ANDERSEN’DEN MASALLARI
Küçük Kır Çiçeği
Soğuk geçen kış mevsimi nihayet sona ermişti. İlkbahar gelmiş ve doğa, bir gelin gibi süslenmişti, Uçsuz bucaksız kırlarda çiçekler açmış, çimenler yeşermişti. Güneşin ışıklarını gören çiçekler, böcekler, kuşlar ve insanlar güzel havaların keyfini çıkarıyorlardı, Kuşlar, en güzel şarkıları söylüyorlardı. Karıncalar, oradan oraya koşuşturup duruyordu. Kelebekler, rengârenk kanatları ile yeşil çimenlerin arasında uçuşuyordu. Arılar, yeni açmış çiçeklere vızıldayarak konuyordu. Sincaplar, ağaçların dallarında oynuyordu. Bütün canlılar, sevinç ve umut dolmuştu. Kısacası bütün doğa canlanmış ve yaşama isteği ile dolmuştu,
Yemyeşil çimenlerin ortasında, küçük bir kır çiçeği açtı. Narin boynunu topraktan çıkarıp, güneşe doğru baktı. Şöyle bir gerinip, özgürlüğünün tadını çıkardı.
Aylardır toprağın altında beklemekten canı çok sıkılmıştı çünkü. Küçük kır çiçeği çevresine bakmaya doyamı-yordu. Öylesine özlemişti ki gün ışığını, neredeyse mutluluktan ağlayacaktı. Uzun zamandır görmediği arkadaşlarına selam verdi, Yakınlardaki bir evin bahçesinde açan güller ve lalelere de selam verdi, ama onlar, küçük kır çiçeğinin yüzüne bile bakmadılar, Çünkü onu küçük görüyorlardı.
- Tabii yaa, biz dünyanın en güzel ve en asil çiçekleriyiz. Basit bir kır çiçeğinin yüzüne bile bakmayız! diyorlardı.
Kır çiçeği, onların bu davranışlarına üzüldü, ama basit bir kır çiçeği olduğu için üzülmüyordu. Çünkü çok mutluydu. Güneşin sıcaklığını zevkle içine çekiyor, çayır kuşunun yükselen türküsünü dinliyordu. Etrafına bakıyor ve tabiatın güzelliğini sessizce duyup, hissediyordu. Küçük çayır kuşunun da neşeli ötüşleri ile onu anladığını biliyordu, Bu yüzden, neşeyle şakıyan mutlu kuşa saygıyla bakmıştı. Benim elimden de aynı şey gelmiyor, diye hiç .üzülmedf. İçinden: "Görüyorum, duyuyorum," diye geçiriyordu. "Güneş ısıtıyor, rüzgâr okşuyor, Halimden şikâyetçi olmam anlamsız olur."
Bahçedeki çiçekler, kibirli kibirli çevrelerini süzüyorlardı. Şakayıklar, gülden daha iri görünmek için şişinlyor-lardı; ama gülü gül yapan iriliği değildir ki. Lâleler renklerinin güzelliği ile göz alıyor, tavus kuşu gibi çalımlı çalımlı kabarıyorlardı. Küçük kır çiçeğine şöyle yan gözle
bakmaya bile tenezzül etmiyorlardı. Hâlbuki o içinden: "Ne güzeller!" diyordu, "O güzelim kuş gidip onlarla arkadaşlık edecektir. Ben de uzaktan da olsa bu misafirliği seyredebileceğim."
Tam o sırada çayır kuşu, şakayıklara, lâlelere değil de, çayıra yöneldi. Sevincinden aklı başından giden küçük kır çiçeği, çok mutlu oldu. Parlak kuş, şarkı söyleyerek çiçeğin etrafında dans etmeye başladı:
- Ne yumuşak bir çayır! Oh! Altın yürekli, kırmızı elbiseli ne güzel bir çiçek bu böyle!
Küçük çiçeğin mutluluğu tarif edilir gibi değildi. Kuş, gagası İle onu öptükten sonra, gökyüzünün mavisine yükselmişti. Kır çiçeği için için gülerek, fakat utangaç bir bakışla bahçedeki çiçeklere baktı, Kendisine gösterilen saygıya şahit oldukları için, sevincini anlamaları gerekti. Lâleler eskisinden daha dik duruyor; kırmızı ve sivri suratlarından düşen bin parça oluyordu, Şakayıkların başı pek kabarıktı. Allah'tan, dilleri yoktu. Olsa, kim bilir ne tatsız şeyler söyleyecek, zavallı çiçeğin kalbini kıracaklardı, Küçük çiçek her şeyin farkındaydı, öfkeleri ona dert oldu,
Bir gün, elinde bir bıçakla genç bir kız bahçeye girdi; lâlelere yaklaşarak hepsini birbiri ardına kesti. Kır çiçeği içini çekerek:
- Ah! Ne felâket! Yazık zavallılara! dedi.
Genç kız lâleleri götürürken, o, bir kır çiçeği olduğuna sevinmişti. Gün batarken, yapraklarını kapattı ve Allah'a şükretti; bütün gece rüyasında güneşi ve küçük kuşu gördü.
Ertesi sabah, yapraklarını gün ışığına açınca kuşun sesini duydu, sesinden üzgün olduğunu anladı, Zavallı çayır kuşunun üzüntüsü yersiz değildi: Onu yakalayıp açık pencerenin önünde asılı duran bir kafese kapatmışlardı. Özgür olmanın mutluluğunu, yeşermiş tarlaların güzelliğini ve gökyüzünde dilediği gibi uçmaya duyduğu özlemi anlatıyordu şarkısında kuş.
Kır çiçeği, kuşun yardımına koşmak için can atıyordu, ama gücü yetmez, nasıl koşsun? Zavallı kuşa öyle çok üzüldü ki, dört yanını çeviren güzellikler ve güneşin tatlı sıcaklığı bile onu teselli edemedi. Az sonra iki çocuğun bahçeye girdiğini gördü. Birinin elinde keskin ve parlak bir bıçak vardı. Ne olduğunu anlayamayan kır çiçeğine doğru ilerlediler.
Oğlanlardan biri:
- Çayır kuşuna buradan güzel bir parça çimen kesebiliriz, diyerek çiçeğin etrafındaki çimen parçasını kesmeye başladılar.
Diğeri:
- Çiçeği koparsana, dedi.
Bunu duyan kır çiçeği, korkusundan yere kapandı. Koparılmak, canından olmaktır. Çimenle birlikte, kuşun kafesine gireceğini sandığı zaman ne kadar da mutlu olmuştu.
Büyük:
- Hayır, varsın kalsın, diye cevap verdi; buraya çok yakışmış.
Böylece hem çiçeğin canı bağışlanmıştı, hem . de kafese girmiş oldu.
Zavallı kuş, esirlikten acı acı dert yanıyor ve kanatlarını demir tellere çarpıyordu. Kır çiçeği çok jf istemesine rağmen, ona bir tek avutucu söz söyleyemiyordu, Öğlen olduğunda çayır kuşu:
- Çok susadım, Bana bir yudum su bile bırakmadan gittiler. Gırtlağım kupkuru, ateş gibi yanıyor! Ne yazık! Güneşten uzak, serin çayırlardan, dünyanın bunca göz kamaştırıcı güzelliklerinden uzak, can vereceğim demek.
Sonra biraz serinliyebilmek için, gagasını serin çimenlere daldırdı. Gözü kır çiçeğine ilişmişti, Başı ile dostça bir işaret yaparak ve eğilip öperek şunları söyledi:
- Sen de burada kuruyup gideceksin, zavallı nazlı çiçek! Elimden koskoca dünyamı alıp, karşılığında bana birkaç tutam ot verdiler. Eş dost diye bir sen varsın. Her ot parçası, gözüme ağaç görünecek, senin her yaprağın kokulu bir çiçeğin yerini tutacak. Ah! Sen, bütün kaybettiklerimi hatırlatıyorsun bana!
Yapabileceği hiçbir şey olmayan çiçek, içinden: "Ah! Onu birazcık olsun avutabilseydim," diyordu. Kuş, çimen filizlerini tek tek yolduğu, kemirici bir susuzlukla mum gibi eridiği halde, çiçeğe bir türlü eli varıp dokunamadı.
Akşam oldu, hava karardı; zavallı çayır kuşuna bir yudum su getirecek bir kul çıkmadı. Çırpıntılı bir silkinişle kanatlarını gerdi, kara sevdalı bir sesle öttü. Ufacık başı çiçeğe doğru düştü, istek ve acı dolu yüreği duruverdi. Bu hazin manzarayı seyreden kır"çiçeği, bir gece önceki gibi, uyumak için yapraklarını örtemedi. Üzüntüden kahrolup yere serildi.
Çocuklar, ancak ertesi gün, sabahleyin geldiler, Ölü kuşu görünce gözyaşları dökerek, mezar kazdılar. Güzel, küçük bir kırmızı kutuya konan kuş, krallara lâyık bir törenle gömüldü. Kapanan mezarın üstüne gül yapraklan serpildi.
Zavallı kuşcağız! Sağken, öterken, kafesinde unutulmuş, yoksulluk içinde can vermişti, Ölümünden sonra, gözyaşları dökülüyor, saygı gösteriliyordu.
Çimenle kır çiçeğine gelince, onları da büyük yolun tozu toprağı içine fırlatıp1 attılar. Küçük kuşu candan sevmiş olanın yüzüne, kimse dönüp de bakmadı bile.
Kurşun Asker
Oyuncak fabrikasından beri gün ışığını göremeyen yirmi beş tane kurşun asker, içine kapatıldıkları kutunun kapağı kaldırılınca, ilk duydukları ses, bir oğlan çocuğunun el çırparak:
- Kurşun askerler! çığlığı oldu.
Askerler, onun yaş günü hediyesiydi, Büyük bir heyecanla, hepsini masanın üstüne dizerek oynamaya başladı. Kurşun askerler omuzlarına astıkları tüfekleri, sert bakışları ve kırmızılı mavili üniformalarıyla çok cesur görünüyorlardı doğrusu. Tek bacaklı olanın dışında, bütün askerler birbirinin eşiydi. Kalıba son dökülenin kurşunu eksik geldiğinden o, böyle sakat kalmıştı, Tek bacağıyla bile, diğerlerinin iki bacakla durdukları kadar dik duruyordu.
Askerlerin sıralandıkları masada, daha bir sürü güzel oyuncak vardı, ama içlerinde en güzeli kâğıttan bir şatoydu. Küçük pencerelerinden salonların içi görülebiliyordu. Kâğıttan şatonun bahçesinde, küçük bir göl ve gölün etrafında da ağaçlar vardı, Balmumundan kuğular bu gölde yüzüyor, gölgeleri suya yansıyordu. Doğrusu çok güzeldi, ama şatonun kapısının önünde dans eden balerin hepsinden de güzeldi. O da kâğıttandı; beyaz tülden elbisesi ve saçlarında da mavi bir kurdeia vardı. Balerin, kollarını ve bacağını havaya kaldırmış dans ediyordu, Kurşun asker, balerinin de kendisi gibi tek bacaklı olduğunu zannetti. Kurşun askerin yüreği heyecanla atıyordu. Hiç kıpırdamadan duran balerine âşık olmuştu, Bir kutunun arkasına gizlendi. Hep tek ayaküstünde durduğu halde dengesini kaybetmeyen güzel balerini, buradan doya doya seyredebiliyordu.
Akşam olunca, küçük çocuk askerlerini kutularına yerleştirdi, Ev halkı gidip yattılar.
El ayak çekilince, oyuncaklar, kendi aralarında oyuna başladılar: Önce körebe, sonra savaş oyunu; sonunda da bir balo düzenlediler.
Kurşun askerler, bu eğlenceye katılmak için can atıyorlardı, ama kutunun kapağını bir türlü açamadılar. Maymun takla attı, tebeşir taştahtaya deli dolu bir şeyler çizdi, gürültü aldı yürüdü, kanarya uyanıp öttü. Bir eğlence ki, sormayın, Kurşun asker ile balerin, yerlerinden kıpırdamadılar, Balerin kollarını uzatmış, ayağının ucunda yükseliyor, asker de tek bacağının üstünde, gözünü kıza dikmiş, dimdik duruyordu.
Gece yarısı, masadaki kutunun kapağı aniden açıldı. İçinden kapkara bir büyücü çıktı, Kurşun askerin balerini hayranlıkla seyrettiğini gören büyücü, çok sinirlendi, Onları çok kiskanmıştı. Bir fırsatını bulup, kurşun askere kötülük yapmaya karar verdi,
Sabah olunca, küçük çocuk oyuncaklarıyla oynamaya başladı. Kurşun askerlerini sıraya diziyor ve onları savaştırıyordu. Tek bacaklı askeri alıp, baktı:
- Sen, bu halde savaşamazsın. Haydi, pencereden dışarıyı seyret, dedi ve kurşun askeri pencerenin önüne koydu, İşin içine büyücünün parmağı mı karıştı, yoksa rüzgâr mı havalandırdı? Bilinmez, ama zavallı kurşun asker sevgili balerinine bakarken aşağıya düşüverdi. Bir anda kendini kaldırımda yatarken buldu, Onun düştüğünü hiç kimse fark etmemişti, Sadece balerin görmüştü. Yerinden kıpırdayamıyordu ki, ona yardım etsin. Güzel balerinin gözlerinden iki damla yaş aktı.
Yağmur yağmaya, damlalar birbirini kovalamaya başlamıştı. Kurşun asker, yattığı kaldırımdan düştüğü pencereye bakıyor ve balerini için ağlıyordu. Gözyaşları yağmura karışıyor, balerininden ayrıldığı için, yüreği parça parça oluyordu. Onu görmeden nasıl yaşayacaktı? O sırada, yoldan geçen iki yaramaz çocuktan biri kurşun askeri gördü:
- Hey, şuna bak! Bir kurşun asker buldum! Haydi, yüzdürelim şunu!
Çocuklar, gazete kâğıdından bir kayık yaptılar ve kurşun askeri içine koyup dereye bıraktılar. İki afacan, el çırparak kayığın yanı sıra koşuyorlardı. Aman Allah'ım! Deredeki dalga neydi öyle! Akıntı ne kadar kuvvetliydi! Kâğıt kayık, dalgalardan beşik gibi sallanıyordu, ama kurşun asker, gözünü bir noktaya dikmiş, silâh elde, tek bacağı üzerinde hala dimdik duruyordu. Kayık bir kanala girdi. Burası çok karanlıktı.
Kurşun asker:
- Ah! Keşke sevgili balerinim de üryanımda olsaydı. O zaman her îy vız gelirdi bana, diye iç çekti.
Birden karşısına kocaman bir fare çıktı; kanalın içinde yaşıyordu.
Kayık yoluna devam etti, fare de peşinden geliyordu. Dişlerini gıcırdatıyor, samanlara, çöplere tutunarak, yüzmeye çalışıyordu. Asker, nihayet karanlık kanaldan çıkmış, ışığa kavuşmuştu. Bu seferde kayık su almaya başlamıştı. Su, askerin boğazına kadar yükseldi; kayık tamamen ıslandı, Gazete birden parçalanıverdi. Su, askerin başını aşmıştı. O sırada, askerin aklına bir daha göremeyeceği balerin geldi. Kâğıttan kayık paramparça oldu ve kurşun asker hızla batmaya başladı. Aniden kocaman bir balık geldi ve onu bir solukta yutuverdi. Kurşun asker, balığın kanundaydı. Burası kanaldan da beterdi. Üstelik ne kadar da dardı. Yiğitliği yine elden bırakmadı kurşun asker; silâh elde boylu boyunca uzandı.
Kurşun askeri yutan balığı bir balıkçı yakaladı ve pazara götürüp sattı, Balığı satın alan kadın, mutfağa bıraktı. Aşçı kadın, büyük bir bıçakla balığın karnını yardı. Balığın içinden çıkan kurşun askeri gören kadın, çok şaşırmıştı. Kurşun askeri alıp, bir odaya götürdü. Balığın içinden çıkan askeri görmek için, herkes etrafına toplandı. Onu masanın üstüne koyduklarında, penceresinden düştüğü odada olduğunu anladı. Masanın üstündeki oyuncakları, o güzelim şatoyu ve sevgili balerinini görünce çok şaşırdı. Kurşun asker o kadar mutluydu ki, utanmasa kurşun gözyaşları dökecekti nerdeyse. O, kıza baktı, kız da ona baktı, hiç konuşmadılar.
O sırada, beklenmedik bir şey oldu. Küçük çocuk, kurşun askeri tuttuğu gibi şömineye fırlattı. Buna sebep, olsa olsa, kutudaki büyücü olmalıydı. Kurşun askerin her tarafını alevler sardı, Alevlerin arasından sevgili balerinine özlemle bakan kurşun asker, hala dimdik duruyordu. Zavallı, hızla eriyordu. Birden bir kapı açıldı ve rüzgâr balerini havalandırdı; askerin yanıbaşı-na, ateşe uçurdu. Balerin yok oluverdi.
Ertesi gün, şömineyi temizleyen hizmetçi, küllerin arasında kırmızı bir kalp buldu. Kurşun asker ile balerin, sonsuza kadar birbirlerinden ayrılmadılar.
Devedikeninin Şansı
Bir derebeyinin şatosunun önünde, güzel çiçeklerle ve kıymetli ağaçlarla dolu, bakımlı, geniş bir bahçe vardı. Şatoya gelen konuklar, uzak ülkelerden getirilmiş fidanlara, büyük bir incelikle düzenlenmiş çiçeklere hayran kalırdı. O şehirde yaşayanlar, yakın kasaba ve köylerden gelenler, pazar günleri bu eşsiz bahçede dolaşmak için izin alırlar; öğrenciler derslerini iyi çalışır larsa, ödül olarak bahçeyi gezmeye götürülürlerdi.
Bahçe çitlerinin dışında, kocaman bir devedikeni büyümüştü. Kökü her yana dal budak salmıştı. Bununla beraber, sütçü kadının küçük arabasını çeken ihtiyar eşekten başka kimsenin ona aldırdığı yoktu, Sütçü kadın, eşeğini devedikeninin yakınına bağlardı, Eşek, uzun boynunu elinden geldiği kadar devedikenine doğru uzatarak:
- Ah! Sen ne güzelsin, çıtır çıtır yemeli seni, der dururdu.
Yuları kısa geldiği için, eşeğin nazik iltifatları ve cilveli bakışları boşa giderdi.
Bir pazar günü, şatoda neşeli bir toplantı yapılacaktı. Konukların çoğu, başkentten gelen kibar kişilerdendi. İçlerinde birçok güzel genç kız vardı, İçlerinde en güzeli, çok uzaklardan gelmişti. Genç kız İskoç asıllıydı ve asil bir soydan geliyordu, Geniş topraklara ve büyük bir servete sahipti, İyi bir kısmetti doğrusu. Delikanlılar:
- Böyle bir nişanlıya m sahip olmak bize şeref verir, diyorlardı.
Anneler de çocukları için aynı şeyleri içlerinden geçiriyorlardı, Gençler, çiçeklerin arasında koşup oynuyorlar, yeni oyunlar icat ediyorlar ve çimenlerin üzerinde geziyorlardı. Kuzeyde ödetti, her genç kız bir çiçek kopartıp gençlerden birinin yakasına iüştirirdi. İskoçya'dan gelen kızın çiçek seçmesi uzun sürdü; hiçbirini beğenmedi, Sonra birden gözü, iri kırmızı mavi çiçekleri ile çalılaşmış devedikeninin bulunduğu çite ilişti.
Gülümseyerek derebeyinin oğluna yaklaşan kız, ondan bir tane koparmasını rica etti:
- Benim ülkemin çiçeğidir. İskoçya armasında da vardır. Lütfen benim için koparır mısınız?
Genç adam, bir koşu gidip kopardı; bu arada eline de diken battı tabii. Genç kız, bu basit çiçeği onun yakasına taktı. Delikanlı, son derece memnun olmuştu.
Bütün delikanlılar, seçkin çiçeklerini onunla değiştirmek için can atıyorlardı. Delikanlının bu kadar böbürlendiğini gören devedikeni, fsevinçten kabına sığmaz oldu, Adeta çiğden sonra güneş vurmuşa döndü.
İçinden, "Ben, göründüğümden daha değerliymişim meğer." diye geçirdi. "İçime doğuyordu zaten. Doğrusunu isterseniz, benim çitin dışında değil, içinde olmam gerekir. Bu dünyada kim, layık olduğu yerde ki? Hiç olmazsa kızlarımdan biri çiti aştı, üstelik de yakışıklı bir delikanlının yakasında hindi gibi kabarıyor."
Diken, yeni açan bütün tomurcuklarına bu hikâyeyi anlattı, Birkaç gün sonra, da bir haber aldı, Bunu ne yoîdan geçenler söyledi, ne kuşlar cıvıldadı. Pencereler açık kalınca, içerde olup bitenler duyuluyordu. Evet, güzel kızın yakasına devedikeni çiçeği taktığı genç, genç kızın kalbini çalmıştı,
Devedikeni:
- Onları ben birleştirdim! Çöpçatanlıklarını yapan benim! diye bastı çığlığı.
O günden sonra, dallarında filizlenen her yeni çiçeğe bu tarihi olayı anlata anlata bitiremedi.
Gene kendi kendine, "Beni muhakkak bahçeye taşırlar!" diyordu. "Belki de bir saksıya koyarlar, köklerim iyi bir gübrede daha da kuvvetlenir. İşittiğime göre bitkilere gös- j terilen en yüksek saygı buymuş,"
Ertesi gün şanların, flj şereflerin yağmur misali gökten ineceğine o derece emindi ki, çiçeklerinin en çelimsizine varıncaya kadar, çini saksılara dikileceğine ve bir delikanlır yakasını süslemek onuruna ereceğine kesin gözüyle bakıyordu.
Bu büyük ümitler boşa çıktı. Saksının ne çinisi, ne toprağı vardı, Çiçekler havayı, ışığı içlerine çekmeye devam ettiler; gündüzleri güneş ışını, geceleri çiğ içtiler, ilip geliştiler, Özsularını çalan bal ve eşek arılarından başka yanlarına uğrayan olmadı.
Hırsından köpüren devedikeni:
- Hırsızlar, haydutlar! diye çıkışıyordu.
Ah! Elimde olsa da dikenlerimle sizi delik değişik etsem! Gençlerin ya-jjjl kasını süslemek için yara filan bu çiçeklerin kokusunu ne hakla çalarsınız siz!
Kendini istediği kadar paralasın, durumunda hiçbir değişiklik olmuyordu. Çiçekler, ister istemez başlarını eğdiler, sararıp soldular, ama durmadan yeni filizler büyü-yordu. Devedikeni, her yeni doğana, eksilmeyen bir inançla:
- Tam zamanında geldin. Akşama sabaha, çitin öbür yanına geçeceğiz, diyordu.
Birkaç saf papatya, yakınlarda yetişen cılız otlar, bu nutukları duyup inandılar. Devedikenine karşı derin bir hayranlık duydukları halde, diken onları küçük görüyordu.
Doğuştan şüpheci olan eşek, devedikenlerinin bu kadar güvenle ilân ettikleri sonuçtan ne yalan söyleyeyim pek emin değildi, Bununla beraber ne olur, ne olmaz diyerek sevgili devedikeni bahçeye taşınmadan önce onu yakalamak için çabaladı. Yularına boşuna asıldı durdu, ama çok kısa geldiğinden koparamadı.
Iskoçya armasında bulunan şanlı resmini düşüne düşüne, devedikeni iyice oynattı, Onun kendi atalarından biri olduğuna bayağı inandı, Aklınca bu ünlü soydan gelmiş, çok eski zamanlarda İskoçya'dan göç etmiş bir koldan üremişti. Komşusu ısırgan otu da bu hikâyeye inanıyordu.
- Ben bile, soysuz bir bitki olmadığımdan eminim. Kraliçelerin giydikleri en ince muslinler benden yapılmıyor mu?
Yaz geçti, güz geldi. Ağaç yapraklan döküldü. Çiçeklerin rengi soldu, kokuları azaldı. Kuru sap toplayan bahçıvan çırağı, avaz avaz bir türkü tutturmuştu:
Hayat akıntıya benzer!
Bir aşağı, bir yukarı, akıp gider!
Korudaki körpe çamlar kurdelâlarla, şekerlerle, ufak mumlarla süslenecekleri günü, Noel'i, düşünmeye başladılar. Bu parlak kadere can atıyorlardı. Hayatları pahasına olduğunu bile bile!
Devedikeni:
- Ne! Ben daha buralarda mıyım? Düğün olalı ner-deyse bir hafta oldu. Bu evlilik benim sayemde gerçekleşti hâlbuki. Var mıyım, yok muyum, kimsenin umurunda değil! Tekrar yeşermemi bekliyorlar galiba. Ben, onurumu ayaklar altına alıp peşlerinden koşacak değilim ya! Hoş, istesem de kımıldayamam. En iyisi sabırla beklemek, diyordu.
Bir gün, artık karı koca olan genç çift bahçede gezintiye çıktılar. Çitin kenarında yürüyorlardı. Genç kadın, tarlalara doğru baktı:
- Aa! O koca devedikeni yine burada, ama çiçeği kalmamış!
Genç adam, kurumuş çiçeği göstererek:
-Şurada bir tane kalmış, daha doğrusu hayaleti kalmış, dedi.
Kadın:
- Gene de güzel, İkimizin resmini yapan ressama verelim, resme eklesin, dedi.
Delikanlı yine çiti aşıp, solmuş çiçeği koparmak zorunda kaldı. Diken her tarafına iyice battı, ama genç karısı memnun olduktan sonra varsın batsın, hiç aldırmadı. Kadın çiçeği salona getirdi. Orada yeni evlilerin bir tablosu asılıydı. Resimde, delikanlının göğsüne bir devedikeni iliştirilmişti. Kurumuş diken, gümüş gibi parlıyordu.
Devedikeni:
- Hayat böyledir işte, bir kızım bir yakada yer buldu, son evlâdım yaldızlı çerçeveye kondu. Ya ben, beni nereye koyacaklar? dedi.
Eşeğin bağlandığı yer uzak değildi, devedikenine yan gözle baktı.
- Rahat etmek, soğuktan korunmak istersen, gel karnıma, gel şekerim, Yaklaş, ben sana yetişemiyorum, dedi,
Devedikeni, bu kaba teklife cevap bile vermedi, Gittikçe efkârlandı; düşüne taşına, Noel'e doğru, kendi kendine şu sonuca vardı:
- Evlâtlarım oldukları yerde rahat ettikten sonra, ben ana olarak şu çitin arkasında, doğduğum yerde kalmaya razıyım.
Son güneş ışını;
- Bu düşünceniz pek yerinde. Mükâfatını görürsünüz, dedi.
Devedikeni sordu:
- Beni saksıya mı, yoksa çerçeveye mi koyacaklar? Son ışık kaybolmadan önce;
- Sizi bir masala koyacaklar, diyecek kadar vakit buldu.
Kral Çıplak
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, çok eski devirlerde yaşayan bir Kral varmış. Bu Kral, giyinmeye ve süslenmeye çok düşkünmüş. Süslü Kralımız, günde on kere elbise değiştirirmiş, Askerlerini denetlerken ayrı, tiyatroya giderken ayrı, yemeğe otururken ayrı, gezmeye çıktığında ayrı elbise giyer, kısaca her fırsatta kıyafet değiştirirmiş. Amacı, yeni elbiselerini herkese göstermekmiş. Günün her saatinde elbise değiştirirmiş.
- Kral nerede? diye soranlara,
- Giyim odasında, diyorlarmış.
Ülkenin başkenti, cıvıl cıvıl bir şehirmiş ve çok kala-balıkmış. Günün birinde, şehre kendilerine dokumacı süsü veren ve dünyanın en güzel kumaşını dokuduklarını iddia eden iki düzenbaz gelmiş. Olağanüstü güzellikte olan, kumaşın renkleri ile deseni değilmiş. Bu kumaşla dikilen elbiselerin bir özelliği varmış: Beceriksiz ve aptal insanlar, bu kumaşı göremezmiş.
Kral:
- Bu elbiselere paha biçilemez! Bu sayede, hükümetimin değersiz memurlarını tanıyabileceğim. Becerikliyi budaladan ayırt edebileceğim. Evet, bu kumaş benim için tam biçilmiş kaftan, diyormuş.
Kral, hemen başlayabilsinler diye, iki düzenbaza bir sürü altın vermiş,
Uyanık adamlar, iki tezgâh kurmuşlar, Makaralarda ip olmadığı halde, sanki görünmez bir ipi tutuyor ve kumaş dokuyor gibi yapıyorlarmış, Durmadan ince ipek ve iyi cins sırma istiyorlarmış, ama aslında hepsini torbalarına saklayıp, boş tezgâhlarda gece yarılarına kadar çalışmışlar.
Kral, "Gidip, şunların yaptıklarını gözümle bir göreyim," diye içinden geçirmiş.
Bir taraftan da, "Ya, kumaşı göremezsem! Ya, bir budala olduğumu düşünürlerse? diye kaygılanıyormuş. Hoş, kendisinden şüphesi yokmuş, ama işi incelemek üzere başka birini ,göndermeyi daha uygun bulmuş,
Şehir haikı, kumaşın üstün özelliğini duymuş ve kimlerin aptal ve beceriksiz olduğunu öğrenmek için sa-bırsızlanıyormuş.
Kral:
- Dokumacılara, Başvekilimi göndereyim. Kumaştan iyi anlar. Tecrübesi, aklı fikri, herkesten üstündür, demiş.
Yaşlı Başvekil, iki düzenbazın boş tezgâhların başında çalıştıkları odaya girmiş.
Gözlerini açarak: "Hay Allah! Bir şey göremiyorum!" diye düşünmüş, ama belli etmemiş.
İki dokumacı, Başvekile sormuşlar:
- Rengi ve deseni nasıl buldunuz efendim? Yaşlı Başvekil, gözünü kocaman açmış ve dikkatle bakmış, ama hiçbir şey görememiş, Göremez tabii! Çünkü ortada bir şey yokmuş ki, görsün!
Düşünmüş, taşınmış: "Allah'ım, ben bir budala mıyım yoksa? Aman kimseler duymasın! Beceriksiz herifin biriyim ben galiba? Kumaşı göremediğimi nasıl söylerim?"
Dokumacılardan biri sormuş:
- Nasıl buldunuz? Başvekil gözlüğünü takarak:
- Güzel, ancak bu kadar güzel olabiliri Bu desen, bu renkler,,. Evet, çok beğendiğimi gidip Kralıma haber vereyim, demiş.
- Biz de memnun olduk, demişler dokumacılar,
Düzenbazlara ne para, ne ipek, ne de sırma daya-nıyormuş. Hepsini cebe indiriyorlarmış tabii. Tezgâh boş duruyor, ama onlar durmadan çalışıyorlarmış.
Kral bir süre sonra, kumaşı incelemek ve bitip bitmediğini öğrenmek için başka bir vekilini göndermiş. Bu yeni haberci de, tıpkı Başvekilin durumuna düşmüş; bakıyor, gözünü kırpmadan bakıyor, bir şeycikler göremiyormuş.
İki dolandırıcı, yerinde yeller esen desenleri ve göz alıcı renkleri göstererek sormuşlar:
- Kumaş fevkalâde değil mi? Adamcağız, ne diyeceğini bilememiş.
"Adam sen de, doğruculuk bana mı kaldı, otururum oturduğum yerde" diye düşünmüş, Kumaşı ballandıra ballandıra methedip, seçtikleri renklere ve desenlere hayran olduğunu söylemiş. Sonra da Kral'a giderek:
- Eşsiz, göz kamaştırıcı, diye kumaşı öve öve bitirememiş. Kumaşın ünü bütün şehirde dillere destan olmuş. Herkes, kumaşın güzelliğini abartarak birbirlerine anlatıyormuş.
Kumaşın güzelliği ile ilgili övgüleri duyan Kral, daha fazla dayanamayıp içlerinde iki vekilin de bulunduğu kalabalık ve seçkin bir topluluğun eşliğinde, iki dolandırıcının yanına gitmiş.
Kral'ın vekilleri:
- Harika değil mi? Desen de, renkler de tam size lâyık, demişler.
. Kral, neye uğradığını şaşırmış:
"Bu da nesi? Hiçbir şey göremiyorum! Korkunç! Aman Allah'ım bir budala olduğumu anlarlarsa mahvolurum!" diye düşünmüş.
Birden toparlanıp haykırmış:
- Göz kamaştırıcı! Harika! Tam da benim istediğim gibi olmuş, demiş ve sanki gerçekten görüyormuş gibi tezgaha yaklaşmış. Olmayan kumaşı ellerine alıp, incelemiş, Diğerleri de yaklaşmış ve görmedikleri halde;
- Göz kamaştırıcı! demişler,
Kral'a bu elbiseyi büyük törende giymesini bile önermişler. Hep bir ağızdan;
- Göz kamaştırıcı! İç açıcı! Ne dense azdır, diye övme yarışına girişmişler. Herkes sevinç içindeymiş. İki düzenbaza madalya takılmış ve dokumacı başı rütbesine yükseltilmişler,
Törenden bir gece önce, dokumacıların gözüne uyku girmemiş; on altı mumun ışığında sabaha kadar çalışmışlar. Nihayet, kumaşı tezgâhtan indirir gibi yapmışlar ve koskoca makaslarla havayı biçmişler; ipliksiz iğne ile dikmişler ve sonunda elbise hazır deyip, çıkmışlar işin içinden,
Sahtekârlar, sanki ellerinde elbiseleri tutuyormuş gibi:
- İşte, pantolon ve ceketiniz, Sayın Kralım. Bir tüy kadar hafif, Zaten kumaşın değeri de burada, demişler.
Sahtekârlar:
- Efendim, dilerseniz yeni elbisenizi bir deneyin. Boy aynasının önünde yeni elbiseleri prova ederiz, demişler,
Kral soyunmuş ve adamlar olmayan elbiseleri tutmuşlar, giydirmişler, sözde ilikler gibi yapmışlar. Kral, aynada kendini seyretmiş ve şöyle bir dönmüş. Bütün dalkavuklar bir olmuş:
- Ulu Tanrım! Kırk bir kere maşallah! Ne çok yakıştı! Üzerinizde çok güzel durdu! Ne renk! Ne desen! diyerek, âdeta yarışıyorlarmış,
Başvekil odaya girmiş.
- Kral'im büyük tören başladı, demiş, Kral:
- Peki, hazırım, diye cevap vermiş.
Kral, törende kurula kurula ilerlerken, yolları ve pencereleri dolduran kalabalık haykınyormuş:
- Ne anlı, şanlı kıyafet!
Budala durumuna düşmek istemeyen halk, kumaşı görüyormuş gibi davranıyormuş. Kral, Kral olalı böyle bir hayranlık yaratmamış doğrusu!
O sırada, kalabalığın arasından güçlükle sıyrılan küçük bir çocuk, Kral'ı görünce kahkahalarla gülmeye başlamış:
- Kral çıplak! Kral çırılçıplak! diye avazı çıktığı kadar bağırmış.
Çocuğun sözlerini duyan Kraİ ve halk, şaşkınlıktan oldukları yerde kalakalmışlar. Halk arasında fısıldaşmalar başlamış. Nihayet herkes, Kral'ın gerçekten çıplak oldu-
ğunu anlamış. Kral, çok utanmış ve onuru kırılmış. Başını daha da dıkieştirmiş ve arkasında adamlarıyla sarayına kaçarcasına dönmüş.
Gümüş Para
Darphaneden çıkaı gümüş para, göz kamaştıracak kadar par-lakmış, Zıplamış, çınlarmış ve hayatın içine atılmış. Sahiden 19 de pek çok memleket dolaşmak varmış kısmetinde. Birçok el değiştirmiş, Çocuk, sıcacık yumuk ellerinde tutmuş. Cimri, buz gibi ellerinde sımsıkı tutup, üstüne titremiş. İhtiyarlar, Allah bilir kaç kere evirip çevirmişler. Gençler, tasasızca harcamışlar,
Bizim gümüş paramız, basıldığı ülkeden ayrılmadan önce, bir sene kadar dolaşmış. Nihayet günün birinde, yurt dışına çıkmış. Sahibi onu tam yola çıkarken bulmuş ve ülkesini hatırlatması için, yanına almaya karar vermiş, Hoplayan, sevinçle çınlayan gümüş parayı kesesinin dibine saklamış,
Bizimki, artık durmadan değişen yabancı arkadaşlar arasındaymış. Gümüş para ise hiç kımıldamıyormuş. "Demek ki, bana değer veriliyor; bir üstünlük bu," diye düşünüyormuş.
Aradan birkaç hafta geçmiş, dünyada bir hayli gezip tozmuş, ama nerede olduğunun farkında değilmiş. Onun durduğu keseye giren paraların kimi Fransız, kimi İtalyan olduklarını söylüyorlarmış. Yaptığı seyahat hakkında fikir edinebilmek için, bu kadarı yeterli gelmiyormuş ona- Kesenin dibindeyken hiçbir şey göremiyormuş ki!
Günün birinde, kesenin iyi kapanmamış olduğunu fark etmiş. Dışarıyı görebilmek için, cüzdanın ağzına kadar kaymış. Fakat merakı pahalıya mâl olmuş: Pantolonun cebine düşmüş. Adam, akşam soyunurken kesesini çıkarmış, ama gümüş para cebinde kalmış. Ote! görevlisi, yıkanması için pantolonu almış. Merdivenlerden inerken, gümüş para kaymış ve aşağıya, halının üzerine yuvarlanmış. Düştüğünü kimseler görmemiş, kimseler duymamış. Ertesi gün, yıkanmış elbiseler odaya bırakılmış, Yolcu, giyinmiş ve kayıp parayı orada bırakarak şehirden ayrılmış. Bir adam, gümüş parayı bulmuş ve hemen cebine indirmiş. Buna çok sevinen gümüş para, değişik yerler göreceği için çok heyecanlanmış.
Onu bulan adam:
- Bu ne biçim bir para böyle? Herhalde sahte olmalı; bir metelik etmez, demiş.
Gümüş paramızın maceraları aslında bu andan itibaren başlamış. Başından geçenleri, arkadaşlarına bakın nasıl anlatmış.
"Ee? Bir metelik etmez." İşte, bu sözleri duyunca sinirimden tir tir titredim. Ben, gerçek bir para olduğumu, yere düştüğümde çın çın öttüğümü, üstümdeki baskının kanuni ve gerçek olduğunu bilmiyor muydum sanki? Bu insanlar yanılıyor, diye düşündüm, Beni yerde bulan adam, "Bu gece, karanlıkta elimden çıkarırım." dedi.
Sahiden de dediğini yaptı; akşam hiç ses çıkarmadan beni aldılar, ama ertesi gün, ağız dolusu küfürü bastılar: "Sahte para! Şunu bir an önce defedelim başımızdan!"
Beni değersiz bulan insanların parmakları arasında titriyordum.
"Ne talihsiz başım varmış," diyordum, Değerliydim, arna neye yarıyordu sanki? Dünyada kimse kimseye gerçek değerini vermiyor, kendine göre kıymetlendiriyor, Günahsızlar boş yere bu kadar acı çektiklerine göre suçlular vicdan azabıyla neler çekîyorlardır kim bilir?
Beni harcamak için, her ceplerinden çıkarışlarında ödüm kopuyordu. Beni, sahte bir para gibi inceleyecekler, tezgâhın üstüne fırlatacaklar, diye bekliyordum.
Sonunda, ihtiyar bir kadının eline geçtim. Ona, çok çalışması karşılığında verilmiştim, Beni harcaması imkânsızdı. Kimse beni kabul etmek istemiyordu. Zavallı ihtiyar-cık için, gerçek bir kayıptım,
Kadın: "Bu sahte parayı birine vererek aldatmak zorunda kalacağım. Başka param yok ki, sadece bu sahte para var elimde. Ne yapayım, ben de onu, çok zengin olan fırıncıya veririm: O başkasından daha az zarar eder." diyordu.
Ben, bu fakir kadına vicdan azabı çektirdğim için, üzülüyordum. Ah! Gençliğimde beni pırıl pırıl görenler, günün birinde bu derece aiça-lacağımı tahmin ederler miydi hiç?
Kadıncağız, zenginlik içinde yüzen fırıncının dükkânına girdi; adam, para ala vere bu işin sarrafı olmuştu. Aldanır mı hiç? Beni tuttuğu gibi ihtiyarın suratına fırlattı.
Zavallıcık ekmek almadan, utanarak kös kös uzaklaştı. Artık bu kadarı benim için alçalmanın son perdesiydiî Kadıncağız, eve dönünce o tatlı gözleri ile baktı: "Hayır, artık kimseyi aldatmaya çalışmayacağım; sahte olduğunu herkesin görebilmesi için, bu parayı deleceğim, ama belki de bu para uğurludur. İçime doğdu sanki, Evet, öyle olmalı, Parayı tam ortasından deler, kurdale geçiririm; komşunun kızının boynuna takarım."
Dediği gibi yaptı, delinmek benim için hiç de hoş olmadı doğrusu. Bununla beraber, iyi niyetle yapılanlara tahammül ediliyor, Kurdaleyi delikten geçirdi, ben bir madalyon oldum. Gülümseyen, beni öpen güleç yüzlü kızın boynuna takıldım, Geceyi, bu iyi yürekli çocuğun göğsünde geçirdim,
Sabah olunca, annesi beni evirdi çevirdi, Bir şeyler tasarlamakta olduğunu hemen anladım, Makası alıp, kurdaleyi kesti ve beni sirkeye yatırdı, Ah! Öyle banyo düşman başına! Yeşilimtırak oldum. Deliği macunladı, akşam karanlığında, piyango satıcısına gidip bir bilet aldı, Yeni bir hakaret bekliyordum, Gene fırlatıp atacaklar, üstelik bunu kendini beğenmiş çil paranın önünde yapacaklar, sanıyordum. Bu utançtan yakayı sıyırdım. Piyangocunun başı kalabalıktı, âleme dert anlatıyordu; beni öbür paraların arasına fırlattı. Kadının biletine bir şey çıkıp çıkmadığını bilmiyorum, ama bildiğim bir şey vardı; o da, sabah olur olmaz sahte para zannedip, bir tarf ayrıldığımdı. Elden ele, evden eve geçiyordum.
Kimse bana güvenmiyordu, ben bile kendi değerimden kuşkulanmaya başlamıştım, Allah'ım! Ne kötü günlerdi onlar!
Yabancı bir yolcu gelince, ilk işleri hemen beni ona veriyorlardı. Yabancı, beni harcamaya kalkışınca, bir] yaygaradır kopuyordu:
"Sahte bu! Hiçbir değeri yok!"
Yüz defa işitmek zorunda kaldığım onur kırıcı sözler, hep bunlar olmuştur.
Bir yabancı, beni iyice inceledikten sonra dudaklarında bir tebessüm belirdi. Bu, olağanüstü bir şeydi. "Aaa!" diye haykırdı, "Benim ülkemin parası! Delmişler, sahte para sanmışlar, Bende dursun, ülkeme götüre-1 yim,"
Bu sözleri duyunca, sevinçten aklımı oynatıyorum zannettim, Böyle itibar görmeyeli uzun zaman olmuştu. Bana gerçek para diyorlardı, yakında yurduma dönecek ve herkesten güler yüz görecektim. İmkânı olsaydı, sevinçten kıvılcımlar saçacaktım.
Öbür paralarla karışmayayım diye, beni ayırdılar, Sahibim, memleketlilerine rastlayınca beni onlara gösteriyordu, İçlerinde, hikâyemi ilgi çekici bulanlar bile çıktı.
Nihayet vatanıma kavuştum. Çilem dolmuştu, hayattan yeniden zevk almaya başladım, Kalbimi kırmıyorlar ve hakaret etmiyorlardı, Delikten ötürü sahte paraya benziyordum, ama kimse buna aldırış etmiyordu.
Yaşadıklarım, sabırla ve zamanla her şeyin gerçek değerini bulup, anlaşıldığını ispat etti, dedi gümüş para, hikâyesini bitirirken.
Parmak Kız
Bir kadının çocuğu olmuyormuş. İhtiyar bir büyücüye gidip:
- Ben, çocukları çok seviyorum, ama Allah bana bir Atan çocuk vermedi, Yalvarırım, bana yardım edin, demiş.
Büyücü:
- Elbette, bir çaresine bakarız. Al bu arpa tanesini, Bu arpayı ne tavuk yer, ne de köylü tarlasına eker, Bir saksıya ek, sonra ne olacağını görürsün, demiş,
Kadın, teşekkür ederek büyücüye biraz para vermiş. Evine dönünce, arpa tanesini bir saksıya dikmiş. Her sabah, uyanır uyanmaz saksının başına koşuyormuş. Saksıyı pencerenin önüne, en iyi güneş alan yere koymuş. Büyük bir dikkatle ve bakımla, çok geçmeden tıpkı lâleye benzeyen iri bir çiçek açmış, Lâlenin taç yaprakları kapalı duruyormuş.
Kadın, sarı kırmızı yapraklan öperken: - Ne kadar güzel bir çiçek, demiş,
Tam da o sırada çiçek açılıvermiş. Bu, lâlelerin en güzeliynniş, Kadıncağız, lalenin ortasında büzülüp oturmuş, parmak boyunda bir çocuk görünce sevincinden çılgına dönmüş. Gözlerine inanama-yarak, uzun bir zaman hayranlıkla bakmış. Hayalinin gerçekleştiğini anlayınca, parmaklarını uzatmış ve yavaşça almış onu, Adını, Parmak Kız koymuş.
Ceviz kabuğundan beşik, menekşe yaprağından döşek, gül yaprağından yorgan yapmışlar. Geceleri orada uyur, gündüzleri masanın üstünde oynarmış. Kadın, masanın üstüne içi su dolu ve etrafı çiçeklerle süslü bir tabak ko-yarmış. Parmak Kız, bir lale yaprağına oturur ve onu tabağın içinde bir ileri, bir geri yüzdürürmüş. Bu hoş manzaranın seyrine doyum olmazmış. Parmak Kız, bir taraftan da öyle tatlı bir sesle şarkı söylüyormuş ki, duyanlar kendinden geçermiş.
Bir gece, çirkin bir kurbağa açık kalan bir pencereden eve girmiş, Kurbağa, küçük kızın çiçek yorganının mışıl mışıl uyuduğu masaya sıçramış. Islak ve yapış yapış kurbağa, gözlerini kocaman açarak küçük kıza bakmış:
- Oğluma güzel bir eş buldum! demiş ve çocuğun yattığı ceviz kabuğunu kaptığı gibi, açık pencereden bahçeye atlamış.
Evin yakınlarında, şırıl şırıl akan güzel bir dere varmış, İşte, kurbağa ile oğlunun evleri burasıymış. Kurbağanın oğlu, ceviz kabuğundaki güzel küçük kızı görünce:
- Kuvak, kuvak! diye bir çığlık atmış. Yaşlı kurbağa:
- Böyle yüksek sesle konuşmasana, uyandıracaksın! Kuğu tüyü gibi, hafif; korkar da uçuverir sonra. Derede açan nilüfer yapraklarından birine koyalım onu. Bir ada-daymış gibi, kaçamaz. Bu arada biz de bataklığın içinde bir ev yaparız. Sizin eviniz olur orası, demiş,
Sahiden de derenin ortasında, koca koca açmış nilüferlerin, suyun üstünde yüzen yeşil yaprakları görünüyormuş. En uzaktaki nilüfer, içlerinde en büyüğüymüş.
Yaşlı kurbağa, parmak kızı içinde uyuduğu ceviz kabuğu ile birlikte oraya bırakmış. Ertesi sabah, zavallı yavrucak uyandığında çok şaşırmış. Nilüferden Yf/ inmek istemiş, ama et-S rafının çepeçevre su ile W çevrili olduğunu anlayınca hüngür hüngür ağlamaya başlamış, İncecik sesiyle annesini çağırmış, ama onu kimseler duymamış. İhtiyar kurbağa, o sırada sazlar ve yapraklarla bir ev yapıyormuş, Bu evi, gelinine lâyık bir hale getirmek için uğraşıyormuş. İşini bitirdikten sonra, yanına oğlunu da alarak, küçük kızı koydukları nilüfere doğru yüzmüşler. Oraya varınca, küçük kızı selâmlayarak:
- İşte, seni kocanla tanıştırayım. Bataklıkta sizin için, eşsiz bir ev hazırlıyorum, demiş,
Oğlanın ağzından, "Kuvak, kuvak!"tan başka lâf çıkmamış.
Kurbağalar, kızı tek başına bırakarak, zarif küçük yatağı alıp yüze yüze dönmüşler. Çirkin bir kurbağa ile evleneceğini duyan kız, gözünden ip gibi yaşlar akıtarak ağlamaya başlamış, Derede yüzen kırmızı balıklar, kurbağanın söylediklerini duymuşlar.
Küçük kızı merak ettikleri için, onu görmeye gelmişler. Onu gören kırmızı balıklar, güzelliğine hayran olmuşlar.
Onun, çirkin bir kurbağa ile evlenmesine gönülleri razı olmamış. Balıklar suya dalmış ve nilüferin sapını kemirerek koparmışlar. Dalından koparılan nilüfer, akıntıya kapılarak kurbağaların yetişemeyecekleri kadar uzaklara sürüklenmiş. Küçük kız, bir süre yanı sıra yüzen kırmızı balıklara teşekkür etmiş. Balıklar evlerine dönerken, küçük kız onlara el sallayarak vedalaşmış. Nilüferin üzerinde güzel bir kız gören beyaz bir kelebek, daha iyi görebilmek için, yaprağın üstüne konmuş, Kızcağız, kurbağalar yetişemeyeceği için, çok sevinçliymiş. Güneş, suyun üzerinde altın gibi parlıyormuş, Kız, geçtiği yerlerin güzelliğini seyretmeye doyamıyormuş. Kemerinin bir ucunu kelebeğe, diğer ucunu da nilüfere dolamış. Böylelikle suyun üstünde daha hızlı yol almışlar. O kadar uzaklara gitmişler ki, başka bir ülkeye geldiklerinde kelebek geri dönmek zorunda kalmış. Küçük kız, iyi yürekli kelebekle vedalaşırken gözyaşlarına engel olamamış.
Yalnız kalan kız, derenin daha hızlı aktığını fark etmiş. Etrafına bakınca, hızla bir şelaleye sürüklendiğini anlamış. Korku içinde ne yapacağını düşünüyormuş. Küçük kızın bu akıntının içinden kurtulmasına, imkân yokmuş. Tam bu sırada bir leylek, uzun gagasıyla kızı yakalamış. Leylek derenin, ağaçların, çayırların üzerinden uçmuş ve süzülerek yere inmiş, Küçük kızı bir papatyanırvortasına
bırakmış. Kendisini kurtardığı için, leyleğe teşekkür eden kız, onun beyaz tüylerine bir öpücük kondurmuş. Kanatlarını sallayarak havalanan leyleğin arkasından uzun uzun bakmış. Küçük kız, kurtulduğu için seviniyormuş, ama bilmediği bir yerde yapayalnızmış. Kızın gözyaşları, güzel papatyanın beyaz yapraklarını yıkamış.
Kızcağız yaz boyunca, büyük bir ormanda tek başına yaşamış, Yağmurdan korunmak için, koca yapraklı bir çiçeğin altına yatak yapmış, Çiçeklerin özsuları ile susuzluğunu gidermeye çalışmış, Kış, peşinde soğuk rüzgârlarla çıka gelince, şakıyarak onu avutmuş olan kuşlar bir bir uzaklaşmaya, ağaçlar yaprakiarını dökmeye başlamışlar. Altında yaşadığı çiçeğin koca yaprağı sonunda dökülmüş. Elbiseleri eskidiği için, zavallı kızcağız soğuğa hiç dayanamıyornnuş. Kar yağıyor, her kar tanesi o ufacık vücudunu bir kürek toprak gibi örtüyormuş, Kuru bir yaprağa sarınmış, ama bir battaniye kadar ısıtmadığı için, tir tir titriyormuş.
Ormanın yanında büyük bir tarla varmış. Küçük kız, soğuktan titreye titreye ilerlemiş. Samanların altında bir tarla faresinin yuvası varmış. Tıka basa dolu bir odası, mutfağı, kileri, bir de dayalı döşeli yemek odası olduğundan farenin keyfi pek yerindeymiş. Ağzına koyacak bir lokması bile olmayan kızcağız, bu evin kapısını dilenci gibi çalıp bir arpa tanesi rica etmiş. İhtiyar fare, aslında çok iyi yürekliymiş, Kıza:
- İçeri gir küçük, odam sıcacıktır, Benimle birlikte yemek yer misin? Canın isterse kışı da burada geçirebilirsin. Yalnız bir şartla, odamı temiz tutacaksın. Ayrıca ben masallara bayılırım. Bana masal anlatır mısın? demiş, Küçük kız, çok memnun olmuş ve kabul etmiş.
Bir gün, fare:
- Komşum misafirliğe gelecek bugün. Onun hali vakti benden de iyidir. Geniş bir evi ve sırtında da siyah kadife bir kürkü var, Onunla evlenirsen rahat edersin, ama burnunun ucunu bile göremez. Bildiğin en güze! masalları anlatıp, onu eğlendirirsen çok mutlu olur, demiş. Farenin, komşum dediği köstebekten başkası değilmiş. Kızcağızın da kocanın böylesine varmaya hiç niyeti yokmuş.
Köstebek, az sonra sırtında kadife kürkü ile gelmiş. Farenin dediğine bakılırsa, güneşe ve çiçeğe tahammül edemiyormuş.
Misafiri hoş tutmak için, şarkı söylemek zorunda kalan kızcağızın sesini çok beğenen köstebek, çok mutlu olmuş. Farenin evine gelmek için, bir yeraltı geçidi kazan köstebek, onlara diledikleri zaman evini gezinmelerini teklif etmiş. Bunu söyledikten sonra, karanlık koridor boyunca hanımlara yol göstermiş. O sırada, yerde yatan bir kırlangıç görmüşler. Kanatlan yanına düşen, başını tüylerinin altına sokan kuşcağız, herhalde soğuktan ölmüş. Yaz boyunca cıvıl cıvıl ötmüş olan kuşlara karşı kızcağızın gönlünde sonsuz bir sevgi olduğundan, bu manzara ona pek dokunmuş. Köstebek, kırlangıcı ayağı ile iterek:
- Artık ötmüyor. Dünyada kuş olmak kadar kötü bir şey olamaz. Ötüşünden başka bir şeyi olmayan kuş, yoksulluk içinde yaşar ve kış gelince de ölür, dere:
- Evet, çok haklısın komşum. Ötmek neye yarar, yoksulluk içinde ölmek- tir sonları, diye doğrula-
Küçük kız, bu sözlere katılmıyormuş, Onlar görmeden kırlangıca eğilmiş ve başına bir öpücük kondurmuş,
- Belki bu da, yazın benim için neşeli neşeli ötenlerden biridir. Ona ne sevinçler, ne mutluluklar borçluyum, demiş,
Köstebek, hanımlara evini gezdirdikten sonra, evlerine kadar uğurlamış. Gece, kızın uykusu kaçmış. Saman çöplerinden bir örtü ören kız, geçide gidip kuşun üstüne örtmüş. Soğuktan korumak için, farenin evinde bulduğu pamuklarla güzelce sarmış,
- Elveda, zavallı kuş! Ağaçlar yaprakla örtülüyken, güneş üstümüze iyiliksever ışığını yayarken, bu yaz bana dinlettiğin neşeli cıvıltıların için, sana teşekkür ederim, demiş. Sonra, başını kuşun göğsüne dayamış, ama hemen kaldırmış. Çünkü hafif bir pıtırtı duymuş. Bu pıtırtı, ısınınca hayata dönen kuşun kalbinin sesiymiş. Sonbahar gelince kırlangıçlar, sıcak ülkelere göç ederler. İçlerinde geç kalan olursa, ölü gibi yere serilir ve karın altında gömülü kalır. Kız bir parmak boyunda olduğundan, kuş ona göre dev gibiymiş. Kırlangıcın üzerini iyice örten kız, bir nane yaprağını getirip kuşun başına koymuş. Ertesi gece, yeniden oraya gitmiş ve kuşun canlandığını görmüş. Kuş çok bitkin olduğundan, küçük kıza bakmak için gözlerini güçlükle aralayabilmiş.
Hasta kırlangıç:
- Sana çok teşekkür ederim güzel, küçük çocuğum. Beni ısıttın, yakında bir şeyim kalmayacak, O zaman, güneşin olanca parlaklığı ile ışıldadığı ülkelere uçmam mümkün olacak, demiş.
Kız:
- Oh! Hayır, dışarısı çok soğuk! Kar yağıyor ve her yer buz tutmuş. Sen yatağına yatıp, keyfine bak. Ben, sana bakarım, diye karşı çıkmış.
Bir koşu gidip, bir çiçek yaprağında su getirmiş. Kırlangıç suyu içerken, kanadını çalının dikenlerine çarpıp nasıl İncittiğini anlatmış. Bu kaza yüzünden, arkadaşları kadar hızlı uçamamış ve onlardan ayrı kalmış. Onlar da sıcak ülkelere doğru yollarına devam etmişler. Daha fazla dayanamadığı için, yere düşmüş. Kendini kaybettiği için, nasıl olup da buralara geldiğini bilemiyormuş. Zavallı kuş, bütün kışı orada geçirmiş. Küçük kız, fare ife köstebeğin yardım etmeyeceğini biliyormuş, Bu yüzden, her gün gizlice ona bakıyormuş.
Nihayet, ilkbahar gelmiş ve güneş toprağı ısıtmaya başlamış, Tamamen iyileşen kırlangıç, toprağın üstüne çıkmak istediğini söylemiş. Kız, köstebeğin kapattığı deliği açmış,
Kırlangıç:
Haydi, sırtıma bin; seni de ormana götüreyim, demiş,
Haber vermeden ayrı-lırsa, ihtiyar farenin çok üzüleceğini bilen kız:
- Teşekkür ederim, ama gelemem, diye cevap vermiş.
Kırlangıç güneşe uçarken:
- O halde hoşça kal iyi kalpli çocuğum! demiş. Küçük kızın gözleri yaşla dolmuş, çünkü kırlangıca öyle bağlanmış ki! Kuş son bir defa öterek, gözden kaybolmuş.
Küçük Kız'ın derdi başından aşkınmış, güneşe çıkıp ısınması da imkânsızlaşmış, Çünkü tarla faresinin evinin üstündeki buğdaylar büyüyüp, parmak boyundaki kız için aşılmaz bir orman haline gelmiş.
Fare kıza:
- Yaz geliyor. Kadife kürklü köstebek, ille de seninle evlenmek istiyor, Çeyizini hazırlamalısın artık. Sana yeni elbiseler lâzım, köstebek karısının hiç eksiği olmamalı, diyormuş.
Farenin verdiği çıkrıkla iplik eğiren kız, gece gündüz çalışıyormuş. Tarla faresinin çağırdığı dört örümcek, durmadan kumaş dokuyormuş. Köstebek, akşamları oturmaya geldiğinde toprağı ısıtan ve dayanılmaz hale koyan güneşi kötülüyormuş. Düğün, bu yüzden mevsim sonuna kalmış. Parmak Kız, her gün güneş doğarken ve batarken kapıya çıkıyormuş, Rüzgârda sallanan buğday başaklarının arasından göğün mavisini, tabiatın güzelliğini seyrediyor ve sevgili kırlangıcını düşünüyormuş. Kırlangıç çok uzaklara gitmiş, belki de hiç dönmezmiş.
Sonbahar geldiğinde kızın çeyizi tamamlanmış,
Fare:
- Dört hafta sonra düğün var, dediği zaman, Kız ağlayarak:
- Çirkin köstebekle evlenmek istemiyorum! demiş. Fare;
_ Hayır, İnatçılık yok! Böyle, yakışıklı bir erkekle evlendiğin için, ne mutlu sana. Kürkün böylesi kraliçede bile yok. Köstebeğin mutfağı, kileri tıklım tıklım dolu Karşına böyle bir kısmet çıktığı için, Allah'a şükret! diye çıkışmış,
Düğün günü gelip çatmış. Köstebek, kızı yerin altına götürmek için gelmiş. Kocası güneş yüzü görmediğine göre, o da bir daha göremeyecek I demekmiş. Tarla faresinin evinde hiç olmazsa, kapıdan bakmak yasak değilmiş,
Küçük kollarını kaldırarak:
- Hoşçaka! güneş! Işıklarının sızmadığı yeraltında yaşamaya mahkûmum ben! Buğday biçildiği için, açılan kap.dan birkaç adım atobıimı, Önünde duran ve eli değen kırmız, çiçeğe
- Hoşça kal güzel çiçek! Kırlangıca selâm söyle' diye seslenmiş.
Başının üstünde bir ses duymuş, Bir de bakmış ki, sevgili kırlangıcı yanında, Kız, sevinçle kırlangıcın boynuna sarılmış ve başına gelecekleri ona anlatmış. Anlatırken gözünden sel gibi yaşlar akıyormuş.
Kırlangıç:
- Kış yaklaşıyor, Sıcak ülkelere gitmeye hazırlanıyorum. Benimle gelmek ister misin? Sırtıma binersin, birbirimizden ayrılmayız. Uzaklara, çirkin köstebekten ve karanlık evinden uzaklara kaçarız. Güneşin pırıl pırıl ışıldadığı, göz kamastına güzellikte çiçeklerin açtığı sıcak ülkelere ulaşmak için dağları aşarız. Ben, yarı donmuş baygın yatarken, canımı kurtaran sevgili küçük, benimle gel.
Küçük kız:
- Seninle seve seve gelirim! diyerek kuşun sırtına binmiş. En kalın tüylerden birine kuşağını bağlamış. Ormanların, denizin, karla örtülü ulu dağların üstünden uçmuşlar, Bu derece soğuğa alışık olmayan küçük kız, tüylerin altına büzülmüş. Üstünden geçtikleri güzellikleri seyredebilmek için, sadece başı dışarıdaymış.
Nihayet, sıcak ülkelere varmışlar. Burada güneş daha canlı, gökyüzü bir kat daha yüksek gibiymiş, Bağlar, bahçeler, kayalıklar sanlı kırmızılı çiçeklerle süslenmiş. Yemye-şil ormanlar kuş cıvıltılarıyla doluymuş. Ağaçlardan limonlar, elmalar sarkıyormuş, Dünyanın en güzel çocukları, kırlarda bin bir renkli kelebeklerle oynuyorlarmış.
Çevresi ağaçlarla çevrili mavi bir gölün ortasında, beyaz mermerden bir saray görmüşler. Uzun sütunlarına asmalar sarılmış. Bu sütunların tepesinde de kırlangıç yuvaları varmış. Kırlangıcın yuvası da buradaymış.
- İşte, evime geldik. En güzel çiçeklerden birini seç. Seni oraya bırakayım, demiş,
Parmak Kız ellerini çırparak, - Ah! Çok mutluyum! diye cevap vermiş. Kırılan büyük bir mermer sütun, yerde yatıyormuş. I Aralarından güzel çiçekler fışkırmış. Kırlangıç, kızı bu çiçeklerden birinin ortasına yavaşça bırakmış. Parmak Kız, hayatından memnun ve sevinç içindeymiş,
Çiçeğin içinde cam gibi pırıl pırıl, bembeyaz bir genç adam oturuyormuş. Boyu bir parmak kadarmış.
Başında altın tacı, omuzlarında parlak kanatları varmış,
Bu, çiçeğin perisiymiş ve çiçek onun sarayıymış.
Kız, kırlangıcın kulağına usulcacık:
- Ne kadar da güzel, demiş.
Dev gibi kuşu gören çiçeklerin perisi biraz irkilmiş, ama kızı görünce çok şaşırmış. Ömründe bu kadar güzeline rastlamamış. Başındaki tacı kızın başına takmış ve ellerini tutarak.
- Benim eşim olmak ister misin? diye sormuş. Eğer kabul edersen, bütün çiçeklerin sultanı olacaksın.
Parmak kız, memnuniyetle kabul etmiş. O an, çiçeklerden çıkan erkekli kadınlı periler, uçuşarak onların etrafını sarmışlar. Onlara çeşitli hediyeler sunmuşlar, Parmak kız, verilen hediyeler arasında en çok omzuna iliştirilen ve çiçekten çiçeğe uçmasına yarayan bir çift kanada çok sevinmiş. Küçük kızın sevincine, yuvasında oturan kırlangıç da şakıyarak katılmış. Gene de içinden üzülüyormuş. Çünkü onu çok seviyormuş ve hiç ayrılmak istemiyormuş. Kırlangıç, bu masalları yazanın penceresinin önüne konmuş. Yazar, onun dönüşünü bekliyormuş ve bu serüveni ondan öğrenmiş.
Ölümsüzlük Otu
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde insanların çok mutlu olduğu, çocukların sokaklarında neşeyle oynadığı, hayvanların özgürce' yaşadığı bir ülke varmış. Bu ülkenin kralının, bir kızı yarmış, Kral, bir gün sarayın güzel bahçesinde dalgın dalgın dolaşıyormuş. Artık çok yaşlandığı için, kendisi öldükten sonra ülkesine ne olacağını düşünüyormuş. Çünkü yerine geçecek bir oğlu yokmuş, Kral, ölümsüz olmayı ve sonsuza kadar yaşamayı çok istiyormuş. Sonunda, ülkenin ünlü büj yücüsünü çağırmaya karar vermiş.
Yaşlı Kral:
- Bir an önce ölümsüz olmak istiyorum! Bunun için, elinden geleni yapmalısın, diye emretmiş.
Büyücü;
- Emredersiniz Kral'ım, diyerek evine dönmüş.
Büyücü, hemen işe koyulmuş ve ölümsüzlük iksiri yapmaya başlamış. Ateşe oturttuğu kazana büyülü sözler eşliğinde ha bire bir şeyler katıp, duruyormuş. Binlerce ot, çiçek, kaplumbağa kabuğu katarak karıştırmış, Sadece, ölümsüzlük otunu bulamamış.
Kralın huzuruna çıkarak:
- Sevgili Kral'ım, hiçbir yerde ölümsüzlük otunu bulamadım. Eğer onu bulamazsam, asla ölümsüz olamazsınız, demiş.
Kral, bir süre düşündükten sonra tellallarını çağırmış:
- Hemen bütün ülkeye duyurun! Ölümsüzlük otunu bulup, bana getirene kızımı vereceğim! demiş,
Tellallar, borazanlarını çalarak, bütün sokakları dolaşmışlar, O sırada, şehre yeni gelmiş bir denizci de tellalları dinliyormuş, Kalabalığın arasına karışıp, insanların güzel prenses hakkındaki sözlerini duyunca Kral'ın huzuruna çıkmaya karar vermiş. Denizci, yıllarca dünyayı dolaşmış, birçok tehlikeyle karşılaşmış, Bu yüzden, hiçbir şeyden korkmazmış, çok cesurmuş. Hemen saraya gitmiş, onu Kral'ın huzuruna çıkarmışlar:
- Kral, hazretleri ben ölümsüzlük otunu bulabilirim, demiş.
- Güçlü ve cesur birine benziyorsun. Eğer başanrsan güzel kızımı seninle evlendiririm. Sana bir yıl, bir gün süre veriyorum, Eğer bulamazsan, seni cellâdıma teslim ederim! demiş Kral.
Denizci, hemen limana gitmiş ve kuzeye giden bir gemiye binmiş. Gece gündüz, hiçbir yere uğramadan yol alan gemi, fırtınaları ve dev dalgaları aşarak dünyanın en soğuk ve en kuzey ucuna varmış. Gemiden inen denizci, günlerce yürüdükten sonra büyük bir dağı aşmış. Önünde büyük bir kayın ağacı ormanı varmış. Burnuna keskin bir reçine kokusu çarpmış. Ölümsüzlük otunu ormanda aramış, ama bulamamış. Ormandan çıkınca büyük bir göle varmış. Gölde bir kuğu sürüsü yüzüyormuş. Gölün çevresinde dolaşmış, aramış, ama burada da bulamamış. Gölün kenarında küçük bir köy varmış. Köyün meydanına vardığında delikanlıların ve genç kızların dans ettiğini görmüş. Baharın gelişini kutlayan köylüler, gece geç saatlere kadar eğlenmişler. Bu köyün insanları çok iyiymiş. Denizciyi çok iyi karşılayıp, karnını doyurmuşlar. Denizci yorgunluktan öldüğü için, geceyi orada geçirmeye karar vermiş.
Sabah erkenden kalkan denizci, ölümsüzlük otunu burada bulamayacağını anlamış, İyi kalpli köylülerle vedalaşıp, geyiklerin çektiği bir arabaya binerek yola çık- j mış. Limana varınca, doğuya giden bir gemiye binmiş. Dünyanın yansını dolaştıktan sonra, gemi bir limana yanaşmış. Liman çok kalabalıkmış, Aylarca gemide seyahat eden denizci, karaya ulaştığı için, çok mutluymuş. İçinden bir ses, ölümsüzlük otunu burada bulacağını fı-sıldıyormuş ona. Denizci dereleri, tepeleri aşmış; birçok şehirden geçmiş, Günİer sonra, yorulan ve karnı acıkan denizci, büyük bir incir ağacının altına oturup çantasından çıkardığı ekmeğini yemeye başlamış. Ölümsüzlük otunu ve güzel prensesi düşünen denizci, yere dökülen ekmek kırıntılarını taşıyan telaşlı karıncaları seyretmeye başlamış. Karıncalar, çok çalışkan canlılardır, Denizci, onlara saygıyla bakmış ve zarar vermemek için, çok dikkat etmiş. Karıncaların Kralı, denizcinin bu davranışını çok beğenmiş,
- Burada ne arıyorsun? diye sormuş. Denizci, sesin nereden geldiğini anlamak için, etrafına bakmış, ama kimseleri görememiş.
Karınca:
- Aşağıya bak, tam önündeyim! demiş,
Denizci yere bakmış, ama önünde küçük bir karıncadan başka bir şey görememiş.
- Sen mi, konuştun sevimli karınca?
- Evet, benim! Buralarda ne arıyorsun?
- Çok uzaklardan geldim. Ölümsüzlük otunu bulmak için, dünyanın yarısını dolaştım, ama bulamadım,
- Siz insanların çok değer verdiği bu otun nerede olduğunu biliyorum. Seni oraya götürebilirim, ama peşimden yavaş yavaş gelebilecek kadar sabırlı mısın? Benim hızıma ayak uydurarak, sabrını ispat edersen eğer dileğine kavuşursun.
Denizci, çok sabırlı bir insan değilmiş ama otu bulmak için her şeye katlanırmış, Karıncanın teklifini kabul etmiş.
Karınca önde, denizci arkada yola çıkmışlar. Çıkmışlar ama aslında yerinde sayıyormuş denizci, Bir adım, iki adım sonra bu işin hiç de kolay olmadığını anlamış. Önünde giden karınca, bir çakıl taşını, bir dalı, bir yaprağı aşana kadar geçen uzun sürede denizci sabırsızla-nıyormuş. Karıncayı yerden kaldırmamak için, kendini zor tutuyormuş. Az gitmişler, uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler bir de arkalarına bakmışlar ki, bir arpa boyu yol
gitmişler. Denizci, can sıkıntısından kurtulmak için, karıncanın hareketlerini inceliyormuş, Bir bilgenin sözlerini hatırlamış:
"Karıncadan ibret al, akıllı olmayı öğrenirsin." Karıncalar, her şeyi yöntemi! olarak bir matematik
problemi gibi çözerfer, Çalışarak, didinerek ve yumurtlayarak doğada yüzyıllarca var olmuşlardır.
Alnından soğuk terler akıyormuş denizcinin. Zaman havada asılı kalmış sanki. Başı dönüyor, gözleri kararıyormuş. Dakikalarca adımını atmak için beklemekten, yorulmuş. Günlerce yürüseymiş, bu kadar yorulmazmış. Bazen bu sıkıntıya dayanamayarak, çığlık çığlığa koşmak, ! koşmak istiyormuş, Karıncanın teklifini kabul ettiği için I kendine lanetler yağdınyormuş, Yine bu sabırsızlık anlarından birinde, dallardan birine konmuş bir çift kumru görmüş. Kumrular, hep çift dolaşırlar ve hiç ayrılmazlar. Kumruların ötüşü onu sakinleştirmiş. Güzel prensesi düşünmüş; güçlü olmaya ve sabretmeye karar vermiş. Karıncaya bakmış; ne yapacağını ve nereye gideceğini biliyor, hızlı hızlı engelleri aşıyormuş, Karıncanın bu hali, denizciye cesaret vermiş. Denizci bunları düşünürken, karıncanın sesini duymuş:
- Geldik!
Denizci kulaklarına inanamamış. Karınca, yeniden:
- Geldik! Bir insanoğlunun bu kadar sabırlı olacağına inanmıyordum, ama sen basardın, Şu dağdan akan kaynağı görüyor musun? İşte, o kaynağın arkasında bir mağara vardır. Ölümsüzlük otunu orada bulabilirsin. Yalnız, ihtiyacın olduğu kadarını al, demiş.
Denizci o kadar sevinmiş ki, hani mümkün olsa karıncaya sarılıp öpecekmiş, Dakikalar, saatler ve günlerce arkasından yürüdüğü karıncaya teşekkür etmiş ve ona son bir kez bakıp dağa tırmanmaya başlamış. Kaynağa vardığında hızla aşağıya doğru akan suların arasına dalmış. Kendini kocaman bir mağarada bulduğunda şırıl sıklam ıslakmış. Mağaranın içi de buz gibiymiş. Soğuktan titreyerek yavaş yavaş yürümüş. Mağaranın dibinde mor çiçekleri olan otlar varmış. Yere eğilip, ölümsüzlük otunu koparmış ve çantasına koymuş. Geldiği yoldan koşarak geri dönmüş. Günlerce yol aldıktan sonra, limana varmış, O sırada, ülkesine giden bir gemi demiriiymiş limanda, Bu gemiye yetiştiği için, çok sevinmiş,
Denizci, uzun bir yolculuğun ardından ülkesine dönmüş. Kralın verdiği bir yıl, bir günlük zaman dolmak üze-reymiş. Sarayın önüne geldiğinde askerler onu içeriye almak istememişler, Çünkü yolculuğu boyunca elbiseleri paramparça olmuş, Üstüne üstlük, uzun sakalıyla öa bir dilenciye benziyormuş, Denizci, derdini anlatana kadar akla karayı seçmiş. Sonunda, onu Kral'ın huzuruna çıkarmışlar. Denizci, saygıyla eğilmiş ve Kral'ı selamlamış. Tahta yaklaşmış ve çantasını açıp, ölümsüzlük otunu Kral'a uzatmış. Gözlerine inanamayan Kral, çok sevinmiş, Ölümsüzlük otunu büyücüye vermiş. Ölümsüzlük iksirinin eksiği kalmamış artık. Büyücü, iksiri hazırlamış ve altın bir kadehe doldurup Kral'a sunmuş,
Muradına eren Kral, denizciyi hediyelere boğmuş, En güzel kumaşlardan, en güzel elbiseleri diktirmiş. Denizci birkaç gün dinlenmiş ve eski gücüne kavuşmuş. Güzel elbiselerini giymiş ve sapı mücevherlerle süslü kılıcını beline takmış, Artık düğün için hazırmış. Saraydaki bütün hazırlıklar tamamlanınca, düğün başlamış. Mutlu ülkenin mutlu insanları süslenen sokaklarda yiyip, içip, dans etmişler. Sabırlı ve cesur denizci ile güzel prenses, sonsuza kadar birbirlerini çok sevmişler; mutluluk içinde yaşamışlar.
Küçük Denizkızı
Denizin derinliklerinde, fa en dibinde, su mavi ve cam gibi saydamdır. Öylesine derindir ki, derinliğini ölçebilmek için üst üste sayısız kubbeler, kuleler yığmak gerekir. Deniz canlılarının ülkesinin sadece kum dolu olduğunu sanmayın, Evet, denizin dibi ilginç bitkiler ve ağaçlarla doludur, Suyun hafif bir dalgalanması bile onları canlıymışlar hareket ettirir, İrili ufaklı balıklar, havadaki kuşlar gibi dallarının arasından gelip geçerler, Deniz kralının sarayı, denizin en derin yerindedir. Sarayın duvarları mercandan, pencereleri en güzel sarı kehribardandır. Çatısını kapatan istiridyeler ve midyelerin açılıp kapanan kabuklan saraya ayrı bir güzellik katar, Her birinde öyle parlak inciler vardır ki, bunların en küçüğü bile bir kraliçe tacına yaraşacak büyüklüktedir.
Deniz kralının birbirinden güzel altı kızı vardı, Eşi öldüğü için, kızlarına yaşlı annesi bakıyordu, Güzel prenseslerin en küçüğü hepsinden güzeldi, Cildi gül yaprağı gibi yumuşak ve yarı saydam, gözleri derin bir göl gibi maviydi. Onun da ablaları gibi, bir balık kuyruğu vardı. Çünkü onlar denizkızlarıydı.
Çocuklar bütün gün, duvarlarında canlı çiçekler açan sarayın geniş salonlarında oynarlardı, Sarı kehribar pencereler açılınca, kırlangıçların açık camlarımızdan evlerimize girmesi gibi, balıklar da saraya girerlerdi. Onları okşayan prenseslerin ellerinden yem yerlerdi. Sarayın önünde, ağaçları koyu mavi ve ateş kırmızısı olan bir bahçe vardı. Meyveleri altın gibi parlar, sapları ve yaprakları durmadan sallanan çiçekleri küçük alevleri andırırdı, Yerler incecik beyaz kumlarla kaplıydı. Her tarafa yayılan mavi bir ışık, denizden çok, gökyüzündeymişsiniz hissini verirdi. Denizin sakin olduğu günlerde, ışık saçan küçük bir çiçeğe benzeyen güneş bile görülebilirdi,
Prensesler, bazen bahçede oyalanır, orasını diledik-ri gibi ekerlerdi. Biri bir balina biçimi verir, öbürü deniz :ma benzetir, ama en küçüğünün ki, güneş gibi yuvar-ktı ve sadece güneş rengi çiçekler dikmişti, Küçük denizkızı, sessiz ve düşünceli bir çocuktu. Ablaları batık gemilerde buldukları çeşitli şeylerle oynardı.
O, gül rengi güzel bir salkım söğüdün mor gölgesinin altına oturup, batık bir gemiden çıkardıkları sevimli bir
oğlan çocuğu heykelini süslemekle vakit geçirirdi. İnsanların yaşadıkları dünya üstüne anlatın hikâyeleri dinlemekten çok hoşlanırdı, İhtiyar büyük nnesine şehirleri, insanları ve hayvanları anlatması için ılvarırdı. Yeryüzündeki çiçeklerin, denizde rastlamadı-ı mis gibi bir koku yaymalarına ve ormanların yeşil ol-lasına çok şaşırıyordu, küçük denizkızı. Balıkların ağaç-ırda nasıl olup da ötüşüp uçuştuklarına akıl sır erdiremi-Drdu, Büyük anne, küçük kuşlara balık diyordu, çünkü aşka türlü anlamalarına imkân yoktu.
Büyükanne:
- Ancak on beş yaşınıza girdiğiniz zaman, deniz yüzeyine çıkabilirsiniz. O zaman, ay ışığında kayalara oturup, büyük gemilerin geçişlerini seyredebilir, ormanları ve şehirleri uzaktan görebilirsiniz, diyordu.
Gelecek yıl, kızların büyüğü on beşine basacaktı. Kardeşler arasında birer yaş olduğuna göre, en küçüğünün denizin dibinden çıkmasına daha beş senesi var demekti. Ablaları, ilk çıkışında göreceği harikaları mutlaka "İp gelip onlara anlatacağına söz vermişti. Çünkü büyükannenin ağzından lâf dirhemle çıkar, çok az
konuşurdu, Hâlbuki onların bilmek için yanıp tutuştukları neler vardı! İçlerinde en meraklısı, şüphesiz en küçüğüydü, Çoğu geceler, balıkların yüzgeçleri ve kuyrukları ile dövdükleri mavi suları bakışları ile delmeye uğraşarak açık pencerenin önünde otururdu. Gerçekten de bir gece, ayla yıldızları görebilmişti. Denizin derinliklerinden bakınca, denizkızına solgun ve kocaman görünüyorlardı. Onları kara bir bulut örtünce, o sırada bir balinanın ya da büyük bir geminin geçmekte olduğunu anlıyordu. İnsanlar, derinlerde, küçük bir denizkızının onlara beyaz ellerini uzattığını nereden bilsinler!
Büyük prensesin on beş yaşına bastığı ve yeryüzüne çıkacağı gün, nihayet geldi. Ablaları yüzeye çıkıp, geri döndükten sonra, heyecanla gördüklerini anlatmaya başladı:
- Ah! Ay ışığında kumlara uzanıp, ışıkları yüzlerce yıldız gibi parlayan şehri seyretmeye, uzaktan duyulan müzik seslerini, kilise çanlarını ve insanların seslerini dinlemeye doyum olmuyor!
Küçük denizkızı, ablasını can kulağı ile dinliyordu, Her gece, penceresinin önünde oturuyor ve şehrin ışıklarını düşünüyordu. Bazen, çan seslerini duyar gibi oluyordu,
Ertesi yıl, ikincisinin yaşı dolunca heyecan içinde hazırlandı ve yüzeye doğru yüzdü. Güneş, ufka değdiği sırada sudan çıktı, Bu manzaranın göz kamaştırıcı güzelliğine hayran olmuştu.
Dönüşünü -sabırsızlıkla bekleyen kardeşleri, etrafını sardılar, O da anlatmaya başladı:
- Bulutlar, düşündüğümden de güzel görünüyorlardı. Allı, morlu renkleriyle önümden geçerlerken, gökyüzünde beyaz ve uzun bir duvak gibi uçan kuğu sürüsü gördüm, Ben de kızıl renkli güneşe doğru uçmak istedim, ama aniden yok oldu. Denizin yüzünü ve bulutları boyayan pembe ışık da,soldu.
Sonra, sıra üçüncü kıza geldi. İçlerinde en cesurları oydu. Geniş bir nehre girdi ve bağları, bahçeleri, tepeleri, yeşil ormanların arasındaki büyük şatoları ve çiftlikleri gördü, Kuşların seslerini dinledi. Güneşin sıcaklığı, birkaç kere serinlemek için derinlere dalmasına neden oldu. Bir koyda yüzen, oynayıp, bağıran çocukları seyretti. Onu gören çocuklar, korkarak kaçıştılar.
Siyah bir hayvan -köpek- öyle çok bağırdı ki, korkuya kapılıp, hemen denize dalmak zorunda kaldı.
Dördüncüsü, onun kadar cesur değildi, Gök kubbenin billur gibi olduğu ve kilometrelerce ötesinin kolayca görüldüğü denizin ortasında durmayı tercih etti. Uzaktan geçen gemileri seyretti. Yanıbaşında neşeyle takla atan yunus balıklarıyla oynadı. Burunlarından su fışkırtan balinaları gördü,
Sıra beşinciye geldi. Onun doğum günü kışa rastladı, ama diğerlerinin henüz görmediklerini gördü. Denizin yeşilimsi garip bir rengi vardı, her tarafta değişik şekillerde, elmas gibi ışıltılı buz dağları yüzüyordu.
- Her biri, insanların yaptıkları kubbelerden daha iri birer inciye benziyorlardı, diyordu.
En büyüklerinden birine oturdu, Çözüp, gelişi güzel rüzgâra bıraktığı saçlarını gören gemiciler uzaklara kaçıştılar. Akşam çıkan fırtına, gökyüzünü bulutlarla kapladı. Şimşekler çaktı, gök gürledi ve kararan deniz kaba-rarak koca koca buz yığınlarını oradan oraya sürükledi. Şimşeklerin kızıl parlaklığı ile ışıldayan buz dağları çok güzel görünüyorlardı. Bütün yelkenler toplandı ve denizciler dehşete kapıldılar. O, buz dağında rahat rahat oturdu ve yıldırımların zikzak çizerek suya inişini seyretti.
Yeryüzünü görmek için sabırsızlanan denizkızları, gördüklerinden büyüleniyorlardı, ama sonradan merakları azaldı,
- Evet, iyi hoş, ama hiçbir yer insanın kendi yurdu gibi olmuyor, diyorlardı.
Bazı akşamlar, kol kola suyun yüzüne çıktıkları olmuyor değildi. Hiçbir insanoğluna nasip olmayacak güzellikte, büyüleyici bir sesleri vardı. Fırtınada bir geminin batacağından şüphelenirlerse, oraya doğru yüzerler ve deniz dibindeki güzellikleri öven şarkılar söyleyerek denizcileri davet ederlerdi. Denizciler, bu güzellikleri hiçbir zaman göremediler. Çünkü gemi batar batmaz, insanlar boğuluyor, denizler padişahının sarayına ancak ölüleri geliyordu. Ablalarının arkalarından bakan küçük denizkızı, ağlamak istiyordu, ama denizkızlarının gözünde yaş yoktur; kalbi bu yüzden daha çok acı çekerdi;
- Ah! On beşime bir girsem! Üst dünyayı ve orada oturan insanları ne kadar seveceğimi şimdiden hissediyorum! diyordu.
Nihayet, o gün geldi. Büyükannesi:
- Gel, ablaların gibi seni de süsleyeyim, dedi.
Saçlarına, her yaprağı bir incinin yarısı kadar olan beyaz zambaktan bir taç taktı; sonra da yüksek mevkiini belirtmek için, prensesin kuyruğuna sekiz iri istiridye bağlattı.
- Canımı çok acıtıyorlar! dedi, küçük denizkızı. Yaşlı kraliçe;
- Güzel görünmek için, acıya katlanmak gerek, diye cevap verdi.
Genç kıza kalsa, bütün bu süsleri ve başını ağrıtan ağır tacı kaldırıp atar, kendisine çok daha yaraşan bançesinin kırmızı çiçek ferini takardı, ama ağzını açmaya cesaret edemedi.
Veda edip, sabun köpüğü gibi hafifçecik yüzdü.
Başını sudan çıkardığında, güneş batmıştı, ama bulutlar altın gibi parlıyor, akşam yıldızı göğün ortasında ışıldıyordu. Hava tatlı ve serin, deniz durgundu, Küçük denizkızı-nın yanıbaşında üç direkli bir gemi duruyordu; yalnız, bir tek yelkeni açıktı. Gemiciler, iplere asılı duran renk renk fenerleri yaktılar, Küçük denizkızı, sessizce gemiye doğru yüzdü ve pencerelerinden birine yaklaşarak içeriye baktı. İçerde çok iyi giyimli insanlar vardı. İçlerinde en yakışıklısı, on aitı yaşlarında, siyah saçlı, mavi gözlü, şahin bakışlı, genç bir prensti. Zaten bütün bu hazırlıklar, onun doğum gününü kutlamak için yapılıyordu.
Gemiciler güvertede dans ediyorlardı, Genç prens yanlarına gelince havai fişekler, etrafı gündüz gibi aydınlatarak, göklere yükseldi. Küçük denizkızı ürküp denize daldı, ama az sonra tekrar çıktı, Sanki gökyüzündeki bütün yıldızlar üstüne yağıyor gibiydi. Ömründe böyle bir şenlik görmemişti: Kocaman güneşler dönüyor, ateşten balıklar havayı deliyor ve bütün deniz duru ve sakin ışıldıyordu. Havai fişeklerin aydınlığında en küçük bir ayrıntı bile seçiliyor, insanları daha iyi görebiliyordu. Prens ne kadar da güzeldi! Herkesin elini sıkıyordu. Müzik, geceye tatlı nağmelerini yayarken, herkesle konuşup gülüyordu.
Vakit hayli ilerledi, ama küçük denizkızı geminin ve prensin seyrine doyamamıştı.
Yelkenler birer birer çözüldü ve gemi suda hızla yol almaya başladı, Prenses de peşine takılmış gidiyordu, ama deniz birden kabarmaya başladı, göğü kara kara bulutlar kapladı. Ta uzaklarda şimşekler çakıyor, müthiş bir kasırga kopacağa benziyordu. Gemi, coşkun denizin üstünde bir o yana, bir bu yana sallanarak hızla ilerliyordu, Dağ gibi yükselen dalgalar, gemiyi kâh bir kuğu gibi yuvarlıyor, kâh yukarı kaldırıyordu. Bu değişik yolculuk, önce denizkızının çok hoşuna gitti, Şiddetli sarsıntılarla gemi çatırdamaya başlayıp da direği kamış gibi kırılınca, kız tehlikeyi anladı. Gemi yan yatmış ve ambarlarına su dolmaya başlamıştı. Gemiden kopan kalaslardan ve kalıntılardan korunmak için biraz uzaklaştı,
Ortalık öyle karardı ki, göz gözü görmüyordu. Arada bir çakan şimşeklerin ışığında, gemidekilerin telâşını ve büyük bir sarsıntı ile ikiye bölünüp, derin sulara gömülen gemiyi gördü. Denizkızı çok sevindi, yakışıl rayına ineceğini düşündü, Sonra, insanların suda yaşayamadıklarını ve babasının sarayına ölmüş olarak geleceğini hatırladı.
O zaman, tehlikeyi göze aldı ve geminin kalıntılarının arasından yüzerek geçti. Aradı, aradı; sonunda ölmek üzere olan prensin yanına ulaştı. Küçük denizkızı, prensi yüzeye çıkardı ve başını suyun üstünde tutarak kendini akıntıya bıraktı.
Ertesi sabah, hava düzelmişti, fakat gemiden eser yoktu. Kızgın güneş, genç prensin yanaklarına can getirmek ister gibiydi, ama gözleri sımsıkı kapalıydı. Denizkızı, prensin alnına bir öpücük kondurarak saçlarını düzeltti. Küçük bahçesindeki heykele benzetmişti onu. İyileşmesi için adaklar adadı, ama hala uyuyordu. Tepelerinde beyaz karlar ışıldayan mavi dağlarla çevrili bir yerin önünden geçiyordu. Yamacın altında güzel yeşil bir ormanın yanı başında, bir kilise vardı. Bahçelerde portakal ve elma ağaçları ve çok güzel çiçekler vardı. Biraz ötedeki bir kayalığa kadar uzanan deniz, ince ve beyaz bir kumla örtülü bir koy meydana getirmişti. Denizkızı prensi oraya bıraktı. Biraz sonra kilise çanları çalmaya başlayınca bahçelerin birinden bir alay genç kız çıktı. Küçük denizkızı yüzerek uzaklaştı ve zavallı prensi gözetlemek için bir kayanın arkasına gizlendi.
Oradan geçen bir genç kız, prensi buldu ve koşarak yardım çağırmaya gitti, Denizkızı, prensin kendine geldiğini ve çevresindekilere gülümsediğini görünce çok mutlu oldu. Prensi bir eve taşıdıklarını gören denizkızı, babasının sarayına döndü.
Her zaman dalgın ve sessiz olan denizkızının bu hali, o günden sonra daha da arttı. Ablaları yukarıda neler gördüğünü anlatması için çok ısrar ettiler, ama o bir şey anlatmadı. Prensi görebilmek için, birçok kez o koya gitti.Kayaların ardına gizlenerek, onu görebilmek umuduyla saatlerce bekledi. Bahçelerde yemişlerin olgunlaştığını, yüksek dağlarda karların eridiğini gördü, ama prensi göremedi. Her defasında denizin dibine daha üzgün m dönüyordu, Yüzüstü bırakılmış, unutulmuş çiçekleri uzun saplarını ağaç dallarına sa- %.u rarak, büyük yaprakları ile ışığın bile girmediği bir kubbe oluşturmuşlardı, Denizkızı, küçük bahçesinde oturuyor ve prense benzeyen küçük mermer heykelciğine kollarını dolayarak avunuyordu.
Sonunda bu acıya dayanamadı ve derdini ablalarından birine açtı.
Ablası da diğer kardeşlerine ve çok yakın arkadaşlarından birkaç denizkızına söyledi, İşe bakın ki, prensin gemisindeki şenliği seyreden biri varmış içlerinde. O hem prensi tanıyor, hem de krallığının nerede olduğunu biliyormuş, Ablaları, küçük kardeşlerini prensin yaşadığı şatonun önüne götürdüler. Bu şato, san ve parlak taşlardan yapılmıştı, Büyük mermer merdivenlerden bahçeye giriliyordu. Şatonun yaldızlı kubbeleri güneş gibi parlıyor, bahçesindeki heykeller canlı gibi duruyorlardı. Eşsiz perdelerle, halılarla döşenmiş, duvarları büyük resimlerle kaplanmış salonları göz kamaştırıyordu. Avludaki fıskiyeli havuzda yetişen en nadide bitkileri, güneş, billur bir kubbeden süzülerek ısıtıyordu.
Küçük denizkızı, o günden sonra sık sık şatonun çevresinde dolaşır oldu. Kıyıya yaklaşıp, sulara gölgesi vuran mermer balkonun altında oturmayı bile göze alıyordu. Mehtapta balkona çıkan prensi oradan görüyordu. Prensi birçok defalar, bir teknenin içinde gelip geçerken de gördü. Beyaz yelkenini görenler, kanadını açmış bir kuğu sanıyorlardı tekneyi. Balıkçıların, genç prensin iyiliğini övdüklerini duymuştu. Bu yüzden, onun hayatını kurtardığı için seviniyordu, İnsanlara olan sevgisi günden güne artıyor, sevgisi arttıkça da onların arasında olmak isteği büyüyordu. Onlar, gemilerle denizleri aşmasını biliyor, bulutların ötesindeki yüce dağlara tırmanıyor, sonsuz ormanlardan, yeşermiş tarlalardan faydalanıyorlardı. Denizkızı daha çok şey öğrenmek için, büyük annesine gitti ve ona:
- İnsanlar boğulmazlarsa, sonsuza kadar yaşarlar mı? Bizler gibi ölmezler mi? diye sordu,
- Tabii ölürler. İnsanların ömrü bizimkinden de kısadır, Bizim bazen üç yüz yıl yaşadığımız olur; sonra varlığımız tükenince, köpük haline geliriz, Çünkü denizin dibinde cansız vücutları alacak mezarlar yoktur. Ruhumuz ölümsüz değildir; her şey ölümle biter. Biz, tıpkı yeşil kamışlara benzeriz: onlar da kesildikten sonra bir daha ye-şermezler! Bunun aksine, insanların sonsuza kadar yaşayan bir ruhları vardır. O ruh, vücutları toprak olduktan sonra da yaşar ve parlak yıldızlara kadar çıkar. Biz, nasıl insanların memleketlerini görmek için suların derinliğinden çıkıyorsak, onlar da deniz canlılarının erişemeyecekleri uçsuz bucaksız yerlere, cennete yükselirler.
Küçük denizkızı, üzgün üzgün:
- Bizim neden ölümsüz bir ruhumuz yok? Bir gün bile insan olabilmek, sonra da cennete erişebilmek için, kalan günlerimi seve seve verirdim!
İhtiyar:
- Böyle budalalıklarla beni yorma! Biz burada, insanların yukarda olduklarından daha mutluyuz!
- Nasıl olsa bir gün gelip öleceğim ve bir köpük olacağım. Artık benim için ne dalgaların fısıltısı, ne çiçek, ne güneş kalacak! Ölümsüz bir ruha sahip olmanın çaresi yok mu büyük anne?
- Bir çaresi var, ama o da imkânsız gibi bir şey, Bir insanın, seni sonsuz bir aşkla sevmesi ve onun için dünyadaki her şeyden daha önemli olman gerekir. Ancak o zaman, sana bütün kalbi ve bütün ruhu ile bağlanırsa, senjnle evlenerek sonsuza kadar severse, ruhu senin bedenine geçer; sen de insanların mutluluğuna erişirsin. Böyle bir şey asla olamaz! Çünkü denizde üstün bir güzellik sayılan balık kuyruğunu, onlar yeryüzünün en çirkin şeyi sayarlar. Zavallı insanlar! Güzel olmak için, ayak dedikleri iki kaba desteğe ihtiyaç duyarlar!
Balık kuyruğuna bakarak, denizkızı mahzun mahzun içini çekti.
İhtiyar;
- Neşeli olalım! Varlığımızın üç yüz yılı içinde mümkün olduğu kadar eğlenelim. Üç yüz yıl, oldukça uzun
bir zamandır. Biliyorsun, akşam sarayda balo var. Haydi, gidip hazırlan güzel kızım, dedi.
Balo için hazırlanan saray, öyle göz kamaştırıcıydı ki, hayal bile edemezsiniz, Koca dans salonu sırf billurdandı. Her tarafa yerleştirilen binlerce iri kabuk, salonu mavimsi bir ışıkla aydınlatıyordu. Bu ışık şeffaf duvarlardan denize de yansıyordu. Altın ve gümüş gibi ışıldayan pullarla kaplı büyüklü küçüklü sayısız balığın yüzdüğü görülüyordu. Salonun ortasından geniş bir dere akıyor, içinde yunuslarla dans eden denizkızları o eşsiz sesleriyle şarkı söylüyorlardı.
En güzel söyleyen de, küçük denizkızı oldu. Öyle çok alkış topladı ki, sevincinden, bir an için yeryüzünü unuttu. Prensini ve ölümsüz ruhu hatırlayınca, eski kederine büründü yine. Eğlenceyi bırakarak usulcacık saraydan çıktı, küçük bahçesine gelip oturdu, Suları delen boru seslerini o zaman duydu.
- İşte, geçiyor! Bütün kalbimle, bütün ruhumla sevdiğim, bütün düşüncelerimde yer eden, hayatımın mutluluğunu emanet etmek istediğim insan. Onun uğruna her şeyimi feda ederim. Ablalarım dans ededursunlar; ben gidip, bugüne dek nefret ettiğim deniz büyücüsünü bulayım. O, belki bana bir akıl verir.
Bahçeden çıkan küçük denizkızı, büyücünün yaşadığı yere doğru yüzdü, Bu yoldan hiç geçmemişti. Ne bir çiçek, ne bir ot büyümüştü burada. İç karartıcı ve ürkütücü bir yolda ilerledi, Büyücünün garip bir ormanda yükselen evine uiaşabiimek için, prensesin bu korkunç yerden geçmesi lâzımdı. Burada, yerden çıkan yüz başlı yılanlara benzeyen yarı hayvan, yarı bitki canlılar vardı. Dallar, ucunda durmadan kımıldayan solucan gibi uzun ve yapışkan kollardı.
Korkuya kapılan küçük prensese kalsa, hemen geri dönecekti. Prensi için yoluna devam etti. Dallara takılmaması için, uzun saçlarını başına doladı ve kollarını göğsüne kavuşturdu. Bu şekilde iğrenç yaratıkların arasından balık gibi, hızla yüzerek geçti. Nihayet, iri deniz yılanlarının sarımtırak, çirkin karınlarını göstererek çörek-îndikleri ormandaki geniş meydana ulaş-Bu meydanın ortasında, batık gemilerden çıkan ölülerin kemiklerinden yapılmış büyücünün evi vardı. Büyücü, iri bir taşa oturmuştu ve insanların küçük kanaryalara yem verdiği gibi, bir kurbağayı besliyordu, Korkunç yılanları:
- Minik piliçlerim, diye seviyor ve süngerleşmiş göğsünde çöreklenmelerinden zevk alıyordu.
Prensesi görünce:
- Ne istediğini biliyorum. İsteklerin çok aptalca, ama başının belâya gireceğini bildiğimden, sana yardım edeceğim. Prens, seni sevip alsın ve sana ölümsüz bir ruh versin diye, balık kuyruğundan kurtulup, onun yerine insanların üstünde yürüdükleri iki ayak istiyorsun.
Bu sözleri söylerken, kurbağa ile yılanları yere seren tüyler ürpertici bir kahkaha attı.
- Her neyse, geldiğin iyi oldu, çünkü yarın güneş doğduktan sonra çok geç olacaktı. Dileğinin yerine gelmesi için, bir yıl daha beklemen gerekecekti. Şimdi ben sana bir iksir hazırlayacağım. Gün doğmadan önce, yeryüzüne çık ve kıyıya oturup, iksiri iç. O zaman, bir çift ayağa kavuşacaksın, ama keskin bir kılıçla kesiliyormuş-çasına canının yanacağını da söyleyeyim, Herkes güzelliğine hayran olacak; sen, nazlı yürüyüşünle gelip geçerken, her adımda canın yanacak, ayaklarından kanlar akacak, Bütün bu acılara katlanacaksan eğer ben de sana yardım ederim, dedi.
Denizkızı, prensi ve ölümsüz ruhu düşünerek, titrek bir sesle:
- Katlanırım, diye cevap verdi. Büyücü:
- Şunu da iyi bil ki, bir kere insan olduktan sonra, bir daha denizkızı olamazsın,
Babanın sarayını bir daha göremeyeceksin. Prens, sana bütün kalbi ve bütün ruhu ile bağlanmayacak olursa ve seninle evlenmezse hiçbir zaman ölümsüz bir ruha sahip olamazsın, ka bir kadınla evlendiği gün, kalbin kırılacak ve sen gaların üstünde bir parça köpük olacaksın.
Prenses, bir ölü kadar solgun:
- Razıyım, dedi. Büyücü:
- O halde, benim hakkımı da vermelisin, Denizkızları arasında sesi en güzel olanı sensin. Senden sesini istiyorum! Kıymetli iksirimin karşılığı olarak, senin en güzel şeyini istiyorum. Çünkü onun etkili olması için, ben de kendi kanımı akıtmak zorundayım.
Küçük denizkızı, titreyerek sordu:
- Sen benim sesimi alınca geriye ne kalıyor? Büyücü cevap verdi:
- Güzel yüzün, nazlı yürüyüşün ve manalı gözlerin. Bir erkeğin kalbini sımsıkı bağlamak için bunlar yeter. Haydi! Gayret! Çıkar dilini keseyim de sonra iksirimi veririm!
Prenses, bunu da kabul etti; zavallı yavrucak dilsiz kaldı. Büyücü, sihirli iksiri kaynatmak üzere kazanı ateşe oturttu.
Kazanı temizlemek için, birkaç tane yılan aldı. Sonra göğsünde bir yara açıp, siyah kanını kazana akıttı, Kazandan, korkunç, iğrenç bir koku yayan yoğun bir buhar yükseldi, İhtiyar, durmadan bir şeyler katıyordu. Karışım, fokur fokur kaynamaya başlayınca, timsah iniltilerini andıran bir ses çıkardı. İksir hazırlandıktan'sonra, duru bir su gibi oldu, Onu bir şişeye boşaltan büyücü, denizkızına uzatarak:
- İşte, iksirin hazır, artık gidebilirsin, dedi.
Denizkızı artık konuşamıyordu. Elinde yıldız gibi parlayan iksiri gören dallar, korkuyla gerilediler. Prenses, böylece ormandan ve uğultulu dalların arasından geçip gitti, Babasının sarayına geldiğinde, büyük dans salonunun ışıkları sönmüştü. Herkes uykuya çekilmiş olmalıydı, ama içeri girmeyi göze alamadı. Artık onlarla konuşamazdı, bir daha dönmemecesine yanlarından ayrılacaktı. Kederden yüreği parçalanır gibi oldu, Bahçeye süzüldü ve ablalarının bahçelerinden birer çiçek kopardı. Arkasına bakmadan hızla yüzeye doğru yüzdü.
Prensin şatosunu gördüğünde, güneş henüz doğmamıştı. Kıyıya oturup, iksiri bir seferde içti. Sanki bilenmiş bir kılıç vücudunun ortasından geçiyormuş gibi oldu, bayılıp ölü gibi yere serildi. Korkunç bir acıyla uyandığında güneş, denizin üstünde ışıl ışıl parlıyordu, Karşısında, siyah gözlerini ona dikmiş güzel prens duruyordu, Küçük denizkızı, balık kuyruğunun yerinde iki beyaz, zarif bacak olduğunu gördü,
Prens, kim olduğunu, nereden geldiğini soruyordu. O ise bir tek söz söylemeden, yüzüne baktı. Sonra delikanlı onu elinden tutarak, şatoya götürdü, Büyücünün söylemiş olduğu gibi, her adımda dayanılmaz acılar çekiyordu; bununla beraber, prensin kolunda, sabun köpüğü gibi hafifçecik, mermer merdivenlerden çıktı, Herkes zarif yürüyüşüne hayran olmuştu. Güzelliğine doyamıyorlar, ipekliler, bürümcükler giydiriyorlardı, ama o hep sessizdi, Onu giydirip, süsledikten sonra, elinden tutup prensin yanına götürdüler, Prens, onu yanına oturttu ve güzel şarkılar söyleyen kızları dinlemeye başladılar. O kadar güzel söylüyorlardı ki, prens de genç kıza gülümseyerek onları alkışlıyordu,
"Onun uğruna, bundan çok daha güzel bir ses feda ettiğimi bilse" diye geçiriyordu içinden zavallı prenses.
Şarkılardan sonra kızlar, güzel bir müziğin eşliğinde, zarif danslar ettiler. Küçük denizkızı, beyaz kollarını kaldırdı ve ayaklarının ucunda dans etmeye başladı. Herkes hayran oldu, kendinden geçti, Prens, bir daha ondan ayrılmayacağını söyledi, Dans ederken çektiği acıların kimse farkında değildi.
Ertesi gün, prensle beraber atla gezmeye çıktılar. Burcu burcu kokan ormanlardan geçtiler, yüksek dağlara çıktılar. Gece herkes uykudayken, usulca mermer merdivenlerden indi. Denizin serin sularına ayaklarını soktu, Birden ülkesini hatırladı ve kalbi acıyla doldu.
Bir gece ablalarını gördü, el ele tutuşmuş yüzüyorlar ve güzel sesleriyle şarkılar söylüyorlardı, Küçük denizkızı, kendini tutamayarak onlara el salladı. Tanıdılar ve onun yüzünden çektikleri üzüntüleri anlattılar, Her gece geliyorlardı. Bir gün, yıllardan beri başını sudan çıkarmayan babaannelerini ve başı mercan taçlı deniz padişahını bile getirdiler, ikisi de kızlarına ellerini uzatmakla beraber, ablaları gibi kiyıya gelmeye cesaret edemediler.
Prensin sevgisi günden güne artıyordu, ama eş olarak almayı düşünmeden onu sevimli bir çocuğu sever gibi seviyordu. Halbuki onun ölümsüz bir ruha sahip olması ve günün birinde
köpük olmamas, için prensin denizkızı ile evlenmesi şarttı. "Beni sevmiyor musun?" Kollarına alıp, aln,na bir öpücük kondurduğunda zavallı kızın gözlen, sanki bunları sormuştu.
Elbette, diye cevap verdi prens. Senîn kalb'n hepsininkinden temiz; sen bana herkesten daha bağlısın; üstelik bir daha göremeyeceğim genç bir kızı hatırlatıyorsun bana. Batan bir gemideydim, dalgalar beni genç kızların
yaşadıkları bir manastırın
yakın arma sürükledi. İçlerinde en genci beni buldu ve hayatımı kurtardı. Ben onu iki defa görebildim. Dünyada ondan başkasını sevemem! Sen, tıpkı ona benziyorsun Bazen gönlümde onun yerini aldığm bile oluyor. Küçük denizkızı:
_ "Dalgaların arasından manastıra kadar benim taşıdığım, bilmiyor. Bir başkasın, seviyor! O genç kız, bir manastırda kapalı; dışarı çıkmıyor. Belki bir gün, onu unutur ve beni sever, "diye düşündü.
_Günün birinde, prensin komşu kralın kızı ile evleneceği duyuruldu. Kralın ülkesine gidecek güzel bir gemi hazırlandı. Prensin düşüncelerini iyi bilen denizkızı, buna gülüp geçti. Çünkü prens ona:
- Annem ve babam, çok ısrar ettiği için prensesi bir kere gidip görmeliyim. Onunla evlenmem için, beni asla zorlamazlar. Onu sevemem, çünkü o senin gibi manastırdaki kıza benzemiyor, Bana kalsa sessizliğine rağmen, seninle evlenirdim, demişti.
Prens bunları söylerken denizkızının uzun saçlarına bir öpücük kondurmuştu.
Nihayet, bütün hazırlıklar tamamlanmıştı. Prens, denizkızını da yanına alarak yolculuğa çıktı. Gemi’de:
- İnşallah denizden korkmazsın, yavrum, dedi.
Sonra fırtınalardan, kudurmuş denizlerden, acayip balıklardan ve dalgıçların suların dibinde bulduklarından bahsetti. Kız, içinden gülüyordu, çünkü denizin dibini onun kadar bilen yoktu herhalde,
Denizkızı, herkes uyuduktan sonra ay ışığında etrafını seyretmek için dışarı çıktı. Babasının sarayını ve büyük annesinin gözlerini gördüğünü sandı. Bir gece, ablaları gemiye yaklaşmışlardı. Mahzun mahzun onun yüzüne bakıyorlardı. Prenses, gözleriyle kardeşlerine her şeyin yolunda gittiğini anlatmaya çalıştı, Tam o sırada, bir gemici gelince gözden kayboldular.
Ertesi gün, gemi komşu kralın
ülkesine vardı. Şehirdeki bütün çanlar çalıyor, her yerden müzik sesleri geliyordu. Onları karşılamaya gelen yüzlerce asker, limanda sıralandılar. Büyük bir kalabalığın arasından geçen arabalarla muhteşem bir saraya girdiler. Onların şerefine şenlikler yapıldı, balolar düzenlendi, Kralın kızı, yetiştirildiği manastırdan ne Küçük denizkızı, onu görmek için çok sabırsızlanıyordu. Nihayet, kız geldi, Ömründe bu kadar güzel bir yüz, böyle beyaz bir ten ve çekici iri siyah gözler görmemişti,
Prens onu görünce:
Sensin! diye haykırdı, Kıyıda hayatımı kurtaran
Yanakları ai al olan nişanlısını kucakladı. Sonra küçük denizkızına dönerek;
- Mutluluğun bu kadarı fazla! En çok istediğim şey gerçekleşti! Sen de benim mutluluğuma sevinmelisin, çünkü sen beni herkesten çok seversin.
Denizkızı, prensin elini öptü, ama kalbi paramparça olmuştu, Sevdiğinin evlendiği gün ölüp, köpük haline gel çekti.
Bütün ülke, düğün için hazırlanmaya başladı. Her tarafta şenlik vardı; tellâllar, borazanlarını çalarak bütün sokakları dolaşıp düğünü ilan ettiler, Büyük kilisede, gümüş kandillerde' kokulu yağlar yanıyor, papazlar buhurdanları sallıyorlardı. İki nişanlı, el ele tutuşup piskoposun duasını aldılar. Küçük denizkızı ipekliler, sırmalar içinde törene katılmıştı, fakat aklı yalnız çok yakın olan ölümünde ve bu yeryüzünde kaybetti ki erindeydi,
Aynı akşam, genç evliler, top atışları arasında gemiye bindiler, Yelkenler şişti; gemi, durgun denizin üstünde yavaşça ilerledi.
Gece yaklaşırken, değişik renklerde fenerler yaktılar ve denizciler güvertede neşeyle dans etmeye başladılar. Küçük denizkızı, insanların dünyasını ilk defa gördüğü geceyi hatırladı. O da aralarına katılıp, dans etti. Herkes, hayranlıkla onu seyrediyordu. Onun içinden geçenleri ve çektiği acıyı hiç kimse fark etmedi. Dans ederken, uğruna ailesini, yerini yurdunu, o güzelim sesini feda ettiğini ve onun yüzünden çektiği işkenceleri düşünüyordu. Onunla aynı havayı kokladığı, derin denizi, yıldızlı göğü seyredebildiği son geceydi bu. Ölümsüz bir ruhu olmadığına göre, onu artık sonsuz ve rüyasız bir gece bekliyor demekti. Gece yarısına kadar, çevresindeki neşeye katılıp, kalbindeki ölüm korkusu ile gülüp dans etti.
Nihayet, prensle prenses odalarına çekildiler. Ses seda kesildi, yalnız geminin kaptanı ayaktaydı. Beyaz kollarını geminin küpeştesine dayayan küçük denizkızı, doğuya bakıyordu. İlk güneş ışığının kendisini öldüreceğini biliyordu. O sırada, kendi kadar solgun ablaları denizden çıktılar: Uzun saçları suda yüzmüyordu, kesilmişti.
- Seni ölümden kurtarması için, saçlarımızı büyücüye verdik, O da bize, şu iyice bilenmiş bıçağı verdi. Güneş doğmadan önce, senin onu prensin kalbine saplaman gerek. Kanı ayaklarına dökülünce, balık kuyruğu haline gelecekler. Sen yine denizkızı olacak ve yanımıza gelebileceksin. Elini çabuk tut! Çünkü güneş doğmadan önce, mutlaka birinizden birinin ölmesi gerekiyor.
Ufuktaki şu kızıllığı görüyor musun? Birkaç dakikaya kadar güneş doğacak ve senin için iş işten geçmiş olacak! diyerek dalgaların arasına daldılar.
Küçük denizkızı, aşağıya inerek odanın kapısını araladı, başını prensin göğsüne dayamış uyuyan genç kadını gördü. Yanlarına yaklaştı ve çok sevdiği prensin alnına bir öpücük kondurdu. Sonra gittikçe daha fazla ağaran tan yerine gözlerini çevirerek, bir bıçağa, bir prense baktı. Bıçağı titrek bir elle kaldırdı ve... Hayır, yapamamıştı, Sessizce dışarı çıktı ve bıçağı denize fırlatı-verdi. Bıçağın değdiği yerde, sudan kan fışkırır gibi olmuştu, Denizkızı denize atladı ve vücudunun eridiğini hissetti.
Güneşin tatlı ve iyiliksever ışıkları soğuk köpüğe değiyordu, Küçük denizkızı kendini ölmüş hissetmiyordu. Parlak güneşi, kızıl bulutları gördü; üstünde binlerce saydam yaratık uçuşuyordu. Hiçbir insan kulağının işiteme-yeceği, son derece güzel bir melodi duyuyordu. Denizkızı, yavaş yavaş köpükten ayrılan ve tıpkı onlarınkini andıran bir vücudu olduğunu fark etti.
Hiçbir müziğe benzemeyen bir sesle:
- Neredeyim? diye sordu.
- Hava perilerinin arasındasın, merak etme. Denizkı-zınm ölümsüz bir ruhu yoktur, ancak bir erkeğin sevdası ile ona sahip olabilir; sonsuz hayatı bir yabancının elindedir, Tıpkı denizkızı gibi, Havva kızlarının da ölümsüz ruhları yoktur, ama iyilikleri ile onu kazanabilirler. Temiz hava götürmek için, vebalı havası insanları öldüren sıcak diyarlara uçarız, Havayı çiçek kokuları ile doldururuz, Geçtiğimiz her yerde yardım eder, oralara sağlık götürürüz. Üç yüz yıl iyilik ettikten sonra, insanların mutluluğundan faydalanabilmek için, bize ölümsüz bir ruh verirler.
Zavallı küçük denizkızı, sen de bizler gibi acı çektin ve hava perilerinin dünyasına kadar yükseldin.
Kollarını göğe kaldıran küçük denizkızı, ilk defa olarak gözyaşı döktü. Gemide, gülüşmeler, eğlenceler yeniden
başlamıştı. Küçük denizkızı, prensi ve karısını, üzgün gözlerle, denize bakarken gördü. Sanki dalgaların en derin yerine kendini attığını biliyor gibiydiler. Denizkızı, onlara el salladı ve hava perilerinin eşliğinde, göğe yükselerek pembe bir bulut oldu.
Eski Ev
Sokağımızdaki yeni ve bakımlı evlerin arasında, çok eski ve harap bir ev vardı. Kapısının üstündeki iâle çelenginin ortasındaki tarihe bakılacak olursa, neredeyse üç yüz yıllıktı. Kapının üzerinde, eski yazıyla yazılmış mısralar okunamayacak kadar silikleşmişti. Bazı günler, aralık kalan perdelerin arasından sert bakışlı ve asık suratlı portreleri görebiliyordum. Bir ejderha başı ile biten bir oluk, dama boylu boyunca uzanmış yatıyordu. Aslında yağmurun bu baştan akması gerekiyordu, ama oluk delik olduğu için ortasından akıyordu, Sokağın geniş pencereli ve beyaz duvarlı evleri, yaşlı komşularını hor görür gibiydiler, Eski evin şato merdivenleri gibi geniş, kilise kulesininki gibi dik mermer merdivenleri vardı, Büyük demir kapısı, pirinç tokmaklan ile eski kalıntıların kapılarına benziyordu.
Bizim evimiz bu eski evin tam karşısındaydı. Evimizin penceresinden bu eski evi seyretmeyi çok seviyordum, Bazı geceler, ay ışığında gölgelerin arasında kalan evi ürpererek seyrederdim. Evin duvarlarını süsleyen mızraklı asker kabartmalarının ve ejderhaya, yılana benzeyen olukların resimlerini yapmaktan hoşlanırdım,
Bu evde, sırtında kocaman düğmelen olan bir sabahlık ve başına taktığı peruğu ile yaşlı bir adam yaşıyordu, Sabahları gelip alış verişini yapan, odasını derleyip toplayan ihtiyar bir uşaktan başka kimseyi görmezdi. Ara sıra pencereye yaklaştığında onunla göz göze gelirdik, O zaman, başımı eğerek onu kibarca selamlardım. O da bana selâm verirdi. Yaşlı adamla hiç konuşmadığımız halde, arkadaşlığımızı ilerletmiştik.
Onun her gün yalnız olduğunu düşündükçe çok üzülüyordum. Bir pazar günü, kurşun askerlerimden birini kâğıda sararak aşağıya indim. Sokağın karşısına geçip, eski evin demir kapısını iterek açtım. İlk defa buraya giriyordum, Ağır kapı, insanın içini ürperten garip bir ses çıkardı. Bahçede çalışan yaşlı uşağa yaklaşarak, elimdeki peketi uzattım.
- Efendim, bunu beyefendiye verir misiniz? İhtiyar uşak, kendisine verilen görevi sevinçle yerine getirdi, kurşun askeri alıp eve götürdü. Birkaç saat sonra, kapımız ça-^1 lındı. Gelen yaşlı uşaktı. Yaşlı komşumuz, beni evine davet ediyormuş. Annem ve babam, çok şaşırmışlardı, ama oraya gitmeme izin verdiler. Hemen hazırlanıp, koşa koşa gittim. Evin içini göreceğim için çok heyecanlıydım. Kapıyı çalarken kalbim küt küt atıyordu, Yaşlı uşak, gülümseyerek kapıyı açtı. Dışarıdan çok harap görünen evin içerisi tertemizdi, Uşağın arkasından uzun koridorda yürümeye başladım. Koridorun duvarlarında, zırhlı şövalyelerle, ipekliler giymiş hanımların resimleri asılıydı. Bu koridorun ucunda büyük bir balkon vardı. Sağlamlığına sağlam değildi, ama kulpları aslan ayağı biçiminde eski çiçek saksıları ve yeşilliklerle süslenmişti.
Sonunda, ihtiyarın oturduğu odaya geldik. İhtiyar, gülümseyerek:
- Kurşun askerin için teşekkür ederim, küçük arkadaşım, Geldiğin için de ayrıca teşekkür ederim.
- Annemden, sizin yalnız yaşadığınızı duymuştum efendim. Kurşun askerimi, size arkadaş olması için yolladım, dedim,
İhtiyar, içten bir kahkaha atarak:
- Yok! Pek de yalnız sayılmam. Eski anılarım ara sıra bana misafirliğe gelirler, şimdi de sen geldin. O kadar da yalnız değilim, dedi.
Sonra raftan bir resim kitabı aldı, İçinde güzel dinsel törenler, artık yeryüzünde benzeri kalmamış acayip arabalar, maça beyi kılıklı askerler görülüyordu. Ben, resimlere bakarken, ihtiyar komşum yan odaya geçti. Doğrusunu isterseniz, bu ev sürprizlerle doluydu. Her köşesinde ilgi çekici bir şeyler vardı. Uzun bir sehpanın üstünde duran kurşun askeri görünce yaklaştım.
Kurşun asker:
- Ne olur, giderken beni de götür! Burada çok sıkılıyorum. Annenle babanın neşeli sohbetlerini, senin ve çok sevdiğim kardeşlerinin gülüşmelerinizi özledim, Bu ihtiyar, hiç konuşmuyor. Okşama, sevme nedir bilmiyor, gülmeyi de unutmuş, Bu ev bir mezara benziyor; ben böyle bir hayata katlanamam! dedi.
- O kadar sızlanma, diye cevap verdim. Burası benim çok hoşuma gitti, Sonra biliyor musun, eski anıları da ona ara sıra misafirliğe geliyorlarmış.
- Olabilir, ama ben görmüyorum.
- Ne yapalım, alışacaksın,
İhtiyar elinde tatlılar, elmalar ve fındıklarla dolu bir tepsiyle gülümseyerek içeri Yaşlı arkadaşımın getirdiklerini yerken, o bana sevgiyle
bakıyordu. Az sonra eve dönmek için izin istedim. Çok geç kalmıştım. Her şey için teşekkür edip, oradan çıktım. Arkamdan:
- Tekrar gel oğlum, diye seslendiğini duydum. Pencerede her gördüğümde, ihtiyar dostumu selâmlıyordum.
Bir süre sonra, eski eve ikinci bir misafirliğe gittim. Kurşun asker, yine şikâyet ediyordu:
- Artık canıma yetti! Burası çok kasvetli! Dayanamıyorum artık! Eski anıların nasıl misafirliğe geldiklerini biliyorum artık; benimkiler de geldiler, ama hiç hoşlanmadım. Sanki burada imişsiniz gibi, sizi karşı evde görüyordum. Sabah dualarınıza, müzik dersinize katılıyor, kendimi öbür oyuncakların yanında zannediyordum. Ne yazık! Meğer eski anılarınnmış. Söyle bakayım bana, kız kardeşin nasıl? Arkadaşım kurşun askerden de biraz bahset; o benden daha şanslı çıktı.
- Sen artık benim değilsin, diye cevap verdim, Hediyemi geri alamam!
Yaşlı arkadaşım, resimler ve oynamam için yaldızlı eski iskambiller getirdi, Sonra piyanonun kapağını açarak eski bir şarkı çaldı.
Küçük kurşun asker, haykırmaya başlamıştı. Kendini kaldırıp yere attı. Onu her yerde aradık, ama bulamadık. Kurşun asker bir aralığa girmiş olmalıydı.
Bir ay sonra, karlar bütün yolları kaplamıştı. Evlerin damları kalın bir karla kaplanmıştı, Odamın camı da buz tutmuştu. Dışarıyı görebilmek için, hohlayarak buzu erittim. Küçük bir delikten karşıki eski evi seyretmeye başladım. Kar, merdiveni, yazılan ve kabartmaları tamamıyla örtmüştü.
Kimseler görünmüyordu, sanki kimse yaşamıyormuşçasına ıssız görünüyordu. Sonradan, yaşlı arkadaşımın öldüğünü duydum. Onu görmek için eve gitmek istedim, ama annem ve babam beni bırakmadı. Gözlerimden yaşlar boşanıyordu, Ağlamak istemiyordum, ama bir türlü engel olamıyordum. Aynı akşam, gömülecek olan ölüyü almak üzere kapıda bir araba durdu. Bu arabanın arkasından giden olmadı; ihtiyarın bütün eşi dostu zaten ölmüştü, Tabutun arkasından el sallayarak, bir öpücük gönderebildim ancak. Onun yapayalnız ölmesine çok üzülmüştüm.
Birkaç gün sonra, eski ev satılığa çıkarılmıştı. Penceremden, şövalyelerin ve güzel kadınların portrelerinin, aslan ayaklı saksıların, meşe mobilyaların ve piyanonun götürüldüğünü gördüm. Bu manzara kalbimi acıyla doldurmuştu. Aklıma kurşun asker geldi.
Bahar gelince evi yıktılar. Birkaç saat içinde, ortada bir enkaz yığını kaldı.
Birkaç sene sonra, eski evin yerinde, önü demir parmaklıklı küçük bahçeii, yepyeni, güzel bir ev yükselmişti.
Yıllar sonra, bir zamanlar ziyarete gittiğim eski evin yerine yapılan bu evde karımla beraber yaşamaya başladım. Bahçeye çiçek diken karımı seyrediyordum. Karım, birden çığlık atarak elini çekti. Eline sivri bir şey batmıştı.
Hemen yanına koştum. Karım, toprağa bulanmış kurşun bir asker tutuyordu elinde. Çok şaşırmıştım, çünkü yıllar önce yaşlı dostuma hediye ettiğim kurşun askerdi bu. Oturup, karıma eski evi ve buranın ihtiyar sahibine can yoldaşı olsun diye kurşun askeri nasıl çıkarıp verdiğimi anlattım.
Dinlerken karımın gözleri yaşarmıştı,
- Ne olursa olsun, ben onu saklayacağım. Bana ihtiyarın mezarını gösterebilir misin? dedi,
- Nerede olduğunu bilmiyorum, bilen de yok. Bütün yakınları ondan önce ölmüşlerdi zaten, ben de çocuktum.
- Ah! Kimsesizlik ne kötü şey!
Karım, askeri mendili ile sildi. Onu hatıra olarak saklayacaktı.
Uyku Perisi
Akşam, yemekler yenildikten ve herkes bir köşeye çekildikten sonra, uyku perisi ortaya çıkar. Tüy gibi ayaklarıyla odalarda dolaşır ve sihirli değneğini kaldırıp bir balerin gibi döner. İşte, o zaman uyku bulutu her tarafa yayılır. Uyku perisini göremeyiz, ama geldiğini hissederiz, Uslu uslu oturan çocukların gözlerine renkli rüyalardan üfleyiverir, Onun kadar çok masal bilen yoktur. Güzel masallarından birine başladığında, bütün evren sessizce onu dinler, Onun masallarını anlatabilmesi için, yerlerinde duramayan çocukların uyuması gereklidir. Çocuklar uykuya dalar dalmaz, uyku perisi yataklarına oturur. Beyaz ve upuzun ipek elbisesi ile çok güzeldir, ama onu göremeyiz.
Elinde tuttuğu şemsiyelerinden biri rengârenk resimlerle süslü, diğeri ise resimsizdir. Akıllı ve uslu çocuklar için, renkli şemsiyesini açar. Uslu çocuklar, bütün gece rüyalarında, en güzel masalları görürler. Resimleri olmayan şemsiyesini, yaramazlığa çalışan çocukların başına açar, Onlar, ertesi gün uyandıklarında hiçbir rüya görmemişlerdir.
Şimdi uyku perisinin bir hafta, her akşam, küçük bir çocuğa nasıl misafirliğe geldiğini dinleyeceğiz.
Uyku perisi, çocuğu yatağına yatırdıktan sonra, fısıldayarak anlatmaya başlamış:
- Kulağın bende olsun.
Birden, saksıdaki çiçeklerin dalları uzamaya ve halılara, duvarlara tavana yayılmaya başlamış, Kocaman birer ağaç olup, küçük çocuğun odasını güzel bir koruluğa döndürmüşler. Ağaçların dallan çiçek açmış. Çiçeklerden yayılan mis gibi bir koku bütün odayı doldurmuş. Meyveleri altın gibi parlıyor, dallardan çilekli pastalar sarkıyormuş. Küçük çocuk, uykusunda gülümsemiş. O sırada, çocuğun kitaplarının durduğu masanın çekmecesinden tıkırtılar gelmeye başlamış.
Uyku perisi, masaya yaklaşıp çekmeyi açmış. Küçük yazı tahtasının üzerinde çırpınıp duran bir rakammış bu. Çünkü yanlış hesaplandığı için, kendi yerine dönmek istiyormuş, Kalem, hesabı düzeltmek istermiş gibi, sıçramış, ama elinden bir şey gelmemiş. Bu da yetmiyormuş gibi, yazı defterinden yürek parçalayan sesler işitilmiş, Her sayfada, baştan aşağıya, yanında küçük bir harf bulunan büyük harfler duruyormuş. Hemen yanıbaşlarında, küçük çocuğun yazdığı başka harfler varmış. Onlar, ayakta dikilmeleri gerekirken, yerde yüzükoyun yatıyorlarmış, Büyük harf:
- Doğru dürüst dursanıza! Dik durun ve kendinize çeki düzen verin! diye bağırmış.
Harfler:
- Biz de isteriz, ama yapamıyoruz, öyle hastayız ki!
- Size ilâç vermeli o halde,
- Yok, hayır! diyerek hemen toparlanmalarını bir gören olsaymış, gülmekten yerlere yatarmış. Askerler gibi, düzgün bir sıraya girmişler.
Uyku perisi:
- Şimdi masal anlatacak vaktim kalmadı, Bu yaramazları bir düzene koymalıyım. Bir, iki! Bir, iki.., Harfleri böylece yola getirmiş.
İkinci günün akşamı, küçük çocuk yatağına girmiş. Uyku perisi, sihirli değneğini kaldırıp eteklerini havalandırarak dönmüş, O zaman, odadaki bütün eşyalar konuşmaya başlamışlar, Hep bir ağızdan konuştukları için, odayı bir uğultu kaplamış. Sözlerinden hiçbir şey anlaşıl-mıyormuş, ama şikâyet ettikleri belli oluyormuş. Uyku perisi sihirli değneğini kaldırıp, bu gevezeleri susturmuş. Duvarda asılı duran bir manzara resmine yaklaşmış, Yaldızlı çerçeveli resimde, ulu ağaçlar, yemyeşil çayırlarda rengârenk çiçekler, ormanın çevresini dolandıktan sonra şatoların önünden geçip, denize akan küçük bir dere görülüyormuş, Uyku perisi, sihirli değneğini bu resme değdirmiş ve küçük çocuğun elinden tutup manzaraya girmiş, Kuşlar ötmeye, yapraklar sallanmaya bulutlar yollarına devam etmişler, Küçük demış. Çocuk, çıplak ayaklan ile yeşil çayırlarda dolaşmaya başlamış.
Ağaçların dallarının arasından süzülen güneş, üzerine vuruyormuş. Denize doğru koşmaya başlamış ve ayakları yerden kesip, uçmuş, uçmuş, uçmuş. Kendini kırmızı bir sandalın içinde bulmuş. Rüzgârdan usul usul sallanıyor, yelkenleri gümüş gibi parlıyor-muş. Boyunlarında ışıltılı bir mavi yıldız, başlarında da altın birer taç taşıyan kuğular sandalı çekerek yeşil bir ormanın önüne getirmişler.
Ormandaki ağaçlar, birbirinden güzel masallar fısıldamışlar çocuğun kulağına. Çiçekler, perileri anlatan şarkılar söylerken, kelebekler dans ediyorlarmış, Üstleri gümüş ve altın pullu göz kamaştırıcı balıklar, sandalın arkasından yüzüp, ona eşlik ediyormuş. Kuş sürüleri de kuğulara arkadaşlık ediyormuş. Küçük çocuk, çok mutluymuş. Ormanlar kimi vakit sıklaşıp ıssızlaşıyor, kimi vakit çiçek dolu ve güneşle aydınlanmış bir bahçeye dönü-yormuş. Kıyıda yükselen camdan ve mermerden şatoların önünden geçiyorlarmış. Şatoların balkonlarından prensesler sarkıyormuş. Bu kızlar, çocuğun her zaman beraber oynadığı arkadaşlarıymış. Kızlar, ellerinde tuttukları kalp şeklindeki şekerleri ona uzatıyorlarmış. Küçük çocuk, geçerken kalpli şekerlerden birini yakalamış, ama şeker ikiye bölünmüş. Kıza küçüğü, ona da büyük parçası düşmüş.
Her şatonun kapısında nöbet tutan bir prens varmış. Bunlar altın kılıçları ile selâma durup, üzümler, kurşun askerler atmışlar ona.
Küçük çocuğun sandalı, bir bulutlara yükseliyor, bir kentin ortasından geçip gidiyormuş. Tesadüf, yolu onu çok seven dadısının oturduğu şehre düşmüş. Yaşlı kadın, gülümseyerek ona el sallamış ve eskiden ona söylediği bir şarkıya başlamış:
Uzun bir gün boyunca seni özlerim.
Geceleri de, benim küçük çocuğum.
Ne öpücükler kondurmadım ki ben.
Dudaklarına, gözlerine, kollarına.
Yavrucuğum, uykudayken sen.
İlk sözlerini bana söyledin!
Bir gün sana veda etmem gerekti...
Git, haydi Tanrı razı olsun senden.
Deli gibi sevdiğim, küçük afacan melek.
Bütün kuşlar dadıya eşlik ediyor, çiçekler ahenkle sallanıyor, yaşlı ağaçlar da dallarını oynatıyormuş.
Üçüncü gün, yağmur bardaktan boşanırcasına ya-ğıyormuş! Küçük çocuk, yağmurun sesini uykusunda duymuş. Uyku perisi, çocuğun elinden tutmuş ve camın kenarına yaklaşmışlar, Su giderek yükseliyormuş. Sonunda, küçüğün penceresinin hizasına kadar gelmiş, O sırada, pencereye yanaşan bir gemiye atlamışlar. Gemi yolcularını aldıktan sonra, suyla dolan sokaklardan, caddelerden geçerek meydana varmış, Çocuk, gündüz saatlerinde yürüyerek geçtiği yerlerden büyük bir gemiyle geçiyormuş. Hava ansızın açmış; kilisenin yanından sapıp büyük gölde ilerlemişler. Çocuk, geminin güvertesinden gözden kayboluncaya kadar şehrine bakmış, Yolda sıcak memleketlere doğru yola çıkmış bir leylek sürüsüne rastlamışlar. Leylekler, birbirinin ardı sıra uçuyorlarmış. İçlerinden biri çok yorgun görünüyormuş. Sürünün en sonundan uçuyormuş. Aralarındaki mesafe gittikçe açılmış. Zavallı hayvan gergin kanatlan ile alçaldıkça alçal-mış, gücü git gide zayıflamış, bir iki çabalamış, ama boşuna. Ayakları gemi halatlarına değmiş; yelkenlerden aşağıya kaymış ve bum! Soluğu güvertede almış.
Gemicilerden biri, onu kümese piliçlerin, ördeklerin, hindilerin yanına koymuş.
- Şu gelene de bakın! demiş piliçler.
Hindi elinden geldiği kadar kabararak, kim olduğunu sormuş. Ördekler ağırbaşlılık taslayarak geri geri gidiyorlarmış.
Leylek, onlara sıcak Afrika'dan, piramitlerden, vahşi bir at gibi çölleri baştanbaşa dolaşan deve kuşundan bahsetmiş. Ördekler, hiçbir şey anlamamışlar, Bilgisizliklerini saklamak için;
- Aptal bir leylek işte! Siz de aynı fikirdesiniz değil mi? demişler.
Hindi:
- Alıklığın son perdesi! Gluu ederek kabarmaya başlamış.
O zaman, susan ley-k Afrika'yı düşünmüş.
Hindi lâf atmış;
- Pek güzel ince bacaklarınız var! Nerden buldunuz acaba?
Ördekler alaylı alaylı gülerek:
- Vak, vak, vak! diye bağrışmışlar. Leylek hiç oralı değil gibiymiş, Hindi:
- Neden, sen de bizimle birlikte gülmüyorsun? Beiki de senin akim ermemiştir. Yazık! Ne kafasızmış! Haydi, bırakalım şunu da, biz kendi aramızda eğlenelim.
O sırada, küçük çocuk kümese girmiş ve leyleği dışarı çıkarmış. Çocuğun elinden güverteye fırlayan leylek, çocuğa teşekkür etmek için kanadını kaldırmış ve sallamış. Sonra kanatlarını açarak sıcak memleketlere doğru uçup gitmiş,
Tavuklar gıdaklamış, ördekler vaklamış, hindinin ibiği ateş gibi kızarmış.
Küçük çocuk:
- Yarın, sizinle güzef bir çorba yaparız! diyerek uyanmış ve kendini yatağında bulunca çok şaşırmış,
Dördüncü gün, küçük çocuk cılız bir ses duymuş. Etrafına bakmış, ama kimseyi görememiş. Tekrar duymuş ve merdivenin başında bir fare görmüş. Yatağında doğrulup:
- Sen mi seslendin, minik fare? diye sormuş,
- Evet, seni düğüne davet etmeye geldim. Bu gece iki fare evleniyor. Yemek odasının penceresinin altındaki basamakta oturuyorlar, orada çok güzel bir evleri var.
- İyi, ama o kadar küçük bir delikten nasıl sığarım?
- Sen bana bırak, demiş.
Birdenbire çocuğun boyu kısalmaya başlamış. Küçülmüş, küçülmüş, sonunda fare kadar olmuş.
Çocuk küçüldüğü için, pijamalarının altından çıkana kadar çok uğraşmış, Böyle önemli bir düğüne çıplak gidemezmiş ya! Kurşun askerlerinden birinin elbisesini ödünç aimış, Üzerindeki asker üniformasıyla çok güzel görünüyormuş.
Fare:
- Annenizin yüksüğüne oturur musunuz? demiş. Sızı çekmek şerefine nail olayım,
Çocuk, annesinin yüksüğüne oturmuş ve düğüne gitmek için yola çıkmışlar,
Basamağın altında, onların sığabileceği yükseklikte bir yoldan geçmişler.
Yüksüğü çeken fare:
- Buradaki kokuyu beğendiniz mi? diye sormuş. Bütün yolu yağ ile cilaladılar. Ah! Ne güzel şey!
Sonra salona girmişler, Salonun sağında fare hanımla, solda da bıyıklarını kuyrukları ile sıvazlayan beyler oturuyormuş. Evlenecek çift, salonun ortasında duruyormuş. Oyuk bir peynir kabuğunun içinde ayakta duruyorlar ve herkesin önünde öpüşüyorlarmış.
Durmadan yeni davetliler geliyormuş. Öyle bir akın varmış ki, neredeyse birbirlerini ezeceklermiş. Nişanlılar kapının orta yerine gelip durmuşlar, Bu yüzden içeriye girmek de, çıkmak da imkânsızlaşmış, Odalara da, yağ sürülmüş, Bu hoş koku limonata, gazoz yerine geçiyormuş. Çerez olarak da nişanlıların ilk harflerinin oyulduğu yeşil bezelye tanesi gösteriliyormuş, Düğünde neşeyle dans eden farelerin arasına karışan çocuk, hayatı boyunca böyle bir düğün görmediğini söylemiş.
Küçük çocuk, geldiği taşıtla evine dönmüş, Odasına gelince aynaya bakıp, üniformasını görmeye çalışmış, ama boyu yetişmiyormuş, Hoplamiş, hoplamış, Gözlerini açıp, yatağın üzerinde zıpladığını anlayınca gülmekten yerlere yatmış. Onun kahkahalarını duyan annesi, kapıdan başını uzatıp:
- Neler oluyor? diye gülümsemiş, Beşinci günün akşamı, uyku perisi:
- Beni yanlarına çağıran o kadar çok insan var ki, bir bilseniz. Uykuları kaçınca, bütün gece yataklarında oturup düşünceleri kovmamı ve iyi bir uyku getirmemi dilerler içlerini derin derin çekerek, demiş ve etekleri uçuşarak yerinden fırlamış,
Mışıl mışıl uyuyan küçük çocuğun kulağına eğilip:
- Haydi, ablanın bebeğinin düğününe gidiyoruz! Çok güzei olacak! demiş.
Küçüğün elinden tutarak, masanın üzerinde duran küçük karton evin önüne getirmiş. Karton evin içi pırıl pırıl aydınlanmış. Kapısında da kurşun askerler nöbet tutu-yorlarmış. Nişanlılar hediyelerini almışlar, ama yiyecekleri reddetmişler. Çünkü sevgileri onlara yetiyormuş.
Kocası:
- Yazlık bir ev mi tutalım, yoksa seyahate mi çıkalım? diye sormuş,
Sürekli seyahat eden kırlangıç ile durmadan kuluçkaya yatarak civciv çıkaran tavuğa akıl danışmışlar. Kırlangıç, tatlı meyveleri, bulutlara değen yüksek dağları ve çok güzel bir havası olan sıcak diyarlardan bahsetmiş. Tavuk:
- İyi, hoş, ama o memleketlerde buradaki gibi kırmi-zılahana yok. Ben bütün bir yaz boyunca, yavrularımla kırda yaşadım, Bizim dolaştığımız ve canımızın istediği gibi eşelediğimiz bir kum ocağı vardı. Kırmızı lahana dolu bir bahçeye girer ve doyana kadar yerdik. Ne güzel günlerdi! Daha güzel bir yer düşünemiyorum! demiş.
Kırlangıç:
- Burada günler hep birbirine benziyor. Havalar da çok kötü geçiyor, demiş.
Tavuk:
- Alışılıyor, diye cevap vermiş,
- Çoğu zaman, çok soğuk oluyor, her yer buz tutuyor.
- Lahanalara iyi geliyor, demiş gene tavuk.
Dört sene önce, tam beş hafta süren yazımız olmadı mı? Öyle sıcak oldu ki, bunaldık, nefes alamadık, Sonra bizim buralarda, başka memleketlerdeki zehirli hayvanlar da yoktur. Yurdumuzu güzel bulmayanlar, burada yaşamaya lâyık değildirler!
Sonra ağlayarak devam etmiş:
- Ben de çok gezdim! Saatlerce uzaklıktaki bir tepeden geçtim, ama seyahat etmekten hiç zevk almadım!
Bebek:
- Evet, tavuk çok haklı, dağ görmeyi hiç canım istemiyor. İyisi mi, biz gidip şehir dışındaki kum ocağına yerleşelim. Lahana bahçelerinde gezintiler yaparız, demiş ve öyle de yapmışlar.
Altıncı gün, uyku perisi:
- Bu akşam, masal anlatmaya vaktim yok. Yarına her şeyi hazırlamam lâzım, pazar çünkü. Ben gidip kilise kulelerini şöyle bir dolaşayım bakalım, Küçük â cinler, seslerini tatlılaştırmak için çanları parlatıyorlar mı? Sonra tarlalara uğrayıp, rüzgârın, çayırların ve yaprakların tozunu alıp almadığına bakacağım. Sonra da daha iyi parlamaları için, gidip bütün yıldızları toplamam lazım. Onları önlüğüme koyarım, ama önce numaralamalıyım, Yoksa yerlerini karıştırabilirim, Of! Daha çok işim var! demiş.
O sırada, küçük çocuğun yatağının üzerindeki duvarda asılı duran büyük babasının resmi canlanmış,
Büyükbaba, başını çerçeveden uzatarak demiş ki:
- Torunuma güzel masallar anlattığınız için, teşekkür ederim, ama onu kandırmayın. Yıldızları nasıl, indirip de pariatacakmışsınız? Yıldızlar, bizim dünyamız gibi yuvarlaklardır, en iyi tarafları da öyle oluşlarıdır.
Uyku perisi:
- Teşekkür ederim, ihtiyar dede. Sen ailenin başısın, kabul ama ben senden daha yaşlıyım. Romalılar ve Yunanlılar, bana rüya tanrısı derlerdi. En iyi evlere girip çıkardım, gene de öyle. Küçük olsun büyük olsun, herkesle iyi geçinmesini bilirim, demiş.
Uyku perisi, şemsiyesini alıp gitmiş. Büyükbaba homurdanarak:
- Hele bakın! Artık bildiğini söylemek de mi yasak! diyormuş arkasından.
Yedinci günün akşamı, uyku perisi küçüğün kulağına eğilip fısıldamaya başlamış;
- Bugün, seni kardeşimle tanıştıracağım. Onun adı da uyku perisidir, ama o bir İnsana sadece bir kere misafirliğe gider. Misafir olduğu kimseyi atına bindirir ve masal anlatır. Sadece iki tane masal bilir: Biri, kimsenin aklına hayaline gelmeyecek kadar güzeldir. Diğeri ise, inanılmayacak kadar çirkin ve korkunçtur.
Bunları söyledikten sonra uyku perisi, küçük çocuğun elinden tutup, pencerenin önüne götürmüş:
- İşte, kardeşim geçiyor; ona ölüm de derler, demiş. Görüyor musun? Sadece iskeîet olarak gösterdikleri resim kitaplarındaki kadar çirkin değildir, Hayır, elbisesinde sim işlemeleri vardır. Güzel bir süvari üniforması giyer.
Atının ütünde, arkasından siyah kadife pelerini uçuşuyor. Şu doludizgin gelişine bak! Görüyor musun?
Küçük çocuk, uyku perisinin kardeşinin atına genç, ihtiyar birçok kimseyi bindirerek gelişini seyretmiş. Kimini önüne, kimini arkasına oturtmuştu. Mutlaka, şu soruyu sormakla işe başlıyormuş:
- Defterinizi görelim! Notlarınız nasıl? Bütün insanlar:
- Pekiyi! diye cevap vermişler.
İyi ve pekiyi alanlar, atın önüne oturmuş ve çok güzel masallar dinlemişler. Orta ve zayıf alanlar, arkaya geçip en korkunç hikâyeleri dinlemeye mecbur kalmışlar. Ağlayarak, attan inmek istiyorlarmış.
Küçük çocuk:
- Kardeşini çok sevdim, ondan korkmuyorum, demiş.
Küçük peri:
- Bu çok iyi, ama gayret et de defterinde hep iyi notlar olsun, demiş.
Büyükbaba, çerçeveden uzanıp:
- Çok öğretici bir şey, diye mırıldanmış, Demek ki, fikrini açıkça söylemenin faydalı olduğu da oluyormuş.
İşte, uyku pensinin bir haftası da böyle geçmiş. Bu akşam, gelirse size de anlatır çocuklar,
Melek
- Ne zaman yeryüzünde iyi bir çocuk ölecek olsa, Tanrı'nın meleği yere iner. Ölü çocuğu kucağına alır ve geniş kanatlarını açarak havalanır. Çocuğun sevdiği yerlerden geçerek, bir tutam çiçek koparır. Bu çiçekleri daha güzel açtırması için, gökyüzüne Tann'ya götürür. Tanrı, çiçekleri bağrına basar ve en üstün tuttuğuna bir öpücük kondurur, Bu öpücük ona bir ses verir ve onu mutluların korosuna katar.
Tann'nın bir meleği, ölmüş bir çocuğu gökyüzüne götürürken işte, bunları anlatıyormuş. Çocuk, bir rüyada gibi dinliyormuş. Çocuğun oynadığı yerlerden, çok güzel çiçekler açmış bahçelerin üstünden uçuyorlarmış.
Melek:
- Gökyüzüne dikmek için hangilerini götürelim? diye sormuş.
Az ileride, gösterişli bir gül fidanı duruyormuş. Kötü kalplinin biri onu kırmıştı, ama, Taze goncalarla dolu dalları solmuş, başlarını eğmişlerdi.
Çocuk:
- Zavallı gül! Onu yanımıza alalım da yukarıda Tanrı'nın katında yeniden yeşersin, dedi,
Melek, gülfidanını aidi ve çocuğu öptü; küçük, gözlerini hafifçe araladı, Her yerden çiçekler topladılar. Ne çoğu zaman beğenilmeyen aslanağzı, ne de menekşeyi hor görmeden, hepsinden topladılar.
Çocuk:
- Şimdi yeterince çiçeğimiz oldu, dedi.
Melek, başıyla onu onayladı, ama Tann'ya doğru uçmadılar.
Gece olmuştu bile, her yerde derin bir sessizlik sürüp gidiyordu. Samanlarla, küllerle, çöplerle dolu daracık, loş, küçük bir sokağın üstünden geçiyorlardı. Bütün bu kırık tabaklar, bütün bu kırık dökük alçı heykel parçaları, bütün bu paçavralar, göze pek hoş görünmüyordu. Melek, bu döküntüler arasından çocuğa bir çiçek saksısının parçalarını gösterdi; ondan dökülen toprak yığınının üstünde, solmuş bir kır çiçeğinin kökleri hâlâ duruyordu.
Melek:
- Götürelim onu, uçarken sana nedenini anlatırım, dedi,
Havaya yükseldiler, melek sözlerine devam etti:
- Orada, şu karanlık sokakta, zavallı hasta bir çocuk yaşardı. Küçük yaştan beri hastaydı. Arada bir kendini iyi hissederse, koltuk değneklerinin yardımı ile odasında dolaşırdı, hepsi bu kadar. Yazın, belirli saatlerde güneş ışınları bu yoksul evi aydınlatırdı.
Öyle zamanlarda, çocuk güneşte ısınırdı. Bunun için, Tann'ya şükrederdi. Ormanın o güzelim yeşilliğini, komşularının oğlunun getirdiği bir gürgen dalından öğrenmişti. Bu dalı yatağının yanına koyar, binlerce küçük kuşun tatlı cıvıltısının müziğiyle, kendini ulu ağaçların altında dinleniyormuş sanırdı.
Bir bahar günü, komşularının oğlu ona birkaç kır çiçeği getirmişti, İçlerinden birinin kökü vardı. Annesi onu bir saksıya dikti ve onun yatağının yanıbaşına koydu. Kısa zamanda çiçek sürgün verdi ve her yıl yeni çiçekler açtı. Hasta çocuğun yeryüzündeki tek hazinesi, bu çiçekti,
Onu düzenli olarak suluyor,üstüne titriyor, küçük pencereden giren güneş ışınlarının biı tekini kaçırmasın diye onu nereye koyacağını bilemiyordu,
Çiçek de çocuğun ha- i yalleri ile birlikte gelişip güzelleşiyor; onun için sürgün H veriyor, onun için koku saçı- II yordu. Tanrı, çocuğu yanına çağırdığı zaman, çiçeği boy nunu büktü. O çocuk, Tanrı'r yanına gideli bir yıl oluyor; çiçek pencerede unutuldu, gitti. Onu sokaktaki süprüntüierin arasına fırlatıp attılar, İşte, bu yüzden o bir kraliçenin bahçesindeki en gösterişli çiçekten bile daha değerlidir.
Çocuk:
- Sen bunları nereden biliyorsun? diye sordu.
- Çünkü koltuk değnekleri ile yürüyen o küçük hasta çocuk bendim de ondan.
O sırada, sevincin ve mutluluğun ölümsüz olduğu Tanrı cennetine girdiler. Tanrı, çocuğa dokununca onun da tıpkı diğer melekler gibi kanatları çıktı; el ele tutuşarak uçtular. Tanrı, bütün çileklere dokundu, ama kırların solmuş çiçeğini öptü. Çiçek canlandı ve sonsuza kadar uçuşan mutlu meleklerle birlikte şarkı söyledi.
Birinci Fındık Faresinin Yolculukta Görüp Öğrendikleri
Fındık sıçanı: Dünyayı dolaşmak üzere yola çıktığımda, diye söze başladı, ben de yaşıtlarım gibi kendimi al-lâme sanırdım, Ne kuruntu! Bilgin olabilmek için, kim bilir kaç kere bir yıl bir gün saymalı, gene de olunur mu olunmaz mı bilemiyorum. İlk İşim kuzeye giden bir gemiye binmek oldu, Aşçıbaşının eli lezzetli bir adam olduğu kulağıma çalınmıştı. Doğrusu, denizde ne bulup da ne pişirecekti, İçimden, belki çöp çorbası yapar diye geçiriyordum. Marifetini görürüz bakalım.
Halbuki gemi tıklım tıklım, domuz yağı, tuzlu et fıçıları ve en güzelinden buğday unu ile doluydu. Ne yalan söyleyeyim, bir elim yağda, bir eiim baldaydı. Çöp çorbasının lâfı bile geçmedi.
Geceli gündüzlü yol alıyorduk, gemi fena halde sallanıyordu, Kimi vakit dalga serpintileri bana kadar geliyor, sırılsıklam oluyordum, Nihayet varacağımız yere, kuzeyin ta ucuna vardık, Gemiyi, bıraktığım gibi karaya fırladım.
Ne kadar anlatsam da azdır, Hayatınızın en güzel yıllarını geçirdiğiniz delikten çıkıp, gene de delik gibi bir yer olan gemiye binmek, ondan sonra da kendini yerinden yurdundan yüz fersah ötede bulmak, tarif edilemez bir duygu.
Önümde büyük, derin çam ve kayın ağacı ormanları gördüm, keskin bir reçine kokusu etrafı sarmıştı, Önce bunu sucuk kokusu sandım; koruya daldım. Bu kokudan bana kalan tek yadigar şiddetli bir hapşırma oldu.
Gide gide sonunda büyük göllere vardım. Göller uzaktan geniş mürekkep lekelerini andırıyordu. Ama yakından, su açık ve duru idi. Bir sürü kuğu orada öylece hiç hareket etmeden duruyordu. Ben önce onları, bir köpük yığını sandım, fakat sudan çıkıp da, tıpkı kaz gibi paytak paytak yürümeye başlayınca şıp diye tanıdım. Kurumları yerindeydi ama, ne de olsa aynı soydandılar; kimse cinsini cibilliyetini tam gizleyemiyor.
Ben kendi cinsimden hayvanlarla beraber hareket ettim. Tarla ve orman fareleri ile arkadaşlık ettim, fakat onların da dünyadan haberleri yoktu; hele mutfak işinden hiç anlamıyorlardı, Yolculuğumun asıl amacı olan araştırmada bana hiçbir yardımları dokunamazdı. Çöp çorbasından konuya girdiğim zaman, bir kimsenin böyle bir şeyi aklından geçirmiş olmasını pek garipsediler, Dedikodusu bütün ormana yayıldı, Hayret ıslıkları etrafı çın çın öttürdü. Böyle bir şey yoktur ve olamaz deyip, çıktılar işin içinden, Benim araştırdığım sırdan hiç haberleri olmadığını artık öğrenmiştim, Ama, onlar da bana ormanda kokunun neden bu kadar keskin olduğunu, bitkilerin ve çiçeklerin neden mis gibi koktuklarını öğrettiler. Mayıs aymdaymışız. Denizde, fırtınadan göz açıp da vakti hesaplayamadığım için-farkında değildim, Bana söylediklerine göre, ağaçlar ve bitkiler bu yüzden öyle mis kokar, saf havada göller pırıl pırıl ışıldarmış, Orman sınırının yanında, etrafı birkaç köşkle çevrili bir meydanın ortasına koskoca bir sırık dikmişlerdi; bir gemi direği gibi yüksekti, Tepesine çiçekten çeienkier, kurdelâiar bağlanmıştı: mayıs ağacı imiş meğer. Delikanlı çiftçilerle çiftlik kızları avaz avaz türkü çağırarak, bir kemanın çaldığı havalara ayak uydurup etrafında hora tepiyorlardı. Güneş battı, ay çıktı onlar ha bire hopiadılar.
Beni hiç sarmadı, Bu şenliğe katılmak, benim için oyuncuların ayakları altında ezilmek demekti. Bir tutam yumuşak yosunun arasına, bir kenara çekildim. Elle tutulunca, saygıdeğer kiralımızın derisi gibi incecik, güzel yosun halının üstüne ay vurmuştu. Üstelik yemyeşildi. Yeşil, yorgun gözleri dinlendiren bir renktir. Benim gözlerim de bu kadar az bir zamanda bunca şey incelemek zorunda kaldıklarından pek yorgundular.
Aniden, her taraftan küçük, nazlı varlıkların ortaya çıktığını gördüm, Boyları dizime kadar geliyordu. Tıpkı insan gibidiyler, ama, daha biçimliydiler. Bunlar elflerdi. En güzel çiçek yapraklarından dikilmiş, en parlak böcek kabuğu kanatlarla süslenmiş göz kamaştırıcı elbiseler giymişlerdi. Renklerin seyrine doyum yoktu,
Sanki çayırda bir şey araştırıyorlardı; bazıları bana yaklaştı. İçlerinde en şirini, ayaklarımın arasında tuttuğum çöpü göstererek: "İşte, tam istediğimiz!" dedi. Seyahat bastonuma baktıkça memnunluğu artıyordu. "Size vereyim ama, bir şartla." dedim. "Geri verirseniz," Hep bir ağızdan: "Geril Geri!" diye haykırıştılar. Değneğimi uzatmamla almaları bir oldu. Kılık kıyafeti bu kadar yerinde olan kimselere güvenmiştim,
Zıplaya zıplaya, çimeni sert olmayan bir yere gittiler. Çöpü yere sapladılar, ucu sivri olduğundan sımsıkı tuttu. Artık maksatlarını anlamıştım: onlar da kendilerine göre bir mayıs ağacı istiyorlardı, Ömrümde böyle gösterişli bir şey görememiştim.
Küçük örümcekler, ufak değneği sırma tellerle sardılar, üstüne rüzgârda dalgalanan tül inceliğinde sancaklar dokuyup astılar. Beyazlarının parlaklığından, ay ışığında gözlerim kamaştı. Sonra bu hamarat hayvancıklar, uyuyan kelebeklere gidip kanatlarından en parlak renkleri aldılar ve o güzelim dokumalarına getirip, elvan elvan sürdüler.
Birkaç çiçek yaprağı, elmas gibi ışıldayan birkaç çiğ damlası, şuraya buraya zevkle serpiştirildi, Ben bile kendi çöpümü tanıyamıyordum. Yeryüzünde bununla kıyaslanacak bir mayıs ağacı yoktur ve olamaz da,
Benim ilk gördüklerim hizmetçilermiş. Bu güzel şeyleri şereflerine hazırladıkları efendilerini ve hanımlarını davet ettiler, Şenlikten faydalanabilmem için beni de çağırdılar ama, ayak altında kalıp da ezilenler olur korkusu ile pek yaklaşmamamı tembihlediler.
Danslar başladı. Ne tatlı bir müzikti o işittiğim! Bütün koru, kuş sesinden inliyordu, Guguk kuşu, bülbül, saksağan, hattâ yanılmıyorsam kuğular bile nöbetleşe öttüler, Dolgun ve ahenkli bir nağmeydi; bin tane billur çan sesi gibiydi.
Bunlara, bir de ağaç dallarının hışırtısı karışıyordu. Çöpüme takılan mavi çan çiçeklerinin sesini de ayırt edebiliyordum. Elflerden biri çöpüme bir çiçek sapı ile vurunca en tatlı bir ses vermiş, küçük değnek bir müzik aleti olmuştu. Her şey kullanış şekline bağlıdır, Ben de coşmuştum, gözlerim yaşarmıştı. Ayran budalası bir fındık sıçanı sayılmamakla beraber yufka yürekliyimdir, sevinçten ağladım.
Gece bana pek kısa göründü! Ama bu mevsimde güneşin erken doğduğu da su götürmez bir gerçektir, Tan yeri ağarırken bir rüzgâr esti, bu göz kamastına mayıs ağacınır olanca süsü, kordelesi, o güzelim çelenkleri, bayrakları kaşla göz arasında, havaya| savruldu.
Altı elf, terbiyeli bir şekilde geiip çöpümü getir-' diler, Döne döne teşekkür et-1 tiler, kendilerine gösterdiğim yakınlığa karşılık, bir isteğim olup olmadığını sordular. Ellerinden gelirse seve seve yapacaklarını söylediler,
Canıma minnet! Hemen çöp çorbasının nasıl pişirildiğini sordum tabii. Başları: "Gördün ya," dedi. "Küçük değneğini tanıyamaz hale geldin, Bizim ondan nasıl faydalandığımıza kendin şahit oldun."
Ben:
— O manada söylemiyorum, diye cevap verdim. Sahici çorbayı istiyorum.
Hikâyeyi, beni yollara düşüren sebebi, bir çorba tarifesinden umduğumuz sonucu bir bir anlattım, Sonra da ilâve ettim:
— Benim çöpümü süslediğiniz o güzel şeylerden ne fareler kiralının, ne de kudretli imparatorluğunun faydalanamayacağımı görüyorsunuz; aynı şeyleri yeniden yapabildiğimi farz etsek bile, hoş bir gösteri olur; karın doyduktan sonra olsa olsa çerez yerine geçebilir.
O zaman küçük elflerden biri serçe parmağını bir menekşenin çanağına daldırıp çöpümün üstünde gezdirdi; "Dikkat et," dedi, "Kiralının yanına döndüğünde, değneğinle burnunun ucuna dokunuver. Kara kış ortasında bile olsa, en güzel menekşelerin açtığım göreceksin. Gösterdiğin nezakete karşılık, ben de sana hiç değilse bir bağışta bulunmuş oluyorum, Hattâ buna başka şeyler de ekleyebilirim,"
Fındık sıçanının bu sözleri söylemesi ile, değneğini kiralının şahane burnuna yaklaştırması bir oldu ve sahiden de çöpün etrafı en güzel bir menekşe demeti ile çevriliverdi. Mis gibi kokuyordu ama, gel gelelim, fare milletinin zevkine uymadığı için, kral, ocak başında oturan farelere, bu insanoğluna hoş gelen kokuyu hiç olmazsa bir kebap kokusu ile bastırmak için, kuyruklarını ateşe göstermelerini emretti.
— Küçük elf başka bir söz daha vermemiş miydi? dedi.
Fındık sıçanı cevap verdi:
— Evet efendim, verdi ve sözünde durdu. "Çok hoş etki yapan güzel bir sürprizim var, Menekşeler göze ve buruna hoş görünür, şimdi de sana kuiağı okşayan bir şey veriyorum," dedi.
Fare çöpünü silkti. Çiçekler kaybolmuş, küçük değnek eski halini almıştı. Sıçan onu bir orkestra şefi gibi sallayarak tempo tutmaya başladı. Tanrım! Ne acayip müzikti o işitilen! Ormanda eifler dans ederken duyulan tanrısal nağmeler değil, bir mutfaktan gelebilecek gürültünün türlüsüydü. Fareler kulak kesilmişlerdi.
Çalı çırpı çatırtısı, fırın horultusu, çorba kaynaması, yağ cızırtısı, nar gibi kızaran bir rostoluk etin devamlı sesi.
Birden ateşi horlandıran bir rüzgâr eser gibi oldu. Tencereler, güveçler taştı, taşıp dökülenler ateşi allak bullak etti. Sonra hiç, Tam bir sessizlik. Hafiften tatlı ve dertli bir türküyü andıran bir gürültü başladı tekrar. Çaydanlık ısınmaya başlamıştı, sesi yükseldi, su kaynıyordu. Bir düzine tencere inceli kalımlı bir curcuna tutturdular. Fındık sıçanı gittikçe artan bir hızla değneğini sallıyordu: Tencereler köpürdü, gürültülü bir tıkırdı ile fokur fokur kaynadıiar, Ne varsa taştı, döküldü, saçıldı; cehenneme döndü ortalık,.. Sonra ocakta yeni bir yel esti. Hu! Hah!
Bir şangırtı! Küçük fındık sıçanı korkusundan değneğini düşürüverdi.
Tıs yok ortalıkta.
Kral: "Amma da pişti!" dedi. "Haydi, çorbayı getirsinler bakalım, ağız tadı ile yiyelim şunu."
Sıçan:
7 ÇorbQ olduğu ateşe döküldü, diye verdi,
Ve, saygı ile eğildi. Kral:
cevap
— Pek tatsız bir şaka, diye çıkıştı, Şimdi sıra ikincide. Onun tarifesini de bir görelim,
İkinci Fındık Faresinin Anlattıkları
İkinci fındık faresi: Ben şatonun kütüphanesinde doğdum, dedi. Ailemiz sanki beddua almış gibidir, can attığımız halde, içimizden hemen hemen kimse, kısmet olup da yemek odasına veya kilere kadar gidememiştir, Bu mutfağa ömrümde ilk defa ayak basıyorum. Bununla beraber, hiç yabancılık çekmiyorum. Seyahatimde bu tadına doyulmaz ülkelerden birkaçını gezdim.
Beşiğimiz olan o eşsiz kütüphanede açlık çektiğimiz çok oldu ama, iyi bir tahsil gördük, Kiralımız tarafından, ünlü çöp çorbası tarifesinin bulunması için tertiplenen yarışmanın haberi bizlere kadar ulaştı, İhtiyar büyükannem, kütüphaneye bakan uşaklardan birinin, kitaplardan birinden yüksek sesle şu satırları okumuş olduğunu hatırladı: "Şair bir sihirbazdır. Çerden çöpten çorba yapabilir."
Büyükannem kendimi şair hissedip etmediğimi sordu. Bunun manasını bile kavrayamadım. "Haydi öyleyse, düş yollara da, nasıl şair olunurmuş öğren bakalım." dedi. İmkânsız, diye cevap verdim.
Fakat gençliğinde çok meraklı olan ve kütüphanede okunanları can kulağı ile dinleyen büyükannemin tanınmış bilginlerden işittiğine göre, şair olmak için üç türlü malzeme lazımmış: "Akıl, hayal ve duygu!" Bu üç şeyi elde edebilirsen, şair oldun gitti, dedi. O zaman bu meşhur çorbayı kolayca pişirirsin.
Ben de bu üç özelliği arayıp bulmak için yola çıktım, batıya yöneldim,
Akıl diyordum, kendimce, üçten en önemlisidir; öbür İkisine bu dünyada pek itibar etmezler. O halde ilk işim, aklı elde etmek olsun. Ama nerede bulunur acaba?
Gene büyükannemin işittiğine göre, İsraillilerin bir kralı: "Karıncadan ibret al, usluluğu öğrenirsin" demişmiş. Ben de ilk büyük karınca yuvasına rastlayıncaya kadar dereler tepeler aştım, Karşıma çıkınca, aklı yuvasında yakalayabilmek için gözetlemeye başladım,
Karıncalar, çok saygıdeğer, küçük bir ulustur. Onlarda her şey metotla çözülen bir matematik problemi gibidir. Çalışmak, durmadan didinmek ve yumurtlamak. Kendi söylediklerine bakılırsa, bugüne ve geleceğe karşı ödevini yerine getirmek buna derlermiş, İşleri güçleri budur.
Alt ve üst sınıflara ayrılırlar. Hepsinin sıra numaraları vardır. Kraliçe bir numarayı taşır. Sade onun dediği doğrudur. O, doğuştan akıllı ve usludur. Bunu öğrenmekte gecikmedim. Bu mesele benim için çok önemliydi, Artık iş, bu binlerce küçük hayvan arasında kraliçeyi bulmaya kalmıştı.
Üstün sağ duyusunu belirten birkaç sözünü anlatmışlardı da, ben, beyinsiz kafamla manasız bulmuştum. iddiasına göre, kendi karınca yuvası, bu dünyada ne varsa hepsinden yüksekmiş, en ulu dağlardan bile yüksekmiş, Fakat hemen yanıbaşlannda bir ağaç vardı ve hiç değilse, karınca yuvasından yüz ayak daha yüksekti ama adını anmak yasaktı. Karıncalar da kör olduklarından kraliçelerinin ağzından çıkanı aynı keramet olarak kabui ediyorlardı.
Bir akşamüstü, yolunu şaşıran bir karınca, bu ağaca tırmanmaya başlar; tepesine çıkmadığı halde, kardeşlerinin ayak basmadıkları yüksekliklere ulaşır. Geri döndüğün-de, bu çıkıştan bahseder ve ağacın karınca yuvasından daha yüksek olduğunu açıktan açığa söyler. Bunu toplumun onuruna hakaret sayarlar ve zavallı karıncacık, ölü böcekleri sürüklemek, filân gibi en ağır cezaya çarpılır,
Lakin aradan bir zaman geçtikten sonra, başka bir karıncanın yolu yine aynı ağaca düşer. Yuvaya dönünce, gezintisinden ihtiyatla ve dolambaçlı cümlelerle söz açar, fakat lâfı evirir çevirir, ağaç karınca yuvasından daha yüksek demeye getirir. Kendisi çok hatırı sayılır bir karınca olduğundan, üstelik sarayda önemli bir yer sahibi bulunduğundan birinci karınca gibi cezalandırılmak şöyle dursun, öldüğü zaman, cesaretini ve bilgisini ölümsüzleştirmek için mezarının üstüne anıt olarak yumurta kabuğu dikerler.
Lâfı uzatmayalım, ben hâlâ kraliçenin hangisi olduğunu kesfirememiştim ve hep pusudaydım. Karıncaların ara sıra yumurtalarını açık havaya taşıyıp güneşlendirdiklerini fark etmiştim. Günün birinde, içlerinden bir tanesinin yumurtasını taşımaya gücü yetmediğini gördüm. İki karınca hemen yardıma koştular; ama onların her birinin de birer yumurtası vardı; arkadaşlarına yardım edelim derken, az kaldı kendi yüklerini düşürüyorlar-dı. Zavallıcığı çaresizlik içinde bırakıp gittiler, O, arada: "İyi hareket buna derler," diyen bir ses duydum. "Akıl böyle olur; herkesin en yakın yakını yine kendisidir. Can cümleden azizdir. Biz karıncalar asla yanılmayız; doğuştan akıllı usluyuzdur. Gene de içimizde en yüksek sağduyu bendedir,"
Kalabalık arasında, bu sözleri söyleyen ve arka ayaklarının üstünde gururla yükselen bir karnımca ilişti gözüme. Şüpheye yer kalmamıştı: Kraliçe o idi, Dilimi uzattığım gibi yutuverdim. Demek oluyordu ki, aklı da fikri de elde etmiştim, ama yeterli değildi.
Karınca yuvasını gölgeleyen ağaca bir de ben tırmanayım dedim. Yüz yaşını geçmiş güzel bir meşeydi. Tepesinde fevkalâde bir tacı vardı, Büyükannemden işittiğim için, ağaçlarda değişik kişilerin oturduklarını bilmekteydim. Bunlar, 'diriyadlardı. Ağaçla birlikte doğup birlikte kör ölen bir de nemf. Gerçekten de tepede, bir ağaç kovuğunda, insanüstü güzellikte bir genç kız vardı, Güzelliği, beni görünce çığlık çığlık bağırmasına mâni olmadı. Bütün kadınlar gibi o da fareden korkuyordu; üstelik varlığının bağlı bulunduğu ağacın kabuğunu kemirebileceğimin farkındaydı.
Tatlı sözler söyleyerek gönlünü alahım; beni eli ile usul usul okşadı. Dünyayı neden dört döndüğümü anlattım ona. Şair olmak için bende eksik olan iki şeyden birine belki de akşama kalmadan sahip olacağıma söz verdi.
"Hayal tanrısı, güzel Fantazus, sık sık bu meşenin altında dinlenmeye gelir/' dedi. "Bu ağacın düğümlü ve kudretli gövdesini, kuvvetli köklerini; kışları boralara, karlara kafa tutan şahane orman perileri. Su perileri, tacım; yazlan şu önünde gördüğün geniş manzaraya yüksekten bakan bu göz kamaştırıcı yeşil kubbeyi pek sever. Cıvıl cıvıl kuşlar, uzak ülkelerde olup bitenleri söylerler; yuvası, şu tek kuru dala asılmış olan leylek, bizlere Piramitler memleketinin harikalarına varıncaya kadar anlatır.
Bütün bunlar Fantazus'un pek hoşuna gider; meşenin, eğrelti otları altına sıkışmış cılız bir fidan olduğu günden şimdiye, hayatımın hikâyesini benden dinlemesini pek sever, Bu üç yüz yıl içinde, bütün görüp işittiklerimle ilgilenir, kendinden geçer, Nerdeyse beni görmeye gelecek. Aşağıda, şu inci çiçeği demetinin içine gizlen. O, hayallere dalmışken, ben kanadından bir tüy koparmanın çaresine bakarım, Hiçbir şaire böylesi nasip olmamıştır.
Ve, güzel Fantazus az sonra gelince, iyi kalpli orman perisi, bin renkli kanadından bir tüy koparıp bana verdi. Sertliğini gidermek için suya bastırdım; sonra da oldukça zahmet çekmekle beraber iyice kemirdira Son kırıntıyı yuttuktan sonra, akıl ile hayale sahip olmuş bulunuyordum. İş duyguya kalmıştı.
Kütüphaneye dönüp geldim. İnsanoğlunu fazla göz yaşlarmdan kurtarmaya yarayan iyi romanlardan birçoğunun orada bulunduğunu biliyordum. Bu kitaplar, hislerin suyunu emen süngerlere benzerler. Kâğıdın iştah açıcı manzarasından pek tanınmış eserler olduklarını kestirmiştim. Efendilerle uşaklar tarafından okuna okuna, yaprakları yağlı ve parlak bir siyah renk almışlardı; farelerin ağzına lâyık birer tereyağlı ekmek olmuştu her biri,
Önce birine, sonra ikinciye saldırdım. Bütün benliğimde garip ürpertiler duymaya başlamıştım, Gayret edip bir üçüncüyü daha mideye indirdim. Şair olmuştum artık, su götürür tarafı yoktu bunun. Başım ağrıyor, her yanım ağrıyordu; bitip tükenmeyen bir çarpıntı içindeydim.
Şimdi çöp çorbasını nasıl yapacaktım? İçinde çöp buiunan bir sürü durum, atasözü, masal, hikâye geldi aklıma. Hepsinde hiç olmazsa, bir değnek, bir kıymık parçası vardı. Bundan daha eğlenceli, daha hoş vakit geçirtici bir olamaz. Gerçekten içilen çorbadan çok daha lezzetlidir.
Majestelerine, ilk ağızda, iyi kalpli perinin, sihirli değneğini vurarak, mutfaktaki öteberiyi bambaşka kılıkla- H ra soktuğu masalı anlatacağım. Yarın başka bir masal söyler ve böylece devam ederim.
Kral kendini tutamayarak bağırdı:
"Bu budalalıkları kes artık, bırak bunları! Sıra sonrakinde."
Ufak tefek bir fındık sıçanı, gidenlerin dördüncüsü, ölmüş zannedileni nefes nefese mutfağa girmişti. Hatırasına saygı göstermek üzere üstüne tül örttükleri çöpü devirerek, toplantının ortasına ok gibi fırladı, Randevuya vaktinde yetişebilmek için geceli gündüzlü koşmuş; bir yük treninin vagonuna binecek derecede cesaret göstermişti. Çöpü yoktu; başından oldukça zahmetli şeyler geçtiği, bir hayli tüyünün eksilmesinden belliydi. Sanki fare ulusunun varlığı onun söyleyeceklerine bağlı imiş gibi, sırasını beklemeden söze başladı. Nefsine sonsuz bir güvenle konuştu, konuştu, Bütün bu olup bitenler öyle tepeden inme olaylardı ki, kral, saygıda kusur ettiğinden ötürü azarlamayı bile akıl edemedi.
Aptal Atmaca
Güzel sesiyle ormanlarda şakıyan bülbül, yüksek meşe ağaçlarının teperine konar ve öter dururmuş. Bülbül bu, ötmeyip de ne yapacak? Onun öttüğünü tüm herkes dinlerken atmaca dinlemez olur mu? Fakat bu atmaca, sadece bülbülün sesini değil, açlıktan kırılan midesinin sesini de dinliyormuş. Ani bir hamle ile hemen bülbülün üzerine çullanıp tırnakları ile onu kavramış.
Bülbül bakmış ki kurtulmanın yolu yok, yalvarmaya başlamış: "Minik bir kuşum ben, etim budum nedir benim? Bir atmacanın karnını nasıl doyururum? Karnın açsa benden ne istersin? Sen git de daha büyük kuşlar yakala atmaca kardeş." demiş.
Tabii atmaca bu sözlere gülmüş ve demiş ki: "Sen beni aptal mı sandın? Bu fırsatı kaçırır mıyım hiç? Elime geçirmişim bir kere seni, sen varken neden aç kalayım ki?" demiş.
Atmaca böyle söyleyip bülbülü bir lokmada yemiş bitirmiş. Ama aradan kısa bir süre geçtikten sonra karnı yine acıkmış. Sonra da içini bir hüzün kapfamış ve pişman olmuş. Hem kendi karnını doyuramamış hem de koca ormanı bu güzel bülbülün tatlı sesiyle söylediği şarkılardan mahrum bırakmış. Siz de bu atmaca gibi pişman olmak istemiyorsanız böylesine basit fırsatçılıklardan uzak durun.
Dertli Bülbül
Arkadaşlarına çok düşkün olan kırlangıç uzun zamandır görmediği dostu olan uçsuz bucaksız ormanlardaki en güzel sesli bülbülü uzun aramalardan sonra bulmuş ve ona demiş ki: "Bak, ben insanların yaşadığı evlerin çatılarına yuvamı kuruyor ve orada yaşıyorum. Sen neden geliniyorsun? Orası daha sıcak ve daha güvenlidir."
Çok eski bir zamanda kırlangıcın yaşadığı yerde yaşarken yuvası yıkılıp yavruları öldürülen bülbül bir anda derinlere dalarak kederlenmiş ve kırlangıca demiş ki: "Eski dertlerimi bana hatırlatıp beni üzme, Rahat bırak beni. Bu ıssız ve ücra yerlerde yaşayıp eski kötü anlarımdan uzak kalmak istiyorum." demiş.
Kırlangıç da arkadaşının bu düşüncesine saygı gösterip vedalaşarak oracıktan uzaklaşmış. Bülbülün özgürce şakıması için ormanların ona daha uygun bir yer olacağını düşünmüş.
Evet, bir kimseyi başına gelen kötü olaylar onu bir kere kalbinden yaraladıktan sonra, o kimse artık gönlünde yara açmış o yerden de kaçmak ister.
Atinalı Borçlu
Atina şehrinde yaşayan fakir bir adamın başka bir Atinalıya borcu varmış, Alacaklı adam kapısına gelip dayanmış ve borçlunun yakasına yapışmış. "Söyle bakalım ne zaman ödeyeceksin borcunu?" demiş. Zavallı adam: "Şimdi sıkıntılarım var, yalvarıyorum sana. Ne olur bırak yakamı, sonra öderim borcumu!" diye yalvarmışsa da faydası olmamış ve inat eden alacaklıyı bir türlü razı edememiş. Çaresiz kalmış ve elinde bulunan bir tanecik koyununu getirmiş. Sonra da alacaklı adamın önünde satılığa çıkarmış. Birlikte iyi bir müşteri beklemeye başlamışlar,
İyi beslenmeyen ve bu sebeple oldukça zayıf görünen hayvanı bir türlü kimsecikler almaya yanaşmıyor-muş. Sonunda satılık koyuna bir alıcı çıkmış: "Bak bunu alacağım ama, bari doğurgan mıdır bu çelimsiz hayvan?" diye sormuş.
Borçlu: "Çok doğurur nnu ne demek? Hem de her sene çifter çifter doğurur. Alıcının şaşırdığını görünce bu sefer alacaklı söze karışmış: "Neden şaşırıyorsun? Hele bir bahar gelsin, görürsün, bu koyun sana ikiz değil üçüz kuzular bile verecek...!" demiş.
İnsanlar böyledir. Kendi işlerinin olması için olmadık sözler verirler ve bir torba yalan söyleyerek başkalarını kandırmaya çalışırlar. Üstelik yemin bile ederler. Halbuki yalancının mumu yatsıya kadar yanar. Önce işleri düzgün gider gibi olur ama ya sonra... Sonra ilk başta elde ettiklerinden daha büyük zararlar görürler.
Sihirli İnek
Çin'de Chen Li adında bir delikanlı yaşıyormuş. Koyunlara ve İneklere bakarak hayatını kazanıyorrnuş. O fakir bir çobanmış, Chen, ineklerden birini çok seviyor-muş. Çünkü bu inek sihirliymiş, Delikanlı, nereye giderse gitsin, bu ineği de yanında götürüyormuş.
Çoban, hayatta yapayalnızmış. Bir gün:
— Bari kendime bir eş bulup evleneyim, demiş.
Fakat kimseyi tanımıyormuş. Bu yüzden yanına sihirli ineğini alarak yola çıkmış. İnek çobanı epey dolaştırdıktan sonra nihayet güzel bir nehrin kıyısına getirmiş. Bu nehrin üzerinde bir köprü varmış. Köprünün adı, yedi güzel kız köprüsüymüş.
İnek:
— Şu gördüğün kızlar, mutfak tanrısının yedi kızıdır,
Zavallı Chen Li, çok korkmuş. Çünkü Çinliler, Mutfak Tanrısı'nın çok güçlü bir Tanrı olduğuna inanıyorlarmış.
Sihirli inek, onun korktuğunu anlayarak;
— Bu kadar çekinecek bir şey yok, Mutfak Tanrısı, kızlarını dünyaya göndermiş, Onların insanlar gibi dünyada yaşamalarını uygun görmüş, demiş.
Bunu duyan Chen Li'nin korkusu geçmiş. Eliyle kızların en gencini işaret etmiş,
— İçlerinde en güzeli şu kız, O kim? Sihirli inek:
— Yedi kardeşin en küçüğü. Ona Dokuyucu Kız derler, Çünkü bütün Tanrıların elbiselerini o dokur, demiş,
Fakir çoban, heyecanla yine sormuş:
— Peki, Dokuyucu Kız'ia nasıl evlenebilirim? Sihirli inek, bilgiç bir tavırla kafasını sallamış.
— Onunla evlenmek kolay. Şimdi beni dikkatle dinle, Sana plânımı anlatacağım,
Chen Li, ineği dikkatle dinlemiş. Sonra usulca nehre yaklaşmış. Dokuyucu Kız'ın kıyıda duran elbiselerini çalmış.
Yedi kardeş, biraz sonra nehirden çıkmışlar, Hepsi de giyinmeye başlamış, Fakat zavallı küçük kardeşleri kendi elbisesini buiamamış. Sonra Chen Li'nin elindeki elbiseyi görerek bağırmış. Ablaları, çobandan korkarak kaçmışlar.
Dokuyucu Kız, genç çobana yaklaşarak elbiselerini istemiş.
— Lütfen elbisemi ver, diye yalvarmış. Eğer elbisemi verirsen senin yemeklerini pişirir, evini temizlerim.
Bunun üzerine Chen Li, kızın elbisesini vermiş. Dokuyucu Kız, sözünü tutarak genç çobanla evlenmiş. Onun yemeklerini pişirip, evini temizlemeye başlamış. İki genç çok mutluymuş,
Chen Li, karşılaştıkları nehrin hemen yakınına bir kulübe yapmış, Her gün, akşama kadar tarlada çalışıyormuş. Dokuyucu Kız da ev işlerini yapıyormuş. Çok mutluymuşlar,
Belki de fazla mutluymuşlar, Bu yüzden çoban inekleriyle ilgilenmiyormuş artık, Onları başı boş bırakıyor ve inekler istedikleri yere gidiyorlarmış. Dokuyucu Kız da Tanrılara elbise yapmayı unutmuş.
Fakat bu durum böyle süremezmiş, Aradan üç yıl geçmiş. Bir gün, Gökyüzünün Kraliçesi çok öfkelenmiş. Çünkü yeni elbiseler giyemiyormuş, Hep eski elbiselerini giyiyormuş. Kraliçe, hizmetçilerini yanına çağırarak:
— Yeryüzüne ineceksiniz! Dokuyucu Kız'ı bulacaksınız! Hemen bana yeni elbiseler dokumaya başlasın! diye emretmiş.
Hizmetçiler, hemen dünyaya inip Dokuyucu Kız'ı bulmuşlar. Ona kraliçenin emrini bildirmişler. Zavallı Dokuyucu kız, eşi Chen Li'den ayrılması gerektiğini anlayarak ağlamaya başlamış.
Sonra babası Mutfak Tanrısı'na gidip,
— Ne olur dünyada kalayım! diye yalvarmış. Chen Li'den ayrılmak istemiyorum.
Fakat Mutfak Tanrısı, kızının yalvarmasına aldırmamış. Hiddetle homurdanmış;
— Olmaz! Her şeyden önce görevini düşünmelisin!
Dokuyucu Kız, durmadan ağlayıp gözyaşı döküyor-muş. Bu durum karşısında Gökyüzünün Kraliçesi bile üzülmüş. O da kızın babası ile konuşmuş,
Sonunda büyük Mutfak Tanrısı:
— Chen Li ve Dokuyucu Kız ancak yılda bir defa buluşabilirler, diye kararını vermiş. Yedinci ayın yedinci gününde buluşacaklar. Fakat yılın diğer günleri birbirlerini göremezler. Sadece yılda bir gün ilk karşılaştıkları yerde buluşmalarına izin veriyorum, demiş.
Dokuyucu Kız, yılda bir gün Güzel Kızlar Köprüsünü geçerek Chen Li'yi görmeye gitmiş.
Aradan yıllar geçmiş. Chen Li, günün birinde oluvermiş, Mutfak Tanrısı, onun da diğer Tanrılarla birlikte gökyüzünde yaşamasına izin vermiş. Fakat Gökyüzü Kraliçesi, Chen Li'nin eşiyle birlikte oturmasına razı değilmiş. Çünkü, yine yeni elbise giyemeyeceğini düşünüyormuş. Buna bir çare bulmuş.
Dokuyucu Kız, gökyüzünde parlak bir yıldızda oturu-yormuş, Chen Li ise, onun tam karşısında, başka bir yıldızda oturuyormuş. Gökyüzü Kraliçesi saçlarını tutan elmaslı firketesini başından çıkarmış. Bununla, çobanın ve Dokuyucu Kızın oturdukları yıldızların arasına bir çizgi çizivermiş.
Pırıl pırıl, yaldızlı bir çizgi belirmiş gökyüzünde. Bu çizgi, milyonlarca küçük yıldızdan meydana gelmişti sanki.
Bu gün biz, bu yaldızlı çizgiye saman yolu diyoruz. Saman yolunun iki yanında da iki küçük yıldız var, Dokuyucu Kız'la çoban bu yıldızlarda oturup birbirlerine bakıyorlar. Samanyoluna rağmen birbirlerini görebiliyorlar. Fakat onlar ancak yılda bir defa buluşabiliyorlar. Yedinci ayın yedinci gecesinde, dünyadaki bütün kuşlar havalanıp gökyüzüne çıkarlar, Onlar Samanyolunun üstünde bir köprü kurarlar. Dokuyucu Kız, kuşlardan yapılmış bu köprünün üstünden koşarak geçip eşi Chen Li'yi görmeye gider.
Eğer o gece hava bulutluysa kuşlar köprüyü kuramazlar. O zaman Dokuyucu Kız da çoban da ağlamaya başlarlar. Gözyaşları yağmur olarak dünyaya düşer,
O gece bir ağacın altında oturanlar. Dokuyucu Kızla Chen Li'nin ağladığını duyabilirler, Sonra kızla çoban bir yıl daha beklemek için kendi yıldızlarına dönerler,
Yedi Kardeş
Yaşlı bir adamın yedi oğlu varmış. Adam, oğullarıyla beraber büyük bir denizin yanındaki yüksek bir dağın eteğinde oturuyormuş. En büyük oğluna Kuvvetii adını vermiş. İkinci oğlunun ismi ise Rüzgâr'mış. Üçüncü oğlu çok sertmiş. Onun için kendisine Demir adını koymuş, Hatta ona Demir Adam da diyorlarmış, Dördüncü çocuğunun ismi Soğuk El, beşinci oğlunun adı Uzun Bacak, altıncısının ismi Büyük Ayak ve yedincisinin adı da Koca Ağız'mış.
Bir gün, en küçük oğul Koca Ağız, babasının çok üzgün olduğunu görmüş.
— Neyin var babacığım? diye sormuş, Çok üzgünsün, ne oldu?
Babası içini çekerek cevap vermiş:
— Hepiniz kocaman oldunuz! Sizleri doyuracak yiyeceği bulmak zorlaştı. Bir tarafımızda dağ var. Öbür tarafımızda ise deniz, Yiyeceğimizi yetiştirecek topraklarımız yok, Başka toprak bulmamız da imkânsız!
Bunun üzerine Koca Ağız, ağabeylerini bir araya toplamış,
— Büyük bir tarla yapmamız lâzım. Bu tarlaya mısır ekmeliyiz, demiş,
Bu sözleri duyan gençler hemen harekete geçmişler. Bir gün içinde dağı, denizin içine itip ortaya büyük bir toprak parçası çıkarmışlar. Toprak ne çok sert, ne de çok yumuşakmış. Üstelik ne çok kuru, ne de çok ıslakmış,
Kardeşler, hemen toprağa mısır ekmişler, Kısa zaman sonra da hepsini doyuracak kadar yiyecekleri olmuş. Rahat ve mutlu bir hayatları olmuş.
O sırada Çin'i bir imparator yönetiyormuş, İmparator, yedi kardeşin meydana çıkardığı toprağı duymuş, Görenler, ona:
— Çok verimli bir toprak bu. Ne çok sert, ne de çok yumuşak. Üstelik ne fazla kuru, ne de fazla ıslak, demişler,
İmparator, hemen kararını vermiş:
— O toprağı satın alacağım, demiş.
Adamlarına emir verip bir mektup yazdırmış. Mektubu ihtiyar adama göndermiş.
İhtiyar adam, üzüntü içinde:
— Ama ben toprağımı satmak istemiyorum, demiş. Şimdi ne yapacağım ben?
Yedi oğlu, hep bir ağızdan cevap vermişler.
— Şehre gideceğiz! İmparatora toprağımızı elimizden almaması için yalvaracağız!
Yedi kardeş, doğru şehrin yolunu tutmuşlar. Fakat şehre yaklaştıklarında askerler onları görmüş. Hepsi birden bağırmışlar.
— Aman bu yedi iri yarı adamdan korktuk! Şehrin kapılarını kapatın!
Böylece şehrin kapıları yedi kardeşin yüzüne kapatılmış.
Kuvvetli:
— Kapıları açın! Biz İmparatorla konuşmak için geldik! demiş.
Fakat, ses seda çıkmamış. Kuvvetli, haykırmış:
— Kapıları açın! Açın kapıları!
Ama ona cevap veren olmamış. Bunun üzerine Kuvvetli, fena halde öfkelenmiş. Tek eliyle bütün kapıları tutup yere devirmiş. Yedi kardeş, büyük şehrin göbeğine kadar gitmişler. İmparatorun sarayı oradaymış. Sarayın sağlam, tahtadan yapılmış kalın bir kapısı varmış.
Rüzgâr adındaki ikinci kardeş;
— Biz imparatorla konuşmaya geldik! Lütfen kapıyı açın! diye bağırmış.
Fakat kapıdaki nöbetçi, açmamış:
— Kim oluyorsun sen? Ne cesaretle imparatorun kapısına geliyorsun! İmparatorumuz insanların en büyüğü, en ulusudur. Sen onunla konuşamazsın! Haydi git! demiş.
Rüzgâr:
— Kapıyı aç! diye tekrarlamış. Yoksa bir üfleyişte kapıyı uçururum!
Nöbetçi haykırmış:
— Defol! Yoksa seni öldürürüm!
Rüzgâr, üflemeye başlamış, Üflemiş, üflemiş ve kapıyı uçurmuş.
Sonra yedi kardeş imparatorun sarayına girmiş. Demir Adam adındaki üçüncü kardeş,
— İmparatorla ben konuşmalıyım, demiş.
Demir adam, imparatorun tahtına doğru giderken askerler, kılıçlarını çekmişler.
İmparator hemen emir vermiş:
— Kesin şunun kafasını!
Fakat keskin kılıçlar hiçbir işe yaramamış, Kılıçlar, Demir Adam'a değer değmez kırılıyormuş.
Bunun üzerine imparator:
— Askerlerim bu adamları durduramayacak, Kılıçları bir işe yaramıyor. Bu adamları durduracak başka bir yol düşünmeliyim!
İmparator, adamlarına emir vermiş;
— Ateşten toplar yapın!
Askerler hemen ateşten toplar hazırlamışlar. İmparator:
— Sarayın damına çıkın! diye emretmiş. Bu ateşten topları yuvarlayıp, o adamların başına atın!
Dördüncü kardeş Soğuk El, ateşten topiarı görmüş ve diğerlerine:
— Sakın korkmayın, demiş, Sonra gidip merdivenin dibinde durmuş. Atılan her ateş topunu yakalamış.
Soğuk El:
— Ateşiniz çok az! Ben hâlâ ısınamadım. Üşüyorum! demiş.
Sonra ateş toplarını, imparatorun askerlerinin üstüne atmış.
İmparator, bu duruma çok öfkelenmiş. Sarayda bir aşağı bir yukarı koşarak, herkese saçma sapan emirler vermeye başlamış. Bazı askerlerine:
— Onları denize atın! diye emretmiş.
Fakat beşinci kardeş Uzun Bacak, söylenileni duymuş. Hemen İmparatora cevap vermiş:
— Beni denize atmanıza gerek yok. Çünkü ben, kendi başıma denize girebilirim. Hem bu çok hoşuma gider.
Genç, iki adımda deniz kenarına varıp suya girmiş. Denizin ortasına doğru açılmış. Fakat su ancak ayaklarına kadar geliyormuş.
Uzun Bacak:
— Bu deniz benim için hiç de derin değil! diye bağırmış. Sonra eliyle balıkları yakalayıp karaya atmaya başlamış.
Diğer kardeşler hâlâ sarayda bekliyorlarmış. Uzun Bacağı, bir hayli beklemişler.
Nihayet altıncı kardeş Büyük Ayak dayanamamış.
— Gidip bakayım. Uzun Bacak nerede kaldı? diyerek bir adımda denizin kıyısına inmiş,
Kardeşini görünce de:
— Neden balık tutmakla vakit kaybediyorsun? diye çıkışmış. Daha işimizi bitirmedik!
O sırada Koca Ağız da sahile inmiş. Uzun Bacak ve Büyük Ayağı çağırmış.
— Boşuna vakit kaybediyoruz! İmparatorla nasıl konuşuruz? Zaten imparatorla konuşmanın da bir faydası yok. O istediğimizi yapmayacaktır, Adamlarını yollayıp babamızı öldürtecektir. Çünkü imparator kötü bir insan, demiş.
O zaman altı kardeş birden:
— Öyleyse ne yapacağız? diye sormuşlar. Koca Ağız, kardeşlerine bakmış:
— Siz burada bekleyin. Ne yapacağımı göreceksiniz, demiş.
Sonra Koca Ağız, denizin bütün suyunu içivermiş. Koşarak saraya dönmüş, Ağzını açar açmaz sular sarayı basmış. İmparator da boğulmuş. Böylece imparatorun oğlu tahta çıkmış, Yeni imparator:
— Babam kötü bir insandı, demiş. Bir imparator, vatandaşlarının topraklarına göz dikmemelidir, Toprağınız sizde kalsın. Sizler cesur insanlarsınız. Savaş olduğu zaman gelip askerlerime yardım etmelisiniz, demiş.
Ejderha Kral’ın Kızı
Çin'de Liu Yee adında çok fakir bir genç yaşıyormuş. Bu delikanlı, parasız olmasına rağmen çok çalış-kanmış. Yıllarca çalışıp, hazırlandıktan sonra şehre gitmiş. Fakat şehirde yaşamayı bir türlü başaramamış. Delikanlı, buna çok üzülmüş, Çaresiz, evinin yolunu tutmuş.
Eve dönerken, küçük bir tepede koyunları otlatan bir kız görmüş. Yaklaşınca kızın ağladığını fark etmiş.
Liu:
— Neden böyle üzgünsün? diye sormuş. Kız, içini çekmiş:
— Ben Tung Ting Gölündeki Ejderha Kral'ın kızıyım. Babam beni birkaç yıl önce Ching Nehrindeki Ejderha Kralla evlendirdi, Fakat Kralın hizmetçileri, hakkımda birçok yalan uydurmuşlar. Kral da onlara inandı, Beni dövüp bu koyun sürülerine bakmam için buraya yolladı. Yıllardır bu koyunları otlatıyorum, demiş.
Liu, koyunların diğer koyunlara benzemediğini fark etmiş.
Hayretle:
— Bu koyunlar diğerlerine hiç benzemiyorlar! Nedir bunlar? demiş.
Kız, cevap vermiş:
— Bunlara yağmur koyunları denir. Nehirdeki Ejderha Kral yağmur yağdırmak istediği zaman bu koyunları kullanır,
Çin'de sadece ejderhalar yağmur yağdırabiliyor-muş, Onun için üu, kızın doğru söylediğine karar vermiş. O, Ejderha Kral'ın kızıymış,
Kız, gözlerini silerek:
— Bir mektup versem, babama götürür müsün? demiş.
Delikanlı, merakla sormuş:
— İyi ama ben babanı nereden bulabilirim?
— Tung Ting Gölü'nün kuzey tarafında ulu bir ağaç vardır. Ağaca üç defa vurursan bir nöbetçi çıkıp seni babama götürür.
Liu, kızın verdiği mektubu alıp, yola koyulmuş.
Delikanlı, Tung Ting Gölü'nün kuzey tarafına gelince etrafına bakınmış, Biraz ileride ulu ağacı görmüş. Kızın tarif ettiği gibi ağaca üç defa vurunca bir asker ortaya çıkmış. Ejderha Kral'ın muhafızıymış,
Asker:
— Gel benimle, demiş. Sonra bir kolunu havaya kaldırmış, Gölün suları, aniden ikiye ayrılmış ve tam ortada bir yol belirmiş. Asker, Liu'yu bu yoldan geçirmiş.
Liu, aşağıya inmiş, inmiş. Tam gölün dibinde çok güzel bir saray varmış. Sarayın damı altındanmış. Bütün duvarlar değerii mücevherlerle doluymuş, Liu, yaklaşınca sarayın büyük kapısı kendiliğinden açılıvermiş. Genç adam, kendini büyük bir salonda bulmuş. Salonun diğer ucunda, tahtta Ejderha Kral oturuyormuş, İki yanı, adamları ile çevriliymiş. Adamlardan biri öne çıkıp:
— Ejderha Kral, buraya neden geldiğini soruyor, demiş.
Liu, çok korkmuş ama yine de cevap vermiş:
— Krala kızından bir mektup getirdim. Başka bir adam:
— Mektubu krala ver, diye emretmiş,
Liu, korktuğunu belli etmek istemiyormuş, Onun için sormuş:
— Ejderha Kral konuşamıyor mu?
Kralın bütün adamları bir ağızdan:
— Ejderha Kral senin gibi adamlarla konuşmak istemez, diye çıkışmışlar. O sadece kendisi gibi krallarla konuşur.
Liu, yaklaşıp mektubu krala vermiş. Kral, okurken dikkatle onu süzmüş. Kral, kızının mutsuzluğunu öğrenince . çok üzülmüş, Yüzünden anlaşılıyormuş bu. Kral, askerlerini çağırarak:
— Hemen Ching Nehri'ne gidin! diye haykırmış. Kızımı kurtarın!
Sonra Ejderha Kral, delikanlıya dönmüş.
— Bana bu mektubu getirdiğin için sana teşekkür ederim, Evine dönmeden önce sarayımda biraz dinlen. Daha önünde uzun bir yol var, demiş,
Liu'yu güzel bir odaya götürmüşler. Delikanlı hemen yatıp uyumuş, Fakat tam güneş batarken bir gürültü duyarak yataktan fırlamış. O sırada bir hizmetçi kapıyı açıp içeriye girmiş. Ejderha Kral'ın onu görmek istediğini söylemiş.
Liu, hizmetçinin peşinden salona gitmiş, Ejderha Kral, tahtında oturuyormuş. Güzel kızı da yanındaymış. Kız, Lui'yu görür görmez koşmuş, ona teşekkür etmiş, Sonra babasına dönerek:
— Beni kurtardığı için bu gence bir ödül vermelisin, demiş.
Kral:
— Doğru, doğru söylüyorsun. Ona çok kıymetli bir ödül vermeliyim. Kral, düşünmeye başiamış. Salonda çıt çıkmıyormuş. Nihayet Ejderha Kral başını kaldırmış.
— Bize çok yardım ettin genç adam. Sana değerli mücevherler, altınlar verebilirim,
Fakat ben daha da kıymetli bir şey düşündüm. Ordum kötü kalpli Ejderha Kral'ı öldürdü. Yani Ching Nehrinin Ejderha Kral'ı öldü. Onun için artık kızımla evlenebilirsin.
Lui, bu sözlere çok şaşırmış. Kız hakikaten çok güzelmiş, Fakat Liu, bir Ejderha Kral'ın kızıyla evlenmek istemiyormuş. Kıza baktığında, kız:
— Senin eşin olmak beni mutlu eder, demiş.
Fakat Liu, onun sözlerini dinlememiş bile. Koşarak saraydan kaçmış.
Aradan birkaç yıl geçmiş. Liu, kendi kasabasında bir kızla evlenmeye karar vermiş. Fakat daha düğün yapılmadan kız ölmüş. Liu, tekrar evlenmek istemiş. Fakat ikinci eşi, de düğün günü ölmüş. Genç adam, çok üzülmüş. Çünkü, çocukları çok seviyormuş. Fakat hiç çocuğu yokmuş.
Bir süre sonra, Liu üçüncü defa evlenmiş, Ama, bu eşi ölmemiş, bir de güzel oğulları olmuş, Liu, eşini çok seviyormuş, Çünkü hem güzel, hem iyi kalpli, hem de nazik bir kadınmış.
Bir gün Liu, çocuğunu kucağına aldığı sırada eşi:
— Mutlu olmana çok seviniyorum Liu. Bana yaptığın iyiliği unutmadım, Bunun karşılığını vermem gerekiyordu, demiş.
Liu, hayretle eşine bakmış.
— Ne demek istiyorsun? Eşi hafifçe gülerek:
— Beni tanımadın mı? Ben Ejderha Kral'ın kızıyım, demiş,
Sihirli Fındıklar
Bir kadın, üç çocuğuyla beraber ormanın kenarında küçük bir evde yaşıyormuş, Çocuklarının adları Seng, Tou ve Po Ki'ymiş. Çocukların en büyüğü Seng'miş. Küçük kız kardeşleriyle o ilgilenirmiş.
Bir gün anneleri:
— Ormanın diğer tarafında oturan büyükannenizi görmeye gideceğim, demiş, Ancak yarın sabah dönebilirim,
Kadıncağız, evin işini bitirmiş. Gitmeden önce büyük kızına tembih etmiş.
— Kardeşlerine dikkat et Seng. Evden uzakiaşmayın ve içeriye de kimseyi almayın, demiş. Tou ve Po Ki, bir ağızdan:
— Bize güzel hediyeler getir anneciğim! diye bağırmışlar,
O sırada yaşlı bir kurt, kadının evden ayrıldığını görmüş. Hava kararınca kurt, evin kapısına yaklaşmış. Büyükannelerinin taklidini yaparak onlara seslenmiş.
Çocuklar:
— Kim o? diye sormuşlar, Kurt, cevap vermiş:
— Zavallı yaşiı büyükannenize kapıyı açın! Seng:
— Fakat annem seni görmeye gitti, diye atılmış. Kurt, hemen bir kurnazlık düşünmüş.
— Ben arka yoldan geldim. Anneniz ön yoldan gitmiş olmalı. Bu yüzden birbirimizi göremedik demek,
Fakat Seng, kurdun sözlerine inanmamış ve:
— Büyükanne, sesin çok tuhaf çıkıyor! demiş.
Fakat o sırada küçük kardeşleri koşup kapıyı açmış. Kurt hemen içeriye dalıp, kandili üflemiş. Böylece ışığı söndürüp çocuklardan yüzünü saklamış.
Seng, büyükannesine oturması için bir iskemle vermiş.
— Büyükanneciğim, neden ışığı söndürdün?
Kurt cevap vermemiş. Kendi kuyruğunun üstüne oturunca can acısıyla bağırmış, Üç çocuk birden:
— Ne oldu büyükanne? diye sormuşlar, Kurt, yine bir yalan uydurmuş.
— Sırtımı çarptım sevgili torunlarım. Onun için şu sepetin üstüne oturmak istiyorum, demiş,
Kurt, gidip iskemlenin yanındaki sepetin üstüne oturmuş, Kuyruğunu da sepetin içine saklamış. Kurdun kuyruğu sepetin dibine çarpınca tuhaf bir ses çıkmış,
Seng:
— O ses de neydi? demiş. Sinsi kurt:
— Annenize getirdiğim tavuğun sesi çocuklar, demiş,
Seng, onun büyükannesi olduğuna inanmamış. Çok korkuyprmuş. Hem annesi, kardeşlerini ona emanet etmişti, Kurtulmak için bir plan hazırlamış,
Kurda sormuş:
— Fındık sever misin sevgili büyükanneciğim?
— Nasıl bir fındık? diye sormuş.
Kurt sinsi olduğu kadar, meraklıymış da,.. Seng:
— Sihirli fındık tabii. Çok da lezzetliler. Üstelik bu fındıkları yiyenler birer peri oluyorlar, Bu yüzden de ölmüyorlar, Sonsuza kadar yaşıyorlar.
Kurt dayanamamış:
— Bu fındıklar küçük çocuklardan daha da mı lezzetli?
Seng, korktuğunu belli etmemeye çalışarak:
— Evimizin hemen yakınında bir fındık ağacı var. İstersen ağaca tırmanıp sana biraz sihirli fındık toplayalım, demiş.
Kurt, sevinçle kabul etmiş, Seng, hemen kardeşlerini alıp evden dışarıya fırlamış. Kapıyı kapar kapamaz kız
kardeşlerine:
— Gelen bizim büyükannemiz değil! diye fısıldamış, Aslında ihtiyar bir kurt o. Büyükannemizmiş gibi davranıyor.
Küçük kızlar, korkuyla:
— Peki şimdi ne yapacağız? demişler, Seng:
— Bir çare düşündüm, demiş. Sonra kardeşleriyle beraber en yakındaki ağaca çıkmış. En üstteki dallara tırmanıp, oturmuşlar.
Kurt beklemiş, beklemiş. Fakat çocuklar bir türlü dönmemişler. Sabrı taşan kurt, onları aramaya çıkmış. Etrafına bakınırken Seng:
— Biz buradayız büyükanneciğim! diye seslenmiş.
— Neredesiniz?
— Fındık ağacındayız. Ah, fındıklar öyle lezzetli ki. Kurt hemen:
— Biraz fındık toplayıp, bana da getirin! diye emretmiş.
Fakat Seng:
— Bunlar sihirli fındıklar büyükanne. Ağaçtan inince hepsinin şekli değişiyor. Eğer fındık yemek istiyorsan ağaca tırmanman gerekli.
Kurt, şaşkınlık içinde ağacın etrafında dolaşmaya başlamış. Nasıl tırmanacağını bilemiyormuş.
— Ben ağaca tırmanamıyorum. Sırtım ağrıyor. Hemen oradan inin bakayım!
Seng:
— Dur büyükanne! Aklıma bir şey geldi. Eve git! Büyük bir sepet ve uzun bir ip getir. O zaman seni ağacın tepesine çıkarabiliriz,
Kurt, aceleyle eve dönmüş. Bulabildiği en büyük sepetle, en uzun ipi alıp çıkmış. Uzun ipi yakalamaları için havaya fırlatmış, İpin diğer ucunu da sepetin sapına bağlamış. Kendisi de sepete girip oturmuş.
— Haydi! Beni yukarıya çekin! demiş.
Seng, hemen ipe asılmış, Çekmiş, çekmiş,.. Sepet yerden biraz yükselince kız, ipi bırakmış. Kurt hızla yere çarpmış.
Seng:
— Pek kuvvetli değilim büyükanne! diye bağırmış, Bir yerin acımadı ya?
Kurt, başını yere vurmuş. Onun için fena halde cant yanıyormuş. Fakat hâlâ sihirli fındıkları aklından çıkara-mıyormuş. Öfkeyle bağırmış:
— Budala kız. Kardeşlerinden biri ipi çekmene yardım etsin!
Bunun üzerine Seng ve Tou birlikte ipi çekmeye başlamışlar. Sepeti daha yükseğe çekmişler. Fakat, tekrar yere düşüvermiş.
— İp parmaklarımızın arasından kaydı büyükanne! Canın fazla yanmadı ya?
Kurt yere şiddetle çarpmış. Bu yüzden de bir bacağı kırılmış. Fakat o hâlâ sihirli fındıklardan yemek istiyormuş.
Hiddetli bir sesle:
— Üçünüz birden beni yukarıya çekin! diye haykırmış. Artık sesi ihtiyar bir kadınınkine benzemiyormuş. Bir kurt sesiymiş.
Po Ki, yukarıdan seslenmiş:
— Üzülme büyükanne, Ben de yardım edeceğim. Ağacın tepesine çıktığın zaman sihirli fındıklardan yersin. O zaman bütün acıların geçer!
Kurt, öfkeli öfkeli:
— Çok dikkatli olun! diye gürlemiş. Eğer sepet bir daha düşerse hepinizi birden yerim!
Çocuklar, sepeti çekmeye başlamışlar. Bu sefer iyice yükseğe çekmişler. Sepet ağacın üst dallarına kadar gelmiş. Kurt, fındıkları yemek için ağzını açtığı sırada çocuklar ipi bırakmışlar. Kötü kurt, hızla yere düşüp, ölmüş. Ertesi sabah, anneleri eve dönmüş. Seng, ona kurdun ziyaretini anlatmış. Seng, sihirli fındıklardan bahsederken hepsi katıla katıla gülmüşler.
Beyaz Benekli Kaplumbağa
Zamanın birinde Çin'de Ah Fang adında bir balıkçı yaşarmış. Çok fakirmiş. Fakat, herkes onun çok iyi kalpli olduğunu biliyormuş. Bir gün balıkçı, başında kocaman beyaz bir benek olan bir kaplumbağa yakalamış. Ama kaplumbağa o kadar üzgün gözüküyormuş ki. Fang onu yemeye kıyamamış. Kaplumbağayı usulca nehrin kıyısındaki otların arasına bırakmış. Kaplumbağa ağır ağır kımıldayıp, yürümeye başlamış. Biraz sonra da gözden kaybolmuş.
Aradan birkaç yıl geçmiş, Fang, dar bir patikadan bir tepeye çıkıyormuş. Arkasından gelen bazı insanlar görmüş, Zengin bir adam, etrafında hizmetkarlarıyla geliyormuş, Zengin adam, o kadar şişmanmış ki, yürürken vücudu bir kaplumbağanınki gibi bir sağa, bir sola sallanıyormuş.
Zengin adam;
— Yolumdan çekil! diye haykırmış. Defol!
Fang, aslında yumuşak başlı bir insanmış. Fakat zen-adamın bu kaba sözlerini duyunca hiddetlenmiş.
V'erinden kımıldamamış. Zengin, yanındaki uşaklara emir vermiş:
— Şu adamı yolumdan çekin!
Uşaklar, Fang'ın üstüne yürümüşler, Fakat fakir balıklı:
— Siz altı kişisiniz! Ama yine de sizinle dövüşebilirim, fang adını ömrünüz boyunca hatırlarsınız, diye bağır-hrtiş.
Zengin adam, Fang ismini duyunca hemen uşaklarıma durmalarını söylemiş. Daha nazik bir sesle:
— Demek sen Fang'sın? demiş. Yaptıkların için, sana teşekkür etmek isterim. Haydi benimle evime gel, Birlikte yemek yiyelim,
Fank, bu sözleri duyunca çok şaşırmış. Bu yüzden de ^>ir şey söyleyememiş. Adamın peşinden yürümüş. Birlikte tepeye çıkmışlar, Orada saray gibi bir ev varmış.
Adam, Fang'ı içeriye davet etmiş. Büyük bir ziyafet Sofrasına oturmuşlar, Anlatmaya başlamış:
— Ben Tau Nehri'nin Prensiyim. Sana olan borcumu ödemek istiyorum.
Zengin adam, birdenbire Fang'ın sağ koluna eliyle vurmuş, Balıkçı, yemekten sonra saraydan ayrılmış. Yolda giderken sağ kolundaki işareti görmüş, Adamın vurduğu yerde, başında beyaz bir benek olan bir kaplumbağa resmi varmış.
Fang, yolda bir mücevher bulmuş, Toprağa yarı yarıya gömülmüş haldeymiş, Fakir balıkçı, eğilip yeri kazmış ve mücevheri çıkarmış. Elinde mücevherle yürürken, yerdeki paralar dikkatini çekmiş. Bunların birazı taşların arasına sıkışmış. Fang, çömelip taşları kaldırmış. O zaman taşların altının para dolu olduğunu görmüş. Fang, paralan toplamış, Mücevherleri de alarak nehrin kenarındaki büyük eve gitmiş. Bu paralarla kıymetli taşı ev sahibine verip, bu evi satın almış,
Balıkçı, bu büyük evde yaşamaya başlamış. Bir gün, evde dolaşırken mutfakta birkaç gümüş para bulmuş. Taşları kaldırınca çuvallar dolusu gümüşle karşılaşmış. Fang, artık çok zengin bir insan olmuş.
Fang, büyük bir evde oturuyor ve rahat bir hayat sürüyormuş. Yine bir gün, bahçede dolaşırken yerde bir ayna görmüş. Ayna çamurlara bulaşmış. Fang, yeri kazmaya başlamış, Fakat ayna sandığından çok daha derindeymiş. Sabahtan akşama kadar yeri kazmış. Güneş batarken, aynayı çıkartabilmiş. Bu eski aynanın altından yapılmış, çok süslü bir çerçevesi varmış. Eski çağlardan kalmış olduğu belliymiş, Fang, bu zarif aynayı çok beğenmiş. Alıp evine götürmüş. Yatağının başucundaki küçük masanın üstüne koymuş, Evinde birçok güzel şey varmış. Fakat Fang, en çok bu aynayı seviyormuş, Her gece yatmadan önce dikkatle aynayı silip temizliyormuş.
Bir gün, bir arkadaşı Fang'a gelerek:
— Güzel bir prenses bu civarda gezmeye çıkmış! Senin evinin yanındaki tepelerde dolaşacakmış, demiş.
Fang, Prensesin güzelliğini duymuş, Onu görmeyi çok istiyormuş. Kıymetli aynasını yanına alarak yola çık- mış. Prensesin geçeceği yolda, büyük bir kayanın arkasına gizlenerek beklemeye başlamış. Biraz sonra güzel Prenses, yanında arkadaşlarıyla yoldan geçiyormuş.Fang'ın, gizlendiği kayanın önünde bir süre durmuşlar. Fang, hiç sesini çıkarmadan kayanın arkasında beklemiş. Prensesi görebilmek için, aynayı yola doğru tutmuş. Prensesin, aynaya vuran aksine bakmış. Genç kız, o kadar güzelmiş ki, Fang hemen ona aşık olmuş,
Prenses, gidince Fang, derin bir üzüntüye kapılmış. Aynayı yere bırakıp düşünmeye başlamış.
O gece, yatmadan önce aynayı silmek için eline almış. Bir de ne görsün? Prensesin aksi, hâlâ aynada değil mi? Günler geçiyormuş, Fang, hep aynadaki yüze bakıyormuş. Prensesi çok sevmiş. Hatta sık sık aynayı alıp bahçeye çıkıyormuş. Sanki Prenses karşısındaymış gibi aynadaki yüzle konuşuyormuş. Evdeki uşaklardan biri,
Fang'ın elinde aynayla dolaşıp, konuştuğunu fark etmiş, Uşak, kendi kendine:
— Fang çıldırdı demiş. Bu durumu her önüne gelene anlatmaya başlamış.
Böylece hikâye imparatorun kulağına da gitmiş. İmparator Soo, güzel Prensesin babasıymış. Bu durumu kendisine anlatan uşağına:
— O adam kim? diye sormuş.
— Fang adında biri, İmparator:
— Fang da kim? Bir Prens mi? Uşak:
— Haytr, imparatorum. Fang, Prens değildir. İmparator:
— O adamı bana getirin! diye emir vermiş.
İmparatorun uşağı, Fang'ın evine gitmiş. Durumu bildirmiş.
— İmparatorumuz seni görmek istiyor. Benimle gel!
Fang, çaresiz imparatorun karşısına çıkmış. Çim imparatoru, onu görür görmez kaşlarını çatarak:
— Bu adamın kafasını yarın sabah kesin! diye emretmiş.
Ertesi sabah askerler gelmiş, Fang'ı hapisten çıkarıp başını kesmek için götürmüşler, Prenses onu götürdüklerini görmüş. Nasıl Prensesin hayali aynada kalmışsa Fan-gın yüzü de Prensesin kalbine yerleşmiş.
Genç kız:
— Bırakın onu yaşasın! diye bağırmış. Onunla evlenmek istiyorum.
İmparator, kızının bu sözlerine çok kızmış.
— Fang ölecek! Onunla evlenmene asla izin veremem!
Güzel Prenses, bu sözleri düyunca ağlamaya başlamış. Üzüntüyle:
— Fang, serbest bırakılana kadar yemek yemeyeceğim, demiş. Hizmetçiler, ona yemek getirmişler, Fakat kız, hiçbirine el sürmemiş.
Aradan üç gün geçmiş. Prenses, hiçbir şey yemiyor-muş. İmparator Soo, kızının hastalanmasına dayanamamış. Sonunda Fang'ı serbest bırakmış ve kızına:
— İstiyorsan bu adamla evlenebilirsin, demiş,
Fang evine dönmüş, Sakladığı bütün servetini çıkarmış, İmparatorun sarayına döndüğü zaman yanında yüz uşağı ve sayılmayacak kadar gümüş varmış,
İmparator, çok şaşırmış, Fang'a teşekkür etmiş, Bütün ahbaplarını kızının düğününe davet etmiş,
Fang ve güzel Prenses evlenmişler. Sihirli aynayı da evlerine götürmüşler. Fang, aynayı görebileceği güzel bir yere koymuş.
Aradan yıllar geçip Prenses ihtiyarladıktan sonra bile aynadaki yüz genç kalmış. Düğünden birkaç gün sonra bir ziyaretçi gelmiş, Fang ve Prensesi görmek istiyormuş, Fang, onun kim olduğunu hatırlamaya çalışırken adam:
— Ben Tau Nehrinin Prensiyim, Eskiden sana verdiğim bir şeyi almaya geldim, demiş.
Eliyle Fang'ın sağ koluna dokunmuş.
— Artık seninle ödeştik. Ben de evime dönebilirim,
demiş.
Adam, bu sözleri söyler söylemez evden ayrılmış. Fang, sağ koluna bakmış. Kolundaki kaplumbağa resmi yokmuş artık.
Fang, adamın kendisine ne kadar iyilik etmiş olduğunu anlamış. Ona teşekkür etmek için, koşmuş. Fakat, kimseler yokmuş, Sadece başında iri beyaz bir benek olan büyük bir kaplumbağa görmüş. Kaplumbağa vücudunu iki yana sallayarak vuruyormuş, Ağır ağır nehre doğru gitmiş.
Tahta At
Bir marangoz, bir demirciyle karşılaşmış, Marangoz:
— Ben çok güzel şeyler yapıyorum. Dünyanın en usta marangozu benim! diye övünmüş.
Demirci de ondan aşağı kalmamış,
— Dünyanın en usta demircisi benim. Senin yaptıklarından çok daha güzel şeyler yaratabilirim, demiş.
Marangoz:
— Hayır, yapamazsın, diye cevap vermiş.
İki adam, epey tartıştıktan sonra kararlarını vermişler.
— En iyisi gidip imparatora soralım. Bakalım hangimiz daha faydalı şeyler yapıyoruz?
İmparator çok akıllı ve tecrübeliymiş, İki adamı da dinledikten sonra:
— İkiniz de evinize dönün! diye emretmiş. Bütün ustalığınızı gösterin. Yaptıklarınızı on gün sonra bana getirin, O zaman hanginizin daha usta olduğunu anlayacağım.
On gün sonra, iki adam yine imparatorun karşısına çıkmışlar. Demirci, yanında bir balık getirmiş. Demirden bir balıkmış bu.
İmparator;
— Güzel bir balık yapmışsın ama bu ne işe yarar? demiş,
Demirci, gülümsemiş,
— Balığım, çok ağır bir şeyi bir yerden başka yere taşıyabilir.
İmparator, gülmeye başlamış.
— Demirden balığının yüzebileceğini sanıyorsan yanılıyorsun, Budalalık bu!
Demirden balığı nehrin kenarına götürmüşler, içine ağır bir yük koymuşlar. Suya bırakmışlar. Balık, nehrin bir kıyısından öbür kıyısına kadar yüzmüş.
İmparator, hayretle:
— Sen çok usta bir demircisin. Sarayımda çalışmanı istiyorum, demiş,
Sonra imparator, marangoza dönmüş.
— Şimdi sıra sende! Maharetini göster bakalım, demiş. Marangoz, imparatora tahta bir at göstermiş. At çok güzelmiş ve gövdesinde bir sürü anahtar varmış. İmparator, dudak bükerek:
— Bu tahta at sadece bir oyuncak, demiş. Bununla çocuklar oynayabilir ancak.
Marangoz:
— Sayın imparatorum, bu at demir balıktan çok daha marifetlidir. Gövdesinde altı anahtar var. İlk anahtarı çevirirseniz at uçar. İkinci anahtarı çevirirseniz daha da hızlı uçar, Her anahtar onun hızını arttırır. Son anahtarı çevirirseniz at bir kuştan bile hızlı uçar, Bu ata binip dünyayı dolaşabilirsiniz, demiş,
İmparatorun oğlu, marangozun anlattıklarını duymuş ve:
— Ne olur babacığım, diye yalvarmış. İzin verin de şu ata bineyim!
Fakat imparator, kabul etmemiş,
— Olmaz! Atın uçup uçamadığını henüz bilmiyoruz! demiş.
Fakat imparator, oğlunu çok seviyormuş. Onun isteklerini daima yerine getirirmiş. Genç Prens, çok ısrar edince dayanamamış, razı olmuş.
Prens, tahta ata binince imparator:
— Çok yavaş git! diye seslenmiş. Sadece birinci anahtarı çevir.
Prens, babasına el sallayarak birinci anahtarı çevirmiş. At, havalanarak uçmaya başlamış. At gittikçe yükselmiş, Sarayın bahçesindeki insanlar karınca kadar gözükmeye başlamış. Hatta saray bile küçük bir oyuncak gibi duruyormuş. Prens, ikinci anahtarı da çevirmiş. Sonra da üçüncüyü ve dördüncüyü. Nihayet bütün anahtarları çevirmiş. At havada bir kuştan daha hızlı uçuyor-muş. .Delikanlı, yorulana kadar uçmuş, uçmuş. Sonra aşağıda büyük bir şehir görmüş, Anahtarları teker tekeı geri çevirmiş. Tahta at yavaşlamış. Usulca şehrin hemen dışında bir yere konmuş. Genç Prens, bir eve girmiş. Geceyi orada geçirmiş.
Ertesi sabah Prens, şehrin etrafında dolaşmış. Gittiği yerlerde, gördüğü insanların gökyüzüne baktıklarını görmüş. O da başını kaldırıp bakmış ama bir şey görememiş.
Yaşlı bir adama yaklaşarak:
— Gökyüzünde ne var? diye sormuş. İhtiyar adam içini çekmiş.
— İmparatorumuzun çok güzel bir kızı var. Kızını çok sever. Onun için kimsenin Prensesi görmesini istemez. Kızı için gökyüzünde bir saray yaptırmış. Her gün İmparatorumuz kızını görmeye gider.
Genç Prens, hayretle:
— İyi ama nasıl gökyüzüne bir saray yaptırdı? diye bağırmış,
— Bir Tanrı, imparatora yardım etti. Oraya sadece imparator gidebiliyor, demiş.
Prens, yaşlı adama teşekkür etmiş. O gece, tahta ata atlayıp gökyüzündeki saraya uçmuş.
Prenses, babasının geldiğini sanmış. Ama, karşısında yakışıklı bir genç varmış. Prensin, bir Tanrı olduğunu sanmış. Çekinerek:
— Ancak bir Tanrı bu kadar yükseğe çıkabilir, demiş.
Prens, genç kızı görür görmez aşık olmuş. Ona her
şeyi anlatmış:
— Ben sadece bir Prensim. Buraya uçan atla geldim.
Prenses de genci beğenmiş, Ona aşık olmuş. Prens, oradan ayrılmış. Çünkü, gökyüzündeki saraya geldiğini imparatorun anlamasını istemiyormuş. Delikanlı gittikten -sonra İmparator gelmiş, Kızını çok mutlu görünce şüphelenmiş. Hiddetle:
— Biri saraya girmiş! diye bağırmış.
Ertesi gün imparator, en iyi askerlerinden dördünü gökyüzüne çıkarmış. Sarayın önünde nöbet beklemeye başlamışlar. Fakat bir süre sonra askerler uyuyakalmışlar.
Prens, bu fırsattan yararlanıp, Prensesi görmeye gelmiş. İmparator akşam saraya girince kızının daha da mutlu olduğunu görmüş.
İmparator, çok öfkelenmiş. Ertesi sabah, en akıllı adamlarını yanına çağırtmış, Fakat adamlar, gökyüzündeki saraya gizlice giren adamı nasıl yakalayacaklarını bilmiyorlarmış, İmparatorun uşaklarından biri, konuşmaları duymuş. Hemen gelip,
— Prensesin sarayındaki bütün iskemleleri boyatın. İskemlelere oturan adamın elbisesi boyanır. Biz de elbisesi boyalı birini bulur bulmaz onun Prensesi gören adam olduğunu anlarız, demiş,
Herkes bu fikri beğenmiş, İmparator, gökyüzündeki saraya çıkıp bütün iskemlelere boya sürmüş. Prens saraya gelmiş. Oturup Prensesle konuşmuş, Tahta atına binip şehre dönerken ceketine bulaşmış olan boyayı fark etmiş, Üstü mücevherlerle süslü ceketini çıkarıp atmış. O gece, yaşlı fakir bir adam şehrin sokaklarında ağır ağır yürüyormuş. Yerdeki süslü ceketi görmüş. Hemen:
— Bu ceket Tanrıların bir hediyesi olmalı! demiş. Mücevherlerle süslü ceketi alarak neşeyle evine koşmuş.
Ertesi gün imparator, askerlerini şehre yollamış. Boyalı elbise giyen birini arıyorlarmış, Askerler ihtiyar adamın giydiği ceketteki boyayı görmüşler, Onu yakaladıkları gibi imparatora götürmüşler.
İmparator, hiddetle:
— Hemen onu götürün, şehir meydanında başını kesin! demiş.
Şehirliler, ihtiyar adamın meydana götürüldüğünü görünce merak etmişler:
— Bu adamı neden meydana götürüyorsunuz? Askerler:
— Bu adamın başını keseceğiz! demişler.
— Peki neden başını keseceksiniz?
— Çünkü o Prensesimizi görmeye gitti. Bunu duyan şehirliler gülmeye başlamışlar.
— İmkânı yok, Bu ihtiyarın Prensesi görmeye gittiğine inanamayız.
Bu olay kısa sürede bütün şehre yayıldı. Genç Prens de duymuş. Hemen saraya gidip imparatorun karşısına çıkmış.
— Kızınızı görmeye giden benim! demiş. İmparator:
— Hemen ihtiyarı bırakın! Onun yerine bu delikanlının kafasını kesin!
Askerler, Prensi yakalamak için koşmuşlar. Fakat o tahta ata bindiği gibi anahtarları çevirmiş ve uçup oradan uzaklaşmış.
Prens yükselmiş, yükselmiş, Nihayet saraya gelmiş. Prensese her şeyi anlatmış.
— Benimle babamın ülkesine gel, Babam seni çok sevecektir, demiş,
Prenses, tahta ata binmiş. Birlikte saraydan kaçmışlar. Genç kız, sarayda bıraktığı İki mücevheri hatırlamış. Prense:
— Geri dönüp elmaslarımı almalıyım! Annem ölmeden önce vermişti bana. Bu mücevherleri evleneceğim adamın babasına vermemi istemişti,
Fakat Prens:
— Şimdi dönmemiz aptallık olur, diye itiraz etmiş. Ama genç kız, ısrar ediyormuş,
— Elmaslarım olmazsa gidemem. Babana bir hediye veremezsem rahat edemem, demiş,
Genç Prens üzülmüş. Çaresiz tahta atın anahtarlarını çevirip yere indirmiş. Sonra:
— Sen atı alıp saraya git, Ben burada senin dönmeni bekleyeceğim, demiş.
İmparator, sarayda kızını arıyormuş. Atın sesini duyar duymaz, imparator Prensesin odasına girmiş, Kapının arkasına gizlenmiş, Prenses, mücevherlerini almak için odaya girmiş; babası onu yakalamış. İmparator, Prensesi ve tahta atı alıp kendi sarayına dönmüş. Kızını ve uçan atı karanlık zindanlara atmış. Kızını, başka bir ülkeden gelen çok zengin bir adamla evlendirmeye karar vermiş. Bu adam çok yaşlıymış. Fakat Prensesle evlenmeyi çok istiyormuş. Bu haber, bütün şehirde duyulmuş. Zengin adam, ülkesinden altın ve mücevher yüklü atlarla yola çıkmış. Bunları Prensese hediye edecekmiş,
Bu arada Prens ne yapıyormuş acaba? Genç adam beklemiş, beklemiş. Fakat Prenses gelmemiş. Onu beklerken ne yemek yemiş, ne de su içmiş, Nihayet bir tepeye tırmanmış, Tepenin üzerinde meyve ağaçları varmış. Genç adam koşup, en yakındaki ağaçtan blr- kaç elma koparmış. Elmalar çok lezzetliymiş. Elmaları yiyen Prensin uykusu gelmiş. Bir ağacın altına uzanıp uykuya dalmış. Uyandığı zaman eliyle yüzüne dokunmuş, Uzun bir sakalı varmış. Buna çok şaşırmış. Yine karnı acıkmış, Canı elma İstememiş. Çünkü, uzun sakala elmaların sebep olduğunu sanıyormuş. Başka bir ağaca gitmiş. Bu bir armut ağacıymış. Prens, armutları elmalardan daha çok sevmiş. Sonra uzanıp uyumaya başlamış, Tekrar uyandığı zaman uzun sakalının bembeyaz olduğunu görmüş, Üstelik başında da kocaman iki boynuz varmış. Prens, çok üzülmüş. Prensesin kendisini bu halde beğenmeyeceğini düşünüyormuş.
Yine uyuyakalmış.
Prens, uyurken rüyasında yaşlı bir adam görmüş, ihtiyar:
— Neden böyle üzgünsün oğlum? diye sormuş. Genç Prens, cevap vermiş:
— Şu ağaçlardan meyve koparıp yedim. Şimdi uzun beyaz bir sakalım ve boynuzlarım var.
İhtiyar adam:
— Meyvelerden bazıları ağaçların dibine düşmüş. Kızgın güneşte renkleri kızarmış. Düşen meyveler kurumuş. Bu kuru meyvelerden birkaç tane ye. Sonra hemen buradan ayrıl. Çünkü burası uğursuz bir yer. Çabuk git.
Prens, uyanınca ihtiyarın sözlerini hatırlayarak kurumuş meyveleri yemiş. Sakalı da boynuzları da kaybolmuş, Yüzü eski haline dönmüş. Prens, ince dallardan bir sepet örüp, içine yaş ve kuru meyveleri doldurmuş.
Prens, yedi gün yedi gece yürümüş ve bir yol aramış. Karnı acıktıkça sepetindeki kuru meyvelerden yemiş. Nihayet bir yol bulmuş. Yolda, eşeğe binmiş bir adam gidiyormuş.
Prens:
— Lütfen bana nerede olduğumu söyleyin, demiş. Adam, ona nerede olduğunu söylemiş.
Prens:
— Demek doğuya gidersem kendi ülkeme varacağım. Batıya gidersem güzel Prensesimin ülkesine varacağım, O halde batıya gideyim, demiş.
Genç adam, yola koyulmuş. Biraz ilerledikten sonra, yanından güzel bir araba geçmiş. Arabada yaşlı bir adam oturuyormuş. Arabanın çevresinde askerler varmış. Adam, arabadan başını uzatınca Prensin elindeki sepeti görmüş, Adamlarına durmaları için emir vermiş.
Onlara Prensi işaret etmiş.
— Bana şu meyvelerden getirin. Onları satın almak istiyorum,
Prens:
— Bu meyveleri satamam! demiş. İhtiyar adam, sinirlenerek:
— Budalalığın gereği yok, demiş. Sonra askerlerine seslenmiş:
— Meyveleri satın alın, Delikanlıya da istediği kadar para verin. Satmak istemezse zorla alın, demiş,
Genç Prens, ihtiyar adama meyvelerin içyüzünü anlatmaya çalışmış, Fakat ihtiyar dinlemiyormuş. Prens, askerlerden birine:
— Bu zengin adam kim? diye sormuş. Nereye gidiyor?
Asker güiümsemiş:
— Güzel Prensesle evlenmeye gidiyor,
Prens, Prensesin adını sormuş. İhtiyarın, imparatorun
kızıyla evleneceğini anlamış. Sepetinden iki tane iri elma ve iki iri armut seçerek ihtiyara vermiş. Araba ve askerler oradan uzaklaşmışlar.
Zengin adam, meyveleri yedikten sonra uykuya dalmış, Uyandığı zaman uzun beyaz bir sakalı ve kocaman iki boynuzu olduğunu görmüş. Neye uğradığını şaşıran adam, telaşla arabayı durdurup meyve satıcısını getirmelerini emretmiş. Prensi yakalayıp getirmişler.
Prens:
— Aynı meyvelerden ben de yedim, demiş.
Askerler ve zengin adam. Prense bakmışlar, Onun doğru söylediğini anlamışlar.
Prens:
— Efendiniz meyveleri yedikten sonra uyudu mu? diye sormuş,
Askerler başlarını sallamışlar.
— Evet, doğru. Efendimiz meyveleri yer yemez uykuya daldı.
Prens:
— Şimdi neden sakalı ve boynuzları çıktığı anlaşıldı. Bu ülkede yemek yedikten sonra uyunmaz.
Askerler, bu sözleri duyunca kendi ülkelerine dönmek istemişler. Fakat ihtiyar adam Prensesin ülkesine gitmeleri için onlara emir vermiş,
Askerler, bir ağızdan:
— Fakat çok çirkin oldunuz! diye haykırmışlar.
— Prenses sizi görünce evlenmek istemeyecektir! Askerlerden birinin aklına bir şey gelmiş.
— Efendimizin yerine başka birini geçirelim, O zaman Prenses onunla evlenir. Biz de Prensesi kendi ülkemize götürür efendimize veririz,
Zengin ihtiyar:
— Evet, evet bu harika bir plân. Fakat yerime kim geçecek? Bize genç ve yakışıklı bir adam lâzım.
Askerler, Prense bakmışlar, içlerinden biri:
— Bu gençten faydalanabiliriz. Ona süslü elbiseler giydiririz, Sonra da arabaya oturturuz, Kim anlayacak ki?
Biraz sonra Prensi giydirip kuşatıp arabaya oturtmuşlar. Zengin ihtiyar, kendi ülkesine dönmek üzere yola çıkmış,
Genç Prens, askerlerle şehre geldiğinde imparator onları çok iyi karşılamış, Onun getirdiği göz kamaştırıcı elmaslar ve altınlardan memnun kalmış. Adam, kızını yanına çağırtmış.
Mutsuz Prensese:
— Çok yakında evleneceksin! diye emretmiş.
Düğünden bir gün önce Prenses ve Prens bir odada buluşmuşlar. Ancak birkaç dakika konuşabilmişler.
Prens:
— Yüzüme bak. Beni tanıdın mı? Kızcağız şaşırmış.
— Evet! Evet tanıdım! Sen tahta atla sarayıma gelen Prenssin!
Genç adam hemen:
— Korkmana gerek yok, Buradan kaçabilmemiz için babandan tahta atı istemelisin. At olmadan ülkeden ayrılmayacağını söyle.
Ertesi gün, güzel Prenses ve Prens'in düğünü yapılmış. Ayrılma saati gelince genç kız, babasına dileğini açıklamış,
— Bana tahta atımı verin. O olmazsa bir yere gitmem, demiş,
İmparator, bunu duyunca hem şaşırmış, hem de
hiddetlenmiş.
— Kızım bu tahta atı neden istiyor acaba? Atı ona
vermeyeceğim! demiş,
Fakat imparatorun yakınları araya girmişler ve:
— Bu tahta at, bir çocuk oyuncağı, Kızınızı kırmamalısınız, demişler,
Sonunda imparator razı oiup, tahta atı Prensese vermiş. Şehirden çıktıkları zaman, zengin adamın askerleri Prens ve Prensesin etrafını sarmışlar. Onları gözden kaçırmak istemiyorlarmış,
Epey yol almışlar. Nihayet zengin adamın evine yaklaşmışlar.
Prens, genç kıza usulca:
— Askerlerden bir torba para iste. Paralan, fakirlere dağıtacağını söyle, demiş.
Askerler hemen para torbasını vermişler. Prenses, parayı arabanın etrafına saçmış. Hemen toplanan fakirler, paraları toplamak için arabanın etrafını sarmışlar. Askerler, Prens ve Prensesten uzakta kalmışlar.
Genç Prens, kızı tahta ata bindirmiş. Kendisi de ata atlamış. Bütün anahtarları çevirmiş, tahta at havalanmış. Bir kuştan daha hızlı uçuyormuş. Ülkedeki herkes, genç Prensi görünce şaşırmışlar. Babası, onun öldüğünü sanıyormuş.
İmparator, sevgili oğluna kavuşunca çok mutlu olmuş tabii. Atı yapan marangoza birbirinden kıymetli mücevherler hediye etmiş. Prens ve Prenses tekrar evlenmişler. Güzel bir sarayda yaşamaya başlamışlar. Fakat bu saray gökyüzünde değil, yerdeymiş.
Mavi İnci
Çin'de Hva Fu adında bir kasaba varmış. Bu kasabanın topraklan çok verimiiymiş. Kasabada yaşayanlar, yiyecek ve içecek bulmakta hiç sıkıntı çekemezlermiş.
Fakat Hva Fu'nun gerçek hikâyesini bilen çok az insan varmış, Çünkü, eskiden bu kasaba bereketli bir yer değilmiş. Yıllar önce, Hva Fu'da büyük bir yangın çıkmış. Bu yangın günlerce, aylarca hatta yıllarca sönmemiş, Kasabadan kaçanlar, başka yerlere göç etmişler. Orada evler yapmışlar ve çocukları dünyaya gelmiş. Bu çocuklar büyümüş ve Hva Fu'yu hiç görmemişler, Yangından sonra, bir yıl süren büyük bir kuraklık olmuş. Hiç yağmur yağmamış, Bütün nehirler kurumuş. İçecek su bile kalmamış. Erkekler, her gün su aramak için uzun yolculuklara çıkıyorlarmış,
Bir adamın. Yen Kan adında bir oğlu varmış. Çok cesur ve kuvvetli bir gençmiş. O da su getirmek için, her gün uzaklara gidiyormuş, Aradan birkaç ay geçmiş.
Yen Kan, bu uzun su arayışlarından çok yorulmuş. Babasına:
— Kışın ne yiyip içeceğiz? diye sormuş. Babası hiç cevap vermemiş.
Yen Kan:
— Buradan gidelim baba. Yaşayacak daha iyi bir yer bulalım, demiş.
— Hva Fu, yaşanılacak en güzel yerdir, demiş. Delikanlı şaşırmış:
— Fakat babacığım, Hva Fu hâlâ yanıyor. Taşlar bile tutuşmuş. Biz burada nasıl yaşayabiliriz?
Babası, Yen Kan'a yangından birkaç yıl sonra kendilerini görmeye gelen adamı anlatmış.
İhtiyar:
— Buradan çok uzaktaki bir gölde, iri bir mavi inci varmış, diye söze başlamış. İşte, bu inciyle yangını söndürmek mümkünmüş, Fakat o gölde dev bir örümcek varmış. Örümcek, oraya yaklaşan herkesi öldürüyormuş. Sadece, çiçek dağında yaşayan altın bir kraliçe arı, o örümceği öldürebilirmiş.
Yen Kan, hemen atılmış:
— Ben, gidip o inciyi çıkarabilirim, Böylece Hva Fu'daki yangını da söndürürüz.
Fakat babası:
— Sakın gitme! O ihtiyar adam, bizi görmeye gelip hikâyesini anlattıktan sonra iki genç, inciyi çıkarmaya gitti. Fakat bir daha geri dönmediler, demiş.
Fakat Yen Kan, kararını vermiş bir kere.
— Su ve yiyecek bulamazsak nasıl olsa öleceğiz.İn-ciyi çıkarmaya çalışırken ölmem bir şeyi değiştirmez, demiş.
Cesur Yen Kan, çiçek dağının yolunu tutmuş. Yanına yiyecek ve su koymak için bir kâse almış. Günlerce yürümüş, yürümüş, Ağaçlardan kopardığı meyve karnını doyuruyor, derelerin suyunu içip susuzluğunu gideriyormuş, Nihayet ulu bir dağa gelmiş. Bu dağın, çiçek dağı olduğunu sanmış. Tırmanmaya başlamış. Üç gün, üç gece hiç durmadan dağa tırmanmış. Tepeye ulaşınca etraftaki binlerce çiçeği görmüş. O zaman çiçek dağında olduğunu anlamış. Arılar, çiçeklerin üstünde uçuşuyorlarmış.
Yen Kan:
— Kraliçe arı hangisi acaba? Ben onu nasıl yakalayabilirim? demiş.
Sonra aklına bir fikir gelmiş.
— Bir ateş yakayım, Ateşin dumanı bütün anları kaçırır. Sadece kraliçe arı kalır. Ateş yakmak için, çalı çırpı aramış, Ama dağın tepesinde sadece küçük bir ağaç varmış. Delikanlı çalı çırpı ararken kocaman, çirkin bir kuş, tepesinde dolaşmaya başlamış, Onun gagasında küçük bir kuş varmış. Küçük kuş, korkuyla bağınyormuş, Başka bir kuş da onu kurtarmaya çalışıyormuş. Yen Kan, bir taş kapıp büyük kuşa atmış, Kuş, acıyla bağırmış, Ağzını açınca da küçük kuş kaçmış.
Güzel kuş, küçüğün kurtulduğunu görünce neşeyle:
— Küçüğümü kurtardığın için sana teşekkür etmeliyim delikanlı, demiş.
Yen Kan, kuşun konuştuğunu görünce şaşırmış, Fakat cevap vermemiş. Hâlâ yakacağı ateş için çalı çırpı düşünüyormuş.
Güzel Kuş:
— Ne derdin var? Yapabileceğim bir şey varsa söyleyebilirsin, demiş.
Yen Kan, kuşa bakmış:
— Ateş yakmak için çalı çırpı arıyorum, demiş. Güzel Kuş:
— Sana istediğin kadar çalı çırpı bulabilirim, diyerek uçup gitmiş. Gökyüzündeki diğer kuşlara seslenmiş. Biraz sonra, yüzlerce kuş Yen Kan'a doğru gelmişler. Hepsinin gagasında birer çalı parçası varmış, Yen Kan'ın önüne koyup, uçup gitmişler. Genç adam, bir ateş yakmış, Ateşin dumanından bütün arılar kaçmış. Fakat kraliçe arı kaçmamış.
Yen Kan, şapkasını çıkarmış. "Kraliçe arı ortaya çıkaı çıkmaz şapkamı üstüne atarım," diye düşünmüş. Beklemiş, beklemiş. Nihayet kraliçe arı. Yen Kan'ın arkasındaki kocaman çiçeğin altından çıkmış, Uçarak yükselmiş, Bu yüzden Yen Kan onu yakalayamamış.
Yen Kan:
— Onu elimden kaçırdım. Yapılacak başka bir şey yok, demiş.
Geri dönmeye karar vermiş. Tam dağdan ineceği sırada yine güzel kuşu görmüş. Kuşun gagasında, kraliçe arı duruyormuş. Getirip gencin avucuna koymuş.
Yen Kan, cebinden bir kutu çıkarmış; kraliçe arıyı içine koymuş, Sonra göle doğru yola çıkmış.
Saatlerce yürümüş, nihayet göle varmış, Etrafına bakınırken örümceği görmüş, Örümcek yerdeki bir delikten çıkmış. Bu, Yen Kan'ın gördüğü en büyük örüm-cekmiş, Dev gibiymiş. Kalın bacakları, siyah tüylerle kaplıymış. Gözleri ateş saçıyormuş.
Dev örümcek, genci süzdükten sonra ağzını açmış. Ağır ağır Yen Kan'a doğru gelmiş.
Delikanlı:
— Eğer kaçarsam arkadan üstüme atlayıp beni yer! diye düşünmüş, Bu yüzden, yerinden kımıldamamış.
Örümcek yaklaşmış, yaklaşmış,,.
Yen Kan, cebinden kutuyu çıkarmış, Dev örümcek, iyice yaklaşınca kutunun kapağını açmış, Kraliçe arı, uçup örümceğin başına konmuş; örümcek bir anda yere yığılmış, ölmüş.
Yen Kan, hemen göle dalmış. Dibe doğru inmiş. Ayaklan yere değince durmuş. Etrafına bakınca, az ileride mavi bir ışık görmüş, Mavi ışığın tam ortasında da inci duruyormuş,
Delikanlı, inciyi avucuna aimış. Çok soğukmuş bu inci. Gölden çıkınca, inciyi su kâsesine koymuş. Kâsedeki su da dönüvermiş. Buz olmuş.
Genç adam, Hva Fu'nun yanındaki tepelere gelene kadar koşmuş. Tepelerden birine çıkıp bakmış. Kasaba, ateş ve duman içindeymiş. Yen Kan, buz tutmuş kâseyi bütün gücüyle aşağıya fırlatmış, Birdenbire yangın sönmüş, Yağmur yağmaya başlamış,
Köyden göçen herkes kasabaya geri dönmüş. Yeni evler yapıp mutlu olmuşlar, Bazıları bu kasabaya. Yen Kan adını vermiş. Çünkü o yangını söndürüp kasabayı kurtarmış.
İki Yılan
İki sihirli yılan varmış. Biri bin sekiz yüz yaşında, beyaz bir yılanmış. Diğeri ise, yeşiimiş ve sekiz yüz yaşındaymış, Çok güçlüymüşler. İstedikleri zaman kadın kılığına gire-biliyorlarmış.
Fakat, bu iki yılan birbirleriyle hiç geçinemiyorlarmış, Bir gün, aralarında büyük bir kavga çıkmış. Kavga, tam bir gün sürmüş. Günün sonunda kavgayı beyaz yılan kazanmış. Yeşil yılanı yenmiş.
Yeşil yılan:
— Sen kazandın. Bundan sonra ben senin kölen oia-cağım, demiş.
Ching Ming bayramı gelmiş, Bu bayramda kimse çalışmazmış. O gün, herkes mezarlığa gider ve ölülerini ziyaret edermiş, Mezarları temizlerler ve ölüler için kaplarla yiyecek bırakırlarmış.
Ching Ming bayramında, Hsu San adında genç bir adam, Hangçov'daki Batı Gölü'nün yanındaki mezarlığa gitmiş. O da mezarları ziyaret etmek istiyormuş, Gidip ölmüşlere saygılarını sunduktan sonra dönmüş. Dönüşte şiddetli bir yağmur başlamış. Genç adam, nereye sığınacağını düşünürken bir tepenin eteğinde yaşlı bir ağaç görmüş, Koşa koşa ağacın altına sığınmış. Ağacın altında, çok güzel bir kadınla hizmetçisi duruyormuş. Onlar da yağmurdan korunmak istiyorlarmış. Hsu San, o güne kadar böylesine güzel bir kadın görmemiş. Yağmur yağarken, genç adam kadınla konuşmaya başlamış,
— Adım Hsu San, Lütfen bana isminizi söyler misiniz? Güzel kadın ona bakmış:
— Adım Bai Su Ching. Genç adam:
— Yarın benimle çay içer misiniz? diye sormuş, Genç kadın, güiümsemiş:
— Teşekkür ederim, Siz terbiyeli bir gençsiniz; yarın sizinle çay içeceğim.
Böylece Hsu San ve Bai Su Ching, birbirlerine aşık olmuşlar. Kısa zaman sonra da evlenmişler. Bir de oğulları olmuş.
Aradan yıllar geçmiş. Ejderha Gemisi Bayramı'nda
Bai Su Ching, cok yemek yemiş, Bu yüzden erkenden uyumuş. Fakat yatakta uyurken birdenbire değişip yılan olmuş.
Hsu, o sırada yatak odasına girmiş. Yatağın üzerinde uzun beyaz bir yılan görünce:
— Aman! diye bağırarak evden kaçmış, Hizmetçi, Bai Su Ching'i uyandırmış.
— Hsu San, gerçeği öğrendi! Onu öldürmeliyiz! demiş.
Fakat Bai Su Ching, eşini öldürmek istemiyormuş.
— Hayır, hayır! Onun canını yakmamalıyız. Sen şimdi kıra çık. Beyaz bir yılan ara. Bulunca öldür ve bana getir, demiş.
Hizmetçi, onun dediğini yapmış. Beyaz bir yılan getirip, yatağın üstüne bırakmış, Sonra Bai Su Ching, eşini çağırıp yataktaki yılanı göstermiş.
— Şu yılana bak! Onu az önce öldürdük, demiş.
Hsu San, yataktaki yılanı görünce rahat bir nefes almış.
— Sen çok cesur bir kadınsın! demiş.
Bir sabah erkenden Hsu San, tepeye tırmanıp Altın Dağ Tapınağı'nı ziyarete gitmiş, Orada dua etmiş. Tapınakta, karşısına ihtiyar bir rahip çıkmış, Rahip, ona Bai Su Ching ve hizmetçisinden bahsetmiş. Hsu San'a iki yılanın hikâyesini anlatarak:
— Senin eşin, aslında beyaz bir yılandır, demiş. Hsu San, çok şaşırmış tabii.
— Nasıl olur? Benim eşimin beyaz bir yılan olmasına imkân yok. Fakat siz bir rahipsiniz; yalan söylemezsiniz. Demek anlattıklarınız doğru, demiş.
Genç adam üzüntü içinde ağlamaya başlamış. Sonra:
— Şimdi ben ne yapayım? diye sormuş, İhtiyar adam, onun omzuna vurmuş:
— Sakın korkma. Burada benimle kal, Sana hiçbir
zarar gelmez, demiş.
Hsu San, eve dönmeyince Bai Su Ching, onu aramaya çıkmış. İhtiyar rahibin yaptıklarını öğrenerek fena halde öfkelenmiş. Akrabaları olan sihirli ejderhaları yardımına çağırmış. Onlara:
— Yağmur yağdırın! diye emretmiş.
Gökyüzü birdenbire simsiyah kesilmiş ve şiddetli bir yağmur başlamış, Yağmur birkaç gün sürmüş. Tarlalar ve evler sular altında kalmışlar. Sular, her gün daha da yükseliyormuş. Fakat Altın Dağ Tapınağı'nın olduğu tepeye erişemiyormuş.
Bu arada ihtiyar rahip, Bai Su Ching'in ne yapmaya çalıştığını anlamış; çok sinirlenmiş. Sihirli kazanını yakıp iki yılanı yakalamayı denemiş, Yeşil yılanı hemen yakalamış. Onu uzakta bir mağaraya gönderip, hapsetmiş. Sonra da beyaz yılanı yakalamış, Onu da Batı Gölü yakınında bir tapınağa kapatmış.
Aradan yıllar geçmiş, Bir gün, genç bir adam Altın Dağ Tapınağı'na gelmiş. Çok üzgün görünüyormuş. Babasını görmek istediğini söyleyerek:
— O, bu tapınağın rahibi olmuş, demiş, İhtiyar onu süzmüş:
— Babanın adı nedir oğlum? Genç adam: .
— Onun adı Hsu San, demiş. Rahip, sevinçle haykırmış:
— Oğlum! Hsu San benim! Senin baban benim! Genç aaam:
— Peki annem nerede? Onu görebilir miyim? Hsu, ağlamaya başlamış. Bir taraftan da:
—Annen burada değil. Batı Gölü civarında bir tapınakta. Sana orasını göstereyim.
Hsu San, oğlunu alıp tapınağa götürmüş ve beyaz yılanın hapsedildiği odaya gelmişler,
Annesini bu durumda gören çocuk, çok üzülmüş. Ağlamaya başlamış, Annesi için dua etmiş.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder