, Fakat fakir balık­lı:

— Siz altı kişisiniz! Ama yine de sizinle dövüşebilirim, fang adını ömrünüz boyunca hatırlarsınız, diye bağır-hrtiş.

Zengin adam, Fang ismini duyunca hemen uşakları­ma durmalarını söylemiş. Daha nazik bir sesle:

— Demek sen Fang'sın? demiş. Yaptıkların için, sana teşekkür etmek isterim. Haydi benimle evime gel, Birlik­te yemek yiyelim,

Fank, bu sözleri duyunca çok şaşırmış. Bu yüzden de ^>ir şey söyleyememiş. Adamın peşinden yürümüş. Birlik­te tepeye çıkmışlar, Orada saray gibi bir ev varmış.

Adam, Fang'ı içeriye davet etmiş. Büyük bir ziyafet Sofrasına oturmuşlar, Anlatmaya başlamış:

— Ben Tau Nehri'nin Prensiyim. Sana olan borcumu ödemek istiyorum.

Zengin adam, birdenbire Fang'ın sağ koluna eliyle vurmuş, Balıkçı, yemekten sonra saraydan ayrılmış. Yol­da giderken sağ kolundaki işareti görmüş, Adamın vur­duğu yerde, başında beyaz bir benek olan bir kaplum­bağa resmi varmış.

Fang, yolda bir mücevher bulmuş, Toprağa yarı ya­rıya gömülmüş haldeymiş, Fakir balıkçı, eğilip yeri kazmış ve mücevheri çıkarmış. Elinde mücevherle yürürken, yerdeki paralar dikkatini çekmiş. Bunların birazı taşların arasına sıkışmış. Fang, çömelip taşları kaldırmış. O za­man taşların altının para dolu olduğunu görmüş. Fang, paralan toplamış, Mücevherleri de alarak nehrin kena­rındaki büyük eve gitmiş. Bu paralarla kıymetli taşı ev sa­hibine verip, bu evi satın almış,

Balıkçı, bu büyük evde yaşamaya başlamış. Bir gün, evde dolaşırken mutfakta birkaç gümüş para bulmuş. Taşları kaldırınca çuvallar dolusu gümüşle karşılaşmış. Fang, artık çok zengin bir insan olmuş.

Fang, büyük bir evde oturuyor ve rahat bir hayat sürüyormuş. Yine bir gün, bahçede dolaşırken yerde bir ayna görmüş. Ayna çamurlara bulaşmış. Fang, yeri kaz­maya başlamış, Fakat ayna sandığından çok daha derindeymiş. Sabahtan akşama kadar yeri kazmış. Güneş batarken, aynayı çıkartabilmiş. Bu eski aynanın altın­dan yapılmış, çok süslü bir çerçevesi varmış. Eski çağlar­dan kalmış olduğu belliymiş, Fang, bu zarif aynayı çok beğenmiş. Alıp evine götürmüş. Yatağının başucundaki küçük masanın üstüne koymuş, Evinde birçok güzel şey varmış. Fakat Fang, en çok bu aynayı seviyormuş, Her gece yatmadan önce dikkatle aynayı silip temizliyormuş.

Bir gün, bir arkadaşı Fang'a gelerek:

— Güzel bir prenses bu civarda gezmeye çıkmış! Se­nin evinin yanındaki tepelerde dolaşacakmış, demiş.

Fang, Prensesin güzelliğini duymuş, Onu görmeyi çok istiyormuş. Kıymetli aynasını yanına alarak yola çık- mış. Prensesin geçeceği yolda, büyük bir kayanın arka­sına gizlenerek beklemeye başlamış. Biraz sonra güzel Prenses, yanında arkadaşlarıyla yoldan geçiyormuş.Fang'ın, gizlendiği kayanın önünde bir süre durmuşlar. Fang, hiç sesini çıkarmadan kayanın arkasında bekle­miş. Prensesi görebilmek için, aynayı yola doğru tutmuş. Prensesin, aynaya vuran aksine bakmış. Genç kız, o ka­dar güzelmiş ki, Fang hemen ona aşık olmuş,

Prenses, gidince Fang, derin bir üzüntüye kapılmış. Aynayı yere bırakıp düşünmeye başlamış.

O gece, yatmadan önce aynayı silmek için eline al­mış. Bir de ne görsün? Prensesin aksi, hâlâ aynada değil mi? Günler geçiyormuş, Fang, hep aynadaki yüze bakı­yormuş. Prensesi çok sevmiş. Hatta sık sık aynayı alıp bahçeye çıkıyormuş. Sanki Prenses karşısındaymış gibi aynadaki yüzle konuşuyormuş. Evdeki uşaklardan biri,

Fang'ın elinde aynayla dolaşıp, konuştuğunu fark etmiş, Uşak, kendi kendine:

— Fang çıldırdı demiş. Bu durumu her önüne gelene anlatmaya başlamış.

Böylece hikâye imparatorun kulağına da gitmiş. İm­parator Soo, güzel Prensesin babasıymış. Bu durumu kendisine anlatan uşağına:

— O adam kim? diye sormuş.

— Fang adında biri, İmparator:

— Fang da kim? Bir Prens mi? Uşak:

— Haytr, imparatorum. Fang, Prens değildir. İmparator:

— O adamı bana getirin! diye emir vermiş.

İmparatorun uşağı, Fang'ın evine gitmiş. Durumu bil­dirmiş.

— İmparatorumuz seni görmek istiyor. Benimle gel!

Fang, çaresiz imparatorun karşısına çıkmış. Çim im­paratoru, onu görür görmez kaşlarını çatarak:

— Bu adamın kafasını yarın sabah kesin! diye emret­miş.

Ertesi sabah askerler gelmiş, Fang'ı hapisten çıkarıp başını kesmek için götürmüşler, Prenses onu götürdükle­rini görmüş. Nasıl Prensesin hayali aynada kalmışsa Fan-gın yüzü de Prensesin kalbine yerleşmiş.

Genç kız:

— Bırakın onu yaşasın! diye bağırmış. Onunla evlen­mek istiyorum.

İmparator, kızının bu sözlerine çok kızmış.

— Fang ölecek! Onunla evlenmene asla izin vere­mem!

Güzel Prenses, bu sözleri düyunca ağlamaya başla­mış. Üzüntüyle:

— Fang, serbest bırakılana kadar yemek yemeye­ceğim, demiş. Hizmetçiler, ona yemek getirmişler, Fakat kız, hiçbirine el sürmemiş.

Aradan üç gün geçmiş. Prenses, hiçbir şey yemiyor-muş. İmparator Soo, kızının hastalanmasına dayanama­mış. Sonunda Fang'ı serbest bırakmış ve kızına:

— İstiyorsan bu adamla evlenebilirsin, demiş,

Fang evine dönmüş, Sakladığı bütün servetini çıkar­mış, İmparatorun sarayına döndüğü zaman yanında yüz uşağı ve sayılmayacak kadar gümüş varmış,

İmparator, çok şaşırmış, Fang'a teşekkür etmiş, Bü­tün ahbaplarını kızının düğününe davet etmiş,

Fang ve güzel Prenses evlenmişler. Sihirli aynayı da evlerine götürmüşler. Fang, aynayı görebileceği güzel bir yere koymuş.

Aradan yıllar geçip Prenses ihtiyarladıktan sonra bi­le aynadaki yüz genç kalmış. Düğünden birkaç gün sonra bir ziyaretçi gelmiş, Fang ve Prensesi görmek isti­yormuş, Fang, onun kim olduğunu hatırlamaya çalışır­ken adam:

— Ben Tau Nehrinin Prensiyim, Eskiden sana verdi­ğim bir şeyi almaya geldim, demiş.

Eliyle Fang'ın sağ koluna dokunmuş.

— Artık seninle ödeştik. Ben de evime dönebilirim,

demiş.

Adam, bu sözleri söyler söylemez evden ayrılmış. Fang, sağ koluna bakmış. Kolundaki kaplumbağa resmi yokmuş artık.

Fang, adamın kendisine ne kadar iyilik etmiş oldu­ğunu anlamış. Ona teşekkür etmek için, koşmuş. Fakat, kimseler yokmuş, Sadece başında iri beyaz bir benek olan büyük bir kaplumbağa görmüş. Kaplumbağa vü­cudunu iki yana sallayarak vuruyormuş, Ağır ağır nehre doğru gitmiş.



Tahta At


Bir marangoz, bir demirciyle karşılaşmış, Marangoz:

— Ben çok güzel şeyler yapıyorum. Dünyanın en us­ta marangozu benim! diye övünmüş.

Demirci de ondan aşağı kalmamış,

— Dünyanın en usta demircisi benim. Senin yaptık­larından çok daha güzel şeyler yaratabilirim, demiş.

Marangoz:

— Hayır, yapamazsın, diye cevap vermiş.

İki adam, epey tartıştıktan sonra kararlarını vermiş­ler.

— En iyisi gidip imparatora soralım. Bakalım hangi­miz daha faydalı şeyler yapıyoruz?

İmparator çok akıllı ve tecrübeliymiş, İki adamı da dinledikten sonra:

— İkiniz de evinize dönün! diye emretmiş. Bütün us­talığınızı gösterin. Yaptıklarınızı on gün sonra bana geti­rin, O zaman hanginizin daha usta olduğunu anlayaca­ğım.

On gün sonra, iki adam yine imparatorun karşısına çıkmışlar. Demirci, yanında bir balık getirmiş. Demirden bir balıkmış bu.

İmparator;

— Güzel bir balık yapmışsın ama bu ne işe yarar? demiş,

Demirci, gülümsemiş,

— Balığım, çok ağır bir şeyi bir yerden başka yere ta­şıyabilir.

İmparator, gülmeye başlamış.

— Demirden balığının yüzebileceğini sanıyorsan ya­nılıyorsun, Budalalık bu!

Demirden balığı nehrin kenarına götürmüşler, içine ağır bir yük koymuşlar. Suya bırakmışlar. Balık, nehrin bir kıyısından öbür kıyısına kadar yüzmüş.

İmparator, hayretle:

— Sen çok usta bir demircisin. Sarayımda çalışmanı istiyorum, demiş,

Sonra imparator, marangoza dönmüş.

— Şimdi sıra sende! Maharetini göster bakalım, de­miş. Marangoz, imparatora tahta bir at göstermiş. At çok güzelmiş ve gövdesinde bir sürü anahtar varmış. İm­parator, dudak bükerek:

— Bu tahta at sadece bir oyuncak, demiş. Bununla çocuklar oynayabilir ancak.

Marangoz:

— Sayın imparatorum, bu at demir balıktan çok da­ha marifetlidir. Gövdesinde altı anahtar var. İlk anahta­rı çevirirseniz at uçar. İkinci anahtarı çevirirseniz daha da hızlı uçar, Her anahtar onun hızını arttırır. Son anah­tarı çevirirseniz at bir kuştan bile hızlı uçar, Bu ata binip dünyayı dolaşabilirsiniz, demiş,

İmparatorun oğlu, marangozun anlattıklarını duy­muş ve:

— Ne olur babacığım, diye yalvarmış. İzin verin de şu ata bineyim!

Fakat imparator, kabul etmemiş,

— Olmaz! Atın uçup uçamadığını henüz bilmiyoruz! demiş.

Fakat imparator, oğlunu çok seviyormuş. Onun is­teklerini daima yerine getirirmiş. Genç Prens, çok ısrar edince dayanamamış, razı olmuş.

Prens, tahta ata binince imparator:

— Çok yavaş git! diye seslenmiş. Sadece birinci anahtarı çevir.

Prens, babasına el sallayarak birinci anahtarı çevir­miş. At, havalanarak uçmaya başlamış. At gittikçe yük­selmiş, Sarayın bahçesindeki insanlar karınca kadar gö­zükmeye başlamış. Hatta saray bile küçük bir oyuncak gibi duruyormuş. Prens, ikinci anahtarı da çevirmiş. Son­ra da üçüncüyü ve dördüncüyü. Nihayet bütün anah­tarları çevirmiş. At havada bir kuştan daha hızlı uçuyor-muş. .Delikanlı, yorulana kadar uçmuş, uçmuş. Sonra aşağıda büyük bir şehir görmüş, Anahtarları teker tekeı geri çevirmiş. Tahta at yavaşlamış. Usulca şehrin hemen dışında bir yere konmuş. Genç Prens, bir eve girmiş. Ge­ceyi orada geçirmiş.

Ertesi sabah Prens, şehrin etrafında dolaşmış. Gittiği yerlerde, gördüğü insanların gökyüzüne baktıklarını gör­müş. O da başını kaldırıp bakmış ama bir şey görememiş.

Yaşlı bir adama yaklaşarak:

— Gökyüzünde ne var? diye sormuş. İhtiyar adam içini çekmiş.

— İmparatorumuzun çok güzel bir kızı var. Kızını çok sever. Onun için kimsenin Prensesi görmesini istemez. Kı­zı için gökyüzünde bir saray yaptırmış. Her gün İmpara­torumuz kızını görmeye gider.

Genç Prens, hayretle:

— İyi ama nasıl gökyüzüne bir saray yaptırdı? diye bağırmış,

— Bir Tanrı, imparatora yardım etti. Oraya sadece imparator gidebiliyor, demiş.

Prens, yaşlı adama teşekkür etmiş. O gece, tahta ata atlayıp gökyüzündeki saraya uçmuş.

Prenses, babasının geldiğini sanmış. Ama, karşısında yakışıklı bir genç varmış. Prensin, bir Tanrı olduğunu san­mış. Çekinerek:

— Ancak bir Tanrı bu kadar yükseğe çıkabilir, demiş.

Prens, genç kızı görür görmez aşık olmuş. Ona her

şeyi anlatmış:

— Ben sadece bir Prensim. Buraya uçan atla gel­dim.

Prenses de genci beğenmiş, Ona aşık olmuş. Prens, oradan ayrılmış. Çünkü, gökyüzündeki saraya geldiğini imparatorun anlamasını istemiyormuş. Delikanlı gittikten -sonra İmparator gelmiş, Kızını çok mutlu görünce şüphe­lenmiş. Hiddetle:

— Biri saraya girmiş! diye bağırmış.

Ertesi gün imparator, en iyi askerlerinden dördünü gökyüzüne çıkarmış. Sarayın önünde nöbet beklemeye başlamışlar. Fakat bir süre sonra askerler uyuyakalmışlar.

Prens, bu fırsattan yararlanıp, Prensesi görmeye gelmiş. İmparator akşam saraya girince kızının daha da mutlu olduğunu görmüş.

İmparator, çok öfkelenmiş. Ertesi sabah, en akıllı adamlarını yanına çağırtmış, Fakat adamlar, gökyü­zündeki saraya gizlice giren adamı nasıl yakalayacak­larını bilmiyorlarmış, İmparatorun uşaklarından biri, ko­nuşmaları duymuş. Hemen gelip,

— Prensesin sarayındaki bütün iskemleleri boyatın. İskemlelere oturan adamın elbisesi boyanır. Biz de elbi­sesi boyalı birini bulur bulmaz onun Prensesi gören adam olduğunu anlarız, demiş,

Herkes bu fikri beğenmiş, İmparator, gökyüzündeki saraya çıkıp bütün iskemlelere boya sürmüş. Prens sara­ya gelmiş. Oturup Prensesle konuşmuş, Tahta atına bi­nip şehre dönerken ceketine bulaşmış olan boyayı fark etmiş, Üstü mücevherlerle süslü ceketini çıkarıp atmış. O gece, yaşlı fakir bir adam şehrin sokaklarında ağır ağır yürüyormuş. Yerdeki süslü ceketi görmüş. Hemen:

— Bu ceket Tanrıların bir hediyesi olmalı! demiş. Mü­cevherlerle süslü ceketi alarak neşeyle evine koşmuş.

Ertesi gün imparator, askerlerini şehre yollamış. Bo­yalı elbise giyen birini arıyorlarmış, Askerler ihtiyar ada­mın giydiği ceketteki boyayı görmüşler, Onu yakaladık­ları gibi imparatora götürmüşler.

İmparator, hiddetle:

— Hemen onu götürün, şehir meydanında başını ke­sin! demiş.

Şehirliler, ihtiyar adamın meydana götürüldüğünü görünce merak etmişler:

— Bu adamı neden meydana götürüyorsunuz? Askerler:

— Bu adamın başını keseceğiz! demişler.

— Peki neden başını keseceksiniz?

— Çünkü o Prensesimizi görmeye gitti. Bunu duyan şehirliler gülmeye başlamışlar.

— İmkânı yok, Bu ihtiyarın Prensesi görmeye gittiğine inanamayız.

Bu olay kısa sürede bütün şehre yayıldı. Genç Prens de duymuş. Hemen saraya gidip imparatorun karşısına çıkmış.

— Kızınızı görmeye giden benim! demiş. İmparator:

— Hemen ihtiyarı bırakın! Onun yerine bu delikanlı­nın kafasını kesin!

Askerler, Prensi yakalamak için koşmuşlar. Fakat o tahta ata bindiği gibi anahtarları çevirmiş ve uçup ora­dan uzaklaşmış.

Prens yükselmiş, yükselmiş, Nihayet saraya gelmiş. Prensese her şeyi anlatmış.

— Benimle babamın ülkesine gel, Babam seni çok sevecektir, demiş,

Prenses, tahta ata binmiş. Birlikte saraydan kaçmış­lar. Genç kız, sarayda bıraktığı İki mücevheri hatırlamış. Prense:

— Geri dönüp elmaslarımı almalıyım! Annem ölme­den önce vermişti bana. Bu mücevherleri evleneceğim adamın babasına vermemi istemişti,

Fakat Prens:

— Şimdi dönmemiz aptallık olur, diye itiraz etmiş. Ama genç kız, ısrar ediyormuş,

— Elmaslarım olmazsa gidemem. Babana bir hedi­ye veremezsem rahat edemem, demiş,

Genç Prens üzülmüş. Çaresiz tahta atın anahtarları­nı çevirip yere indirmiş. Sonra:

— Sen atı alıp saraya git, Ben burada senin dönme­ni bekleyeceğim, demiş.

İmparator, sarayda kızını arıyormuş. Atın sesini duyar duymaz, imparator Prensesin odasına girmiş, Kapının arkasına gizlenmiş, Prenses, mücevherlerini almak için odaya girmiş; babası onu yakalamış. İmparator, Prense­si ve tahta atı alıp kendi sarayına dönmüş. Kızını ve uçan atı karanlık zindanlara atmış. Kızını, başka bir ülke­den gelen çok zengin bir adamla evlendirmeye karar vermiş. Bu adam çok yaşlıymış. Fakat Prensesle evlen­meyi çok istiyormuş. Bu haber, bütün şehirde duyulmuş. Zengin adam, ülkesinden altın ve mücevher yüklü atlar­la yola çıkmış. Bunları Prensese hediye edecekmiş,

Bu arada Prens ne yapıyormuş acaba? Genç adam beklemiş, beklemiş. Fakat Prenses gelmemiş. Onu beklerken ne yemek yemiş, ne de su içmiş, Nihayet bir tepeye tırmanmış, Tepenin üzerinde meyve ağaçla­rı varmış. Genç adam koşup, en yakındaki ağaçtan blr- kaç elma koparmış. Elmalar çok lezzetliymiş. Elmaları yi­yen Prensin uykusu gelmiş. Bir ağacın altına uzanıp uy­kuya dalmış. Uyandığı zaman eliyle yüzüne dokunmuş, Uzun bir sakalı varmış. Buna çok şaşırmış. Yine karnı acık­mış, Canı elma İstememiş. Çünkü, uzun sakala elmaların sebep olduğunu sanıyormuş. Başka bir ağaca gitmiş. Bu bir armut ağacıymış. Prens, armutları elmalardan daha çok sevmiş. Sonra uzanıp uyumaya başlamış, Tekrar uyandığı zaman uzun sakalının bembeyaz olduğunu görmüş, Üstelik başında da kocaman iki boynuz varmış. Prens, çok üzülmüş. Prensesin kendisini bu halde beğen­meyeceğini düşünüyormuş.

Yine uyuyakalmış.

Prens, uyurken rüyasında yaşlı bir adam görmüş, ih­tiyar:

— Neden böyle üzgünsün oğlum? diye sormuş. Genç Prens, cevap vermiş:

— Şu ağaçlardan meyve koparıp yedim. Şimdi uzun beyaz bir sakalım ve boynuzlarım var.

İhtiyar adam:

— Meyvelerden bazıları ağaçların dibine düşmüş. Kızgın güneşte renkleri kızarmış. Düşen meyveler kuru­muş. Bu kuru meyvelerden birkaç tane ye. Sonra hemen buradan ayrıl. Çünkü burası uğursuz bir yer. Çabuk git.

Prens, uyanınca ihtiyarın sözlerini hatırlayarak kuru­muş meyveleri yemiş. Sakalı da boynuzları da kaybol­muş, Yüzü eski haline dönmüş. Prens, ince dallardan bir sepet örüp, içine yaş ve kuru meyveleri doldurmuş.

Prens, yedi gün yedi gece yürümüş ve bir yol ara­mış. Karnı acıktıkça sepetindeki kuru meyvelerden ye­miş. Nihayet bir yol bulmuş. Yolda, eşeğe binmiş bir adam gidiyormuş.

Prens:

— Lütfen bana nerede olduğumu söyleyin, demiş. Adam, ona nerede olduğunu söylemiş.

Prens:

— Demek doğuya gidersem kendi ülkeme varaca­ğım. Batıya gidersem güzel Prensesimin ülkesine vara­cağım, O halde batıya gideyim, demiş.

Genç adam, yola koyulmuş. Biraz ilerledikten sonra, yanından güzel bir araba geçmiş. Arabada yaşlı bir adam oturuyormuş. Arabanın çevresinde askerler var­mış. Adam, arabadan başını uzatınca Prensin elindeki sepeti görmüş, Adamlarına durmaları için emir vermiş.

Onlara Prensi işaret etmiş.

— Bana şu meyvelerden getirin. Onları satın almak istiyorum,

Prens:

— Bu meyveleri satamam! demiş. İhtiyar adam, sinirlenerek:

— Budalalığın gereği yok, demiş. Sonra askerlerine seslenmiş:

— Meyveleri satın alın, Delikanlıya da istediği kadar para verin. Satmak istemezse zorla alın, demiş,

Genç Prens, ihtiyar adama meyvelerin içyüzünü an­latmaya çalışmış, Fakat ihtiyar dinlemiyormuş. Prens, as­kerlerden birine:

— Bu zengin adam kim? diye sormuş. Nereye gidiyor?

Asker güiümsemiş:

— Güzel Prensesle evlenmeye gidiyor,

Prens, Prensesin adını sormuş. İhtiyarın, imparatorun

kızıyla evleneceğini anlamış. Sepetinden iki tane iri el­ma ve iki iri armut seçerek ihtiyara vermiş. Araba ve as­kerler oradan uzaklaşmışlar.

Zengin adam, meyveleri yedikten sonra uykuya dal­mış, Uyandığı zaman uzun beyaz bir sakalı ve kocaman iki boynuzu olduğunu görmüş. Neye uğradığını şaşıran adam, telaşla arabayı durdurup meyve satıcısını getir­melerini emretmiş. Prensi yakalayıp getirmişler.

Prens:

— Aynı meyvelerden ben de yedim, demiş.

Askerler ve zengin adam. Prense bakmışlar, Onun doğru söylediğini anlamışlar.

Prens:

— Efendiniz meyveleri yedikten sonra uyudu mu? di­ye sormuş,

Askerler başlarını sallamışlar.

— Evet, doğru. Efendimiz meyveleri yer yemez uyku­ya daldı.

Prens:

— Şimdi neden sakalı ve boynuzları çıktığı anlaşıldı. Bu ülkede yemek yedikten sonra uyunmaz.

Askerler, bu sözleri duyunca kendi ülkelerine dön­mek istemişler. Fakat ihtiyar adam Prensesin ülkesine git­meleri için onlara emir vermiş,

Askerler, bir ağızdan:

— Fakat çok çirkin oldunuz! diye haykırmışlar.

— Prenses sizi görünce evlenmek istemeyecektir! Askerlerden birinin aklına bir şey gelmiş.

— Efendimizin yerine başka birini geçirelim, O za­man Prenses onunla evlenir. Biz de Prensesi kendi ülke­mize götürür efendimize veririz,

Zengin ihtiyar:

— Evet, evet bu harika bir plân. Fakat yerime kim geçecek? Bize genç ve yakışıklı bir adam lâzım.

Askerler, Prense bakmışlar, içlerinden biri:

— Bu gençten faydalanabiliriz. Ona süslü elbiseler giydiririz, Sonra da arabaya oturturuz, Kim anlayacak ki?

Biraz sonra Prensi giydirip kuşatıp arabaya oturtmuş­lar. Zengin ihtiyar, kendi ülkesine dönmek üzere yola çıkmış,

Genç Prens, askerlerle şehre geldiğinde imparator onları çok iyi karşılamış, Onun getirdiği göz kamaştırıcı elmaslar ve altınlardan memnun kalmış. Adam, kızını yanına çağırtmış.

Mutsuz Prensese:

— Çok yakında evleneceksin! diye emretmiş.

Düğünden bir gün önce Prenses ve Prens bir odada buluşmuşlar. Ancak birkaç dakika konuşabilmişler.

Prens:

— Yüzüme bak. Beni tanıdın mı? Kızcağız şaşırmış.

— Evet! Evet tanıdım! Sen tahta atla sarayıma gelen Prenssin!

Genç adam hemen:

— Korkmana gerek yok, Buradan kaçabilmemiz için babandan tahta atı istemelisin. At olmadan ülkeden ayrılmayacağını söyle.

Ertesi gün, güzel Prenses ve Prens'in düğünü yapıl­mış. Ayrılma saati gelince genç kız, babasına dileğini açıklamış,

— Bana tahta atımı verin. O olmazsa bir yere git­mem, demiş,

İmparator, bunu duyunca hem şaşırmış, hem de

hiddetlenmiş.

— Kızım bu tahta atı neden istiyor acaba? Atı ona

vermeyeceğim! demiş,

Fakat imparatorun yakınları araya girmişler ve:

— Bu tahta at, bir çocuk oyuncağı, Kızınızı kırmamalısınız, demişler,

Sonunda imparator razı oiup, tahta atı Prensese ver­miş. Şehirden çıktıkları zaman, zengin adamın askerleri Prens ve Prensesin etrafını sarmışlar. Onları gözden ka­çırmak istemiyorlarmış,

Epey yol almışlar. Nihayet zengin adamın evine yak­laşmışlar.

Prens, genç kıza usulca:

— Askerlerden bir torba para iste. Paralan, fakirlere dağıtacağını söyle, demiş.

Askerler hemen para torbasını vermişler. Prenses, parayı arabanın etrafına saçmış. Hemen toplanan fakir­ler, paraları toplamak için arabanın etrafını sarmışlar. Askerler, Prens ve Prensesten uzakta kalmışlar.

Genç Prens, kızı tahta ata bindirmiş. Kendisi de ata atlamış. Bütün anahtarları çevirmiş, tahta at havalan­mış. Bir kuştan daha hızlı uçuyormuş. Ülkedeki herkes, genç Prensi görünce şaşırmışlar. Babası, onun öldüğünü sanıyormuş.

İmparator, sevgili oğluna kavuşunca çok mutlu ol­muş tabii. Atı yapan marangoza birbirinden kıymetli mücevherler hediye etmiş. Prens ve Prenses tekrar ev­lenmişler. Güzel bir sarayda yaşamaya başlamışlar. Fa­kat bu saray gökyüzünde değil, yerdeymiş.



Mavi İnci


Çin'de Hva Fu adında bir kasaba varmış. Bu kasa­banın topraklan çok verimiiymiş. Kasabada yaşayan­lar, yiyecek ve içecek bulmakta hiç sıkıntı çekemezlermiş.

Fakat Hva Fu'nun gerçek hikâyesini bilen çok az in­san varmış, Çünkü, eskiden bu kasaba bereketli bir yer değilmiş. Yıllar önce, Hva Fu'da büyük bir yangın çıkmış. Bu yangın günlerce, aylarca hatta yıllarca sönmemiş, Kasabadan kaçanlar, başka yerlere göç etmişler. Ora­da evler yapmışlar ve çocukları dünyaya gelmiş. Bu çocuklar büyümüş ve Hva Fu'yu hiç görmemişler, Yangın­dan sonra, bir yıl süren büyük bir kuraklık olmuş. Hiç yağ­mur yağmamış, Bütün nehirler kurumuş. İçecek su bile kalmamış. Erkekler, her gün su aramak için uzun yolcu­luklara çıkıyorlarmış,

Bir adamın. Yen Kan adında bir oğlu varmış. Çok cesur ve kuvvetli bir gençmiş. O da su getirmek için, her gün uzaklara gidiyormuş, Aradan birkaç ay geçmiş.

Yen Kan, bu uzun su arayışlarından çok yorulmuş. Babasına:

— Kışın ne yiyip içeceğiz? diye sormuş. Babası hiç cevap vermemiş.

Yen Kan:

— Buradan gidelim baba. Yaşayacak daha iyi bir yer bulalım, demiş.

— Hva Fu, yaşanılacak en güzel yerdir, demiş. Delikanlı şaşırmış:

— Fakat babacığım, Hva Fu hâlâ yanıyor. Taşlar bi­le tutuşmuş. Biz burada nasıl yaşayabiliriz?

Babası, Yen Kan'a yangından birkaç yıl sonra kendi­lerini görmeye gelen adamı anlatmış.

İhtiyar:

— Buradan çok uzaktaki bir gölde, iri bir mavi inci varmış, diye söze başlamış. İşte, bu inciyle yangını sön­dürmek mümkünmüş, Fakat o gölde dev bir örümcek varmış. Örümcek, oraya yaklaşan herkesi öldürüyormuş. Sadece, çiçek dağında yaşayan altın bir kraliçe arı, o örümceği öldürebilirmiş.

Yen Kan, hemen atılmış:

— Ben, gidip o inciyi çıkarabilirim, Böylece Hva Fu'daki yangını da söndürürüz.

Fakat babası:

— Sakın gitme! O ihtiyar adam, bizi görmeye gelip hikâyesini anlattıktan sonra iki genç, inciyi çıkarmaya gitti. Fakat bir daha geri dönmediler, demiş.

Fakat Yen Kan, kararını vermiş bir kere.

— Su ve yiyecek bulamazsak nasıl olsa öleceğiz.İn-ciyi çıkarmaya çalışırken ölmem bir şeyi değiştirmez, demiş.

Cesur Yen Kan, çiçek dağının yolunu tutmuş. Yanı­na yiyecek ve su koymak için bir kâse almış. Günlerce yürümüş, yürümüş, Ağaçlardan kopardığı meyve karnını doyuruyor, derelerin suyunu içip susuzluğunu gideriyormuş, Nihayet ulu bir dağa gelmiş. Bu dağın, çi­çek dağı olduğunu sanmış. Tırmanmaya başlamış. Üç gün, üç gece hiç durmadan dağa tırmanmış. Tepeye ulaşınca etraftaki binlerce çiçeği görmüş. O zaman çi­çek dağında olduğunu anlamış. Arılar, çiçeklerin üstün­de uçuşuyorlarmış.

Yen Kan:

— Kraliçe arı hangisi acaba? Ben onu nasıl yakala­yabilirim? demiş.

Sonra aklına bir fikir gelmiş.

— Bir ateş yakayım, Ateşin dumanı bütün anları ka­çırır. Sadece kraliçe arı kalır. Ateş yakmak için, çalı çırpı aramış, Ama dağın tepesinde sadece küçük bir ağaç varmış. Delikanlı çalı çırpı ararken kocaman, çirkin bir kuş, tepesinde dolaşmaya başlamış, Onun gagasında küçük bir kuş varmış. Küçük kuş, korkuyla bağınyormuş, Başka bir kuş da onu kurtarmaya çalışıyormuş. Yen Kan, bir taş kapıp büyük kuşa atmış, Kuş, acıyla bağırmış, Ağ­zını açınca da küçük kuş kaçmış.

Güzel kuş, küçüğün kurtulduğunu görünce neşeyle:

— Küçüğümü kurtardığın için sana teşekkür etmeli­yim delikanlı, demiş.

Yen Kan, kuşun konuştuğunu görünce şaşırmış, Fa­kat cevap vermemiş. Hâlâ yakacağı ateş için çalı çırpı düşünüyormuş.

Güzel Kuş:

— Ne derdin var? Yapabileceğim bir şey varsa söy­leyebilirsin, demiş.

Yen Kan, kuşa bakmış:

— Ateş yakmak için çalı çırpı arıyorum, demiş. Güzel Kuş:

— Sana istediğin kadar çalı çırpı bulabilirim, diyerek uçup gitmiş. Gökyüzündeki diğer kuşlara seslenmiş. Biraz sonra, yüzlerce kuş Yen Kan'a doğru gelmişler. Hepsinin gagasında birer çalı parçası varmış, Yen Kan'ın önüne koyup, uçup gitmişler. Genç adam, bir ateş yakmış, Ateşin dumanından bütün arılar kaçmış. Fakat kraliçe arı kaçmamış.

Yen Kan, şapkasını çıkarmış. "Kraliçe arı ortaya çıkaı çıkmaz şapkamı üstüne atarım," diye düşünmüş. Bekle­miş, beklemiş. Nihayet kraliçe arı. Yen Kan'ın arkasında­ki kocaman çiçeğin altından çıkmış, Uçarak yükselmiş, Bu yüzden Yen Kan onu yakalayamamış.

Yen Kan:

— Onu elimden kaçırdım. Yapılacak başka bir şey yok, demiş.

Geri dönmeye karar vermiş. Tam dağdan ineceği sı­rada yine güzel kuşu görmüş. Kuşun gagasında, kraliçe arı duruyormuş. Getirip gencin avucuna koymuş.

Yen Kan, cebinden bir kutu çıkarmış; kraliçe arıyı içi­ne koymuş, Sonra göle doğru yola çıkmış.

Saatlerce yürümüş, nihayet göle varmış, Etrafına bakınırken örümceği görmüş, Örümcek yerdeki bir de­likten çıkmış. Bu, Yen Kan'ın gördüğü en büyük örüm-cekmiş, Dev gibiymiş. Kalın bacakları, siyah tüylerle kap­lıymış. Gözleri ateş saçıyormuş.

Dev örümcek, genci süzdükten sonra ağzını açmış. Ağır ağır Yen Kan'a doğru gelmiş.

Delikanlı:

— Eğer kaçarsam arkadan üstüme atlayıp beni yer! diye düşünmüş, Bu yüzden, yerinden kımıldamamış.

Örümcek yaklaşmış, yaklaşmış,,.

Yen Kan, cebinden kutuyu çıkarmış, Dev örümcek, iyice yaklaşınca kutunun kapağını açmış, Kraliçe arı, uçup örümceğin başına konmuş; örümcek bir anda ye­re yığılmış, ölmüş.

Yen Kan, hemen göle dalmış. Dibe doğru inmiş. Ayaklan yere değince durmuş. Etrafına bakınca, az ile­ride mavi bir ışık görmüş, Mavi ışığın tam ortasında da in­ci duruyormuş,

Delikanlı, inciyi avucuna aimış. Çok soğukmuş bu in­ci. Gölden çıkınca, inciyi su kâsesine koymuş. Kâsedeki su da dönüvermiş. Buz olmuş.

Genç adam, Hva Fu'nun yanındaki tepelere gelene kadar koşmuş. Tepelerden birine çıkıp bakmış. Kasaba, ateş ve duman içindeymiş. Yen Kan, buz tutmuş kâseyi bütün gücüyle aşağıya fırlatmış, Birdenbire yangın sön­müş, Yağmur yağmaya başlamış,

Köyden göçen herkes kasabaya geri dönmüş. Yeni evler yapıp mutlu olmuşlar, Bazıları bu kasabaya. Yen Kan adını vermiş. Çünkü o yangını söndürüp kasabayı kurtarmış.



İki Yılan


İki sihirli yılan varmış. Biri bin sekiz yüz yaşında, beyaz bir yılanmış. Diğeri ise, yeşiimiş ve sekiz yüz yaşındaymış, Çok güçlüymüşler. İstedikleri zaman kadın kılığına gire-biliyorlarmış.

Fakat, bu iki yılan birbirleriyle hiç geçinemiyorlarmış, Bir gün, aralarında büyük bir kavga çıkmış. Kavga, tam bir gün sürmüş. Günün sonunda kavgayı beyaz yılan ka­zanmış. Yeşil yılanı yenmiş.

Yeşil yılan:

— Sen kazandın. Bundan sonra ben senin kölen oia-cağım, demiş.

Ching Ming bayramı gelmiş, Bu bayramda kimse çalışmazmış. O gün, herkes mezarlığa gider ve ölülerini ziyaret edermiş, Mezarları temizlerler ve ölüler için kap­larla yiyecek bırakırlarmış.

Ching Ming bayramında, Hsu San adında genç bir adam, Hangçov'daki Batı Gölü'nün yanındaki mezarlı­ğa gitmiş. O da mezarları ziyaret etmek istiyormuş, Gidip ölmüşlere saygılarını sunduktan sonra dönmüş. Dönüşte şiddetli bir yağmur başlamış. Genç adam, nereye sığı­nacağını düşünürken bir tepenin eteğinde yaşlı bir ağaç görmüş, Koşa koşa ağacın altına sığınmış. Ağacın altında, çok güzel bir kadınla hizmetçisi duruyormuş. Onlar da yağmurdan korunmak istiyorlarmış. Hsu San, o güne kadar böylesine güzel bir kadın görmemiş. Yağ­mur yağarken, genç adam kadınla konuşmaya başla­mış,

— Adım Hsu San, Lütfen bana isminizi söyler misiniz? Güzel kadın ona bakmış:

— Adım Bai Su Ching. Genç adam:

— Yarın benimle çay içer misiniz? diye sormuş, Genç kadın, güiümsemiş:

— Teşekkür ederim, Siz terbiyeli bir gençsiniz; yarın si­zinle çay içeceğim.

Böylece Hsu San ve Bai Su Ching, birbirlerine aşık ol­muşlar. Kısa zaman sonra da evlenmişler. Bir de oğulları olmuş.

Aradan yıllar geçmiş. Ejderha Gemisi Bayramı'nda

Bai Su Ching, cok yemek yemiş, Bu yüzden erkenden uyumuş. Fakat yatakta uyurken birdenbire değişip yılan olmuş.

Hsu, o sırada yatak odasına girmiş. Yatağın üzerinde uzun beyaz bir yılan görünce:

— Aman! diye bağırarak evden kaçmış, Hizmetçi, Bai Su Ching'i uyandırmış.

— Hsu San, gerçeği öğrendi! Onu öldürmeliyiz! de­miş.

Fakat Bai Su Ching, eşini öldürmek istemiyormuş.

— Hayır, hayır! Onun canını yakmamalıyız. Sen şimdi kıra çık. Beyaz bir yılan ara. Bulunca öldür ve bana ge­tir, demiş.

Hizmetçi, onun dediğini yapmış. Beyaz bir yılan geti­rip, yatağın üstüne bırakmış, Sonra Bai Su Ching, eşini çağırıp yataktaki yılanı göstermiş.

— Şu yılana bak! Onu az önce öldürdük, demiş.

Hsu San, yataktaki yılanı görünce rahat bir nefes al­mış.

— Sen çok cesur bir kadınsın! demiş.

Bir sabah erkenden Hsu San, tepeye tırmanıp Altın Dağ Tapınağı'nı ziyarete gitmiş, Orada dua etmiş. Tapı­nakta, karşısına ihtiyar bir rahip çıkmış, Rahip, ona Bai Su Ching ve hizmetçisinden bahsetmiş. Hsu San'a iki yılanın hikâyesini anlatarak:

— Senin eşin, aslında beyaz bir yılandır, demiş. Hsu San, çok şaşırmış tabii.

— Nasıl olur? Benim eşimin beyaz bir yılan olmasına imkân yok. Fakat siz bir rahipsiniz; yalan söylemezsiniz. Demek anlattıklarınız doğru, demiş.

Genç adam üzüntü içinde ağlamaya başlamış. Sonra:

— Şimdi ben ne yapayım? diye sormuş, İhtiyar adam, onun omzuna vurmuş:

— Sakın korkma. Burada benimle kal, Sana hiçbir

zarar gelmez, demiş.

Hsu San, eve dönmeyince Bai Su Ching, onu ara­maya çıkmış. İhtiyar rahibin yaptıklarını öğrenerek fena halde öfkelenmiş. Akrabaları olan sihirli ejderhaları yar­dımına çağırmış. Onlara:

— Yağmur yağdırın! diye emretmiş.

Gökyüzü birdenbire simsiyah kesilmiş ve şiddetli bir yağmur başlamış, Yağmur birkaç gün sürmüş. Tarlalar ve evler sular altında kalmışlar. Sular, her gün daha da yükseliyormuş. Fakat Altın Dağ Tapınağı'nın olduğu te­peye erişemiyormuş.

Bu arada ihtiyar rahip, Bai Su Ching'in ne yapmaya çalıştığını anlamış; çok sinirlenmiş. Sihirli kazanını yakıp iki yılanı yakalamayı denemiş, Yeşil yılanı hemen yakala­mış. Onu uzakta bir mağaraya gönderip, hapsetmiş. Sonra da beyaz yılanı yakalamış, Onu da Batı Gölü ya­kınında bir tapınağa kapatmış.

Aradan yıllar geçmiş, Bir gün, genç bir adam Altın Dağ Tapınağı'na gelmiş. Çok üzgün görünüyormuş. Ba­basını görmek istediğini söyleyerek:

— O, bu tapınağın rahibi olmuş, demiş, İhtiyar onu süzmüş:

— Babanın adı nedir oğlum? Genç adam: .

— Onun adı Hsu San, demiş. Rahip, sevinçle haykırmış:

— Oğlum! Hsu San benim! Senin baban benim! Genç aaam:

— Peki annem nerede? Onu görebilir miyim? Hsu, ağlamaya başlamış. Bir taraftan da:

—Annen burada değil. Batı Gölü civarında bir tapı­nakta. Sana orasını göstereyim.

Hsu San, oğlunu alıp tapınağa götürmüş ve beyaz yılanın hapsedildiği odaya gelmişler,

Annesini bu durumda gören çocuk, çok üzülmüş. Ağlamaya başlamış, Annesi için dua etmiş.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder