ALLAH YOLUNDA CAN VERENLER

ALLAH YOLUNDA CAN VERENLER..

Hz. Nuh (a.s.)'ın Kavmine Peygamber Olarak Gönderilmesi 3

Hz. Nuh (a.s.)'ın Kavmini Tevhide Dvet Edişi ve Başına Gelenler 5

Tufan Gemisinin Hazırlanışı 6

Tufanın Yaygınlaşması 7

Beş Putun Dalgalarla Cidde'ye Sürüklenişi ve Orada Toprağa Gömülüp Kalışı 7

Dağın Tepesinde Bile Boğulmaktan Kurtulamayan Anne ve Çocuk. 7

Kur'an-ı Kerim'in Tufan Hakkında Açıklaması 8

Hz. Hud (A.S)’In Kavmi 9

Semud Kavmi Ve Yurtları 11

Kur'an-ı Kerim'in İcazı 15

Veda Haccı 17

Peygamber Efendimiz'in Vefatı 18

Hz. Ömer'in (r.a.) Devrinde Teşkilât ve Müesseseler 21

Hz. Osman'ın Hilafeti ve Şehadeti 21

Hz. Ali'nin Soyu Ve Şahsiyeti 23

Hz. Ali'nin Halife Seçilmesi 23

Valilerin Durumu. 24

Cemel Vakası 24

Hz. Ali'nin İcraatı 26

Hz. Ali'nin Muaviye İle Mücadelesi 26

Sıffin Muharebesi 27

Hakem'in Hükmü. 27

Hariciler Meselesi 28

Mısır'ın Elden Çıkışı 29

Hz. Hasan (r.a.)'ın Şehadeti 31

Muaviye b. Ebu Süfyan'ın Konuşmaları: 32

Kerbela ve Hz. Hüseyin'in Şehadeti 33


ALLAH YOLUNDA CAN VERENLER


Cenab-ı Allah, gökteki ibretleri ve yerdeki kerameti ile kendi ilahî gücünü ve kudretini gözler önüne ser­miştir. Ama biçare insan inadında ısrar edip, hakikatle­re hep kör bakmıştır. Halbuki hangi yöne dönüp bakar­sak bakalım, Cenab-ı Allah'ın azametini görür ve şahid oluruz. Hayret veren ve hakikatlerle dolu olan bu en­gin kainatın hem şaşırtan, hem ürperten, gerek geçmiş asırlarda gerek bu ahir asırda olsun, Allah'ın rahmeti­nin oluşu kadar, Allah'ın yargısı ve hesabı ortadadır. Geçmiş kavimlerin akıbetine baktığımız zaman, onlar da dünyada hakikatlerden habersiz yaşamışlar; onların akıbetlerini de Kur'an-ı Azimü'ş-Şan, biz, ahir zaman ümmetine bir ibret tablosu olarak sunmuştur.

Cenab-ı Allah, Kur'an'm inzalinden önce olan kavimlerdeki devrimlerin durumlarını ve akıbetlerini açıklıyor. Bizim de, bu geçmiş hadiselerden almamız gereken birçok ibret var.

Allah tarafından haberci olarak gönderilen pey­gamberlere en çok şaşıranlar inkarcılardı. Onlar Al­lah'ın göndermiş olduğu haberci, rehber peygamberle­ri hem yalancılıkla suçlar, hem de "mecnundur" yani delidir derlerdi. Onlardan, tatmin olmak için keramet ve mucizeler isterlerdi. Peygamberler, Allah (c.c) tara­fından ihsan olunan keramet ve mucizeleri sunarlardı. Sunarlardı da kafirler yine tatmin olmazlardı ve onla­rın bir sihirbaz olduklarını iddia ederlerdi. En büyük mazeret olarak da, "Biz atalarımız ve dedelerimizin taptıklarını nasıl terk edelim!" diye kendilerini haklı göstermeye çalışırlardı.

Peygamber haberci olarak gönderildiği kavimle­re:

"Sapıklıktan vazgeçin, doğru yola yönelin, Yara­dan sizin kendi elinizle yapıp, şekil verdiğiniz ilahlar­dan değildir. Bir tek ilâh vardır; o da yeri ve göğü ya­ratan Allah'tır. Ve her şey, O'nun ilahi kudreti ile var olmuştur. Her beşer de O'nun ruh ihsan etmesiyle can bulmuştur" diye anlatınca onlar:

"Dedelerimizin ve babalarımızın" üzerinde oldu­ğu bu yolda, hiç kimse bizi saptıramaz" derlerdi. Müş­rikler hep hakikat esaslarına şüpheyle bakar ve hep mucizeler görmek isterlerdi. İstedikleri mucizeler gös­terildiği vakit de, onlar daha çok hırçmlaşır ve büsbü­tün ku d ur urlardı.

Allah, peygamberlerini insanları yanlışa sapmak­tan, putlara, taşlara ve hayvanlara tapmaktan kurtarıp, kurtuluş1 yolunu gösterici olarak göndermiştir.

İnsanlar saplandığı yerden kurtulamadıkça, inat­larından vazgeçip içlerindeki marazdan annmadıkça asla doğruları bulamaz ve hakikatlere de ulaşamazlar.

Cenab-ı Allah, tüm Ebu'l-beşer için ortaya koy­duğu hakikat beyanlarını ve tüm esasları ayet-i kerime­lerle anlatmıştır.

Kur'an asırlar boyunca hakikat kaidelerini muha­faza etmiş, hiç değişikliğe uğramamıştır ve ahirete ka­dar da uğramayacaktır. Birçok kaide ve kurallar deği­şikliğe uğrasa da, Kur'an'm esasları asla değişikliğe uğ­ra tılamayacaktır. Çünkü iman esasları değişmez bir ka­idedir.

"Elif-Lam Mim. İşte o kitap; kendisinde hiç şüp­he yoktur. Müttakiler için yol göstericidir. Onlar ki gaybe inanıp, namazlarını kılar ve kendilerine verdiği­miz rızıktan (Allah rızası için) harcarlar. Sana indirile­ne ve senden önce indirilene inananlar, ahirete de ke­sinlikle iman ederler. İşte onlar Rablerinden bir hidayet üzeredirler. Ve umduklarına erenler işte onlardır."[1]

"İşte o kitap, kendisinde hiç şüphe yoktur" ayeti kerimesinde belirtildiği gibi, Allah (c.c.)'m kelamından hiç şüphe olmaz. Çünkü O'nun beyanlarının bir benzeri yoktur. Tüm beşerin fikir beyanlarım toplasalar ve ne kadar hakikatlerle özleştirseler de mümkün değildir ki Kur'an'ın beyanlarını tutsun.

Kureyş kâfirlerinin büyüklerinden Velid b. Mu-ğîre, bir gün fahri kainatın efendisi Resûlullah (s.a.v.)'e gelerek:

"Bana bir miktar Kur'an oku da dinleyeyim" de­di. Resûlullah da Kur'an okumaya başladı. Velid b. Muğîre onu can kulağıyla dinledi.

"Vallahi bunda bir halvet var, pek derin ve gayet müfit (faydalı) bir kelamdır. O'nu beşer söyleyemez" diye yemin etti. Ve dönüp kavmine giderek dedi ki:

"Sizin içinizde şiir ahvalini benden daha iyi bilen yoktur. Şiirin her nev'ini ve alâsını hepinizden daha İyi bilirim. Fakat Muhammed'in okuduğu kelâm, bunların hiçbirine benzemez. O kelâm, her kelâma galip olur. O'na hiçbir kelâm galip olamaz" diye söyledi.

Bütün kavimler toplansa, canlı mahlûklar tüm akıllarıyla birleşse, tüm marifet ve azim içerisinde her­kes maharetlerini ortaya koysa da, O'nun benzerini oluşturmak mümkün değildir.

Cenab-ı Allah ümmetlere gönderdiği elçileri, açık beyanlarla göndermiştir. Adalet ölçüsünde indirilen kitaplarda bildirdiği hakikatlere, insanların da o adale­te muhalefet etmeden ona uymaları, küfür ve şirke sap­mamaları için de peygamberleri vesile kılmıştır.

Kur'an akıllara hitap- eder. Her tahlilde müspet sonuçlar ortaya koyan Kur'an'a muhalefet etmek çok yanlıştır. Çünkü doğrunun en doğrusunu bilen yalnız Allah (c.c.)'dır.

Cenab-ı Allah, Kur'an ile kullarına hitapta bulun­muştur. Kur'an ile evvelini bildirdi, uyardı. Yine Kur'an ile insanların akıbetlerini ve ahireti bildirmiştir. Kur'an, ilahî adaletin esaslarını, doğru ve yanlış yolla­rı, Allah (c.c.)'m ve şeytanın yolunu, günahları, tevbeyi ve mağfiret kapısını ve beraat yerini, cenneti ve cehen­nemi, cenneti hak edenler ve de cehenneme müstahak olanları anlatır.

Allah'ın gücü sınırsızdır. Ve her canlı O'nun gü­cüyle güç bulmuştur. Beşerin gücü Allah'ın gücü karşı­sında bir hiçtir.

"Peygamberler yardım istediler. Bütün inatçı zorbalar da hüsrana uğradılar."[2]

"O'nun önünde cehennem vardır. Orada irinli su İçirilecektir."[3]

"O'nu yudum yudum alacak ama yutamayacak-tır. Her taraftan ona ölüm geldiği halde ölmeyecektir. Ve arkasından şiddetli bir azap gelecektir."[4]

Zalimin iktidarı ancak zorbalıktır. Çünkü vicdan güzel şeyler üretmediği için elinden faydalı şeyler gel­mez. Onlar dünyada yaptıkları sapıklıkları, hiç ahiret hesabına katmazlar. Çünkü Allah (c.c.)'a ve dinine inanmadıkları için, ahirete de inanmazlar. Her inkarcı ve asi, bu acı akıbete uğrayacaktır. Hiç çare yok.

"Ey insan! Muhakkak sen Rabbine doğru (varan bir yol üzerinde) çabalayıp durmaktasın. Nihayet O'na varacaksın."[5]

Din ve inanç kargaşası, insanların ve peygamber­lerin ilki Hz. Adem (a.s.)'dan beri süregeldi. Ve Allah tarafından kullarına uyarıcı olarak, peygamberlere sahifeler ve kitaplar indirildi. Ama insanları alt etmeye and içen İblis her zaman inada bindi, zalimler ona uy­du, şeytan ordusuna dahil oldular. Ama hiç kimsenin yaptığı da yanma kâr kalmadı. Herkes yaptığının kar­şılığını da fazlasıyla buldu. Allah'ın adaletine karşı muhalefet eden, hüküm süren hükümdarlar helak ol­dular. İşte adaleti İslam, işte İslâm'ın adaleti, işte zafer! Hani nerede işte benim diyenler, hani nerede asılsız id­dialar ortaya atanlar! Onlar gittiler, güçleri dünyada kalmaya yetmedi. Hani nerede o kendi elleriyle yaptık­larına tapanlar. Ölürken, o yaptıkları ölümlerine engel olamadı.

Allah zatıyla ortada değildir. Ama hükmüyle ve kudretiyle her yerdedir. Nice asırlar yaşandı ve devir­leri kapandı. Birçok kavim geldi, yeni nesiller yetişti. Onlar da gitti. Ama Allah (c.c.) hep baki kaldı.

Kur'an-ı Azimü'ş-Şan, İslam dininden önce gelen Peygamberler ve onlara isyankâr olan kavimlerinin akıbetilerini ve nasıl helak olduklarını' düşünelim, araştıralım, Öğrenelim ve onların hallerine ibretle baka­lım' diye, biz Müslümanlara indirilmiştir.

Onlardan niceleri vardı ki, peygamberlerine is­yankârlıklarından dolayı helak oldular. Ve niceleri de vardı ki, sahip çıktıkları inançları ve dinleri uğruna sa­vaştılar ve bu uğurda da canlarını feda ettiler.

Uhdud kavminin mücadelesi Kur'an'da anlatılır. Ad kavminin de ve daha nicelerinin de...

Demek ki yalnız İslam dininin gönderildiği ve yaşandığı devirlerde çekilmemiş bunca sıkıntı ve ezi­yet... Peygamberimiz (s.a.v.)'den önce gelen nice pey­gamberler ve onlara tâbi, nice Müslümanlar da gördü­ler işkenceyi, acıyı, zulmü ve vahşeti. O peygamberlere tâbi olan nice mü'min, sırf inançları uğruna kılıçtan geçirildi, hayvan boğazlanır gibi boğazlandı, ateşlere atı­lıp yakıldı ve demir taraklarla etleri kemiklerinden sıyrıldı.

Cenab-ı Allah, azmış olan kavimleri büyük fela­ketlerle helak edip yok etmeden önce, ilahi gazabının belirtilerini önceden belirtmiştir.



Hz. Nuh (a.s.)'ın Kavmine Peygamber Olarak Gönderilmesi


Nuh (a.s.)'m meskeni Irak'ta idi. Vedd, Süva, Yauk ve Nesr diye anlatılan putlara Nuh, 23 tapan kavmini, başına gelecek azapla korkutmak, bir olan Al­lah'a ibadete davet etmek üzere peygamber olarak gönderildi.[6]

Onlara:

"Ey kavmim! Allah'a ibadet ediniz! Sizin O'ndan başka ilahınız yoktur."[7]

"Şüphesiz ki ben, sizi Allah'ın azabından korku­tanım. Allah'tan başkasına tapmayınız. Ben sizin başı­nıza acıklı bir azabın gelip çatmasından korkuyorum" dedi.[8]

Kavminden ileri gelenler:

"Biz, seni hiç şüphesiz apaçık bir sapkınlık içinde görüyoruz." dediler.

Hz. Nuh (a.s.):

"Ey kavmim! Ben de hiçbir sapkınlık yoktur; fkat ben alemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim. Size Rabbimin vahyettiklerini tebliğ ediyorum. Sizin iyiliğinizi istiyorum. Ben sizin bilme­diklerinizi de (gelen vahiy ile) biliyorum.

Sizi o korkunç akıbetten haberdar etmek için ve korunmanız için ve belki böylelikle rahmete kavuştu­rulmanız için. Kendinizden bir adam*vasıtasıyla, Rab-binizden size bir ihtar geldi diye şaşıyor musunuz?" dedi.[9]

"... Biz, seni kendimiz gibi bir insandan başka görmüyoruz. Basit ve zahiri görüşe uyan, en aşağı ta­bakalarımızdan başkasının, sana tabi olduğunu gör­müyoruz.

Sizin, bize karşı bir üstünlüğünüzü de göremiyo­ruz. Bilakis sizi yalancı sayıyoruz" dediler.

Nuh:

"Ey kavmim! Söyleyin bakayım fikriniz nedir? Ya ben Rabbimden gelen, apaçık bir burhan üzerinde isem? O bana kendi katından bir rahmet vermiş de bunlar sizin gözlerinizden gizli bırakılmışsa?

Söyleyiniz bana ey kavmim! Sizi, istemediğimiz halde, ona zorlayacak mıyız?

Ey kavmim! Bundan (bu tebliğlerimden) dolayı sizden hiçbir mal istemiyorum.

Benim mükafatım Allah'tan başkasına ait değil­dir. Ben iman edenleri tard edici de değilim! Çünkü,

onlar muhakkak ki Rabblerine kavuşanlardır. Ben sizi ancak bir kavim görüyorum!

Ey kavmim! Ben onları kovarsam, Allah'tan (Al­lah'ın gazabından) beni kim kurtarabilir? Lâkin ben si­zi cahillik eder görüyorum?

Hiç düşünmez misiniz?

Ben size «Allah'ın hazineleri benim yanımdadır!» demiyorum.

Ben gaybı da bilmem!

Ben «hakikatte bir meleğim!» de demiyorum.

Bununla beraber, gözlerinizin hor gördüğü o kimseler hakkında, «Allah onlara asla hayır vermeye­cektir» de diyemem!

Onların özlerindekini en çok bilen Allah'tır.

Aksi takdirde, hiç şüphesiz, ben zalimlerden ol­muş olurum!" dedi.

Kavmi:

'Ey Nuh! Doğrusu, sen bizimle uğraştın durdun! Bizimle uğraşmanda aşırı da gittin!

Eğer sen, doğruculardan isen, bizi tehdit edip durduğun şeyi haydi getir bize!, dediler.

Hz. Nuh (a.s.):

"Onu dilerse size ancak Allah getirir. Siz Allah'ı bundan aciz bırakabilecek değilsiniz.

Eğer Allah, sizi helak etmeyi dilemişse, ben, sizin iyiliğinizi arzu etmiş olsam bile, bu hayırhahlıgım size hiçbir yarar vermez.

O, sizin Rabbinizdir ve nihayet O'na döndürüle­ceksiniz.[10]

Ben (gelecek tehlikelerle) korkutandan başka bir kimse değilim!" dedi.

"Ey Nuh! Sen (bu dediğinden) vazgeçmezsen, muhakkak, taşlanmışlardan olacaksın!" dediler.[11]

'Sen onlara Nuh'un kıssasını oku. Hani o, kavmi­ne: 'Ey kavmim! Benim aranızda duruşum, Allah'ın ayetleri ile öğüt verişim size ağır geliyorsa, (ne diye­yim) ben ancak Allah'a dayanıp güvenmişimdir.

Siz ve ortaklarınız da, artık toplanıp ne yapacağı­nızı kararlaştırınız.

Bu yapacağınız, size sonradan hiçbir tasa verme­sin! Hatta, bana mühlet de vermeyiniz.

Eğer (benim öğütlerimden) yüz çeviriyorsanız, ben sizden (zaten bu hususta) hiçbir mükafat isteme­dim. Benim mükafatım, Allah'tan başkasına ait değil­dir.

Ben (O'nun hükmüne boyun eğen) Müslüman­lardan olmakla emrolundum" dedi.[12]

Kavmi, O'nu yalanladılar.[13]

Kafirlerden bir kısmı:

Bu, sizin gibi bir insandan başka (bir şey) değil­dir.

O, size karşı üstünlük sağlamak istiyor.

Eğer, Allah (peygamber göndermek) dileseydi, elbette bize melekler indirirdi.

Biz önceki atalarımızdan bunu (Allah'ı birleme­yi) hiç duymadık.

Bu, kendisinde bir delilik bulunan bir adamdan başkası değildir. Binaenaleyh, siz, O'nu bir zamana ka­dar gözetleyiniz!" dediler. Nuh da:

"Ey Rabbim! Onların beni yalanlamalarına karşı, sen bana yardım et!" dedi.

Biz de, O'na (şöyle) vahyettik: "Sen bizim nezare­timiz ve vahyimizle gemi yap!

Nihayet (helaklerine) emrimiz gelip de o fırın kaynamaya başlayınca, her canlıdan (erkek ve dişi) bi­rer çift yükle ve aileni alıp içerisine gir!

(Kavminin) içinden, aleyhlerine söz geçmiş (hü­küm giymiş) olanlar müstesna!

O zulmedenlerin kurtulması) hakkında bana hi­tapta bulunma. Çünkü, onlar boğulmaya mahkûm ol­muşlardır.

Artık, sen maiyetindekilerle birlikte geminin üs­tüne doğrulup yerleşince, «Bizi, o zalimler güruhun­dan selamete erdiren Allah'a hamd olsun" de!

"Rabbim! Beni bereketli bir menzile kondur! Sen konduranların hayırlısısm" de!"[14]







Hz. Nuh (a.s.)'ın Kavmini Tevhide Dvet Edişi ve Başına Gelenler


Hz. Nuh (a.s.); halkın puthanelerinde bulunduk­ları sırada yanlarına varıp:

"«La ilahe illallah (Allah’tan başka ilâh yoktur)» deyiniz. 'Ben Allah'ın kulu ve Resulüyüm!" dedikçe, işitmemek için başlarını elbiselerinin içine sokar, ku­laklarını da parmaklarıyla tıkarlardı!

Yine bir gün onlara "La ilahe illallah (Allah'tan başka ilâh yoktur)" dediği zaman, sanemler (putlar) yüzlerinin üzerine düşünce kalktılar. Onu, yüzünün üzerine düşünceye kadar dövdüler.

Kral Mahvil/" bunu haber alınca, Nuh (a.s.)'ı hu­zuruna getirtti ve O'na;

"Nedir bu senin hakkında işittiğim? Dinime ve babanın oğullarının üzerinde bulundukları şeye karşı davranışın? Nedir sanemleri (putları) kürsülerinden düşüren bu sihir? Bunu sana kim Öğretti?" dedi. Hz. Nuh (a.s.):

"Onlar, dediğin gibi birer ilâh olsalardı, yüzleri­nin üzerine düşmezlerdi. Ben Allah'ın kulu ve Resulü­yüm! Sen yüce Allah'tan kork ve O'na hiçbir şeyi şirk koşma!" dedi.

Kral Mahvil; sanemler bayramı hazırlanıncaya kadar, Nuh (a.s.)'m tutuklanmasını ve sanemlerin tek­rar kürsülerine yerleştirmelerini ve bozulan yerlerinin onarılmasını emretti.

Bayram gelince, toplanıp yapılan şeyleri görsün­ler diye halka nida ettirildi.

Hz. Nuh (a.s.), kral hakkında Allah'a dua etti. Kral bir baş ağrısına tutuldu, aklını kaybetti. Bir hafta sonra da öldü.

Ölüsü altın sedir üzerine konulup, sanem heykel­lerinin içinde, ağlanarak tavaf edildikten sonra gömül­dü.

Hz. Nuh (a.s.)'a dilleri ile her kötülüğü yaptılar, sövdüler, saydılar.

Kral Mahvil'in ölümü üzerine, yerine geçen oğlu Dermesil, Hz. Nuh (a.s.)'ı serbest bıraktı.

Halk büyük sanemlerden her birinin yanında se­nenin belli vakitlerinde toplanıp bayram yaparlar, sa­nemler için kurban keserler ve onları tavaf ederlerdi.

Yağus Bayramı için de, halk her taraftan gelip toplanmıştı. Hz. Nuh (a.s.) onların yanma vardı. Orta­larında ayakta dikilip:

"La ilahe illallah (Allah'tan başka, ilâh yoktur!)" demeleri için onlara seslendiği zaman yine başlarını el­biselerinin altına soktular, parmaklarını da kulaklarına tıkadılar!

Hz. Nuh (a.s.)'m seslenmesiyle, sanemlerin kür­sülerinden düşmeleri bir oldu.

Halk yine üzerine yürüyüp, Hz. Nuh (a.s.)'ı döv­düler ve yüzünün üzerine düşürdüler.

Başmı da yardılar.

Kendisini çeke çeke, kralın köşküne götürdüler, yanına sokuldular. Kral, Hz. Nuh (a.s.)'a;

"İlahlarla ilgili işlerden hiçbir şeye karışmamanı sana söylemedik mi? Seni böyle şeylerden men etme­dim mi? Bunu sana kim öğretti?" diyerek çıkıştı.

Hz. Nuh (a.s.), kanlara boyanmış bir halde, Kral'a:

"Eğer onlar birer ilâh olsalardı, yerlere düşmez­lerdi? Ey Dermesil! Allah'tan kork, Allah'a hiçbir şeyi şirk koşma! Çünkü, O, seni görüyor!" dedi. Dermesil:

"Sen bana böyle hitap etme kudretini kendinde nasıl buluyorsun!" dedi.

İkinci sanem bayramı hazırlığı sonuna kadar hapsedilmesini, sanem için kurban kesilmesini ve yere düşen sanemlerin kürsülerine tekrar konulmasını em­retti. Emri yerine getirildi.

Kral Dermesil, Hz. Nuh (a.s.) hakkında korkunç bir rüya görüp:

"Mecnundur, yaptıklarından mesul değildir" di­yerek hapisten çıkarılmasını emretti.

Zamanın kâhini ise, Tufan işini ve zamanının yaklaştığını halka bildirir ve Hz. Nuh (a.s.)'un öldürül­mesini emreti.

Babil Kralı, Dermesil'e de yazı yazmıştır, bu yazı­da Hz. Nuh (a.s.)'ın öldürülmesini işaret etmişti.

Dermesil, çevre halkına yazıp, Nuh (a.s.)'un sa­nem ibadetini değiştirmek istediğini ve bir tek ilahtan başka ilâh bulunmadığını iddia ettiğini anlattı ve:

"Siz, sanemlerden başka ilahlar bulunduğunu bili­yor musunuz?" diye sordu. Hepsi de bunu inkâr ettiler.

Nuh'un tevhid akidesini yaymasına engel oldu­lar.[15]

Hatta, bayılmcaya kadar, kendisinin boğazını sıktılar. Öldü sandılar.

Hz. Nuh (a.s.), ayıldığı zaman:

"Ey Allah'ım! Beni ve kavmimi yarlığa! Çünkü onlar (ne yaptıklarını) bilmiyorlar!" dedi.[16]

Gusledip tekrar yanlarına vardı. Onları Allah'a ve iman ve ibadete davet etti.

Nuh, kendisine zulmetmekten geri durmayan kavminin arasında, dokuz yüz elli yıl kaldı.[17]

Kendisi çok sabırlı ve halîm idi.

Nuh (a.s.)'ın Allah'a İlticası ve Kavminin Helaki İçin Dua Edişi

Hz. Nuh (a.s.), tebliğ ve davet vazifesini gece gündüz, gizli açık yapmaya devam etti.

Fakat, kendisinin bütün bu çabala onların iman­dan kaçmalarından, küfürlerini artırmalarından başka bir işe yaramadı, boşa gitti.[18]

Bunun üzerine, Hz. Nuh:

"Ey Rabbim! Onlar bana isyan ettiler. Malları ve evlatları kendilerinin hüsranlarından başkasını artır­madan kimselere uydular.

Onlar da, büyük büyük hileler yaptılar. (Halk ta­bakasına).

"Sakın taptıklarınızı bırakmayın. Hele, Vedd'den, Süva'dan, Yağus'tan, Yauk'tan ve Nesr'den vazgeçme­yin! dediler.

Gerçekten, onlar, birçok kimseleri baştan çıkardı­lar. Ey Rabbim! Sen de zalimlerin ancak helakini arttır! Ben artık mağlubum! Benim intikamımı al!" Kamer, 10

"Benimle onlar arasındaki hükmü Sen ver de, be­ni ve beraberindeki mü'minleri kurtar!" [19]

"Ey Rabbim! Yer yüzünde kâfirlerden yurt tutan hiçbir kimse bırakma! Çünkü, Sen onları bırakırsan on­lar senin kullarını saptırırlar ve ancak bir nankör fücur doğururlar.

Ey Rabbim! Beni, anamı, babamı, iman etmiş ola­rak evime girenleri, erkek mü'minleri, kadın mü'minle­ri bağışla. Zalimlerin hakkından başka bir şeyini de art­tırma!" diyerek dua etti.[20]



Tufan Gemisinin Hazırlanışı


Yüce Allah, Hz. Nuh (a.s.)'a ağaç dikmesini em­retti; ağaçlar yetiştirildi. Yüce Allah tarafından Hz. Nuh (a.s.)'a şöyle vahyolundu:

"Kavminden iman etmiş olanlardan başkası asla imana gelmeyecektir. O halde, onların işlemekte ol­dukları şeylerden dolayı tasalanma! Bizim nezaretimiz altında ve vahyimiz (talimatımızı) vechi gemi yap!

Zulmedenler hakkında bana bir şey söyleme! Çün­kü onlar, suda boğulmaya mahkumdurlar!"[21]

Yüce Allah, dikilmiş ve yetişmiş olan ağaçları ke­sip gemi yapımında kullanmasını Hz. Nuh (a.s.)'a em­retti.

Hz. Nuh (a.s.) marangozdu. Ağaçları kesti. Kurut­tu. Hz. Nuh (a.s.), geminin nasıl yapılacağını bilmiyor­du: "Yâ Rabb! Yapılacak gemiyi nasıl yapayım?" diye sordu. "Onu üç suret üzerine, devrik yap: Başını horoz başı gibi, karnını kuş karnı gibi, kuyruğunu horoz kuy­ruğu gibi meyilli yap ve üç kat olarak yap!" buyruldu.

Hz. Nuh (a.s.) gemiyi yapmaya başladı. Kestiği sac ağacından tahtalar biçti. Üç yıl bununla meşgul ol­du. Demirden çiviler yaptı. Gemi için gereken zift vesa­ire her şeyi hazırladı. Yapacak şeylerin hepsini kendisi yaptı, çattı. Eline aldığı keserle, yapacağı şeyde hiç yanılmıyordu.

Hz. Nuh (a.s.) gemiyi yapıp çatarken, kavminden her hangibir topluluk, yanından geçtikçe, alay etmek için:

"Ey Nuh! Peygamberlikten sonra, marangozluk yapıyorsun ha! Ne yapıyorsun sen?" diyorlar; Nuh (a.s.) da:

"Gemi yapıyorum!" deyince:

"Demek karada gemi yapıyorsun ha! Gemiyi ka­rada nasıl yüzdüreceksin?" Birbirlerine de:

"Bakmıyor musunuz şu deliye? Su üzerinde sey­retmek için ev yapıyor"

"Hani ya, su nerede?!" diyerek gülüşüyor, alay ediyorlardı.

Hz. Nuh (a.s.) da:

"Siz nasıl bizimle eğleniyorsanız, biz de, sizin bu eğlenip durduğunuz gibi, sizinle eğleneceğiz! Ahirette de daimi azabın kimin başına ineceğini, ileride görebi­leceksiniz!" diye cevap veriyordu.[22]

Geminin yapılışı iki yıl sürdü. Daha fazla sürdü­ğü de rivayet edilir. Yüce Allah, Hz. Nuh (a.s.)'a:

"Nihayet, emrimiz.gelip de fırın (tandır) kayna­dığı zaman, her birinden (her bir neviden erkek dişi) birer çift İle aleyhlerinde söz geçmiş (helakleri kesinleş­miş) olanlar müstesna olmak üzere aileni ve iman edenleri (geminin) içine yükle!" buyurdu.

Zaten onun maiyetindeki az sayıdaki kimseler­den başkası da iman etmemişti.

Bunun üzerine, Hz. Nuh (a.s.) gemiye binecek olanlara:

"Bininiz içerisine! Onun akması da, durması da Allah'ın ismiyledir. Hiç şüphesiz, Rabbim çok yarhğa-yıcı, çok esirgeyicidir" dedi.[23]

Hz. Nuh (a.s.) gemiye oğulları Sam, Ham, Yâfes ve bunların zevceleri ile kendisine iman etmiş bulunan altı kişiyi bindirdi.

Oğlu Yam (Kenan) ise geri kaldı. Çünkü, O kâfir­di. Hz. Nuh (a.s.)'ın karısı Vaile de kâfirdi. Halka, Hz. Nuh (a.s.)'un mecnun olduğunu söylerdi.

Kavmi gibi küfür üzerinde direnerek, onlarla bir­likte suda boğulup gitmiştir.[24]

Gemiye binenlerin, Hz. Nuh (a.s.) ile üç oğlu ve onların kadınları ile. birlikte sekiz kişi olduğu rivayet edildiği gibi, on beş erkekle beş kadın veya on erkekle on kadın oldukları da rivayet edilir. Hatta seksen kişi­yi buldukları rivayeti de vardır,

Hz. Adem (a.s.)'ın, Cebrail (a.s.) tarafından geti­rilen tabutu da gemiye alındı ve erkeklerle kadınlar arasına konuldu.

Gemiye binildiği zaman, Recep ayından on gece geçmiş bulunuyordu.

Hz. Nuh (a.s.)'un gemiye bindiği ve azığmı gemi­ye yüklediği haberini alınca, Kral Dermesil:

"Onları akıtıp taşıyacak su nerede?" diyerek, ge­miyi yakmak üzere adamlarından birtakım süvarilerle birlikte, geminin bulunduğu yere kadar gitti.

Hz. Nuh (a.s.)'m oğlu Yam da, Kralla birlikte ge­lenler arasında idi. Kral, Nuh (a.s.)'a seslenip:

"Gemini akıtacak su nerede?" dedi. Nuh:

"O su, durduğun yerde sana gelecektir!" dedi.

Kral:

"Bu çok şaşılacak, hiç olmayacak şeydir! Demek sen, kuru toprakta şu gemiyi yüzdürecek sular seller olacağını söylüyorsun ha! Sen de, seninle birlikte bulu­nanlarda onun içinden hemen inin. Yoksa hepinizi ya­karım!" dedi. Hz. Nuh (a.s.):

"Allah'a karşı gururunu çoğaltma da, imana gel­mekte acele et! Yüce Allah'a eş ortak koşmayı bırakıp Müslüman ol, doğru yolu bul! Aksi taktirde, azabı önünde hazır bulacaksın!" dedi.

Hz. Nuh (a.s.), kralla konuştuğu sırada, bir adam gelip, bir kadının ekmek pişirdiği tandırından su fışkır­maya başladığını haber verdi. Kral:

"Tandırdan su fışkırmış olamaz!" dedi. Hz. Nuh (a.s.) ona:

"Yazıklar olsun sana! O, ilahî gazabın geliş belir­tisidir! Rabbim bunu bana böyle vahyetti. Bu, bütün yeryüzünün delinip deşileceğine, atını, dikildiği yerden ayıracağına ve atının ayağının altından su fışkıra­cağına işarettir!" dedi.

Kral, atım durduğu yerden ayırınca, ayağının al­tından su fışkırdığını gördü ve hemen atını başka bir yere sürdü. Orada da aynı hal vuku buldu.

Kralın tahkik için gönderdiği adam dönüp suyun çoğaldığını ve kaynadığını haber verince, kral ailesini ve oğlunu alıp kendisi için dağ başına yaptırmış oldu­ğu maakile götürmek üzere acele evine döndü.

Herkes, tufan olacağını anlıyor fakat vaktini bil­miyordu. Bunun için kral da, maakile yiyecek doldurt-muştu.

Kral ve ev halkı, dağa çıkmak istedikleri zaman, dağın başından kayaların başlarının üzerlerine atıldığı­nı, yuvarlandığını gördüler.

Nereye yönelip gideceklerini bilmiyorlardı. Yer­den fışkıran sular çok sıcak ve pis kokulu idi.



Tufanın Yaygınlaşması


Göklerden boşanan yağmurların, yerlerden fışkı­ran suların selleri, bütün yeryüzünü tuttu ve dağları kapladı.

Hatta, dağların tepesinden on beş zir'a yükseldi. Güneşin ve ayın ışığı da karardı.

Dünya karanlık içinde kaldı. Gece gündüz bir ol­du. Yağış kırk gün sürdü. Seller yeryüzünde taşmadık, aşmadık yer bırakmadı.



Beş Putun Dalgalarla Cidde'ye Sürüklenişi ve Orada Toprağa Gömülüp Kalışı


Tufan suları, Vedd, Süva, Yağus, Yauk ve Nesr putlarım, Nevz dağından sürükleyip yere indirdi.

Suların şiddetli akışları, onları ülkeden ülkeye sürükledi. Nihayet, Cidde toprağına attı.

Esen rüzgarlar putların üzerlerine toprak yığdı.

Hz. Nuh (a.s.) ile gemidekilerden başka, yeryü­zünde bulunanların hepsi Tufan suyunda boğulup, he­lak oldu.



Dağın Tepesinde Bile Boğulmaktan Kurtulamayan Anne ve Çocuk


Hz. Aişe'nin (r.a.) Peygamberimiz (s.a.v.)'den ri­vayetine göre:

"Seller yollarda ve sokaklarda çoğalınca, son de­rece sevdiği yavrusunun hayatı hakkında korkuya dü­şen bir anne hemen dağa doğru gidip dağın üçte birine kadar çıktı. Su oraya da ulaştı. Kadın, dağın üzerine çıktı. Su vüfeselip kadının boyuna ulaşınca, kadın çocu­ğunu eliyleyoaşmın üzerine kaldırdıysa da su nihayet onları alıp götürdü!

Eğer Yüce Allah, Nuh kavminden herhangi biri­sini esirgeyecek olsaydı bu çocuğun annesini esirger­di!" buyrulmuştur.

Hz. Nuh (a.s.)'m gemisi bütün dünyayı dolaştı. Yüce Allah, semaya: "Suyunu tut." Yere de: "Suyunu yut." emrini verip de yağışlar durduğu ve dağların üzerlerinden aşan suların seviyeleri düşmeye başladığı zaman, Cûdi Dağı'nm üzerine oturdu.

Hz. Nuh (a.s.)'ın gemisi, hiç durmadan altı ay su üzerinde dağlar gibi dalgalar arasında akarak dünya­nın her tarafını dolaştı.

Yüz elli gün dolaştığı rivayeti vardır.

Hz. Nuh {a.s.), Cûdi Dağı'nda bir ay kalıp, sular çekildiği ve yerler kuruduğu zaman, yanmdakilerle birlikte, Muharrem ayının onuncu günü dağdan indi.

O gün gemi halkı şükür orucu tuttular.

Hz. Nuh (a.s.) gemiden inerken, gemisini kilitle­yip anahtarını oğlu Şam'a verdi.

Hz. Nuh (a.s.), Karda'da, Semâ'nin diye anılan yerde,, yanmdakilerden her birisi için bir ev yaptı.

Semâ'nin; Musul'un üst tarafında, İbn Ömer Ce-ziresi'nin yakınındaki Cûdi Dağı'nm yanında bir bel-deciktir.

Bir müddet sonra Semâ'nin halkı vebaya tutuldu. Hz. Nuh (a.s.) ile oğullarından başka, hepsi öldü.

Hz. Nuh (a.s.) ile gemi arkadaşlarını, selamete erdirdi. Gemisini de, Cûdi Dağı'nm tepesinde insanlara

bir ibret olmak üzere bıraktı.[25]

Gemi uzun zaman orada kaldı.



Kur'an-ı Kerim'in Tufan Hakkında Açıklaması


Tufan ve sonucu, Kur'an-ı Kerim'de şöyle açıkla­nır:

"Bunun üzerine, Biz de şarıl şarıl dökülen bir su­ya gök kapılarını açtık.

Yeri de kaynaklar halinde (tamamıyla) fışkırttık da, (her iki su) tekdir edilmiş bir emir üzere birleşiverdi."[26]

"(Gemi) nankörlük edilmiş bulunan (o zata) bir mükafat olmak üzere, Bizim gözlerimiz önünde akıp gidiyordu."[27]

"Nuh, ayrı bir yere çekilmiş olan oğluna bağırdı:

«Oğulcağızım! (Gel) bizim yanımıza sen de bin! Kâfirlerden olma!» Oğlu ise:

«Bir dağa sığınırım! O beni sudan korur!» dedi.

«Bugün Allah'ın emrinden, esirgeyen, kendisin­den başka hiçbir kurtarıcı yoktur!» dedi. İkisinin arası­na dalga girdi. O da derhal boğulanlardan oldu!"[28]

Nuh (a.s.), Rabbine dua ve nida edip: "Ey Rabbim! Benim oğlum da, şüphesiz benim ailemdendir. Senin (ailemi kurtaracağın hakkındaki) vaadin elbette haktır ve Sen hâkimlerin hâkimisin!" de­di. (Allah):

"Ey Nuh! O, katiyen senin ailenden değildir! Çünkü O(nun işlediği) salih olmayan (kötü) bir iştir (kâfirlik ve imansızlıktır). O halde bilmediğin bir şeyi Benden isteme!" buyurdu. "Ben sana, cahillerden ol­mamanı tavsiye ederim" buyurdu. Nuh:

"Ey Rabbim! Ben bilmediğim şeyi Senden iste­mekten Sana sığınırım! Eğer Sen beni bağışlamazsan, esirgemezsen, hüsrana düşmüşlerden olurum!" dedi.[29]

"Ey arz! Suyunu yut! Ey gök! 'Sen de suyunu tut!' denildi. Su kesildi iş olup bitirildi. (Gemi de) Cûdi (dağının) üzerinde durdu. O zalimler güruhuna «uzak olsunlar» denildi."[30]

"Ey Nuh! Sana ve (gemide) beraberinde bulu­nanlardan (gelecek mü'min) ümmetlere bizden selam (ve selamet) ve bereketlerle in (gemiden)!

(Onlardan türeyecek diğer kâfir) ümmetler de vardır ki, Biz onları da (dünyada bol rızklarla) yarar­landıracağız.

Sonra ise (ahirette) kendilerine, Bizden pek acıklı bir azap çarpacaktır» denildi."[31]

"Andolsun ki; Biz, Nuh'u kavmine (peygamber olarak) göndermişiz de, O, aralarmda elli yıl müstesna olmak üzere bin yıl kalmıştır.

Nihayet, onlar zulümde devam edip dururlar­ken, kendilerini tufan yakalayıvermiştir.

Fakat, Biz, onu da, gemi arkadaşlarını da selâme­te erdirmişiz ve bunu alemlere bir ibret yapmışızdır."[32]

"Andolsun ki; Biz, bunu (gemiyi) bir ayet olarak bırakmışızdır. O halde, düşünüp ibret alan var mı ki, Be­nim azabım ve tehditlerim nice imiş!"[33]

"Bunlar gayb haberlerindendir ki, sana vahyedi-yoruz. Bundan önce, ne sen biliyordun, ne de kavmin biliyordu. Ö halde, Sen de (Nuh gibi her cefaya) katlan. Akıbet, hiç şüphesiz, takvaya erenlerindir,”[34]

Rivayete göre, Hz. Nuh (a.s.) tufandan sonra üç yüz elli yıl daha yaşamıştır.

Hz. Nuh (a.s.) vefatı yaklaştığı sırada, yerine bü­yük oğlu Şam'ı vekil bıraktı.

Yanma toplanan oğulları Sam, Ham ve Yafes ile bunların oğullarına birtakım tavsiyelerde bulundu.

Yüce Allah'a ibadete devam etmelerini onlara emretti. Ayrıca, oğlu Şam'a:

"Ey oğulcağızım!" dedi, "kalbinde zerre ağırlı­ğınca şirk olduğu halde kabre girme!"

Rivayete göre; Hz. Nuh (a.s.)'a vefatı yaklaştığı sıralarda: "Ey Ebu'l-beşer ve ey uzun ömürlü! Dünya­yı nasıl buldun?" diye sorulmuştu. Hz. Nuh (a.s.):

"Onu iki kapılı bir ev gibi buldum. Bir kapısın­dan girdim, diğer kapısından çıktım!" demiştir.

Hz. Nuh (a.s.) kamıştan bir kulübe edinmişti. "Keşke bundan daha sağlam bir ev yapsaydın" deni­lince: "Ölecek bir kimse için, bu bile çok!" demiştir.

Rivayete göre; peygamberlerden ümmeti helak olan peygamber Mekke'ye gelir, orada Allah'a ibadete koyulur, kendisi ve yanında bulunanlar, vefatlarına ka­dar orada kalırlardı.

Nitekim, Hz. Nuh, Hz. Hud, Hz. Salih ve Hz. Şuayb Peygamberler (a.s.) Mekke'de vefat etmişlerdir.

Bunların kabirleri Zemzem ile Hacerü'l-Esved rüknü arasındadır.

Allah (c.c.) şöyle buyurdu:

"İşte, Ad (kavmi) Rabblerinin ayetlerini inkar et­tiler, peygamberlerine isyan ettiler ve her inatçı zorba­nın işine uydular."[35]



Hz. Hud (A.S)’In Kavmi


Hz. Hud (a.s.)'m kavmi Ad Kavmi idi. Ad Kavmi, birinci ve ikinci Ad diye ikiye ayrılır. Birincisi; Ad b. Avs b. İrem b. Sam b. Hz. Nuh'tur.

İkincisi; Semud b. Cair b. İrem b. Sam b. Hz. Nuh (a.s.)'dır.

Hz. İsmail (a.s.)' dan önceki birinci Ad Kavmi on-on üç kabileden oluşuyordu.

Ad, Semud, Cürhüm, Tasm, Cedis, Ümeym, Medyen, İmlak, Ubey, Casim, Kahtan ve Kahtan oğul­ları gibi birçok kabilelere Arabü'l-Aribe; Hz. İsmail (a.s.) oğullarından gelen kabilelere de Ara-bü'1-Müste-rabe denir.

Ad Kavminin yurtlan Hadremevt'e ve Yemen'e kadar uzanan yollar olup, Allah'ın yerlerinden en geni­şi, en otlu, sulu bol nimetli olanı idi.

Yerin üzerinde akan ırmakları, bağları bahçeleri, sürü sürü davarları, yer altında da su depoları vardı.[36]

Başkalarına verilmeyen boy pos, güç kuvvet de onlara verilmişti.

Onlar inatçı bir zorbanın emrini tutup ardından gittiler de:[37]

"Kuvvetçe bizden daha güçlü kim varmış diye­rek?" yer yüzünde büyüklük taslamaya, memleketle­rinde azgınlık ve fesatlarını arttırmaya, halka zulmet­meye başladılar.[38]

Ahiret hayatını, öldükten sonra dirilmeyi inkar ettiler.[39]

Şadda, Semud ve Henna adındaki üç puta tap­maktan da geri durmadılar.

Yüce Allah, Ad Kavmine kardeşleri Hud (a.s.)'ı peygamber olarak gönderdi,

O da onları bir olan Allah'a iman ve ibadete, in­sanlara zulmetmekten vazgeçmeye davet etti ise de, red ve tekzip (yalanlama) ile karşılandı.

Bunun üzerine; Yüce Allah, üç yıl onlardan yağ­muru kesti. Onları yağmur duası için Mekke'ye bir he­yet göndermek zorunda bıraktı. Yağmur yağdıracağını sandıkları bir kasırga ile de yok olup gittiler.

Hz. Hud (a.s.)'m Ad Kavmine gönderilişi ve on­ların tutum ve davranışları ile akıbetleri Kur'an-ı Ke-rim'de şöyle açıklanır.

"Ad (kavmin)e de, Kardeşleri Hud'u gönderdik. O, kavmine:

«Ey kavmim! Allah'a ibadet ediniz! Sizin O'ndan başka hiçbir ilahınız yoktur! Hâlâ Allah'tan korkmaya­cak mısınız?"[40]

"Siz (Allah'a karşı) yalan düzenlerden başka (kimseler) değilsiniz!" dedi.[41]

Kavminin ileri gelenlerinden kafir bir cemaat ise:

«Biz seni muhakkak yalancılardan sanıyoruz!» dediler.» (Hud):

«Ey kavmim! Bende hiçbir beyinsizlik yoktur. Fa­kat ben alemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim! Size Rabbimin vahyettiklerini tebliğ ediyorum. Ben sizin emin bir hayırhahmızım. Size o korkunç akıbeti haber vermek için içinizden bir adam (vasıtasıyla) Rabbinizden size bir ihtar gelmesi tuhafı­nıza mı gidiyor?

Düşününüz ki O (Rabbiniz) sizi, Nuh kavminden sonra hükümdarlar yaptı. Size yaratılışta, onlardan (Nuh kavminden) ziyade boy bos (ve kuvvet) verdi.

O halde, Allah'ın nimetlerini (unutmayıp) hatır­layınız ki, kurtuluşa erebilesiniz!» dedi. Kavmi Hud (a.s.)'a:

«Sen, bize, yalnız Allah'a ibadet etmemiz, ataları­mızın tapmakta olduklarını bırakmamız için mi geldin? O halde doğruculardan isen, bizi tehdit etmekte olduğun şeyi (azabı) getir bize!» dediler. Hud (a.s.):

«Rabbinizden üzerinize bir azap, bir gazap hak oldu muhakkak! Kendinizin ve atalarınızın taptığınız (düzme) birtakım adlar (putlar) hakkında, Allah, onla­ra bir hüccet indirmemişken, benimle mücadele mi edi­yorsunuz? Artık bekleyiniz! Şüphesiz ki, ben de sizinle birlikte onu bekleyenlerdenim!» dedi.[42]

«Ey kavmim! Ben buna (bu tebliğime) karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim mükafatım, be­ni yaratandan başkasına ait değildir, Hâlâ akıllanma­yacak mısınız?

Ey kavmim! Rabbinizden yarlığanmak (mağfiret) dileyiniz.

Sonra, yine O'na tevbe ve rücû ediniz ki, üstünü­ze bol bol (feyzini) göndersin. Kuvvetinize daha fazla kuvvet katsın!

Günahkarlar olarak yüz çevirmeyiniz!» dedi. Kavmi Hud (a.s.)'a:

«Ey Hud! Sen bize açık bir mucize getirmedin! Biz de, senin sözünle ilahlarımızı bırakıcı değiliz! Sana inamcılar da değiliz» dediler.[43]

«Sen bize ilahlanmız(a tapmak)dan bizi döndür­mek için mi geldin? Öyle ise, bizi tehdit etmekte oldu­ğun şeyi -eğer (iddianda) doğru söyleyenlerden isen-getir bize!» dediler. Hud (a.s.):

«(Bunun) ilmi ancak Allah katmdadır. Ben size gönderildiğim şeyi tebliğ ediyorum. Fakat, ben sizi bil­mezler güruhu olarak görmekteyim.»[44]

"Allah'tan korkunuz ve bana itaat ediniz!"[45]

"Ben, cidden üstünüze (gelecek) büyük bir gü­nün azabından korkuyorum!" dedi.[46]

Onlar:

«Vaaz etsen de, vaaz edicilerden olmasan da, bi­ze göre birdir. Bu öncekilerin adetinden başka (bir şey) değildir. Biz, azaba uğrayacaklar da değiliz!» dediler."[47]

"O'nun (Hud'un) kavminden kendilerine dünya hayatında refah verdiğimiz halde, küfr (ve inkar) eden bir güruh da:

«Bu, sizin gibi bir beşerden başkası değildir. Sizin yediklerinizden yiyor, içtiklerinizden içiyor! Eğer ken­diniz gibi bir insana boyun eğerseniz, and olsun ki, o takdirde mutlaka hüsrana düşenlerden olursunuz.

Öldüğünüz ve bir toprak, bir kemik olduğunuz vakit, sizin her halde (diri olarak kabirlerinizden) çıka­rılmış olacağınızı mı va'd (ve tehdit) ediyor o?

Tehdit oluna geldiğiniz o şey, ne kadar uzak! Ne kadar uzak! O (hayat) bizim (şu) dünya hayatımızdan başkası değildir. Yaşarız ölürüz.

Fakat, biz (tekrar) dirilecekler değiliz!

O (Hud), Allah'a karşı yalan düzen bir adamdan başkası değildir.

Biz, O'nu tasdik edici değiliz!» dediler.

Hud (a.s.):

«Rabbim! Beni yalanlamalarına karşı, Sen bana yardım et!» dedi. Allah buyurdu ki:

«Az bir zaman da her halde pişman olacaklar­dır!»

«İşte, onları o müthiş (azap) sayha(sı), Allah'ın adaleti olmak üzere, hemen yakalayıverdi de, onları bir çer çöp haline getirdik!

Artık, uzak olsun o zalimler güruhu!»[48]

"Onlar, onu (azabı) vadilerine yönelerek gelen bir bulut halinde görmüşlerdi de:

«Bu, bize yağmur verici bir buluttur!» demişlerdi.

Hayır! Bu çarçabuk gelmesini istediğiniz şeydi! Kasırgadır ki, onda elem verici bir azap vardır.

O, Rabbinin emriyle, her şeyi helak edecektir!

İşte onlar o hale geldiler ki, meskenlerinden baş­ka bir şey görünmez oldu!

Biz, işte günahkarlar güruhunu böyle cezalandı­rırız!"[49]

"... Alay ede geldikleri şey, kendilerini çepeçevre kuşatıverdi.[50]

"...Her uğradığı şeyi (yerinde) bırakmıyor, mut­laka kül gibi savuruyordu!"[51]

Çünkü, Biz (haklarında) uğursuz (ve uğursuzlu­ğu) sürekli bir günde, onların üstüne çok gürültülü bir kasırga saldık.

(Öyle bir kasırga ki) insanları sanki onlar kökle­rinden sökülmüş hurma kütükleri imiş gibi ta.temelin­den kopardp helake uğratıyordu."[52]

"(Allah) onu yedi gece, sekiz gün ardı ardınca üzerlerine musallat etti.

Öyle ki, (eğer Sen de hâzır olsaydın) o kavmin (bu müddet) içinde (nasıl) ölüp yıkıldığını görürdün!

Sanki onlar içleri bomboş hurma kütükleri idiler!

Şimdi onlardan bir kalan görebiliyor musun?

(Hûd'un) kendisini de, Onunla birlikte olan (Müs­lümanları da, katımızdan bir rahmet ile kurtardık.

Ayetlerimizi yalan sayıp iman etmemiş olanların ise kökünü kestik!"[53]

Rivayete göre; peygamberlerden, ümmeti helak olan peygamber, kendisine iman edenlerle birlikte Mekke'ye gelir, vefatına kadar orada Yüce Allah'a iba­detle meşgul olurdu.

Ad Kavmi, helak olunca, Hz. Hûd (a.s.) da, ken­disine iman etmiş olan kimseleri yanma alarak Mek­ke'ye gitti ve oradan ayrılmadı.

Mekke'de vefat eden Peygamberlerden, zemzem ile Hacerü'l-Esved arasında yetmiş, diğer bir rivayette doksan dokuz peygamber gömülüdür.

Hz. Hud (a.s.) da orada gömülü peygamberler arasındadır.

Hz. Hud (a.s.)'m Hadremevt'te vefat ettiği ve kabrinin orada kızıl kumdan bir tepe üzerinde bulun­duğu ve vefatında dört yüz atmış dört yaşında olduğu da rivayet edilir.

O'na ve gönderilen bütün peygamberlere selam olsun!



Semud Kavmi Ve Yurtları


Hz. Salih (a.s.)'m kavmi ikinci Ad diye anılan Se­mud Kavmi olup Arabu'l-Aribe'dendir.

Yüce Allah, birinci Ad'ı yani Hz. Hud (a.s.)'m kavmini helak ettikten sonra onların ardından Semud Kavmi'ni yeryüzüne hakim kılmıştı.

Yüce Allah, Semud Kavmini uzun ömürlü yarat­mıştı. Hatta onlardan bir kimse kendisine taştan çamur­dan bir ev yapar, adam daha sağ iken ev yıkılır giderdi.

Bunun için, onlar, dağlarda kayaları oyarak kendi­lerine evler edindiler ve geçim bolluğu içinde yaşadılar.

Semud Kavmi; Hicaz'la Şam arasında Vâdi'1-Ku-râ'ya kadar uzanan Hicr bölgesinde otururlardı.

Hicr; Semud Kavminin Medine ile Şam arasında bulunan yurtlarının adıdır.

Istahrî, "Hicr hakkındaki müşahedelerini şöyle anlatır:

"Hicr, halkı az bir karyedir. Dağlar arasında olup Vâdi'l-Kurâ'ya bir günlüktür.

Yüce Allah'ın buyurduğu gibi, Semud Kavminin dağlardan yontmuş oldukları evler Şuarâ, 149 buradadır.

Yüce Allah'ın:

"işte dişi deve! Su içme hakkı bir gün onundur. Belli bir günün su içme hakkı da sizindir." Şuara, 155 bu­yurduğu

Semud Kavmi işi büsbütün azıtıp Allah'ın emri­ne aykırı olarak putlara tapmaya, yeryüzünde fesat çı­karmaya, taşkınlık etmeye başladıkları zaman Yüce Al­lah, onlara Salih (a.s.)'ı peygamber olarak gönderdi.[54]

Hz. Salih (a.s.), Semud Kavmini, bütün putları atarak bir Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmaksızm, iman ve ibadet etmeye davete başladı.

Fakat onlar Hz. Salih (a.s.)'ı ve tebligatını küfür ve inkarla karşıladılar."[55]

Zaten, Semud Kavmi kendilerine Salih (a.s.)'dan önce gönderdikleri anlaşılan ve fakat isimleri ve kıssala­rı Kur'an-ı Kerim'de açıklanmamış olan başka peygam­berleri de yalanlamış, durmuşlardı."[56]

Hz. Salih (a.s.) davet ve tebligatına ısrarla devam etti. Davetini kabul etmedikleri taktirde, Allah'ın gaza­bına ve azabına uğrayacaklarını onlara haber verdi.

Semud Kavmi ile yirmi yıl uğraştı. İş uzayıp gidince, Hz. Salih (a.s.)'dan, söylediklerini doğrulayan bir ayet, bir mucize göstermesini istediler.

Hz. Salih (a.s.) onlara:

"Nasıl bir mucize istersiniz?" diye sordu

Semud kavminin her yıl belli bir günde putlarını yanlarına alarak çıkıp kutladıkları bir bayramları vardı.

"Sen kendi ilahına yalvar, biz de kendi ilahımıza yalvarahm. Eğer senin ilahın duanı kabul ederse, biz sana tâbi olalım. Eğer bizim ilahlarımız duamızı kabul ederse, sen bize tâbi ol!" dediler.

Hz. Salih (a.s.):

"Olur" dedi.

Semud Kavmi, vesenleri, putları ile birlikte bu bayramlarını kutlamaya çıktılar. Hz. Salih (a.s.) da on­larla gitti.

Semud kavmi dualarında, Hz. Salih (a.s.)'m ya­pacağı duasından hiçbir şeyi kabul etmemesini vesen-lerden, putlarından istediler.

O zaman, Semud Kavmi'nin seyidi, ulu kişisi olan Cenda'b Amr:

"Ey Salih! Şu kayanın yanma bizimle birlikte git. Kayanın içinden bizim için şöyle şöyle vasıfta bir dişi deve çıkarırsan, senin peygamberliğini doğrular ve sa­na iman ederiz" dedi.

Hz. Salih (a.s.) bunu yaptığı takdirde peygamber­liğini tasdik ve kendisine iman edecekleri hakkında onlardan kesin söz aldıktan sonra, kayanın yanında na­maz kılıp Yüce Allah'a dua edince, kaya sanki doğum sancısı gibi sancılandı.

Gebe bir kadının hareketi gibi hareket etti. Titre- \ di; sonra da, ikiye ayrılarak, içinden istedikleri vasıfta bir deve çıktı.

Kaya bir deve doğurdu. Semud Kavmi bu deveyi istedikleri kadar sağarlar, kap kaçaklarını sütle doldu­rurlardı.

Bunun üzerine Cenda'b. Amr ile kavminden bazı kişiler iman ettiler.

Cenda' b. Amr'm amcasının oğlu Şihab b. Halife gibi Semud Kavmi'nin bazı eşrafı da Hz. Salih (a.s.)'a iman etmek ve tâbi olmak istedilerse de, vesenlerinin sahipleri olan eşraftan Zuab b. Amr ile Habbab ve Zeb-bab engel oldular. Onlar da, bunlara uyarak, Müslü­man olmaktan vazgeçtiler.

Hz. Salih (a.s.), Rabbinin kendisine verdiği deve­sinden hiç ayrılmazdı.

O nereye yönelse, onun yanında bulunurdu.

Deve bir gün Semud Kavmi'nin suyundan içer, bir gün de onlar devenin sütünü sağar içerlerdi.

Semud Kavmi, Rabblerinin emrine karşı kibir ve gurura düştüler, azgınlık ettiler, deveyi boğazladılar.

Deveyi boğazlayanlardan birisi; kızıl, sarışın, gök gözlü, köse, kısa bir adamdı.

Öteki de, uzun boylu, akılsız ve titrek bir adam­dı. Ana deve kesilince, yavrusu kaçıp dağa çıktı.

Yavru deve, Hz. Salih (a.s.)'ı görünce ağladı ve üç kere böğürdü. Hz. Salih (a.s.), Semud Kavmi'ne:

"Her böğürüş bir eceldir. Yurdunuzda üç gün daha yaşayacaksınız! Bu yalanlanamayacak bir vaad-dir!" dedi.

Semud Kavmi'nden Hz. Salih (a.s.)'ı öldürmeye kalkışanlar oldu. Fakat Allah (c.c.) O'nu korudu.[57]

Semud Kavmi, Hz. Salih (a.s.) ile alay ederek, azaba ne zaman uğrayacaklarını sordular. Hz. Salih (a.s.):

"Azap alameti; birinci günde yüzleriniz sararmış olarak sabaha çıkacaksınız. İkinci günde yüzleriniz kı­zarmış olarak sabahpppa çıkacaksınız. Üçüncü günde yüzleriniz kararmış olarak sabaha çıkacaksınız" dedi.

Gerçekten de, ilk günde sabaha çıktıkları zaman, küçük büyük, erkek-kadm, hepsinin yüzleri, sanki ha­luk kokusu sürülmüş gibi sapsarı kesilmişti.

Bunun üzerine, Semud Kavmi, helak olacaklarını ve Hz. Salih (a.s.)'m doğru söylemiş olduğunu anladılar.

İkinci gün, yüzleri kızarmış olarak sabaha çıktı­lar.

Üçüncü gün, yüzleri kara boya sürünmüş olarak sabaha çıktılar.

Dördüncü gün, pazar günü sabaha çıktıkları za­man, kendilerine azaptan, cezadan neler geleceğini, ge­lecek azabın hangi yandan, üzerlerinden mi, yoksa ayaklarının altından, yerden mi geleceğini bilmiyor, kâh başlarını kaldırıp semaya bakıyorlar, kâh gözlerini yere dikiyorlardı.

Sabaha girdikleri sırada güneş doğarken, gökten onlara göklerin bütün gürlemelerini, yer yüzünün bü­tün çığlıklarını içinde taşıyan öyle bir bağırışla bağırıldı ki, bir anda göğüslerindeki kalpleri parçalandı! Can­ları bedenlerinden uçtu! Solukları, kımıldamaları kesi­liverdi!

Altlarından da, son derece şiddetli bir sarsıntı ile sarsıldılar.

Allah'ın Hareminin, bu azabın koruduğu bir tek kimseden başka, doğu batı arasında, onlardan helak ol­madık bir kimse kalmadı!

Kurtulan o tek kişi ise Ebu Rigal idi.

Ad Kavmi'nin helaki ile Semud Kavmi'nin hela­ki arasındaki süre beş yüz yıldı.

Hz. Salih (a.s.)'ın Semud Kavmi'ne gönderilişi ve onların kötü tutum ve davranışları ve akıbetleri Kur'an-ı Kerim'de şöyle açıklanır:

"Andolsun ki; Ashabı Hicr'de, Peygamberleri ya­lanlamışlardı. Biz onlara ayetlerimizi vermiştik de, on­lar bunlardan yüz çevirici idiler.

Onlar dağlardan emin emin evler yontar, oyar­lardı."[58]

"Andolsun ki Biz, Semud (Kavmin)'e de; «Al­lah'a ibadet ediniz!» diye kardeşleri Salih'i gönderdik.

Bir de ne görsün, onlar birbirleriyle çekişir iki fır­kadır! Salih:

«Ey kavmim! Niçin iyiden (ve güzelden) önce, çarçabuk kötüyü (azabı) istiyorsunuz? Allah'tan bağış­lanmanızı istemeli değil misiniz? (Böyle yaparsanız) umulur ki esirgenirsiniz» dedi:

«Biz senin yüzünden ve maiyetinde bulunan kimseler (mü'minler) yüzünden uğursuzluğa uğra­dık!» dediler. (Hz. Salih (a.s.):

«Sizin (bütün) amel ve hareketleriniz Allah katın­da gizli değildir. Belki, siz imtihana çekilmekte olan bir kavimsiniz!» dedi.

O şehirde (Hicr'de düşman) dokuz erkek var ki, yer(yüzün)de fesad çıkarıyorlar, iyilik tarafına hiç yanaşmıyorlardı. Onlar Allah adıyla antlaşarak:

«Ona (Salih'e) ve ehline, herhalde bir gece baskın yapalım (hepsini öldürelim). Sonra da velisine:

'Andolsun ki; biz o ailenin helakinde hazır değil­dik.

Şüphesiz ki, biz (bu sözümüzde) elbette sadıkla­rız!' diyelim» dediler. Onlar böyle bir tuzak kurdular.

Biz de, kendilerinin haberi olmadan, onların planların alt üst ediverdik."[59]

"...O (Salih):

«Ey kavmim! Allah'a ibadet ediniz! Sizin, O'ndan başka hiçbir ilahınız yoktur. O, sizi topraktan meydana getirdi. Sizi orada ömür geçirmeye (veya imana) me­mur etti.

O halde, O'ndan yarlığanmak (bağışlanmak) di­leyiniz. Sonra, O'na tövbe ediniz. Şüphe yok ki, Rab-bim(in rahmeti) çok yakındır. O (duaları da) kabul edendir."[60]

"Düşününüz ki; (Allah) sizi, Ad'dan sonra, hü­kümdarlar yaptı. Yeryüzünde sizi yerleştirdi. Ovala­rından köşkler yapıyor, dağlarından evler yontuyorsu­nuz. Artık (hepiniz) Allah'ın lütuflarım anınız.

Yeryüzünde fesatçılar olup taşkınlıklar yapmayı­nız» dedi."[61]

"Ey Salih! Sen bundan önce içimizde ümit besle­nen biri idin. (Şimdi) atalarımızın taptığı şeylere tap­mamızdan bizi vazgeçirmek mi istiyorsun.

Senin bizi (ibadete) davet ettiğin (Rab)'den, haki­katen şüphe içindeyiz, şüpheleniriyiz!" dediler."

(Salih):

"Ey kavmim! Ya ben Rabbimden (gelen) apaçık bir mucizenin üzerinde isem ve O Rab, kendinden ba­na bir rahmet (peygamberlik) vermişse, buna ne diye­ceksiniz?

O halde Allah'ın (intikamından) eğer O'na isyan edersem (kurtarmak hususunda) bana kim yardım eder?

Demek, siz beni ziyana uğratmaktan (bunu) bana karşı artırmaktan başka bir şey yapmayacaksınız?» de­di."[62]

"«Şüphesiz ki, ben size gönderilen emin bir pey­gamberim. Artık Allah'tan korkunuz ve bana itaat edi­niz. Ben buna karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim mükafatım, alemlerin Rabbinden başkasına ait değildir.

Siz burada (ki nimetlerin içinde), bağların, pınar­ların içinde, ekinlerin ve tomurcukları nazik ve yumu­şak hurma ağaçlarının içinde emin emin bırakılacak mısınız?»

«Sen ancak (hızlı) büyülenmişlerdensin» dedi­ler."[63]

"O'nun kavminden iman etmeyi kibirlerine yedi­remeyen ileri gelenleri de, kendilerince hor görünenle­re, onların içinden iman edenlere:

«Siz, Salih'in gerçekten Rabbi katından gönderil­miş bir peygamber olduğunu biliyor musunuz?» dedi­ler. Onlar da:

«Biz doğrusu, onunla ne gönderildiyse ona iman edicileriz!» dediler."[64]

Yine, kibirlenen kimseler:

«Biz, doğrusu, o sizin iman ettiğinize münkir ve kafir olanlarız!» Araf, 76 dediler. Salih (a.s.)'a da:

«Sen, bizim gibi bir beşerden başkası değilsin! Bununla beraber eğer, (peygamberlik davasında) doğ­ruculardan isen, haydi bir ayet (mucize) getir!» dedi­ler."[65]

«Ey kavmim! İşte size bir ayet (mucize) olmak üzere Allah'ın şu dişi devesi! Artık onu serbest bırakı­nız. Allah'ın arzında otlasın...»[66]

«İşte, bu dişi deve! Su içme hakkı (bir gün) onun­dur. Belli bir günün su içme hakkı da, sizindir. Ona bir kötülükle ilişmeyiniz! Sonra sizi büyük bir günün azabı yakalar!» dedi."[67]

"Derken o dişi deveyi ayaklarını keserek öldür­düler. Rabblerinin emrinden (uzaklaşarak) isyan ettiler ve:

«Ey Salih! Eğer Sen gönderilmiş peygamberler­den isen, bizi tehdit edip durduğun azabı getir bize!» dediler."[68]

... Bunun üzerine Salih (a.s.):

"Memleketinizde üç gün daha yaşayınız! İşte bu yalan çıkarılamayacak bir tehdittir!» dedi.

Vakta ki azap emrimiz geldi. Sabaha girdikleri sı­rada onları o (korkunç) bağırış yakalayıverdi! Kazana-geldikleri o şeyler, kendilerinden hiçbir azabı def ede­medi."[69]

"Salih'i de, pnun maiyetinde iman etmiş olanları da, tarafımızdan bir rahmet olarak (azap ve) o günün rüsvalığından kurtardık.

Şüphesiz ki Rabbin, O, çok kuvvetlidir, mutlaka galiptir.

O zalimleri ise, korkunç bir ses alıp götürdü de, yurtlarından diz üstü çöken (helak olan) kimseler olu-verdiler!

Sanki orada (hiç) oturmamışlardı!

Haberiniz olsun ki; Semud (Kavmi) hakikaten Rabblerine küfrettiler. Gözünüzü açınız, iyi biliniz ki; Semud'a (Allah'ın rahmetinden) uzaklık verilmiştir."[70]

"Semud (Kavminin helak edilmesin)de de (bir ib­ret vardır). Hani, onlara:

«Bir zamana kadar yararlanadurunuz!» denil­mişti de, Rabblerinin emrinden uzaklaşıp azmışlardı.

İşte (bu yüzden) kendileri de göz göre göre onla­rı yıldırım tutuvermişti de, ayakta durmaya güç yetire-mediler, bir yardım da göremediler.”[71]

"Şüphe yok ki bunda bilecek bir kavim için ibret verici bir nişane vardır."[72]

"İman edip de (fenalıktan) sakınır olanları, Biz (daima) kurtardık."[73]

Salih (a.s.); Semud Kavmi'ni Yüce Allah'a iman ve ibadete davet etmekle uğraşmıştı.

Semud Kavmi'nin helakinden sonra, Hicr'den ayrılırken, onlara şöyle hitap etti:

«Ey kavmim! And olsun ki; ben size Rabbimin el­çiliklerini tebliğ etmişimdir. Size hayırhahtık göstermi-şimdir. Fakat siz hayırhahalık sevmezsiniz ki!»[74]

Peygamberimiz Muhammed (s.a.v.); Tebük sefe­rinde Hicr'dea geçerken, Semud Kavmi'nden Ha-rem'in korumuş olduğu bir tek adamın sağ kaldığını haber vermişti. Ashab-ı Kiram:

«Ey Allah'ın peygamberi! Kimdi o adam?" diye sordular. Peygamberimiz:

«Ebu Rigal'dir!» buyurdular.

Ebu Rigal, Sakiflerin atasıydı. Salih (a.s.)'m da kölesiydi. Onu Mekke tarafına sadaka, zekat tahsildarı olarak göndermiştir.

Ebu Rigal; sütü çekilmiş yüz koyunu, ayrıca bir koçu ve bir de akşamleyin annesi ölmüş bir oğlan çocu­ğu bulunan bir adamın yanma vardı. O'na:

«Beni, sana Allah'ın peygamberi gönderdi!» de­di. Adam: «Peygamber elçisi hoş geldi, safa geldi. İste­diğini al!» dedi. Ebu Rigal, koyunlardan sütlü olanı al­dı. Adam:

«O, annesinin ölümünden sonra, sağ kalan şu ço­cuğundur. Onun yerine, on koyun al!» dedi. Ebu Rigal:

«Hayır!» dedi. Adam:

«Yirmi koyun al!» dedi. Ebu Rigal:

«Hayır» dedi. Adam:

«Elli koyun al!» dedi. Ebu Rigal: «Hayır!» dedi. Adam:

«Şu fair koyundan başka koyunların hepsini al!» dedi. Ebu Rigal:

«Hayır!» dedi. Bunun üzerine Adam:

«Eğer sen süt içmeyi seversen, ben de severim» diyerek ok çantasındaki okları serdi. Sonra da:

«Ey Allah'ım! Sen şahit ol!» dedi. Yayma bir ok yerleştirip Ebu Rigal'i öldürdü.

«Bunun haberi, Allah'ın peygamberine benden önce ermesin» dedi.

Salih (a.s.)'ın yanma varıp, Ebu Rigal'in yaptıkla­rını haber verdi. Salih (a.s.) ellerini göğe kaldırdı. Üç kere:

«Ey Allah'ım! Ebu Rigal'e lanet et!» diyerek dua etti."

Ebu Rigal'i öldüren, Kays b. Aylanlardan Münebbih b. Herazin'in oğlu Sakif idi.

Beşeriyetin arasındaki kavgalar, münakaşalar, savaşlar, din ve inanç uğruna canı ve malıyla davası uğruna savaşıp tükenen bir sürü nesil geldi geçti. Ve ahir ümmeti de inançları uğruna daha evvelki ümmet­ler gibi haksızlıklara uğradılar. Bugünümüzde neden bu kadar zorluklar zuhur ediyor demek yersiz olur.

Anlaşmazlıklar, fikir zıtlığı, fikir savaşı, kılık-kıyafet tartışması, din, ırk nedeni ile olan ve olacak olan savaşlar kıyamete kadar süregelecektir. Bu savaşlar in­sanın nefsine değil de vicdanlarına ağır geldiği için in­sanlar doğal olarak insaf ehli bir dünya murad ederler. Ama, bir gerçek var ki; Cenab-ı Allah ayetlerinde de buyurmuştur:

"Daha önceki ümmetlere yapılan sizlere yapıl­mayacak mı sandınız?"

Peygamber Efendimiz (s.a.v.)'in zamanında da, Nuh Ca.s.) kavminin zamanında olan inkar, ahlaksızlık ve zulümler vardı. O zamanlarda, din ve inanç uğruna yapılan savaşlarda ve baskınlarda esir edilen insanla­rın, diri diri yakılmalarından ve işkence ile Öldürmele­rinden inkarcılar zevk duyarlardı. Hısımları, birini -ele geçirdikleri takdirde- kafataslarını söküp, kadeh gibi kullanıp, içki içeceklerine yemin ederlerdi. Bir de, ge-çindirememek bahanesiyle çocukları öldürmek günlük ihtiyatlarındandı. Kız çocuğu doğurmak yüz karası sa­yılırdı. Kız çocukları diri diri toprağa gömülür veya el­lerinden tutulup su kuyularına atılır, onların boğulup gitmelerine karşı hissiz, duygusuz kalınırdı.

Ahlâksızlık, hayasızlık o dereceye varmıştı ki, İmrü'1-Kays gibi ünlü bir şair, amcasının oğlu.ile yaptı­ğı bir ahlâksızlığı tasvir etmekten çekinmezdi. Onun bu yoldaki halini bahseden kasidesinin de Kabe'nin duvarlarına asılıp sergilenilmesinden utanılmazdı. O zamandaki dinî buhran, içtimaî ve ahlakî buhranlar­dan daha az ve önemsiz değildi. İnkarcılık, itikatsızlık, putperestlik, tuhaf tuhaf akideler, hurafeler almış yü­rümüştü.

Ehl-i İslam da pek ziyade ısdırap gördü ve yaşa­dı. Hatemü'l-Enbiya'nm da eza ve cefası çoktu.

Kur'an, bütün hakikat beyanlarını taşır. İslam di­ni ve Peygamber Nübüvvet, Kur'an ile risalet buldu. Kimi yalanladı, kimi inkar etti, kimi taşladı, kimisi de o din ile müşerref oldu. Cenab-ı Resul'e siper oldular ve bırakmayıp, ardından gittiler. Onunla beraber savaştı­lar, inançları uğruna canlarım seve seve feda ettiler. Ki­mileri mecnundur dedi O'nun için, kimileri de sihir­bazdır dedi.



Kur'an-ı Kerim'in İcazı


Hz. Bir gün Hatemü'l-Enbiya Hazretleri, Harem-i Şe­rifin bir köşesinde otururken, diğer tarafta Kureyş Müşrikleri oturuyorlardı. Ulularından Ebu'l-Velid diye tanınan Utbe b. Rebia diğerlerine:

"Ne dersiniz, gidip de Muhammed'e biraz nasi­hat etsem, «Bizden ne isterse verelim ve seni istediğin rütbeye eriştirelim, tek bizim ilahlarımıza söz atma ve dinimize taarruz etme (karışma)» desem, şayet kabul ederse aradan keşmekeş (karışıklık) gider" dediğinde ;

"Ne beis (sakınca) var, bir kere nasihat ediver" dediler.

Utbe, Resul-i Ekrem'in yanma geldi ve o yolda birçok söz söyledi, kendine göre hayli nasihat verdi. Rasul-i Ekrem (s.a.v.).

"Sözün tamam oldu mu?" diye sordu. Utbe:

"Evet" dedi.

Resulü Ekrem (s.a.v.), Fussilet Suresini tilavete (okumaya) başladı ve secde ayetine gelince kalkıp sec­de eyledi ve:

"İşittin mi ya Ebu'l-Velid!" dedi. Utbe :

"İşittim, işte sen, işte o" diyerek yerinde kıyam etti (kalktı) ve bozuk düzen dostlarının yanma gitti.

"Ne oldu?" diye sordular.

"Hiç sormayın. Bir kelam işittim ki ömrümde öy­lesini işitmemiştim. Vallahi bu söz, şiir değil, sihir de­ğil, kehanet değil ey cemaati Kureyş! Beni dinlerseniz bu adamı kendi haline bırakınız" dedi.

Müşrikler, bunca mucizeyi görüp, ara ara nazil olan ayatı beyyinatı (Kur'an'ı) işitip Resulü Ekrem hak­kında ne diyeceklerini şaşırdılar.

Kimi mecnun, kimi kahin ve kimi şair dedi. Ve hiçbirinin yakışık almadığını kendileri dahi anladılar. Hatta Kureyş Kavmi, İslam'ın yayılmasından havf et­tikleri korktukları için, hac mevsimi geldiğinde bir ye­re toplandılar.

"Her taraftan Arap kabileleri gelmek üzeredir. Muhammed hakkında ne diyeceksek ona karar vere­lim" dediler.

İçlerinden bazıları:

"Kahindir diyelim" dediğinde; Velid b. Muğıre:

"Kahin değildir. Sözleri asla kahin sözüne benze­mez" dedi.

"Öyle ise mecnun diyelim" dediğinde; Velid b. Muğıre:

"Mecnun desek kim inanır? O'nda asla cünun (delilik) alameti yok" dedi. Onun üzerine bazıları:

"Şairdir diyelim" dediğinde; Velid b. Muğıre: "Şair değildir" dedi.

"Şair değil ise sahir (sihirbaz) diyelim" dedikle­rinde de; Velid b. Muğıre:

"Sahire (sihirbaza) neresi benzer? Okuyup üfle­mesi yok, düğüm bağlaması yok, sahir işlerine (sihir­bazların yaptıklarına) benzer bir işi yok. Bu cihetle de diyemeyiz. " dedi.

"Öyle ise ne diyelim?" dediler. Velid b. Muğıre:

"Ne demeli bilmem. Fakat şu söylediklerinizin hiçbirisi yakışık almaz ve hangisini söylesek inanıl­maz" dedi.

Kısaca Resulü Ekrem (s.a.v.) hakkında ne diye­ceklerine bir karar veremediler. Çünkü peygamber de­mekten başka yakışık alır bir sıfat bulamadılar. Buna da onlar razı olamadılar. Resulü Ekrem (s.a.v.) ise, her sene Hac mevsiminde Mekke dışına çıkıp, etraftan ge­len kabilelere, "Ey filan oğulları!" diye başka başka hi­tap ederek, hallerine uygun olan ayeti kerimeyi okuya­rak onları Hak dine davet eylerdi.

Bu kabilelerden nice kimseler, İslam dini ile müşerref olmakta ve İslam dini, Arabistan'ın her tarafına yayılmaktaydı.

Hatta Seleme Oğulları Kabilesinden birkaç yiğit Mekke'ye geldiler. Bazı Kur'an ayetleri dinleyip hemen Müslüman oldular ve dönüp yerlerine gittiler, Resulü Ekrem (s.a.v.)'in vasıflarını anlattılar.

İçlerinden birisinin babası olan Amr ibni Cemûd oğluna:

"O zattan işittiğin sözleri bana söyle" demiş, O da Fatiha Sûresini okumuş. Amr b. Cemüd:

"Ne güzel kelamdır, diğer kelamları da böyle gü­zel midir?" diye sormuş. Oğul:

"Daha âlâları, güzelleri var" diye cevap vermiş. Bedevi Araplardan biri; ayeti kerimeyi işittiği gi­bi secdeye varmış:

"Bu sözün güzelliğine secde ettim" demiş.

Bir diğeri Sure-i Yusuf okunurken; ayeti kerime­yi işittiğinde:

"Ben şehadet ederim ki hiçbir mahlûk buna ben­zer bir söz söylemez" demiş.

Ebu Zer (r.a.)'m gelmesine sebep bu idi. Kendisi güzide şairlerden olup, kardeşi Enis ise şiirde ondan ve emsallerinden üstündü.

Enis, Mekke'ye gelip, gitmiş ve biraderi Ebu Zer'e, Fahri Alem'in hal sıfatlarını beyan etmiş.

Ebu Zer:

"Halk O'nun hakkında ne söylüyor?" diye sor­muş. Enis de:

"Şairdir, kahindir, sahirdir diyorlar. Ama ben ka­hinler sözünü işittim. Vallahi, O hiç birine uymaz ve bundan sonra O'na şair demek, kimsenin ağzına yakış­maz. Elhasıl Muhammed (s.a.v.) sadıktır. Ve onlar ya­lancıdır" diye cevap vermiş. O'nun üzerine Ebu Zer he­men Müslüman olmuş.

Kur'an-ı Kerim ne kelam-ı manzumdur, ne de kelam-ı nesirdir. İki kısmın haricinde bir kelam-ı latiftir, baştan başa hatasız ve beliğdir.

Bütün ayeti kerimeler belagatça bir derecede ol­mayıp bazısının bazısına nispetle belagat derecesi yük­sektir. Fakat, cümlesi mucizedir. Yani insan meydana getirmekten acizdir. İptidai emirde Arap edebiyatçıları Kur'an ayetlerini birtakım şiirle muvazene mukayese ettiler. Nihayet hiçbirine ve belki beşer sözüne benze­mediğini anladılar.

Fakat Muallakatı Seb'a (yedi askı), Ka'be duva­rında asılı durup ara sıra okunur ve fesahat ve belagat bahsinde lisana alınırdı.

Belagatın en âlâ derecesinde bulunan ayeti keri­meler nazil olunca, edebiyatçılara pek ziyade tesir eyle­di, şöyle ki; iliklerine işledi.

O vakit İmrü'l-Kays'ın kız kardeşi sağdı. Ayeti kerimeyi işittiğinde:

"Artık kimsenin bir diyeceği kalmadı. Kardeşi­min şiiri Meydan-ı İftiharda duramaz" diyerek, karde­şinin kasidesini Ka'be duvarından indirdi.

Onun alt tarafındaki muallakata diyecek hiçbir şey kalmadığından onlar da birer birer indirildi.

Artık Meydan-ı İftihar ve şöhrette yalnız Kur'an-ı Kerim kaldı ve Kur'an'm belagatının tesiriyle bütün edebiyatçılar şaşırdılar ve sustular.

Niceleri, Kur'an-ı Kerim'in Allah (c.c) kelâmı ol­duğuna inandılar ve yüksek mânâsına kalpten samimi­yetle inandılar.

Mü'minler İslam dini uğrunda her şeyi feda ede­rek, kimi Habeşistan'a hicret ile vatan, akraba ve dost­larından geçtiler; kimi Ebu Talib mahallesinde mahsur kalıp müşriklerin eza ve cefasına katlandılar.

Cenab-ı Allah, zorluk ve meşakkatlerle öncelikle peygamberleri imtihan etmiştir. Kur'an-ı Kerim'de is­mi geçen peygamberlerin hayatlarını okuyacak olur­sak, bizlerin ne kadar ferahlık, rahatlık içerisinde hayat sürdüğümüzü görmüş oluruz.

Cenab-ı Allah (c.c.), kullarına doğrulan anlatsın, bildirsin diye birçok peygamber gönderdi. Kendi hük­münü ve adaletini indirdiği kitaplarda ve sahifelerde beyan etti. Her kavme ait bir peygamber gelmiştir. Gelen bu peygamberler Allah'ın tek olduğunu, sapıklığın sonunun bir felaket olduğunu anlatmışlardır. Bu yüz­den de hayatları eza ve cefa içerisinde geçmiştir.

İki cihan serveri Cenabı Resul, adalet ehli olan amcası Ebu Talib'in yanında büyümüş ve yetişmişti. Ebu Talib, yeğeni Hz. Muhammed (s.a.v.)'i çok sevme­sine rağmen yine de O'nun dinine biat etmemişti. Fakat Ebu Talib, yeğeni ile çokça iftihar eder ve onun nübüv­vetini (peygamberliğini) yalanlamaz, gereğinden fazla itaat eder ve O'nu her kötülükten muhafaza ederdi. La­kin kendisi kavminin reisi olduğu için, Cenabı Resul de onun elinde büyüdüğünden, O'nun getirdiği dine biat edip, O'na tâbi olmak istemezdi. Hatta:

"Ben bilirim ki Muhammed (s.a.v.) asla yalan söylemez ve batıl ne bir söz, ne bir hareket onda zuhur etmez. Eğer bilsem Kureyş Kabilesinin halkı ve kadın­ları küçümsemeyip, ayıplama salar ben O'na kesin biat eder, tâbi olurdum" demiştir.

Ebu Talib'in vefatından evvel Peygamberimiz, amcasına ricada bulundu:

"Ey pederim makamında olan amcam! Bari bir kerecik olsun lisanınla kelime-i şehadet getir ki ahiret-te de sana şefaat edebileyim" dedi. Amcası cevaben:

"Korkarım ki, Ebu Talib ölümden korktu da ima­na geldi diye benimle alay edip ayıplarlar. İşte bundan ar etmesem şehadet getiririm" dedi.

Bununla beraber Ebu Talib vefat edeceği vakit Kureyş halkını toplamış ve Resulü Ekrem (s.a.v.)'i on­lara emanet etmiş ve hakkında beyanlarda bulunmuş: "Muhammed emindir, doğrudur, yatandan beri­dir. Benim size vereceğim nasihat ve yeğenim hakkın­daki hakikat şudur ki, O hep doğrudur, getirdiği İslam dini ise kalbin kabul edeceği bir şeydir. Onu inkar eden ancak lisandır. Vallahi ben gözümle görür gibi biliyo­rum ki, Kureyş'in fukaraları, zenginleri, zaifleri, bede­vileri ve etrafı alem halkı hep onun davetini kabul, sö­zünü de tasdik etseler, rahmetle kurtuluşa ererler, zelil ve hakir olmaktan kurtulurlar.

Ey Kureyş halkı! Vallahi ben sağ olsam, O'nu düşmanlarından korur, O'na gelecek olan zararların hep karşısında dururdum. Siz de bu görevi benden devralarak O'nu muhafaza etmelisiniz" dedi.

Cenabı Hakk'in hidayet etmediği kimse hak yo­lunu bulamaz. O'nun lütfü ve ilahi ihsanı olmadıkça kimse bu saadete nail olamaz. Kur'an-ı Kerim'de, Ce­nabı Hak buyuruyor ki:

"Ya Muhammed! Sen sevdiğine hidayet edemez­sin, lakin Allah dilediğine hidayet eder."

Ancak onun içindir ki; Cenabı Resul, Ebu Talib'in Müslüman olmasını ziyadesiyle dilerdi. Fakat, o da onu çok sevmesine rağmen lisanı ile onun nübüvvetini ikrar edemedi. Bu da gösteriyor ki, Resul-i Ekrem (s.a.v.) yalnız haberci, elçi ve vesiledir. Cenabü Allah dilemedikçe kul hidayete nasipkâr olamıyor.

Ebu Talib'in vefatından sonra, Kureyş halkı Ebu Talib'in vasiyetini tutmadılar. Ebu Leheb, Ebu Talib'in vefatını fırsat bilerek, onun yerini almak, kavminin re­isi olmak için Kureyş halkını etkisi altına alarak hüküm sürmeye koyuldu ve bununla beraber, Ebu Cehil ise Kureyş içinde hepsinden daha fazla taraftar ve hakimi­yet kazanma yarışmdaydı. Bu iki kişi, Hz. Hatice (r.a.)'nm ve Ebu Talib'in vefatını fırsat bilerek fenalık­larını artırdılar. Resulü Ekrem (s.a.v.), onların acımasız eza ve cefalarından çok incinmiş olarak, Mekke'den çıkmak zorunda kaldı. Zeyd b. Haris (r.a.) ile birlikte Taife gitti. O vakit, Taif'te bulunan, Sakif Kabilesi eşra­fını İslam dinine davet etti.

Onlar ise iman etmek şöyle dursun, Resulü Ek­rem (s.a.v.) tahkir ettiler. İçlerinden bazıları, O'na taşlar atarak, elini yüzünü yaraladılar, Hatta Zeyd ibni Hari­se (r.a.), Resulü Ekrem (s.a.v.)'e atılan taşlardan muha­faza için kendini siper etti. Ve o da birkaç yerinden ya­ralandı. Hatemü'l-Enbiya oradan geri döndü ve Mek­ke'ye hayli mesafesi olan Batnı Nahle ulaştı. İşte orada (insan ve cin peygamberi olan) Resulü Ekrem (s.a.v.) "er-Rahman" suresini tilavet ederken cin taifesinden bir grup gelip dinlemişler ve iman etmişlerdi.

Fahr-i âlem efendisi, dünyanın dört bir yanma dahi İslam'ı yayıyordu. Her türlü eziyet ve meşakkat­lere rağmen hiçbir şekilde ne korkuyor, ne de geri adım atıyordu.

Pek sıcak bir günde Rasulü Ekrem (s.a.v.), yor­gundu, Medine'ye bir saat kadar mesafesi olan Küba köyüne indi. Ve Beni Neccar'dan birinin evine misafir oldu. Birkaç gün Küba'da ikamet etmek üzere karar verdi. Orada mescit inşaa etti.

Ondan önce ehli İslam'dan bazıları kendileri için mescid yapmışlarsa da, Cemaat-ı Müslimin için ilk mescit, bu inşaa edilen mescittir.

Hz. Ali (r.a.), Resulü Ekrem (s.a.v.)'den sonra üç gün Mekke'de ikamet etti. Kendisine bırakılmış ema­netleri teslim ettikten sonra, Mekke'den çıktı. Resulü Ekrem (s.a.v.), Küba'da iken onu buldu. Resulü Ekrem (s.a.v.), bir Cuma günü kendi devesine bindi, ehli İs­lam'dan yüz kişiyle Küba'dan çıkıp Medine'ye doğru yola koyuldu. Beni Salim b. Avf yurdunda, Kanuna de­nilen vadinin üst tarafına indi ve gayet beliğ (açık) bir hutbe okuyup, Cuma namazı kıldırdı.

Hatemü'l Enbiya'nm ilk kıldığı Cuma namazı budur diye rivayet edilir. Resulü Ekrem (s.a.v.) hutbe­sinde özetle şöyle buyurmuştur:

"Ey insanlar! Sağlığınızda, ahiretiniz için tedarik görünüz. Muhakkak bilirsiniz ki, kıyamet gününde bi­rinin başına vurulacak ve çobansız bıraktığı koyunundan sorulacak, sonra Cenabı Hak diyecek ama nasıl di­yecek, tercüman yok, perde yok bizzat diyecek. Sana benim Resulüm gelip de tebliğ etmedi mi? Ben sana mal verdim, sana lütuf ve ihsan ettim. Sen kendin için ne tedarik ettin? 'O kimse de sağma soluna bakacak, bir şey göremeyecek. Öyle ise her kim ki, kendisini velev ki bir hurma bile olsa ateşten kurtarabilecek olan hayrı işlesin. Onu da bulamazsa Kelime-i Tayyibe ile kendi­sini kurtarsın; zira onunla bir hayra on mislinden yedi yüz misline kadar sevap verilir.

Vesselâmü ala Rasulihi ve Rahmetullâhi ve Bera-kâtühü."

Resulü Ekrem (s.a.v.), 1. hutbeyi bu vech ile it­mam ettikten sonra 2. hutbede şunları buyurmuştur:

«Allah'a hamd olsun, Allah'a hamd ederim ve O'ndan yardım isterim. Nefislerimizin şerrinden ve kö­tü amellerimizden Allah'a sığındık. Allah'ın hidayet ettiğini kimse saptıramaz. Allah'ın saptırdığına da kimse hidayet edemez. Eşhedü en la ilahe illallâhu vah-dehû la şerikeleh, kelamın en güzeli kitabullahtır.

Her kim ki, Cenabı Hak onun kalbine de Kur'an-ı müzeyyen kıla ve onu kâfir iken İslam'a dahil ede ve o da Kur'am diğer sözlere tercih ede, işte o kimse, felah bulur. Doğrusu kitabullah, kelamların en güzeli ve be­liğidir.

Allah'ın sevdiğini seviniz. Allah'ı can-ı gönülden seviniz. Allah'ın kelamından kalbinizi kasvet gelmesin, zira kelamullah her şeyin alasını ayırıp seçer. Amellerin hayırlısını, kulların gözdesi olan Peygamberleri, kıssala­rın iyisini zikreder, helal ve haramı beyan eder. Artık Allah'a ibadet ediniz ve O'na şirk koşmayınız. O'ndan hakkıyla sakınınız. Güzel sözünüz dahi Allah'a doğru olsun ve beyninizde kelamullah ile bütünleşsin. Mu­hakkak ki, bilmelisiniz ki; Allahu Teâlâ ahdini bozanla­ra gazap eder, Esselamu Aleyküm."

Akabedeki biatda ensar-ı kiram, her ne vakit Re­sulü Ekrem (s.a.v.) kendi beldelerine gelirse, her du­rumda onu muhafaza etmek üzere and ve yemin etmiş idiler. Resulü Ekrem (s.a.v.) onların diyarına gelip bir müddet Küba'da ikamet ettikten sonra, Medine'ye gir­mek üzere bulunduğundan, artık sözlerini tutmaya mecbur oldukları vakit gelmiş demek olurdu.



Veda Haccı


Hicretin onuncu yılında Peygamberimiz, yüz bini aşan Müslümanla birlikte Mekke'ye gidip son haccım yaptı. Orada irad buyurduğu meşhur hutbesinde de:

"Ey insanlar! Sözlerimi iyi dinleyiniz! Vallahi bil­miyorum. Belki de şu durduğum yerde bu yılımda bu günümden sonra sizlerle bir daha buluşamayacağım.

Dikkat ediniz, belki bu yılımdan sonra beni bir daha göremeyeceksiniz!" diyerek Müslümanlarla ve-dalaştı.

Geriye bıraktığı Kur'an-ı Kerim ile, sünnet-i se-niyyesine sımsıkı sarıldıkları takdirde sapkınlığa düşmeyeceklerini bildirdi.

Veda haccından dönerken Gadiri Humm'da da:

"Ey insanlar! Haberiniz olsun ki, ben de ancak bir insanım!

Çok sürmez Yüce Rabbimin elçisi (Cebrail) bana gelecek ben de onun davetine icabet edeceğim!" buyur­du.

"Ey Allah'ım! Seni teşbih ve sana hamd ederim.

Ey Allah'ım! Beni bağışla! Şüphe yok ki tevbeleri en çok kabul eden ve merhametli olan Sensin Sen!" di­yerek Allah'a hamd, teşbih ve istiğfara koyulmuştu.



Peygamber Efendimiz'in Vefatı


Hicretin on birinci yılı, Rebiülevvel ayının on ikinci veya on üçüncü pazartesi günü geçmiş, zevale doğru yaklaşıyor, Peygamber Efendimiz son dakikala­rını yaşıyordu.

Hz. Aişe (r.a.), Peygamber Efendimiz'e baktı ve ağlamaya başladı. Ellerini kaldırdı;

"Ey insanların Rabbi! Hastalığı gider, kaldır! Ger­çek tabib Sensin! Gerçek şifa verici Sensin!" diyerek şi­fa diliyordu.

Peygamberimiz ise:

"Hayır! Bilakis Ben Allah'tan refiki âlâ zümresine katılmayı, Cebrail, Mikail ve İsrafil ile birlikte olmayı dilerim! Ey Allah'ım beni bağışla! Bana rahmetini ihsan et! Beni refiki âlâ zümresine kavuştur!" diye mübarek ruhunu Yüce Allah'a teslim etti.

Salat ve selam onun üzerine ve onun ehl-i beyti­nin üzerine olsun.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Kefenlendi ve Namazı Kılındı

Peygamber Efendimiz'in kefenlenmesini bizzat Hz. Ali (r.a.) Hz. Abbas ve Oğullan üstlenmişlerdi.

Hz. Ali (r.a.):

"Hiç kimse «Resûlullah üzerine imamsız cenaze namazı kılınır mı?» diye şüphelenmesin. Resûlullah di­ri iken de, ölü iken de sizin imammızdır." dedi.

Peygamberimiz'in hizasında ayakta durarak:

"Ey Peygamber! Selam, Allah'ın rahmet ve bere­ketleri seni üzerine olsun!

Ey Allah'ım! Biz onun kendisine, senin tarafın­dan indirilmiş olanları tebliğ ettiğine ve ümmetine na­sihatte bulunduğuna, Allah'ın dinini üstün kılmcaya ve kelimesini tamamlayıncaya kadar Allah yolunda sa­vaştığına şehadet ederiz!

Ey, Allah'ım! Bizleri, senin, O'na indirdiğin şey­lere uyan kişilerden eyle!

Ondan sonra da bize bu yolda sebat ver! Onunla aramızı birleştir!" diyerek dua etti.

Cemaat de, "Amin! Amin!" dediler.

Ahir Zaman Peygamberi Resûlullah (s.a.v.) Efendi­miz'in Devri ile Peygamberlik Devri de Kapanmıştır

Peygamberlerin zamanında da zuhur eden afet ve felaketler devri kapanmış olsa bile, Peygamberimiz'in vefatım fırsat bilen bazı münafıklar zulümler işliyor, zaman zaman ayaklanıp yine büyük felaketlere neden oluyordu. Müslümanlık adı altında hayat süren bu za­lim insanlar, hırs ve hasetlerine yenik düşüp Allah (c.c.) dostlarına zarar veriyorlardı. Bunların hedefi, ilk başta Allah'ın adaletini tecelli ettiren adalet ehli halife­ler olmuştu. Ve daha sonra, Peygamber torunlarını he­def almışlardı. Onlar öyle insanlardı ki ilk etapta onla­rın fesatlığını anlamak mümkün olmazdı. Tabi ki nefis­leri kabarıp kinlerini kusana kadar. Bunlar cahilliğin üzerine mutaassıp bir kıyafet giyerek, mutaassıp görü­nüm sergiliyorlardı. Ama bu hal onların yalnız dıştaki suretlerini ifade ediyordu.

Bu haller ve sahtelikler hiç şüphesiz ki, Allah (c.c.)'in lanet ettiği hallerdir. Bir ayeti celilede Cenab-ı Allah (c.c.) buyuruyor ki:

"Onları gördüğünüz zaman kalpleri hoşuna gi­der ve konuşurlarsa sözlerini dinlersin. Onlar sanki el­bise giydirilmiş keresteler gibidirler. Her gürültüyü kendi aleyhlerine sanarlar. Onlar düşmandır, onlardan sakın. Allah onları kahretsin nasıl olup da döndürülü­yorlar?"[75]

Zalimlerin kendileri için istediği şey nedir? Zor­balık ve hainliğin tezgahında hesaplar yapılırken Allah (c.c.)'m hesabını kaldırıp, nereye koyarlar? Ölümü baş­kaları için isterken, kendilerine gelmeyeceğini mi düşünürler? Unutulmaması gereken katî bir hakikat var ki; Allah kulunu ne yoksun bıraktı, ne de anlatmaktan yoksun bıraktı. Her doğrunun bir mükafatı ve her yan­lışın da bir mücazatı vardır. Allah doğru ve yanlışı Kur'an-ı Kerim'inde beyan etmiştir. Ama mümkünler içerisinde aklı fikri gafa uğratarak çaresizliklere sürük­leyen yine insandır.



Hz. Ömer (r.a.)'m Şehadeti



Miladî 642 yılında yapılan Nihavend Muharebe-si'nde esir düşen ve Ebu Lü'lü künyesiyle anılan Firuz adındaki Hıristiyan bir köle Medine'de oturuyordu. Kendisi, Basra Valisi Mugire b. Şu'be'nin kölesi idi.

Hicrî 23. yılın Zilhicce ayının 23. günü (31 Ekim 644), Hz. Ömer (r.a.), Medine çarşısında gezerken, Ebu Lü'lü ona yaklaşarak:

"Ya Emire'l-Mü'minin! Mugire b. Şu'be benim üzerime bir haraç vaz'etti (vergi koydu). Onu hafiflet" dedi. Hz. Ömer (r.a.):

"Haracın ne kadardır?" diye sorunca, Firuz:

"Günde iki dirhem" diye cevap verdi. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a.):

"Sanatın nedir?" diye sordu. O da:

"Dülgerim, demirciyim ve nakkaşım" diye cevap verdi. Hz. Ömer (r.a.):

"Bu sanatlara göre haracını çok görmüyorum. Hem de işittim ki sen, yel değirmeni yapabilirim de-, missin" deyince, o da:

"Evet" dedi. Hz. Ömer (r.a.):

"Öyle ise bana bir yel değirmeni yap" dedi. Hz. Ömer (r.a)'a kızan Firuz:

"Sana bir değirmen yapayım ki, doğuda ve batı­da dillere destan olsun" deyip gitti. Hz. Ömer (r.a.), onun bu cevabı üzerine yanındakilere:

"Köle, beni tehdit etti" dedi ve sonra evine gitti.

Ertesi gün, sabah namazı vakti girince, Hz. Ömer (r.a.) sabah namazım kıldırmak için Mescid-i Nebevi'ye gitti. Mihraba durdu. Safları tesviye etti. Bu sırada Ebu Lü'lü elbisesinin altında sakladığı iki başlı hançeri ile ca­miye girip bir kenara saklandı. Hz. Ömer (r.a.) namaza başladığı vakit, saklandığı yerden hemen çıkarak, Hz. Ömer (r.a.)'m üzerine hücum etti ve onu altı yerinden yaraladı. Bu arada karnında da ağır bir yara açtı. Sonra üzerine varan Müslümanlardan birkaçını da hançerleye­rek, kurtulamayacağım anlayınca intihar etti.

Hz. Ömer (r.a.), aldığı yaraların tesiri ile yere dü­şüp serilince, namazı kıldırmak için Abdurrahman b. Avf'a emir verdi. O da imam olup cemaat ile namazı kıldı. Ve sonra Hz. Ömer (r.a.)'ı kaldırarak evine götür­düler.

Hz. Ömer (r.a.), yaralı olarak evine götürülüp ya­tağına konulduktan sonra, kendisini kimin hançerlediğini sordu. Bir gayrimüslim tarafından hançerlendiğini öğ­renince gözlerinde memnuniyet ışığı parıldadi ve bir Müslüman tarafından vurulmadığı için Allah'a şükretti.

Hz. Ömer (r.a.)'m yarası ağır idi. Bunu anlayan ashab, devletin riyasetini kime bırakacağını sordular. Oda:

"Ebu Ubeyde sağ olsa idi, onu seçerdim. Ve niçin ettin diye Allah tarafından sorulursa, "Ya Rab, Resulü­nün 'Ebu Ubeyde bu ümmetin eminidir' dediğini işit­tim" diye cevap verirdim. Eğer Ebu Huzeyfe'nin azad-h kölesi Salim sağ olsaydı, onu halife seçerdim. Ve Rab-bim bunu sorsa idi, "Resûlü'nün 'Salim, Allah'ı en çok seven adamdır' dediğini işittim" diye cevap verirdim" dedi. Bu cevap üzerine ashab:

"Oğlun Abdullah'ı istihlaf et" dediler. O da başı­nı hafif doğrultarak:

"Bir evden bir kurban yeter" diye cevap verdi.

Bu konuşmalardan bir müddet sonra Hz. Ömer (r.a.), Abdurrahman b. Avf (r.a.)'ı çağırtarak ona:

"Ben seni veliaht yapmak istiyorum" dedi O da:

"Bana kabul et diye rey ve nasihat eder misin?" deyince, Hz. Ömer (r.a.):

"Edemem, Ya Rab" dedi. Bunun üzerine Abdur­rahman b. Avf (r.a.):

"Vallahi ben de kat'iyyen bu işe girmem "dedi.

Abdurrahman b. Avf'm hilafet hakkında kesin karar vermesi üzerine Hz. Ömer (r.a.):

"Öyle ise durun. Bu işi o adamların meşveretine havale edeyim ki, Resûl-i Ekrem, onlardan hoşnut ve ra­zı olduğu halde vefat etmişti" diyerek, aşere-i mübeşşe-reden hayatta olan altı kişinin, yani Ali b. Ebi Talib, Os­man b. Af fan, Talha b, UbeyduUah, Zübeyr b. Avvam, Sa'd b. Ebi Vakkas ve Abdurrahman b. Avf'm (r.anhuma) isimlerini zikrederek, bu ashabın aralarında meşve­ret edip içlerinden birini halife seçmelerini vasiyet etti. Oğlu Abdullah'ı da yalnız rey vermek üzere bu meclise memur edip, halifeliğe seçilmemesini şart koştu.

Hz. Ömer (r.a.)'m bu kararı üzerine Abdurrah­man b. Avf, yanında AH b. Ebi Talib olduğu halde Os­man b. Affan'ı, Zübeyr b. Avvam'ı ve Sa'd b. Ebi Vak-kas'ı (r.anhuma) çağırdı. Talha b. Ubeydullah bu sırada Medine'den biraz uzakta olup, Medine'ye dönmek üzere idi, Hz. Ömer (r.a.), yanma gelen aşere-i mübeş-şereden beş kişiye dönerek:

"Siz bu ümmetin reislerisiniz. Halifeliğe içiniz­den birini seçiniz- Ve ona yardım ediniz. Sizin hakkı­nızda halktan korkmam. Sizin aranıza ihtilaf girerse, halk da ihtilafa düşer diye korkarım. Talha arkadaşınızdır. Onu üç gün bekleyiniz. Gelirse ne iyi, gelmez ise kararınızı yerine getiriniz" dedikten sonra:

"Verilecek kararın Talha tarafından kabul edile­ceğini kim bana taahhüt eder?" diye sordu. Sa'd b. Ebi Vakkas (r.a.):

"Ona ben kefil ve müteahhidim" dedi. Sonra Hz. Ömer (r.a.):

"Ya Ali, Allah için olsun veliyyü'1-emir olursan, Beni Haşim'i halkın başına bâr etme. Ya Osman, eğer sen veliyyü'1-emir olursan, Allah için, Ebi Muayt oğul­larım halkın başına bâr etme. Ya Sa'd, eğer sen veliy-yü'1-emir olursan, Allah için akrabam halkın başına bâr etme" dedi. Sonra:

"Abdurrahman b, Avf, ne güzel rey sahibidir. Onu dinleyiniz ve ona uyunuz" tavsiyesinde bulundu. Oğlu Abdullah b. Ömer (r.a.) de hitaben:

"Reylerde ihtilaf vaki olursa, ekseriyete uy. Eğer reylerde eşitlik olursa Abdurrahman b. Avf in bulun­duğu tarafta bulun" diye vasiyet etti. Sonra hepsine birden hitaben:

"Eğer kim halife olursa, ensar-ı kirama güzel mu­amele etsin" dedi. Ve: "Sa'd, eğer halife seçilirse ehil­dir. Olmazsa, halife olacak kimse onu yanında alıkoya­rak kullansın ve ondan istifade edin. Benim onu Küfe emirliğinden azledişim, zaafından veya kabahatinden dolayı değildir" diye ilave etti.

Aşere-i mübeşşere ile bu konuşmadan sonra ora­da bulunan Ashab-ı Kiram'm kibarlarından Ebu Tal-ha'ya dönen Hz. Ömer (r.a.), ona:

"Ya Ebu Talha, çok defa Cenabı Hakk seninle Müslümanlığı aziz kıldı. Bu defa da hizmet eyle. Erba­bı meşveret (danışma heyeti) bir evde toplanacaklar. Sen de ensardan elli kişi ile kapıda bekle. Dışarıdan kimseyi içeriye salıverme. Uç gün içinde içlerinden bi­rini seçmek üzere onları tergib et (onlara ısrar et)" de­di. Bu kere Mikdad b. Esved'e dönerek:

"Ya Mikdad/ beni kabre koyduğunuzda, şûra er­babım topla. Ve onları bir eve kapat. İçlerinden birini seçinceye kadar onları orada tut" dedi. Sonra Suheyb-i Rumi'ye hitaben:

"Ya Suheyb, üç gün halka namazı sen kıldır. Şû­ra ashabını bir eve kapayıp, sen de başlan ucunda dur. Beşi ittifak edip de biri çekilirse kılıcın ile başını vur. Eğer reylerde eşitlik olursa, Abdullah'ı hakem tayin et­sinler. Ona razı olmazlarsa, Abdurrahman b. Avf'm bulunduğu tarafla beraber olunuz. Muhalefette ısrar edenleri öldürünüz" buyurdu.

Hz. Ömer (r.a.), yaralandığının ikinci günü, oğlu Abdullah'ı Hz. Aişe (r.a)'ya göndererek, vefat ettiğin­de, hücre-i saadete defnedilmesi için izin istedi. Hz. Ai­şe (r.a.) de izin verdi. Abdullah b. Ömer (r.a.)/ eve ge­lip, Hz. Ömer (r.a.)'a durumu anlatınca, Hz. Ömer:

"Elhamdülillah, en mühim işim bu idi" dedi. Sonra oğluna hitaben:

"Ya Abdullah, vefatımda beni hücre-i saadete gö­türdüğünüz vakit, yine Aişe'den izin isteyiniz. Verirse oraya defnedersiniz. Vermez ise Baki Kabristanına gö­türüp defnedersiniz" diye vasiyet etti.

26 Zilhicce H. 23 3 Kasım M. 644 günü, yani Hz.

Ömer (r.a.)'m yaralandığının üçüncü günü bir doktor getirtilerek yaraları muayene ettirildi. Göbeğinin altın­daki yara derin ve tehlikeli olduğundan, doktor ona:

"Ya Emirü'1-Mü'minin, vasiyetini yap" dedi. O da: "Evet" dedi.

Hz. Ömer (r.a.), yukarıdaki durumda yaralı ya­tarken, dışarıda gürültüler oldu. Bunun sebebini sor­duğunda:

"Halk, yanınıza girmek istiyor" dediler. O da bu­na izin verdi. Bir grup halk yanma gelip geçmiş olsun dedikten sonra:

"Ya Emirü'l-Mü'minin! Osman'ı yerine halife olarak koy" dediler. Bu isteğe karşı Hz. Ömer (r.a.):

"Hem malı sever, hem cenneti sever" cevabını verdi. Onlar dışarı çıktıktan sonra, başka bir kafile içe­ri girdi. Onlar da:

"Ya Emirü'l-Mü'minin! Ali b. Ebi Talib'i halef et" dediler. Hz. Ömer (r.a.) onlara:

"O, sizi bir yola götürür ki, doğru yol, ancak O'dur" dedi. Bu sırada Hz. Ömer (r.a.)'m yanında bu­lunan oğlu Abdullah, babasının Hz. Ali (r.a.)'ye meyli­ni anlayınca:

"Ya Emirü'l-Mü'minin, ne mani (sakınca) var?İşte onu seçiver" deyince, Hz Ömer (r.a.):

"Ey oğulcağızım, bu yükü biz sağlığımızda yük­lendik, öldükten sonra da mı taşıyalım?" cevabını verdi. Vakit, bir hayli ilerlemiş, gece yaklaşmıştı, Hz. Ömer (r.a.), şehadet ve zikrullah ile meşgul oluyordu. Nihayet o gece, 26 Zilhicce H. 23'te (3 Kasım M. 644) haya­ta ebedi olarak gözlerini kapayıp rahmet-i Rahmana

kavuştu.

Hz. Ömer (r.a.)'m hilafeti, on yıl altı ay sürmüş­tür. Cenaze namazını Suheyb-i Rumi kaldırdı. Naaşı Resulullah'm kereveti üzerine konarak Hz. Aişe (r.a.)'nin evine götürüldü. Vasiyeti üzerine oğlu Ab­dullah b. Ömer, ikinci defa:

"Ya Aişe! Ömer hücre-i saadete defnolunmak üzere rica eder. İzin var mı?'" diye sordu. Bunun üzeri­ne Hz. Aişe (r.a.) ağlayarak:

"Ben orayı kendim için ayırmıştım. Fakat madem ki Emirü'l-Mü'minin istedi. Gözyaşlarım şahidimdir. Bütün kalbimle onun arzusunun gerçekleşmesini isti­yorum" mealinde bir hitabede bulunarak, gereken izni verdi. Bunun üzerine Hz. Ömer'in diğer oğlu Abdur-rahman, Osman b. Affan, Abdurrahman b. Avf ve Sa'd b. Ebi Vakkas (r.a.) kabrine inerek, onu Hz. Ebu Be­kir'in (r.a.) yanma defnettiler.

Hz. Ömer (r.a.) borçlu olarak vefat ettiği için, em­lâki satılarak borçları tamamen ödendi.

Hz. Ömer (r.a.)'a karşı yapılan suikast, rivayete göre Medine'de bulunan İran ve Suriyeli yabancıların tertip ettikleri müşterek bir harekettir. Şuster şehrinin muhasarasında teslim olan ve Medine'ye gelip Müslümanlığı kabul eden, hatta kendisine Hz. Ömer (r.a.) ta­rafından senede iki bin dirhem maaş bağlanan İran ku­mandanlarından Hürmüzan, Firuz'un şikâyet ettiği gün, Firuz ve Hireli bir Hristiyan ile aralarında gizlice konuşurlarken üzerlerine Abdurrahman b. Ebu Bekir gelmiş ve onun ansızın gelişi karşısında heyecanlanıp şaşıran Hürmüzan'm elindeki hançer yere düşmüştü. Abdurrahman b. Ebu Bekir, o gün bu olayı alelade bir şey zannetmişti. Fakat ertesi günü suikast olayı meyda­na gelip de Hz. Ömer (r.a.) yaralayan hançerin bir gün önce yere düşen hançer olduğunu görünce, hemen du­rumu Abdullah b. Ömer (r.a.)'a gidip anlattı. Abdullah b. Ömer (r.a.) da, babasının acısı ile hemen gidip Hür-müzan'ı ve arkadaşını öldürdü. Bu hareketin cezası kı­sas olmasına rağmen, diyete çevrilerek iş örtbas edildi. Diyeti, Hz. Osman (r.a.) halife öldüğü zaman kendi malından verdi. Buna rağmen halk, Abdullah b. Ömer (r.a.)'m bu hareketini hoş karşılamaktan (etmekten) ge­ri kalmadı.

Hz. Ömer (r.a.)'m on yılı biraz aşkın hilafeti sıra­sında, İran, Suriye, Mısır ve el-Cezire gibi büyük ülke­ler fethedilmiş, İslâmiyet sağlam temellere dayanan müesseselere sahip olmuş ve gelecek devletlere örnek teşkil eden bir teşkilât kurulmuştu. Bu itibarla, Hz. Ömer (r.a.) devrinin siyasî tarihi kadar önemli olan, teşkilât ve müesseselerini de incelemek gerekmektedir.



Hz. Ömer'in (r.a.) Devrinde Teşkilât ve Müesseseler


Hz. Ömer (r.a.), idare ve mesuliyeti üzerine al­dıktan sonra, bir taraftan İran ve Bizans devletlerinin hükmü altındaki araziyi İslâm devleti hudutları içine katarken, diğer taraftan bütün işlerinde kitap ve sünne­ti esas olarak almakta, öbür taraftan da devletin idarî temellerini sağlam esaslar üzerine oturtarak olgunlaş­tırmaya çalışmakta idi. Böylece on seneyi biraz aşan hi­lafeti devrinde, memleketin güzel idare edilebilmesi için lâzım gelen bütün hükümet dairelerini meydana getirerek, bunların muntazam işlemelerini sağlamıştır.

Hz. Ömer (r.a.)'m Millet-i İslamiyye'ye hizmeti çoktur. Sözünü dinletir, vurursa acıtır, emrini dinletir. Dinî hükümlerin yerine getirilmesinden, insanların haksız tenkitlerinden, haksızlıklarından, dil uzatanın kötü sözünden çekinmez ve hiçbir hususta hatır gözet­mez, her halükârda hâl ve işinde adaleti seçerek, kati­yen taraftarlık yoluna gitmezdi.

Akıllı, tedbirli, kanaatkar, sabırlı, ibadet eden, takva ehli bir zattı. Cenabı Hak ondan razı olsun ve onu razı kılsın.



Hz. Osman'ın Hilafeti ve Şehadeti


Hz. Ömer (r.a.)'m vefatından sonra da zulüm yine ayaktaydı. Hedef yine Allah (c.c.)'ın dostları halifeler­di. Mervan, Hz. Osman (r.a.)'ın hilafetini bitirmek için, onun adına bir mektup yazdı. İnandırıcı olsun diye giz­lice Hz. Osman (r.a.)'m mührünü alıp, mektuba basa­rak ona ait olan devesi ve kölesini kullanarak, Mısır Valisi b. Ebi Serah'a yolladı.

İbn Ebi Serah'a, Muhammed b. Ebu Bekr ve filan falandan bahsederek idamlarını istediğini ve yeni emir gelinceye kadar da onların hapsine karar verildiğini yazdı.

Muhammed b. Ebu Bekr bu mektubu okuduktan sonra yanındakileri topladı, halk da fevkalâde hiddetlenmişti. Kılıçları kuşanmış olarak, Hz. Osman (r.a.)'ın katline karar almışlardı ve deve sürüleriyle Medine'ye gittiler. Hemen Hz. Ali, Talha, Zübeyr, Said b. Zeyd ve sair sahabiler (r.anhuma) köledeki mektubu açıp oku­dular. İşittiklerine ve gördüklerine hayret ettiler ve şaş­kın bir şekilde birbirlerine diyecek söz bulamadılar. Medine halkından Hz. Osman (r.a.)'a buğz etmeyen kimse kalmadı. Mektubu her açıp okuyan bir şekilde yorumluyor, kini daha çok artıyordu ve:

"Çare yok Hz. Osman katledilecek" diye karar alıyorlardı. Muhammed b. Ebu Bekr, Suriye'yi topladı ve daha hırslı bir şekilde yola koyuldu.

Bunun üzerine Hz. Ali, Talha, Zübeyr, Said ibni Zeyd, Ammar b. Yasir ve Ehli Bedir'den olan diğer ba­zı Ashab-ı Kiram'a (r.anhüm) haber gönderdi. Onları, mektup ve köleyi de alarak Hz. Osman (r.a.)'m yanma girdi.

"Bu köle ve bindiği deve senin mi?" diye sordu. Hz. Osman (r.a.):

"Evet" dedi.

"Bu mektubu sen mi yazdın?" dedi.

"Hayır, ben yazmadım, yazılmasını emretme­dim" diye buyurdu.

"Mühür senin mi?"

"Evet" dedi.

"Yani nasıl oluyor ki senin kölen senin deven ile çıkıyor ve Mısır'a senin mührünle mühürlü mektup götürüyor da senin haberin olmuyor?" dedi. Hz. Os­man (r.a.):

"Bu mektubu ben göndermedim!" diye yemin et­ti. Muhammed b. Ebu Bekir:

"Osman yalan söylemez, bu Mervan'ın işidir." dedi. Mektubun yazısına baktılar, Mervan'ın yazısı ol­duğunu bildiler.

"Hemen bize Mervan'ı ver" dediler. Hz. Osman (r.a.), onu teslimden çekindi. Halbuki Mervan o zaman kendi konağındaydı.

Hz. Osman (r.a.)'ın yalan yemin etmeyeceğine Ashab-ı Kiram kesin inanıyorlardı. Fakat bazıları:

"Osman, bizim kalbimizde artık barınamaz, sev­gimizi ve güvenimizi kazanamaz, biz ona itibar etme­yiz. Mesuliyetten kurtulmaz. Meğer ki Mervan'i bize teslim etmediği müddetçe bu mektubun ne sebeple ya­zıldığını anlayamayacağız. Hz. Muhammed (s.a.v.) as­habından bîr adamın katline ve nice Müslümanm hap­sine nasıl emrediyor anlayalım. Eğer ki mektubu Os­man yazmış ise hal ederiz ve eğer onun namına Mer­van yazmış ise icabına bakarız. "

O sırada Mısırlılar içeri girdi. Onlardan İbn Adis Saad İbn Ebi Serhan

"Biz Mısır'dan senin katlin için gelmiştik. Ali ve Muhammed bizi men ettiler. Biz de dönüp gittik. Yol­da bu mektuba rast geldik. İçinde şöyle emrin ve müh­rün var. Senin haberin olmadığı halde adamların buna nasıl cüret ediyorlar? Sen herhalde hilafetten çekilmelisin. Bu mertebede zaaf haline düşen bir kimse devlet reisi olamaz. Hilafeti terk et." dedi.

Hz. Osman (r.a.)

"Ben, Allah'ın giydirdiği hilafı çıkarmam. Fakat tevbe ederim. " dedi. İbni Adis hitap ederek:

"Seni görüyoruz. Tevbe ediyorsun, sonra dönü­yorsun. Senin çekilmen yahut katlin lazımdır." dedi. Sair tarafından da çirkin sözler sarf edildi ve sözler ço­ğaldı. Hemen Hz. Ali (r.a.), onları dışarı çıkardı.

Meselenin halli için Mervan'm sorguya çekilmesi ve muhakemesi lazımdı. Ashab-ı Kiram müteessir ve mütehayyir (üzgün) olarak yanından çıkıp hanelerine gittiler. Onların dağılıp gitmeleri üzerine insanlar top­lanıp Hz. Osman (r.a.)'m hanesini sıkı gözetim altına aldılar.

Hz. Ali (r.a.) bu durumu gördükten sonra endişe­lendi ve Hz. Osman (r.a.)'m hanesine su gönderdi. Fa­kat su getirenler yaralandılar, bütün halk and içmiş gi­biydi. Hz. Osman (r.a.)'ın hanesinden ihtilal oluncaya kadar ayrılmayacaklarını anladı ve Şam valisi Muavi-ye'ye bir fırka ile bir yazı göndererek, Habibi b. Meleme'yi göndermiş ve meşhur kahraman Ka'ka b. Amr Kûfe'den ve Mücaşi b. Mesud Basra'dan çıkmış, hepsi Medine'ye doğru geliyorlar haberini alınca, Hz. Ali (r.a.) endişelendi. Bu çirkin haberi duyunca oğlu Hasan ile Hüseyin'i gönderdi ve onunla birlikte Zübeyr, Talha ve Ashab-ı Kiram'dan bazıları (r.a.) da oğullarını onlarla birlikte yolladı. Hz. Osman (r.a.)'ın hanesinin muhafazası için ve Ebu Hureyre cemaati ikna etmek için nasihatte bulundu. Fakat asiler ikna olmadılar.

"Ey kavmim! Ben sizi (kurtuluşa) davet ediyo­rum. Siz beni cehenneme davet ediyorsunuz" dedi. Ve ondan sonra Abdullah b. Selam asilerin yanlarına va­rıp:

"Ey kavmim! İçinizden Cenabı Hakk'm kılıcını sıyırmayınız. Eğer sıyırırsanız bundan sonra kılıfına koyamazsınız. Eğer onu katlederseniz ondan sonra kı­lıçlar hakim olur. Yazık size ki Medine'niz (meleklerin tavaf ettikleri mekandır); eğer onu katlederseniz Medi­ne'nizi terk edersiniz. Her ne zaman bir peygamber katlolunduysa yetmiş bin ve halife katlolunmakla da otuz beş bin adam katloluna gelmiştir" dedi. Ve o esna­da birileri densizlik yaparak:

"Be yahudizade! Bize nasihat edecek sen mi kal­dın?" diyerek ona hakaret ettiler.

Sonra Abdullah b. Selam'm dediği zuhura gelmiş ve onun dediğinden kat kat ziyade ehli İslam kılıçtan geçmiştir.

Ehl-i İslam ve ihtilal gittikçe kızışıyordu ve Hz., Osman'ın hanesi üzerine ok atmaya başladılar. Hüse­yin ve diğer evladı sahabe kapı önünde ve Beni Ümey-ye'den bazıları ve köleler dam üzerinde idiler.

Hz. Osman (r.a.) oruçlu olduğu halde odasında Mushaf-ı Şerif okuyordu. Yanında zevcesi Naile'den başka kimse yoktu. Atılan okların isabeti ile Hz. Hasan, İbn-i Ali ve Muhammed b. Talha yaralandı. İkisi de al kana boyandı.

Hz. Ali (r.a.)'m azatlısı Kanber'in başı yarıldı. Mervan dahi bir ok isabetiyle yaralandı. Muhammed b. Ebu Bekr, Hz. Hasan (r.anhüm) üzerinde kan görünce telaşa düştü.

"Aman Beni Haşim bunu görürlerse hepsi üzeri­mize hücum ederler ve bu kalabalığı dağıtırlar. İş bo­zulur. Gelin bir kestirme yol bulalım" diyerek yanına iki kişi daha alıp Hz. Osman (r.a.)'ın evine bitişik bir evin duvarından aşıp Hz. Osman (r.a.)'m odasına gir­diler. Evvela Muhammed Ebu Bekr girip:

"Şimdi seni Muaviye ve İbni Ebi Şerh ve İbni Amir kurtaramaz" diyerek Hz. Osman'ın sakalından tuttu ve kılıcını kaldırdı.

Hz. Osman (r.a.), Muhammed b. Ebu Bekr (r.a.)'m gözlerine bakarak:

"Baban seni bu halde görseydi ne kadar üzülür­dü" deyince Muhammed müteessir ve mahcup olarak çıkıp gitti.[76]

Daha sonra Mısırlıların Gafıki, Kutayri, Sevdan ibni Hamran ve Kinane b. Bişr gibi süfeha güruhu (akılsızlar topluluğu) içeri girdi.

Zulüm, Hz. Osman (r.a.)'m hanesine girmişti. Sevdan b. Hamran kılıcı salladı. Naile elini siper etti ve parmaklan kesildi.

Gafiki ve bir rivayette Kinane b. Bişr Emiru'l-Mü'minîn, Hz. Osman (r.a.)'ı boğazladı. Kanı "Fe seyekfîkehümullah" (Allah sana kâfidir) ayeti üzerine damladı. Naile'nin feryadı üzerine Hz. Osman (r.a.)'ın kölelerinden biri içeri girdi, Sevdan'ı öldürdü. Kutey-re'de onu öldürdü. Lakin diğer bir köle de onu vurdu. Kapıda bekleyenler içeri girip Hz. Osman (r.a.)'ı boğaz­lanmış görünce feryad ettiler ve üzerine kapanıp ağla­dılar.

Bu dehşetli haber Hz. Ali, Talha, Zubeyr ve Sa-ad'a ulaşınca, koşarak Hz. Osman (r.a.)'m hanesine vardılar. Onu o halde görünce "innâ lillâhi ve innâ iley-hi râciûn" (Biz Allah'a aidiz ve O'na döneceğiz) deyip geri döndüler ve hanelerine kapandılar.

O zalimler ise Hz. Osman (r.a.)'m hanesini yağ­ma ettikten sonra kargaşa arasında Mervan, Velid ve Faid'i aradılar. Onlar ise bu kargaşalıkta savuşup gitti­ler.

Bir rivayette ifade edilir ki: Hz. Osman (r.a.)'ın imdadı için Şam'dan çıkan asker Vadi'l-Kura'ya, Küfe ve Basra askeri Rebeze'ye geldiğinde, faciayı duymuş­lar ve geri dönmüşlerdir.

Hz. Osman (r.a.)'ın yaşı seksen veya bir rivayete göre doksandı. Maj. halde otuz beşinci hicri senenin Zi'lhicce ayının on sekizinde Cuma günü, anlatılmış ol­duğu üzere şahadeti gerçekleşmiştir.

Zevcesinden naklolunur ki; o günün gecesi rüya­sında Resûlullah (s.a.v.)'i görmüş. Hz. Peygamber (s.a.v.) ona:

"Yarın akşam bizim yanımızda iftar edeceksin" diye buyurmuş.

Hz. Osman (r.a.)'m o gün öleceğinden haberi var­dı ve katlolacağı dakikaya kadar Kelamullah'm üzerin­de Rabbi ile dertleşir gibi, Muhabbetullah ile vaziyetini Rabbine arz ediyordu. Katletmek için içeri girdikleri vakit zevcesi:

"Osman bütün gece Kur'an okuyarak Allah'a muhabbet ile niyazda bulundu. İster affedersiniz, ister katledersiniz. Ama hesabını yevmi kıyamette Allah'a vereceğinizi unutmayınız" dedi.

Hz. Osman (r.a.), alim, abid ve salih, cömert ve kerem sahibi, kalbi sevgi dolu, merhametli, mübarek bir halifeydi.

Ashab-ı Kiram'da Ebu Hamid'is-Sadi (r.a.), Hz. Osman (r.a.)'a halis dost olmayıp ona yan çizip, sırtını dönüp, uzak dolaşırken Hz. Osman (r.a.)'m şehadeti üzerine:

"Biz onun katlini istemedik Ya Rabb! Seninle ah­dim olsun ki ahir ömrüme dek gülmeyeyim" demiştir.

Hz. Osman (r.a.)'m katlinden sonra vefasız Kû-fe'lüer hayrete düştü. Selam olsun Hz. Osman (r.a.)'a, selam olsun onun Ehl-i Beytine.

"Biz onun katlini istemedik Ya Rabb! Seninle ah­dim olsun ki ahir ömrüme dek gülmeyeyim" demiştir.

Hz. Osman (r.a.)'ın katlinden sonra vefasız Kû-fe'liler hayrete düştü. Selam olsun Hz. Osman (r.a.)'a, selam olsun onun Ehl-i Beyt'ine ve selam olsun Hz. Os­man'ı sevenlere.



Hz. Ali'nin Soyu Ve Şahsiyeti


Hz. Ali tahminen Miladi 599 yıllarında peygamberi­miz (s.a.v.)'e nübüvvet gelmeden on bir veya on iki yıl önce Mekke şehrinde doğmuş, babası Ebu Talib, anne­si ise Ebu Talib'in amcasının kızı Fatıma'dır. Hz. Ali hem anne ve hem de baba tarafından Kureyş'in Beni Haşimoğullarındandır.

Hz. Ali, küçük yaşta İslâm dinine girmeden önce hiçbir dine inanamamış ve hiçbir puta da tapmamıştı. Bu itibarla, aşere-i mübeşşere arasında müntaz bir mevkisi vardı. Hz. Ali, küçük yaşından itibaren Hz. Muhammed (s.a.v.)'in yanında büyüdüğü için tama­men Peygamberimiz'in terbiyesi dahilinde yetişmiş ve daha sonra Peygamberimiz (s.aiv.)'in kızı Hz. Fatıma ile evlenmişti ve bu evlilikte, beş çocukları olmuştu. Çocukların büyükleri Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin'dir. Hz. Ali, Hz. Muhammed'in iştirak ettiği bütün savaşla­ra katılmış ve Hz. Muhammed (s.a.v.) ile birlikte savaşmıştır. Bunların yanı sıra kâtiplik ve ilimle de meşgul olmuştur, İslâm ilimlerine derin bir vukufu vardı. Hz. Ömer'in devrinde de kadılık yapmıştır.



Hz. Ali'nin Halife Seçilmesi


Hz. Osman'ın şehadetinden sonra, Medine'de anarşi beş gün hüküm sürdü, bu zaman içinde şehir, İbni Sebe'nin tarafları ve Gafiki'nin elinde kaldı. Hz. Osman'ı şehid eden asiler tamamen şehre hakim idiler. Bu durumda İslâm alemi birkaç gün Halifesiz kalınca, Medine'ye hakim olan asileri korkutmaya başladı. Bu durumda hemen birini halife seçmek için ashabın ileri gelenlerine teklifler yaptılar. Fakat ashabtan her biri asiler tarafından hilafete getirilmiş kişi olmak isteme­diklerini cevap olarak ilettiler. Hz. Ali de, asiler kendi­sine geldikleri zaman onları huzurundan uzaklaştırdı. Böylece ashabın hiçbiri hilafet hususunda asilerin tek­liflerine müspet cevap vermediler. Bu hal, asileri hayre­te ve dehşete düşürdü. Ne yapacaklarını da şaşırdılar. Devlet reisi tayin olunmadan geri dönecek olurlarsa, ihtilaf belki büsbütün alevlenecekti. Böyle bir hadise ise onların sonu demekti. Neticede, aralarında anlaşa­rak Medine halkını topladılar. İki gün içinde bir halife seçmelerini, aksi taktirde başta Ali, Zübeyr, Talha (r.a.) ve diğer ashab-ı güzin olmak üzere pek çok kişileri öl­düreceklerini söylediler. Bu tehdit, Medineliler arasında hemen tesirini gösterdi ve herkes Ali'ye müracaat ederek hilafet makamına geçmesini ve kendilerinin ona biat edeceklerini beyan ettiler. Hz. Ali, Muhacirler ve Ensar'm bu teklifini kabul etmek istemedi. Fakat ya­pılan ısrarlar o kadar samimi ve daimi idi ki, çaresiz Hz. Ali hilafet için olur cevbmı verdi. Neticede, bütün Medineliler, 25 Zilhicce, (H. 35, Haziran M. 656) yılının Cuma günü Hz. Ali'ye biat ettiler. Bu arada asiler, biat etmek için Hz. Talha ve Zübeyr'i getirdiler. Onlar da Hz. Ali'ye biat ettiler. Hz. Ali, halife olduktan sonra he­men ilk iş olarak, Hz. Osman'ın katillerini bulmak ve bunların cezalarını vermek için tahkikat başlattı. Fakat katiller, onca araştırmalara rağmen belli olmamışlardı. Bunun için de tahmini zan üzeri bu cinayet kimselere yüklenmedi. Bir gün Zübeyr b. Avvam ile Talha b. Ubeydullah, Hz. Ali'ye gelerek, ondan katillerin takibi­ni istediler. Hz. Ali, onlara vaziyeti anlatarak şu anda bir şey yapmanın mümkün olmadığını, sükunetin tesi­si edilmesinin gerekli olduğunu ve ancak ondan sonra gereğinin yapılacağını beyan etti. Fakat fikrini kabul et­tiremedi. Bu esnada Medine son> derece karışık günler yaşıyordu. Hz. Ali'ye biat etmeyen mühim şahıslar pek çoktu. Bunlar arasında Zeyd b. Hassan b. Sabit, Ka'b b. Malik, Mesleme b. Muhalled, Ebu Said el-Hudri, Muhammed b. Mesleme ve Nu'man b. Beşir gibi şahıslar vardı. Ayrıca Hz. Osman'ın katilleri henüz Medine'de bulunup, durumun ne şekilde bir yol takip edeceğini dikkatle izliyorlardı. Bütün vilayetteki valiler, Hz. Os­man'ın tayin ettiği kişilerdi. Bunlara söz geçirmek veya bunları değiştirmek imkanı henüz mevcut değildi. Üs­telik, Hz. Ali'nin elinde güvendiği bir askeri kuvvet de yoktu. Hz. Ali'nin etrafını çeviren müşkiller, hakikaten pek büyüktü. Bunların içinden çıkmak için son derece riyaset, hazm ve tedbir almak gerekmekte idi.

Bütün bu sıkışık durumda Hz. Ali, arzu ettiği gi­bi kurtulmak için, önce failleri henüz Medine'de bulu­nan kabileleri şehirden uzaklaştırmak istedi. Asiller­den kölelere, geri dönmelerini emretti. Sonra bedevile­ri vahalarına göndermelerini emretti. Sonra bedevileri, vahalarına gönderme teşebbüsüne girişti. Böylece he­sap görmek sırası Sabiyye taraftarına gelecekti. Bunu anlayan Sabiyye taraftarları, Hz. Ali, çaresiz kalınca bunlarla meşgul olmaktan vazgeçti. Vaziyeti, ancak küzar mevkiinde Kûfeliler kendisine iltihak ettiği za­man değişti. Hz. Ali, burada herkesin önünde resmen Hz. Osman'ın katillerinden biri olduğunu ilan etti. Ama bu zamana kadar Medine'de, Hz. Osman'ın katil­lerini himaye ediyor fikri etrafa yayılmıştı.

Aşere-i Mübeşşereden Talha ile Zübeyr'i tatmin edemeyen Hz. Ali, bir müddet sonra bu iki ashabın Mekke'ye gittiğini haber aldı. Öbür taraftan Numan b. Beşir, Hz. Osman'ın şehadeti esnasında giydiği gemlek, o sırada zevcesi Naile'nin doğranan parmaklarını Şam'ın büyük camiinde halka teşhir etmek için kollana­rak ve Hz. Ali'ye iftira etme cüretini de göstererek Hz. Osman'ın ancak Hz. Ali tarafından öldürüldüğünü söy­leyerek, halkı Hz. Ali'ye karşı kışkırtılmıştır. Bu çirkin iddia Hz. Ali'yi iyice zor duruma sokmuştu. Medinelüer kendisine biat etmelerine rağmen onu tamamen yalnız bıraktılar. Bu acı durum karşısında yılmayan Hz. Ali, hemen icraatına başlamak üzere harekete geçti.



Valilerin Durumu


Hz. Ali, ülkeye hakim olmak için vilayetler deki valileri kendisinin seçmesinin gerektiğini biliyordu. Bunun için ilk iş olarak, valilerin seçimi üzerinde çalış­malara başladı.

İslâm devletini teşkil eden vilayetlerin bütün va­lileri, Hz. Osman tarafından seçilmiş kişilerdi. Bunların çoğunun mevkii sağlam, nüfuzlu, kuvvetli idi. Onun için bunları yerlerinden oynatmak da bir hayli zor idi. Bilhassa Şam valisi Muaviye b. Ebu Süfyan, adeta bir hükümdar mevkiinde idi.

Hz. Ali yüksek memurlukların başına Ensardan olan kişileri getirdi. Böylece Ensar, yani halifeye Ku-reyşlilere nazaran daha samimi bir şekilde bağlandı. Hz. Hunefi, Basra valiliğine Osman b. Huneyfi, Mısır'a Kays b. Sa'd'ı tayin etti. Bunlar gittikleri şehirlerde güçlük çıkarılmadan kabul edildiler. Küfe şehririn va­liliğine de Malikü'l-Eşler'in tavsiyesi üzerine Ebu Mu­sa el-Eş'ari baki kılındı.

Ancak bir müddet sonra onun da yerine Kasaza b. Ka'b vali olarak tayin edildi.

Hz. Ali'niruhakimiyeti, Suriye ve El-Cezaire böl­gelerine hakim değildi. Buralarda Muaviye b. ebu Süf-yan'ırt hakimiyeti vardı. Muaviye'nin siyasetteki deha­sını bilen Muğire b. Şu'be, Hz. Ali'ye Muaviye'nin şim­dilik yerinde bırakılmasını ve ilerde değiştirilmesini tavsiye etti. Buna sebep olarak da Muaviyenin Hz. Os­man tarafından değil, Hz. Ömer tarafından vali olarak tayin edildiğini hatırlattı. Muğire'nin fikrini iyi kavra­yan Abdullah ibni Abbas'da onu tasvib ederek, Hz. Ali'ye "Muaviye ile adamları, dünya adamlarıdır. İşle­rinin başında kaldıktan sonra başka bir şeye ehemmi­yet vermezler. Aksi takdirde kıyamet koparırlar. Sen Muaviyeyi yerinde bırak, onun sana biat etmesini te­min et. Sonra istersen ben onu ordan söker atarım" de­di. Bu sözler üzerine biraz düşünen Hz. Ali, teklifi ka­bul etmedi, önce, Abdullah b. Abbas'ı oraya vali tayin etmek istedi. O gitmeyince bu sefer Sehl b. Hunayfri Şam'a vali olarak tayin etti.

Şam valisi olarak yola çıkan Sehl, yolda birtakım atlılar tarafından Tebük'te geri çevrildi ve Medine'ye gelerek dururittr Hz. Ali'ye anlattı.

Hz. Ali bunun üzerine Muaviyeye bir mektup yazdı. Muaviye'de Hz. Osman'ın katilleri cezalandırıl­madıkça biat etmeyeceğim bildirdi, Hz. Ali bu durum karşısında işin silah ile halledilebileceğini anlayarak hemen faaliyete başladı.



Cemel Vakası


Hz. Ali'yi, Muaviye'den sonra çok büyük taraftar nüfusa sahip olan Hz. Aişe tehdit etmekte idi. Hz. Ai-şe, Hz.-Osman'ın icraatını beğenmediğinden onun hak­kında istediği gibi ön yargıda bulunmuştu. Fakat hadi­se çığrından çıkınca bundan doğacak mesuliyetinden kendisini kurtarmak için Mekke'ye gitmişti. Bir rivaye­te göre Medine'den Mekke'ye bir zat gelerek, Hz. Ai-şe'ye Hz. Osman'ın Mısırlıları öldürttüğünü söyleyin­ce, Hz. Aişe, üzerine böyle dindar insanlara karşı yap­tığı muamelelerden dolayı Hz. Osman'ın aleyhine söy­lenmiş fakat söylenenlerin hakikat olmadığını öğrenin­ce de hemen tavır ve fikrini değiştirmişti.

Müslümanların aralarını açmak ve onları birbiri­ne kırdırmak için kötüler için boş durmuyorlardı. Fit­ne, fücur her tarafta kol geziyordu.

Bir rivayete göre de Hz. Aişe'nin Medine'den Mekke'ye asıl geliş sebebinin hac farizasını ifa etmek için olduğu idi. Hz. Aişe haccı yaptıktan sonra Medi­ne'ye doğru yola çıkmıştı. Ancak yolda, Hz. Osman'ın şehadeti haberini alınca, yoluna devam etmeyip tekrar Mekke'ye dönmüştü.

Hz. Aişe Mekke'ye döndükten sonra Mekkeliler, Hz. Aişe'ye durumu sorduklarında, Hz. Aişe, Hz. Os­man'ın mazlumen öldürüldüğünü, Medine'de fesat ocağının her tarafı karartacak şekilde tüttüğünü, maz­lum ve şehit Hz. Osman'ın kanının heder olmaması la­zım geldiğini, bunun için de katillerin mutlaka ağır şe­kilde cezalandırılmalarının icap ettiğini ve bu suretle İslâmiyet haysiyetinin kurtulması vazifesinin İrasının lazım geldiğini beyan etti.

Bir müddet sonra, Hz. Talha b. Ubeydullah ile Zübeyr b. Avvam da Mekke'ye geldiler. Durumu geniş bir şekilde Hz. Aişe'ye izah ederek, onun fikir ve kana­atlerinin kuvvetlenmesine sebep oldular. Bu ana kadar Mekke'ye kaçmış olan Beni Ümeyyeliler ile Mervan b. Hakem, Basra ve Yemen valileri hemen Hz. Aişe'nin etrafında toplandılar. Bunlar Hz. Ali'nin, Hz. Osman'ın intikamım almak için ağır davrandığını ve asileri hima­ye ettiklerini Hz. Aişe'ye söylediler. Fakat Hz. Ali'nin asileri tedip ve tenkil etmek için elinde hiçbir kuvvetin bulunmadığını bu iş için biraz kuvvetlenmesinin icap ettiğini beyan buyurduğunu naklettiler.

Hz. Aişe taraf girene aldığı malumat üzere Hz. Ali'ye karşı Hz. Osman'ın intikamının alınması husu­sunda davete başladı. Durum görünüşe göre Hz. Osman'nı intikamını almak için masum ve haklı bir fikre dayanıyorsa da hakikatte, Hz. Ali'nin hilafete geçişi ile Emevilerin sonu demek olan hareketin önüne geçmek­ti. Böylece Hz. Ali'ye karşı duyulan kin ve hasedin bir­leştirdiği kimseler, Hz. Aişe'nin etrafında toplanarak onun ümmühatı mü'minin oluşundan istifade yolunu geçmiş olmuyorlardı.

Hz. Aişe etrafında topalnan grup olaya müdaha­le imkanı vermeyen Mekke'de durmayarak, Arabis­tan'ın haricinde çıkmak mecburiyetinde kaldılar. Eski Basra valisi Abdullah b. Amir b. Kariz'in tavsiyesi üze­rine Basra'ya gitmeye karar verdiler.

Irak yolu üzerinde zat-ı Irak karargahında altı yüz kişi olarak birleştiler ve Hz. Osman'ın şehadetin-den dört ay sonra yola çıktılar. Basra'ya varınca Hz. Ai­şe tarafları, Basra valisi Osman b. Huneyf el-Ensari ile hakimiyetinin sembolü olan imamet hususunda anla­şarak, imameti Osman b. Huneyf'e bıraktılar. Fakat iki gün sonra Zabuka Mahallesine baskın yapıp Osman b. Huneyf'i esir ettiler ve Ensar ile aralarını açmamak için hayatına dokunmayıp ona hakaret etmekle yetindiler.

Anlaşmayı bozan taraflarına karşı, Hz. Ali'ye sa­dık Basra Sebeiyye'sini Medine'ye götüren Hukeym b. Cebele, Abdü'l-Kayslılar ve bazı Beni Bekir'liler ile Os­man b. Huneyf'i zorla kurtarmaya kalktı. Fakat yapılan mücadele sonunda mağlup olup yetmiş arkadaş ile birlikte öldürüldü. Bu olaydan sonra Hz. Aişe taraftarları şehre hakim oldular. Hz. Aişe taraftarı arasında bulu­nan Talha ile Zübeyr b. Avvam, imamet meselesinde birbirilerine karşı üstünlük davasına kapılarak anlasa-madılar. Bunu sezen Hz. Aişe, yeğeni Abdullah b. Zü­beyr'i imamete getirdi.

Hz. Ali, Mualliflerin Mekke'deki hazırlıklarından haberdar olarak onlardan evvel Irak'a vermek ve beyt'ül-mal'm mualifler eline geçmemesini temin et­mek istedi. Yanında bulunan ve kendisine mümkün ol­duğu kadar iyi tavsiyelerde bulunan Malik Eşter'in fik­rine uyarak Küfe'ye dayanmak istedi.. Ensar, Hz. Ali'nin Medine'den ayrılmasını istemiyorlardı. Fakat Hz. Ali onlara, Muhalifler kendisinden önce Irak'a gi­decek olurlarsa yeni yeni müşkilatlarm ortaya çıkaca­ğından endişe ettiğini ve Irak'ın nüfusça kalabalık ve beyt'ül-mal'ın zengin olması münasebetiyle bir müd­det orada bulunmanın çok iyi olacağını beyan etti.

Hz. Ali hazırlanmaya başladı ve herkesi sefere davet etti. Fakat Medine'de tam teçhizatlı ordu kurmak imkanı olmayınca, sadece kendisini takip eden birkaç yüz kişi ile birlikte Hicri 36. yılın Rabiülahir'i sonunda (M. 656 Ekim) oradan ayrıldı.

Hz. Ali'nin ordusunun bir kısmı asilerden oluşu­yordu. Hz. Rebeze mevkiinde karargah kurdu. Burada kendisine Tayy kabilesinden Adiy b. Hatem ile birkaç kişi daha katıldı. Ve daha sonra yola çıkıldı. Zükar mevkiinde gelindiği zaman Talha ile Zübeyr'in Bas­ra'ya yaklaştıklarını gördüler. Beni Saad kabilesi ile he­men hemen bütün Basralıların onlara Ebu Musa el-Esa-ri'nin hareketini şüpheli gördüğünden Eşter'in tavsiye­si üzerine araya önce oğlu Hasan ile Ammar b. Yasir'i gönderdi. Hz. Hasan Kûfe'ye verdiği zaman Ebu Musa el-Eşari ona Hüsnü kabul gönderdi. Sonra Hz. Hasan binbere çıkarak babasını müdafaa etti. Uzun münakaşa ve münazaralardan sonra Kûfelileri ikna etmeye mu­vaffak oldu.

Küfe'nin en muteber şahıslarından Hacer b. Adiy Hz. Hasan'ı teyid ederek herkesten önce ona katılaca­ğını bildirdi. Netice dokuz bini aşkın Küfe ordusu Zü­kar mevkiinde Hz. Ali'ye iltihak etti. Hz. Zübeyr ile Talha Basra'ya gittikten sonra Küfe ahalisine mektup göndererek onları da kendilerine katılmalarına davet ettiler. Fakat Hz. Ali namına Küfe şehrine gelen Hz. Hasan'm nutukları onların mektuplarından daha fazla etkili oldu. Hz. Ali, Medine'den küçük bir ordu ile ha­reket edip Zukar mevkiine geldiği zaman artık büyük bir ordunun başında bulunuyordu. Bunu öğrenen Hz. Zübeyr ile Talha hemen taraftarlarmı toplayarak, Hz. Ali'yi karşılamaya karar verdiler. Geçen bu zaman içe­risinde Hz. Osman'ın katillerini yakalamıyor aksine onları himaye ediyor diye çeşitli dedikodular karşısında hareket eden Hz. Ali, Küfelilerin katılımlarıyla bir­likte ordusunu kuvetlend irince, Zükar'dan hareket et­meden önce Hz. Osman'ın katiliyle itham olunan adamların ordudan ayrılmalarını emretti.

Onlar da emre itaat ederek çekildiler. Bu durum­da onlar da kendi başlarının çaresine baktılar.

Aralarında yaptıkları müzakere sonunda, her iki tarafı birbirleriyle muharebe yaptırmaya karar verdiler. Bu arada, Hz. Ali'nin ordusu Basra'ya yaklaştığı zaman gizlice orduya sızarak ilk safhalarda mevkii aldılar. Hz. Ali, ordusunu takviye ettikten sonra Basra'ya doğru ha­reket etti. Şehre yaklaştığı zaman Beni Temim reislerin­den Ahret ile anlaşarak onu işe karıştırmadı. Ordu son­radan Ubeydullah b. Ziyad'm şatosunun yükseleceği yerde Basrahları karşısında görerek durdu. İşte bu sıra­da Hukeym b. Cebel'in kanını dava eden Beni Abdül Kays ile Beni Bekirliler derhal onun tarafına geçtiler. Bu meselenin hali siyah ile yapılmadan önce, Hz. Ali ma­iyetinde bulunan Kaka b. Amr'ı yanma davet edip gere­ken talimatı verdikten sonra Basralılarm yanma gönder­di. Kaka b. Amr. Hz. Aişe, Talha ve Zübeyr ile görüşe­rek onları sulha ikna etmeye muaffak oldu.

Hz. Ali, Kaka'nın muaffakiyetinden son derece memnun oldu. Esasen bu sırada Basralılar ve Küfelilerle temas ederek iki tarafta da sulh ve selamet fikrinin galip olduğu anlaşıldı. İki tarafın anlaşmasından sonra Hz. Ali bir hutbe irade ederek durmadan memnun ol­duğunu, Basra'ya hareket edeceğini, bu hareket esna­sında Hz. Osman'a karşı Kıyam edenlerden hiç kimse­nin kendisine refakat etmemesini istedi. Böylece harp ve darp fikri, tefrika ve ihtilal zihniyeti tamamen berta­raf edilmiş oldu. Fakat Hz. Ali'nin bu beyanatı, ordu­sunda bulunan Abdullah b. Sabe, Halid ibn Mülcem ve Ester gibi adamları ürküttü. Zira iki tarafın anlaşması kuvvet kazanması demekti ki bundan sonra sıra Hz. Osman'ın katillerini teker teker bulup, gereken cezala­rı vermeye gelecekti. Sebeiyye tarafları bu durum kar­şısında müşkil duruma düştü ve her ne pahasına olur­sa olsun muharebeyi devam ettirmek kararlarını yeni­lediler.

Ertesi gün Hz. Ali ordusu ile birlikte hareket ede­rek Abd'ül-Kays kabilesine uğradı. Bu kabileyi de ken­disine katarak zaviye bölgesine geldi ve ordan da Bas­ra'ya hareket etti.

Hz. Ali'nin Basra'ya gelişi sulhun tamamlanma­sına matuf bir hareket olarak karşılanmış ve herkes son derece huzur içinde uykuya dalmıştı. İbni Sebe ve ta­rafları herkes uyuduktan sonra Hz. Aişe'nin tarafına doğru hücuma geçtiler.

Bir anda ortalıkta sesler yükselmeye başladı. Herkes uykudan uyandı. Her iki taraf da saldırı düşün­cesi hakim olmuş ve kan dökmeye başladılar.

Hz. Alt her fırsatta memurlar göndererek ne ol­duğunu anlamak istedi. Diğer taraftan Kaab b. Sur'dan Hz. Aişe'yi bindirerek savaşılan bölgeye getirdi. Hz. Ali kendi taraftarlarını muharebeden alıkoymaya Hz. Aişe'yi uyandırıp devesine bindirerek savaşılan bölge­ye getirirdi. Kendi taraflarını teskine çalıştı. Fakat ok yaydan çıkmıştı. Savaşın en şiddetli bir anında Hz. Ali atını ileri sürerek savaş alanın ortasına geldi ve Zübeyr b. Avvam'ı çağırarak ona "sen bir gün Ali ile nakah yer harbedeceksin" hadis-i şerifini hatırlattı. Bunu hatırla­yan Zübeyr b. Avvam özür dileyerek savaş alanını terk etti. Basra'ya doğru yöneldi. Arkasından gelen Amr b. Cürmüz. Zübeyr b. Avvam'ı namaz kılarken kılıcı ile öldürdü. Zübeyr b. Avvam, vadisine Biba'a gömüldü. Zübeyr b. Avvam'm savaş meydanından çekilmesi üzerine Talha b. Ubeydullah da meydandan çekilmek istedi. Onun bu hareketini gören Mervan b. Hakem at­tığı zehirli bir ok ile Talha b. Ubeydullah'ın ölümüne sebep oldu.

Savaş meydanında yalnız Hz. Aişe ile adamları kaldı. Muharebe şiddetle devam ediyordu. 14. CVmazi-yel evel Hicri 36. yılın (4 Aralık 656) ikindisine yaklaşı­yordu. Hz. Aişe devesinin üzerinde siper almış vaziyet­te harbin neticesini bekliyordu. Bütün bu kanların dö­külmesine sebep olan Sebeiyye taraftarları, Hz. Aişe'yi hedef alarak, ona yaklaşıp onu tevkif etmek ve ona hakaretlerde bulunmak istiyorlardı. Sebeiyyelerin bu du­rumunu, Beni Dabba kabilesi mensupları son derece fe-dakarane şekilde Hz. Aişe'yi müdafaa ediyorlardı.

Bekir b. Velid Ezve Dabbe kabileleri Hz. Aişe ile beraberdiler. Muharebe bütün şiddetiyle devenin etra­fında devam ediyordu. Bunun için bu savaşa Cemel (Deve) vak'ası adı verilmiştir. Hz. Aişe'nin devesini muhafaza edenlerden biri yere düştükçe diğeri onun yerini alıyordu. O da aynı fedakarlık ve kahramanlıkla dövüşüyordu. Böylece Hz. Aişe'nin devesinin etrafın­da şehit düşenlerin sayısı yetmiş kişiyi bulmuştur.

Bu savaşa bir son vermek için Sebeiyye taraftar­larından biri devenin arkasından taarruz ederek deve­yi yıkmaya muaffak oldu. Bunu gören Hz. Ali tarafla­rındaki Muhammed b. Ebu Bekr kardeşini müdafa et­mek için koşarak hemen Aişe'nin yanma geldi. Biraz sonra Hz. Ali de, Hz. Aişe'nin yanma gelerek onun ha­tırını sordu. Devenin düşüşü savaşın tamamen tavsa­masına yaradı. Hz. Ali, Hz. Aişe'yi muhafaza altına alarak hatırını sordu. Yapılan işten dolayı hiçbir kaba­hati olmadığını beyan ederek özür diledi. Birkaç gün yanında istirahat ettirdi. Sonra onu kardeşi Muham­med b. Ebu Bekir ile Medine'ye gönderdi. Hz. Aişe'nin Medine'ye gelişi esnasında yanında Basra'nın en mute­ber ve en asil ailelerinden kırk kadın bulunuyordu.

Hz. Aişe, Basra'dan ayrılırken kendisi ile Hz. Ali arasındaki mücadelenin, durumunu yanlış ve yalan aksettirilmesinden ileri geldiğini söyledi. Hz. Ali de Peygamberimiz'in (s.a.v.) muhterem haremine her tür­lü tazim ve hürmeti göstermenin bir vecibe olduğunu beyan ederek yapılan işlerden beri olduğunu beyan edip tekrar özür diledi. Hz. Ali, Basra'da birkaç gün kaldıktan sonra Küfe'ye doğru hareket etti. 12. Recep H. 36 (M. 657) tarihinde Küfe'ye vasıl oldu.



Hz. Ali'nin İcraatı


Şehadet gününe kadar İslâm alemi için mücade­lesini sürdürmüş ve her daim muaffakiyetini de İslâm alemine göstermiştir. Hz. Ali'nin vilayetlere tayin etti­ği valiler/ gittikleri yerlerde sükun temin edip muvaffa­kiyetler göstermeye başlayınca işler düzelmeye doğru yüz tuttu. Hemen hemen bütün İslâm ülkeleri Hz. Ali'­nin etrafında toplanmaya başladı. Yalnız Suriye'de Muaviye b. Ebu Süfyan biat etmemişti. Onun biati, Hz. Ali'nin Küfe'den Mısır valisi Kays b. Saad'la Mısır'dan ordu ile hareket edip Muaviye'yi sıkıştırdıkları zaman gayet kolay temin edebilirdi. Durumun nezaketini kav­rayan Muaviye Kays b. Saad'i kendi tarafına çekmek için ona yanaşmaya başladı. Kays buna razı olmayınca bu defa Muaviye Kays hakkında dedikodular çıkara­rak kurnazca bir tertip hazırladı. Bu tertip ve dedikodulara göre Kays güya Muaviye tarafına kayacaktı. Hz. Ali bu dedikodulara kulak vererek, Kays b. Saad'i Mı­sır valiliğinden azlederek yerine Muhammed b. Ebu Bekir'i tayin etti.

Mısır'ın yeni valisi Muhammed b. Ebu Bekir tec­rübesiz bir vali olduğundan, fitne ve fesad Mısır'da yeniden alevlendi. Kays b. Saad'm Mısır'da kazandığı muaffakiyet kaybedildi. Bu durum Hz. Ali'nin davası üzerinde kötü bir tesir meydana getirdi. Bundan da is­tifade etmek isteyen Muaviye b. Ebu Süfyan, Mısır'da çok sevilen Amr ibni'1-As'a Mısır valiliğini vereceğini vaadederek onu kendi tarafına çekti. Böylece Suriye ve Filistin'den sonra, Mısır da Muaviye tarafına kaydı. Hz. Ali'yi de Hicaz, Yemen, Küfe ve Basra vilayetleri destekliyordu.



Hz. Ali'nin Muaviye İle Mücadelesi


Hz. Ali, Küfe'yi başşehir yaptıktan ve oraya yer­leştikten sonra kendisi de oraya yerleşti. Arabistan, Irak ve İran'a hakim olmakla beraber en kuvvetli has­mını geriye bırakmıştı. Hz. Ali, Muaviye'ye karşı bir galibiyet kazandığı zaman, İslâm alemi tekrar eski bir­liğine kavuşacaktı.

Fakat Hz. Ali'nin hareketini takip eden Muaviye de boş durmuyordu. Önce hazinesini doldurmuş, son­ra zengin ve kalabalık bir nüfusa sahip olan Suriye'ye tamamen hakim olmuştu. Suriyeliler ona sadık bir şe­kilde bağlı idiler, Muaviye zamanın dört dahisinden bi­ri olduğu için, siyasette son derece mahir bir yol izli­yordu. Herkesin zayıf bir noktasını bularak ona göre hareket ediyordu. Kimine para vererek, kimine mevki vererek kendisine yararlı olacak kimseleri elde etmesi­ni bekliyordu. Ayrıca fikirlerinden istifade edilecek kimselere son derece önem vererek, onları hoşnut edip fikirlerinden istifadeler sağlıyordu.

Hz. Osman, Beni Ümeyye'den idi. Muaviye b. Ebu Süfyan da Beni Ümeyyedendi. Hz. Osman'ın şeha-deti Emevilerin devlet idaresinden uzaklatırılması de­mekti. Hz. Osman'ın şehadetinden istifade etmeye kal­karak, Hz. Osman'ın katili olayından Hz. Ali'yi mesul tutuyordu. Ve bu yüzden de biat etmekten kaçıyordu. Hz. Ali, Muaviye'nin durumunu bildiği için işi harp yolundan ziyade sulh yolu ile halletmek istiyordu. Bu­nun için Cerir b. abdullah Muaviye'ye gönderdi. Cerir b. Abdullah, Muaviye'ye giderek Hz. Ali'nin mektubu­nu hazır bulunanların huzurunda okudu. Muaviye,-Hz. Ali'ye verdiği cevapta katillerin teslim üzerinde ıs­rar etti. Bu hareket işin sulh yolu ile hallinin olmayaca­ğını açıkça ortaya koyuyordu. Durum bu raddeye ge­lince iki taraf da harp hazırlıklarına giriştiler.



Sıffin Muharebesi


Hz. Ali, Allah için ve İslâm için mücadeleyi hiç bırakmıyordu.

Ümmetin selameti ve sükuneti için çarpışmasının gerektiği yerlerde savaşıyordu. Hz. Ali, hazırladığı seksen bin kişilik ordusu üe Körfezden hareket etti. Rakka mevkiinde, Fırat nehrini geçerek Suriye ile Babil hududunda bulunan Sıffin ovasında ordugah kurdu. Suriye ordusunun başkumandanı Abr b. As, Muavi-ye'den aldığı emir üzerine ordusu Sıffin'e doğru ilerle­di, Amaçları askeri bakımdan stratejik bazı mevkiileri ele geçirerek, Hz. Ali'nin ordusunu sudan mahrum et­mek idi. Hicri 36. yılın Zilhicce ayında (Haziran 657) karşı karşıya gelen iki ordu son hazırlıklarını yapmak­la meşgul oldular. Hz. Ali ordusunun su yollarının ke­sildiğinin farkına varır varmaz, hemen karşı bir hare­ket yaparak Suriye ordusunu su yolundan geri attı. Bu vaziyet karşısında hasmını kötü duruma düşürmek is­temeyen Muaviye'nin kendisi müşkül duruma düştü. Fakat Hz. Ali, hasmının susuz kalmasına rıza göster­meyerek onların sudan mahrum bırakılmamasını em­retti. Böylece iki tarafın askeri de suya gidiyor ve su ba-şmda sohbet ediyorlardı. Bu durum herkeste sulhun yakın bir muhakkat olduğu kanaatini uyandırıyordu. Hz. Ali, harbe başlamadan önce tekrar sulh teşebbüsle­rinde bulunuyordu. Bazı kıymetli ve muhterem şahıslan Muaviye'ye göndererek sulhu tavsiye ettirdi. İki ta­rafın da ulema, fudala ve huffazlannın Müslümanların birbirlerinin kanlarını dökmemeleri için çok ayret sar-fettikleri görüldü. Bunun için muharebe üç aya yakın bir müddet tehire uğradı. Bu zaman içinde rivayete gö­re 85 kere savaş kararı verildiği halde bunların çalışma­ları neticesinde savaş gecikti. Ashabtan Ebu Derda ile Bu imametül Bahiri, Muaviye'nin yanma giderek onun­la konuştular. Fakat bu müdahalede bir fayda vermedi. Nihayet H. 37 yılın sefer ayın ınbaşlarında (M. 657 Ağustos) iki taraf birbirine karşı son derece şiddetli hü­cuma gitti. İki tarafın birbirine karşı gösterdiği merha­metsizlik tüyler ürpertecek derecede idi. Binlerce Müs­lüman kanı aktı. Binlerce kadın dul kaldı ve binlerce çocuk öksüz kaldı.

Hz. Ali, oluk oluk akan Müslüman kanma karşı daha fazla dayanamayak savaşı kısa kesmeleri için bir­liklerine tesirli bir hitabede bulundu. Asker bu hitabe karşısında kendinden geçercesine savaşa atıldı. Bu ara­da, Hz. Ali bu kanlı mücadeleye bir son vermek için Muaviye'yi muharezeye davet etti. Fakat Muaviye bundan kaçındı. Bu hareketi takib eden Amr İbni'I-As, Muaviye'ye karşı açık konuşarak kendisi ortaya çıktı. Amr b. İbni'1-As, Hz. Ali'nin karşısında duracak bir cengaver olmadığından, Hz. Ali bir darbe ile onu atın­dan aşağı yuvarladı.

Muharebe böylece günlerce devam etti. Suriye or­dusu oldukça yıprandı. Bunu gören Muaviye, muhare­beye bir son vermek istedi ise de Hz. Ali fitne ve fesadın tamamiyle imha edilmek üzere olduğunu görerek, Mu-aviyenin teklifini reddetti. Talih artık Hz. Ali'ye gülü­yordu. Fakat durumun kötü olduğunu anlayan Muavi­ye ordusu başkumandanı Amr İbni'1-As hileye başvur­maktan başka çare göremedi. Ertesi gün Suriye ordusu muharebe meydanına çıkarak, Amr Ibni'1-As Şam'daki meşhur muafi beş askeri mızraklarının ucuna taktırdı. Ayrıca ordunun içinde kimin mushafı varsa onu da mız­rağının ucuna takmasını emretti. Böylece Suriye ordusu ileri gelenleri Hz. Ali'nin ordusuna yaklaşarak "İkimiz arasında kitabullah hakem olsun" diye bağırmaya başla­dılar.[77]

Hz. Ali ve ordusunun başkumandanı Eter Nehai, bunun bir harp hilesi olduğunu anlayarak askerlerine hücum emri verdiyseler de, Iraklı askerler bu emri .din­lemeyerek Kur'an'm hakem olarak kabulü için yapılan teklifin yerinde olduğunu söylediler ve savaşa girme­diler. Halbuki Nehai kali bir zafer kazanmak üzere idi. Hz. Ali, ordusunun ısrarı üzerine ric'at emrini vermek mecburiyetinde kaldı. Silahlar kınlarına koyuldu. İki tarafın ulema ve fudelası mübahaseye giriştiler. Netice­de imame meselesinin hakem vasıtasıyla halline karar verdiler.



Hakem'in Hükmü


Davanın hakem usulü ile halline karar verildik­ten sonra, Muaviye Amr ibnil As'ı kendisine hakem seçti. Hz. Ali de önce Abdullah b. Abbas'ı seçti. Fakat Muaviye Abdullah b. Abbasi, Hz. Ali'nin akrabası ol­duğu için kabul etmedi. Bunun üzerine Eş-as b. Kays'ı hakem olarak seçti. Eş-as b. Kays ise hakemliği yapma­yacağını beyan ederek, Ebu Musa El-Eş Ari'ye devret­ti. İki tarafın hakemi, muahedenin nasıl yapılacağım ve yazılırken iki taraf hakkında da nasıl lakaplar verilece­ği hususunda da uzun münakaşa yaptıktan sonra 23 safer H. 37 Çarşamba günü işi tamamlayarak, mühür ve imza ettiler. Böylece iş resmiyet kazandı. Eş As b. Kays herkes tarafından sevilen ve sayılan bir zat oldu­ğundan hakem usulünün kabilelere ve aşiretlere tebliğ edilmesi ile görevlendirildi.

Eş As b. Kays, Hz. Ali'nin ve Muaviye'nin kendi arzu ve ihtiyarları ile Ebu Musa el-Eşari'yi ve Amr İbnil-As'ı hakem tayin eden ve onların kitap ve sünnete uygun olarak verecekleri kararlara tabii olacaklarını beyan eden antlaşmayı Aniize kabilesine tebliğ ederken, iki kişi ona karşı çıkarak "Allah'tan başka bir kimse hüküm vermez" dediler. Sonra da Şam askerlerine hücum ettiler. Diğer bazı kabileler de muahedeyi kabul etmediler ve hemen Hz. Ali'ye müracat edip bu husustaki görüşlerini ona bil­dirdiler. Bu yüzden ayrı ayrı fırka meydana çıkmış oldu.

İki tarafın hakemi, yanlarında dörder yüz kişi ol­duğu halde, Suriye ile Irak arasında olan Devmetül-cendel'de (veya Erzuh) topladılar. Aralarında yaptıkla­rı kısa bir konuşma sonucu, Hz. Ali ve Muaviye'yi hal edip işi şûraya bırakmaya karar verdiler. Bu karan teb­liğ etmek üzere ayrıldılar. Hz. Ali tarafında bulunan Abdullah b. Abbas, Ebu Musa el-Eşari'ye yaklaşarak ona: "Sakın Amr b. As seni aldatmış olmasın. Siz bir şe­yin ilan... etmekle ona takaddüm etmeyiniz" dedi. Ebu Musa el-Eşari'de "Hayır, biz iltifak ettik, ittifakımızı bozamayız" cevabını verdi. Kararın tebliğ sırası geldiği vakit Amr İbni'1-As, Ebu Musa Eşari'yi öne sürerek kendisinden yaşça fazla kemalce kendisine üstün oldu­ğunu, bu bakımdan kararı önce kendisinin tebliğ etme­sinin gerektiğini söyledi. Ebu Musa el-Eşari'de, kalka­rak Allah'a hamdü senadan sonra Ali'yi de Muaviye-yi'de hal'e karar verdiklerini yeni bir imamın seçilme­sini Şûraya bıraktılarmı söyledi. Onu takiben Amr İb-ni'l-As minbere çıktı. Allah'a hamdü senadan sonra Ebu Musa ile birlikte Ali'yi hal ettiklerini, kendisini Muaviye'yi halife olarak nasbettiğini çünkü Hz. Os­man'a varis ve onun kanından olduğunu söyledi.

Amr İbni'l-As'ın bu hakareti bir anda ortalığı bir­birine kattı. Amr İbni'l-As'ın üzerine atılanların, bed­dua edenlerin haddi hesabı yoktu. Zira Amr İbni'l-As'm bu hareketi doğru bir siyaset değildi. Böylece hakem usulü hem okumak uğraşmış hemde iflas etmişti. Bu hereket İslamda büyük karışıklıkların çıkmasına ve yeni yeni mezheplerin doğmasına sebep oldu.



Hariciler Meselesi


Hz. Ali, sıffinden dönerken ordusunda bulunan ve çoğunluğunu Iraklıların teşkil ettiği on iki bin kişilik bir kuvvet, dinî muameleler için hakem tayin edilmesini kü­für, Hz. Ali'nin de kararını şirk sayarak ondan ayrılıp Harura mevkiinde konakladılar. Hz. Ali Küfe'ye geldik­ten sonra bunlara Abdullah b. Abbas'ı göndererek fikirlerinin ve düşüncelerini yanlış olduğunu izah ettirmeye çalışmış ise de bunlar İbni Abbas'ı dinlemeyerek fikirlerinde ısrar ettiler. O zaman, Hz. Ali bizzat bunların yanı­na gitti. Onlarla münakaşa ederek kendilerini ikna edip hepsini Küfe'ye getirdi. Bu gelişten sonra şehirde hakem kabul etmenin küfür sayıldığı ve Hz. Ali'nin de bunu böyle kabul ettiği şayiası yayıldı. Hz. Ali bu şayiayı du­yunca minbere çıkarak böyle bir şeyin aslı olmadığını ve tem muzaffer olacak iken, harpten önce onların vazgeçt­iğini daha sonrada hakemi beğenmediklerini ve şimdi de harp için çalıştıklarını söyledi. Hz. Ali'yi dinleyenlerden bunlara mensup biri "la hükme illallah" diyerek bağırdı. Bir diğeri de 'Allah'a şirk koştuğun taktirde sayın ve amelin akamete uğrayacağını, senin de hüsrana düşen­lerden olacağını sana da senden evvelkilere de vahyetmistik" mealindeki ayeti kerimeyi okudu. Bunlara karşıl­ık Hz. Ali "sabret Allah'ın va'di haktır, yakinen ima et­meyenler seni üzmesinler" mealindeki ayet-i kerimeyi okuyarak cevap verdi. Böylece Hz. Ali'nin ordusu hari­cine çıkan ve hariciler adını alan tarife ortaya çıkmış ol­du. Hariciler, gün geçtikçe artmaya başladılar. Hz. Ali den de yüz çevirerek ona muhalefette bulundular. Bun­lar kendi aralarında toplanarak Abdullah b. Vehb Er-Ra-sibe'ye biat ettiler. Basra, Küfe, Anbar ve Medayin'deki taraflarını Nehrevan mevkiine davet ederek kendi fikrin­de olmayanlara zulüm ve işkence yapmaya başladılar. Bunu haber alan Hz. Ali artık haricileri te'dip etmek mecburiyetini kendinde duyarak bir ordu ile Nevran'a doğru yola çıktı. Hz. Ali, haricilere nasihat etmek için ön­ce, Kays b. Saad ile Hz. Ebu Eyyübi'l Ensari'yi onlara gönderdi. Fakat bu tedbir bir fayda vermedi. Bunun üze­rine ona nasihatta bulundu. Bu da tesir icra etmedi. An­cak yapılan nasihatların bir kısmnıa itaat eden hariciler­den bir grup Mendiçin'e doğru gitti. Bir grup da Küfeye geri döndü. Geri kalanlardan bin kişi kadarı da tevbe ederek Hz. Ali'nin ordusunu iltihak etti. Geride Abdul­lah b. Vehb'in idaresinde dörtbin kişi kaldı. Bunlara hiç­bir söz ve nasihat tesir etmiyordu. Bunun için bu harici grubu ile muharebe yapmak mecburi oldu. Hicri 38. yı­lın 9. seferinde (17 Temmuz 658) Nehrevan'da yapılan son derece şiddetli savaşta, hariciler adeta canlarını itihkar derecesinde dövüştüler. Neticede mağlub olarak sa­vaştan ancak on harici sağ olarak kurtulabildi.

Nehrevan savaşı ile haricilerin çıkarmak istedik­leri fesad şiddetli bir şekilde önlenir önlenmez, Hz. Ali Şam'a doğru hareket etmek istedi. Fakat ordu kuman­danlarından Esas b. Kays okların bittiğini, kılıçların ve mızrakların işe yaramaz bir halde olduğunu beyan ederek Şam'a hareketten önce iyice hazırlanmanın ge­rekliğini ileri sürdü. Hz. Ali bu makul fikri kabul ede­rek hazırlanmak için Nahbe kasabasına geldi. Burada askerler hazırlıkla meşgul olacaklarına onar, yirmişer gruplar halinde Kûfe'ye gittiler. Bunun sonunda Hz. Ali'nin yanında bin kişi kalınca çaresiz Şam zaferinden vazgeçerek Kûfe'ye döndü.

Haricilerin geri kalanları İran'ın içlerine doğru çekilerek burada mecûsileri, mürtecileri ve İslama yeni tahrike çalıştılar. Hz. Ah bu fırkayı kökünden kurtar­mak için bunlara karşı, bir rivayete göre Ziyade bin Hasfa'yı bir rivayette ise Makîl b. Kays'ı göndererek, bir yıl içinde RanvHürmüz dağlarında bunlarla muha­rebe edip kökünü kazdı.



Mısır'ın Elden Çıkışı


Hakem olayından sonra Amr b. As, Filistin'e döndü. Buradan, Mısır'da bulunan Mesleme b. Mu-hammed'ül-Ensari ile Muaviye b. Hadicü'l-Kendi'ye birer mektup yazarak, Hz. Osman'ın şehadetinden çok mütessir olduğunu ve Hz. Ali'ye muhalif bulunduğu­nu bildirerek dört bin kişilik bir ordu ile Mısır'a sefere çıkacağını beyan etti. Bu sırada, Mısır'da Muhammed b. Ebu Bekir vali idi. Ülkeyi arzu edildiği şekilde idare edemiyordu. Amr b. As yukarıda ismi geçen zatlara yazdığı mektupta, Muhammed b. Ebu Bekir'e de mu­halefet etmelerini istiyordu. Ayrıca kendisi, Mısır vali­si Muhammed'e bir mektup yazarak kendisine itaat et­mesini istedi. Muhammed b. Ebu Bekir, durumu Hz. Ali'ye bildirdi. Bunun üzerine Amr b. As, Mısır üzeri­ne yürüdü. Muhammed b. Ebu Bekir iki bin kişilik or­dusu ile ona karşı koydu ise de ona mağlup olup yaka­landı ve feci bir şekilde öldürüldü. Böylece Mısır, Amr b. As'ın eline geçmiş oldu. Mısır'ı ele geçiren Amr b. As Muaviye b. Hadic'İ aracı koyarak, Muaviye b. Ebu Süf-yan'dan buranın valiliğini istedi. Muaviye, Mısır'ın al­tı bin yıllık gelirinin Amr'a bırakılmasını fakat buna karşılık kendisine itaat edeceğine dair şahitler huzu­runda bir senet vermesini ve diğer şartlarını da kabul etmesini ileri sürerek istediğini kabul etti. Amr b. As da bu şartları kabul ettiğini bildirerek, üçüncü defa tekrar Mısır valiliğine getirilmiş oldu.

Sıffin savaşından sonra, gerek Nehrevan savaşı ve gerekse ondan sonra ortalığa fitne ve fesad açan ha­ricîlerin kalıntılarının tamamen ortadan kaldırılması için yapılan mevzi çarpışmalarının sonunda, İslam'ın muhtaç olduğu sükûn ve asayiş geri gelmedi. Böylece herkesin arzu ettiği İslam birliği sağlanamadı.

İslâm devleti hudutları içinde yaşayan halk, Hz. Ali (r.a.)'a taraftar olanlar, yani ehli Şia, hakem kararı ile halife seçilmesini kabul eden Muaviye taraftarları, yani Nasıba; hakem meselesini protesto eden ve za­manla ileride sayıları bir hayli artıp gelecek hükümet­lerin başına bela olacak olan Haricîler ile, gerek Hz. Os­man (r.a.) ve gerekse Hz. Ali (r.a.) zamanında meyda­na gelen acı, üzücü ve bölücü olaylara karışmayıp yal­nız seyirci durumunda kalan ve bu olaylardan dolayı müteessir olan Selefiye gibi gruplara ayrıldılar.

Bütün bu gruplaşmaların sebebi olarak, Haricîler tarafından, Hz. Ali (r.a.) , Muaviye ve Amr b. As (r.a-)'ın aralarındaki çekişmelerin sonucu gösteriliyor­du.

Haricilere karşı yapılan tenkil savaşları sonunda kendilerini kılıçtan kurtaran Abdurrahman ibn-i Mül-cem, Bekr b. Abdullah ve Amr b. Bekr Et-Temimi adın­daki üç haricî, aralarında bir toplantı yaparak geçen olayların bir muhasebesini yaptıktan sonra, Hz. Ali, Muaviye ve Amr b. As (r.a.)'ı olaylann suçlusu olarak gördüler ve bunların öldürülmelerine karar verdiler.

Hz. Osman (r.a.)'dan sonra zulmün hedefi Hz. Ali (r.a.) oldu. (Haricilerin kılıç artıklarından) Abdurrahman ibn-i Mülcem el-Muradî, Berk ibn-i Abdullah et-Tamimi ve Amr ibn-i Bekr es-Sâdî, Hicaz'da topla­nıp ve insanların uğradığı müşkilatı müzakere edip, ölen arkadaşlarını hatırlayarak üzülüp:

"Onlardan sonra biz yaşasak ne olur, yaşamasak ne olur. Sapık önderleri katlederek, insanları onların elinden kurtaralım" dediler. Bunun üzerine İbn-i Mül­cem:

"Ben Ali'ye kâfiyim" dedi.

Bekr:

"Ben de Muaviye'ye kâfiyim."

Amr ibni Bekr de:

"Ben de Amr ibn-i As'a kafiyim" diyerek bir gün­de üçünün katline karar vermişlerdi.

"Ölmek var, dönmek yok" diyerek birer zehirli kılıç alarak, Ramazanın yirmi yedisini tayin etmişler. Amr ibni Bekr, Mısır'a varıp Ramazanın yirmi yedinci gecesi Amr ibn-i As'm mescide çıktığı yerde onu gözet­lemiş, Amr ibn-i As ise hasta olmuş, yerine kendisinin zabıta memuru olan Harice ibn-i Habibe'yi imam vekil yapmıştı. Bu zat namazı kıldırmak üzere camiye girer­ken Amr ibn-i Bekr, onu vurup öldürdü. Derhal yaka­landı. Amr ibni As'in huzuruna getirildi.

"Sen kimi katlettin?" diye sordu.

Amr ibn-i Bekr:

"Ya lasık vallahi senden başkasını katletmedim sandım ama görüyorum ki sen yaşıyorsun, senin yeri­ne başkasını katletmişim."

Amr dedi ki:

"Sen kendi dileğinin muradını hesap etmişsin ama Allah'ın muradını ve dileğini hesaba katmamış­sın" dedi.

Bekr de o gece Şam'da Muaviye'nin çıkışını göze­terek, Muaviye sabah namazını kıldırmak üzere cami­ye çıkarken, Berk bir kılıç çaldı. Muaviye'yi diz kapa­ğından yaraladı. Muaviye'nin hükümeti, mülk ve salta­nat tarzında bir mevkisi olduğundan ve yanında ya­verleri, çavuşları bulunduğundan Berk'i tuttular.

Berk:

"Bir müjdem var. Söylesem bana faydası olur mu?" dedi.

Muaviye:

"Söyle bakalım, belki olur."

"Şimdi benim arkadaşım Kûfe'de, Ali'yi katlet­miştir" dedi.

Muaviye, ona:

"Ne biliyorsun, belki de onu katletmişlerdir." de­di. Berk:

"Ali'nin yanında yaverleri, bekçileri ve koruyan muhafızları yoktur" dedi. Berk'in itirafı hiç işe yarama­dı ve Muaviye'nin isteği üzerine Berk katlolundu.

Ibn-i Mükem, Mısır'dan Kûfe'ye gelip haricîlerden olan arkadaşlarıyla görüştü. Yoldaşları ziyaretleri­nin sebebini, ısrarla sordularsa da Mülcem bu sebebi söylemedi. Burada iken bir hanımla evlenme isteğinde bulundu. Hanım da, Hz. Ali (r.a.)'m katlini şart koş­muştu. İbn-i Mülcem de:

"Vallahi ben buraya Ali'yi katletmek için gel­dim" dedi.

Yanma Verdan ve Şebib'i aldı. Ramazanın yirmi yedinci gecesi buluştular. Diğer haricîlerin bundan ha­beri yoktu. Fakat Eş'as İbn-i Kays'm bu sırra vakıf ol­duğu anlaşılıyor. Çünkü o gece İbn-i Mülcem, Eş'as ile sohbet ediyrrdu. Sabah vakti onun yanından ayrılmış ve sabahleyin Eş'as, oğlunu bir haber için hükümet ko­nağına göndermiş. Her ne ise, İbn-i Mülcem arkadaşla­rıyla camiye gitmişlerdi. Hz. Ali (r.a.)'m çıkacağı kapı önünde durmuşlardı.

Hz. Ali (r.a.), mescidi şerife gitmek için, müezzin önünde "namaza, namaza, ey insanlar" diyerek ve oğ­lu Hz. Hasan (r.a.)'ın arkasından yürüyerek evin kapı­sından çıkarken, pusudaki hainlerin üçü birden hücum ettiler. Şebib'in kılıcı kapının kemerine'dokundu. Ibn-i Mülcem ise:

"Ya Ali! Hüküm ancak Allah'ındır. Senin ve as­habının değildir!" diye bağırarak kılıcını kaldırdı. Hz. Ali (r.a.)'m başına vurdu ve bir yara açtı. Verdan be Şe-bib kaçtı.

İnsanlar hemen hücum edip, İbn-i Mülcem'i tut­tular. Hz. Ali (r.a.) sabah namazını kıldırmak üzere hemşiresi Ümmü Hani'nin oğlu Ca'de ibn-i Hubey-re'ye imamet verdi. O da mescidi şerife gidip insanlara sabah namazını kıldırdı.

Daha sonra İbn-i Mülcem kolları bağlı olarak Hz. Halife'ye getirildi. Hz. Ali (r.a.):

"Ben sana merhamet etmedim mi?" diye sordu. "Evet, ettin" diye cevap verdi. Hz. Ali (r.a.): "Ya bu iha­nete sebep nedir?" dedi. İbni Mülcem ise:

"Ben bu kılıcı kırk gün biledim, onunla halkın en hayırsızının katledilmesini Allah'tan diledim." deyin­ce. Hz. Ali (r.a.):

"Görüyorum ki, sen o kılıçla katlolacaksın. Bili­yorum ki sen halkın en hayırsızısın" dedi.

O sırada Cündup ibn-i Abdullah geldi:

"Ya Emire'l-Mü'minîn! Allah bize senin eksikliği­ni göstermesin. Ama şayet sana bir hal olursa biz oğlun Hasan'a biat eyleriz" dedi.

Hz. Ali (r.a.):

"Ben bu hususta size ne emrederim, ne de nehye-derim. Siz işinizi daha iyi bilirsiniz" diye sözü kestirdi. Hz. Ali, oğullarına vasiyet etti. Hasan ve Hüse­yin'e hitaben:

"Size takva ile vasiyet eylerim. Dünya 'ya rağbet etmeyiniz, ziyanınız için ağlamayınız, daima doğruyu söyleyiniz. Kur'an ile amel edin. Zalime karşı, hasım ve mazluma karşı yardımcı olunuz. Kötüleyicinin kötülemesinden sakınmayınız" dedikten sonra Muhammed ibn-i Halife'nin yüzüne baktı:

"Biraderlerine ettiğim vasiyeti anladın mı? Sana da vasiyetim böyledir. Bir de sana vasiyet ederim ki bi­raderlerine tazim ve ihtiram et ve onların reyine uy­gun hareket et" dedi. Hz. Hasan (r.a.) Hazretlerine baş­ka vasiyetlerde bulundu.

Hz. Ali (r.a.) altmış üç yaşında ebedi aleme göç­tü. Namazını oğlu Hz. Hasan (r.a.) kıldırdı. Hz. Ali (r.a.)'m hilafeti beş seneden üç ay eksikti.

İbn-i Mülcem, Hz. Hasan (r.a.) 'in huzuruna geti­rildi:

"Ben, Ali ve Muaviye'yi katletmek üzere Ka'be'de, Allah'ın adına ahd etmiştim. Bana meydan ver, Muavi­ye'yi de katledeyim. Sağ kalırsam, kendim sana teslim olurum" dedi. Hz. Hasan (r.a.) bunu kabul etmedi kı-sasen katlini istedi.

Ramazanı Şerifin yirmi yedinci gecesi, alemi ma­nada (rüyada) Resûlullah'ı (s.a.v.) görüp, ümmetinden şikayet eyleyince:.

"Onların aleyhine dua et" diye1' buyurmuştu. O da:

"Ya Rabbi! Bana onlardan hayırlısını ver, onlara da benden fenasını ver" diye dua etmişti. Hemen uyarup rüyasını oğlu Hz. Hasan (r.a.)'a söyledi. Halbuki vakit sabah olmak üzere idi. Müezzin ezan okuyordu. Hz. Ali (r.a.) mescidi şerifin avlusuna girdiği zaman, ördekler onun üzerine yürüyerek çağrıştılar. Hz. Ali (r.a.)'m yanındakiler onları kovmak istediler. Hz. Ali (r.a.): "Dokunmayınız, onlar ölü üzerine ağlıyorlar." deyip tebessüm etti. Kapıdan çıkarken de insanların en belalısı olan İbn-i Mülcem kılıcıyla ona vurmuş, ağır yaralanmıştı.

Bir rivayette de, Hz. Ali (r.a.), Irak'a gitmek üze­re Medine'den çıkarken bir ayağı üzengide olduğu üzere Abdullah b. Selam (r.a.) gelip:

"Ya Mü'minlerin Emiri! Irak'a gitme. Korkarım sana kılıcın ucu dokunur" dedi. Hz. Ali (r.a.):

"Onu bana Resûlullah (s.a.v.) haber vermişti" di­yerek, binip atma gitmişti.

Allah (c.c)'ın rahmeti her daim, Hz. Ali (r.a.)'m ve O'nun ehli beyt'inin üzerine olsun. Selam olsun Hz. Ali'ye, Selam olsun O'nun ehli beyt'ine.

Hadistir:

Ebu Vail'den rivayet edilir:

Hz. Ali (r.a.), Kûfe'de halka hitap ediyordu. O'nun şunları söylediğini işittim.

"Ey insanlar! Kim fakir görünmeye çalışırsa, fakir düşer. Ömrü olan musibetlere uğrar. Belaya hazır ol­maya belaya uğradığı zaman sabredemez. Bir iş başına geçen kendi menfaatine önem verir. İstişare etmeyen pişman olur" Konuşmasına şöyle devam etti.

"Neredeyse İslam'ın adından, Kur'an'm da yazı­sından başka bir şey kalmayacak! Bilmeyen, bilmediği­ni öğrenmekten utanmasın. Bugün mescitleriniz ma­mur fakat kalpleriniz ve bedenleriniz hidayetten mah­rum, şu gök kubbe altında yaşayanlarınızın en beterisi­niz. Fitne fakihleriniz arasından çıkar ve onlar arasında yayılır."

Bir adam kalkarak:

"Ne zaman ya Emire'l Mü'minin?" diye sordu. Hz. Ali (r.a.) de şöyle cevap verdi:

"Hukuk, adi olanlarınızın eline düştüğü zaman, işte o zaman işiniz bitmiştir."



Hz. Hasan (r.a.)'ın Şehadeti


“Sen yoktun ya Resûlallah, sen yoktun, kötüler için­se bu bir fırsattı. Zulüm yine ayaktaydı."

Fahri kainatın efendisi Hatemu'l-Enbiya vefat et­tiği zaman Hz. Hasan yedi yaşında, Hz. Hüseyin (r.a.) altı yaşındaydı. Resûlullah (s.a.v.) onları çok severdi. Ebu Hureyre'den, rivayet edilir ki:

"Resûlullah (s.a.v.); Hasan bana benzer, Hüseyin de babasına benzer, demiştir.

Bir gün, Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin (r. anhuma) da koşup geldiler. Resûlullah'm kucağına atladılar. Mübarek sakallanyla ve saçlarıyla oynuyorlardı. Ben kendilerine sordum.

«Ya Resûlullah bunları bu kadar çok mu seviyor­sun!» Resûlullah da buyurdu ki:

«Evet çok seviyorum. Bunlar benim torunlarım, bunlar benim koklayıp sevdiğim çiçeklerim, güllerimdir» dedi."

Ebu Hureyre (r.a.)'den naklolunur ki;

"Her gece mescitten çıkınca, Hz. Fatıma (r. an-ha)'nm evine girip hiç oyalanmadan tekrar hemen çı­kardı. Merak ettim:

«Ya Resûlullah! Her gece her gece Fatma'nın evi­ne niçin uğruyor ve hemen çıkıyorsunuz?» dedim. Re­sûlullah bana:

«Geceleri Medine pek soğuk olur, ola ki Hasan ile Hüseyin üzerini açarsa üşümesinler diye gidip kontrol edip, üzerlerini açmışlarsa örtüp çıkıyorum» diye bu­yurdu."

"Yine bir gece vakti Hz. Hüseyin (r.a.) ağlıyordu. Resûlullah (s.a.v.) namazını bitirdikten sonra mescitten çıktı. Hz. Fatıma (r. anha)'nm kapısını bir kere tıklatarak:

«Yâ Fatıma! Hasan'ımı ağlatma!» diyordu."

Ebu Hureyre (r.a.) anlatıyor:

"Resûlullah (s.a.v.) ile yatsı namazı kılıyorduk. Resûîullah (s.a.v.) secdeye vardığı zaman, Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin (r.a.) üstüne sıçradılar. Hz. Peygamber başına secdeden kaldırdı, onları incitmeden tutarak sır­tından indirdi, ikinci secdeye gittiği zaman onlar, tek­rar Resûlullah (s.a.v.)'in sırtına bindiler. Resûlullah (s.a.v.) namazını bitirince onları dizine oturttu. Ben kal­kıp Hz. Peygamber'e gelerek:

«Ya Resulallah! Onları götüreyim mi?» dedim. O sırada bir şimşek çaktı. Resûlullah (s.a.v.) onlara:

«Hadi annenize gidin.» dedi.

Çocuklar eve varıncaya kadar bu şimşeğin aydın­lığı devam etti."

Bir başka rivayette Ebu Hureyre (r.a.) şöyle bu­yuruyor:

"Karanlık bir gecede Hz. Hasan (r.a.), Resûlullah (s.a.v.)'in yanında idi. Hz. Peygamber onu çok severdi.

Hz. Hasan (r.a.):

«Anneme gideyim mi?» dedi. Ben de: «Onunla gideyim mi ya Resûlullah?» dedim. «Hayır, benim to­runum kendi başına gider» dedi.

Aniden bir şimşek çaktı. Hz. Hasan (r.a.) annesi­nin yanına varıncaya kadar şimşeğin aydınlığı devam etti."

Ebu Hureyre'den rivayet olunur ki:

"Hz. Hasan (r.a.), çok hassas ve ince fikirliydi. Bir gün Hz. Hasan (r.a.)'dan yardım istemek için bir adam geldi ve elinde bir mektup vardı. Adam ayakta dikile­rek mektubu okumak istedi. Hz. Hasan (r.a.) adama mektubu açmamasını söyledi ve paranın yerini göste­rerek: «Ne kadar lazımsa al ve git» dedi. Adam mek­tupta yazılı olan miktardaki parayı aldı ve oradan ay­rıldı. Hz. Hasan (r.a.)'m yanında bulunan Ashab (Hz. Hasan'a) da dediler ki:

«Ey Mü'minlerin Emiri! Mektubu açıp okusaydı belki bu kadar istemeyecekti».

Hz. Hasan (r.a.):

«O mektubu açıp, ayakta okurken onun o mah­cubiyeti yaşamasını istemedim» buyurdu."

Hatemü'l-Enbiya şöyle buyuruyor:

"Hz. Hasan bana benzer. Hz. Hüseyin de babası­na benzer."

İşte bu ifadelerden anlıyoruz ki, Hz. Hasan (r.a.) ince fikirliliği ile mübarek dedesine benzemektedir.

Hz. Ali (r.a.)'nın vefatından sonra Hilafeti Hz. Hasan (r.a.) uzun sürmedi. Çünkü Hz, Hasan (r.a.), kan dökülmesini istemiyordu. Hz. Hasan (r.a.) hassas ve in­ce fikirli olması hasebiyle, kısa bir zaman sonra hilafeti bırakarak:

"Muvaiye adına çekiliyorum" dedi. Bunu duyan Medine halkı, Hz. Hasan (r.a.)'m yanma gelerek muha­lefeti bırakmamasını istediler. Ama Hz. Hasan (r.a.) çe­kilmeye çoktan karar vermişti. Halk onu ikna etmek is­tediyse de, Hz. Hasan (r.a.):

"Ben muhalefeti hiç sevmedim. Daha fazla kan dökülmesini istemiyorum. Muaviye'nin adına hilafet­ten çekiliyorum" dedi.

Hz. Hasan (r.a.), hilafet için Müslümanların öldü­rülmesini çirkin gördüğünden, Muaviye adına hilafet­ten çekildi.

Hakim, İbn-i Abdil Berr, Hatib Bağdadî de riva­yet etmişlerdir ki:

"Biz, Hz. Hasan (r.a.)'m öncüleri idik. On iki bin kişiydik.

Şamlılarla savaşmak için kılıçlarımızdan kan damlıyordu. Kumandanımız Ebu Amrata idi. Hz. Ha­san ile Muaviye (r.a.)'m barış yaptığına dair bize haber geldiğinde, öfke ve hiddetten sanki belimiz kırıldı. Hz. Hasan (r.a.) Kûfe'ye geldiğinde bizden bir kişi onu kar­şıladı. Onun adı Ebu Amir Süfyan b. El-Leyl idi. Hz. Hasan (r.a.)'a:

'Esselâmu aleyke, ey mü'minleri zelil eden adam!' dedi.

Hz. Hasan (r.a.)

'Ey Ebu Amir! Bu kelimeyi söyleme! Ben Müslü­manları zelil etmedim. Fakat hilafet için onları öldür­mek benim hoşuma gitmiyor' dedi.

Ebu Hureyre'den rivayetle:

"Hz. Hasan (r.a.), hilafetten çekildiğini belirtince Muaviye (r.a.) de:

O zaman kalk, halka bir konuşma yap, durumu bildir' dedi. Hz. Hasan (r.a.) da minbere kalkarak Allah (c.c.)'a hamdü senadan sonra kulaklarımla duyduğum şu konuşmayı yaptı:

«En akıllı kimse takva sahibi olandır. En ahmak kimse ise fitne ve fesat çıkarandır. Hilafet benim hak­kım ise de Ümmeti Muhammed'in iyiliği ve kanlarının dökülmemesi için onu Muaviye'ye bırakıyorum. Eğer benden daha layık birinin hakkı ise, ben zaten onu bı­rakmış durumdayım. Bilmiyorum bu hilafet belki sizin için bir fitne ve fesat olur. Belki de bir müddet ondan menfaat temin edersiniz.»

Başka bir rivayette şu ilave vardır:

"... Söyleyeceklerim bu kadar, kendim ve sizler için Allah'tan af dilerim."

Yine başka bir rivayette şu ilave de bulunur:

"Ey inananlar! Allah (c.c), atalarımız vasıtası ile sizlere hidayet verdi. Bizim vasıtamızla da kanlarımı­zın dökülmesini önledi. Bu bir müddet böyle devam edecek. Fakat dünya devamlı el değiştiriyor. Cenab-ı Allah (c.c,)/ peygamberine şöyle buyurmuştur:

"Bilmiyorum belki o sizin için bir fitne ve fesat vesilesi olur, belki de bir müddet ondan faydalanırsı­nız."



Muaviye b. Ebu Süfyan'ın Konuşmaları:


Muhammed b. Ka'b el Kurazî'den: "Muaviye b. Ebu Süfyan, Medine'de konuşurken şunları söyledi:

«Ey insanlar! Allah'ın verdiğine kimse engel ola­maz. Engel olduğuna da kimse veremez. Hiçbir güç onun gücünün önüne geçemez. Allah kim için hayır di-lemişse onu dinde fakih (üstün) yapar.

Bu kütük (minber) üzerinde, bu sözleri Resulullah'tan bizzat işittim.»"

Muhammed b. Abdurrahman'dan rivayet olunur ki:

"Muaviye'nin bir konuşmasını dinledim. Şöyle ki.

«Resûlullah'm (s.a.v.) şöyle buyurduğunu işittim: Allah bir kimse için hayır dilerse onu dinde fakih ya­par. Ben sadece malları taksim ediyorum. Veren Al­lah'tır. Kıyamete kadar bu ümmete Allah'ın emirlerine uydukları müddetçe muhalifleri zarar veremezler.»"

Umeyr b. Hani'den naklolunur ki:

"Muaviye b. Süfyan Müslümanlara hitaben şun­ları söyledi:

«Resûlullah (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu duy­dum:

— Ümmetimden bir grup Allah'ın emri üzere ha­reket eder. Muhalif olanlar onları ne zelil edebilir, ne de zarar verebilirler. Onlar bu hal üzere iken kıyamet kopar.»"

Başka bir rivayette de:

'...İnsanlar onların emirlerini altında iken...'denil­mektedir.

Hz. Hasan (r.a.)'dan çekinirlerdi. Onun için defa­larca zehirlemişlerdi. Hz. Hasan (r.a.) zehirlendiği va­kit dedesinin yanma, Ravza-i Mutahhara'ya koşarak halini yalnız dedesi Fahri Kainat Efendisi'ne arz eder­di. Bir gün Şam'da yemek davetinde iken, ev sahibi Hz. Hasan (r.a.)'m yiyeceğine zehir koymuştu. Hz. Hasan (r.a.) lokmayı, yutar yutmaz durumu fark etmiş ama ona rağmen ev sahibine 'sen neden, niçin beni zehirle­din?' dememişti. Öyle güzel bir ahlaka sahipti ki, o peygamber torunlarının ne bir emsali, ne de bir benzer­leri vardı. Hz. Hasan'ı ve Hz. Hüseyin'i (r. anhuma) se­venlerin cümlesinin, şefaatlerine nail olmak nasip ol­sun inşaallah.

Hz. Hüseyin (r.a.)'m hanımı eski kölelerden Cu-de adında bir kadındı. Cude'ye, Hz. Hasan (r.a.)'ı ze­hirleyip öldürmesi için çok paralar teklif edilmişti. Hz. Hasan (r.a.) her gece teheccüd namazına kalkardı ve baş ucunda da her daim bir bardak su bulunurdu. Eski kölelerden Hz. Hasan'm (r.a.) karısı Cude, o suyun içe­risine elmas tozu koydu. Hz. Hasan (r.a.) da gece na­maza kalkar kalkmaz her zaman ki gibi bardaktaki su­yu içti ve içer içmez ciğerleri parçalandı. Bardak elin­den düştü ve Hz. Hasan (r.a.) olduğu yere yığılıverdi.

"Bana Hüseyin'i çağırın" dedi. Hz. Hüseyin (r.a.)'ı çağırdılar ve Hz. Hüseyin (r.a.) geldi.

"Ey kardeşim! Sana ne oldu böyle?" dedi. Hz. Hasan (r.a.):

"Sorma kardeşim, sorma?" dedi.

Bir rivayete göre karısı Cude'ye paradan başka farklı teklifler yapılmıştı. Bu teklifler Cude'yi cezbet-misti. Saraylarda yaşamayı hayal ederek Hz. Hasan (r.a.), zehirleyip katline sebep oldu.

Hz. Hüseyin (r.a.), yerde kıvranan kardeşi Hz. Hasan (r.a.)'a sarılarak:

"Kim yaptı bunu sana Hasan? Söyle" diyordu. Hz. Hasan (r.a.), kendisini kimin zehirlediğini bildiği halde söylemiyordu. Hz. Hüseyin (r.a.) kardeşini ki­min öldürmek istediğini öğrenmek istiyor ama Hz. Ha­san (r.a.):

"Hüseyin Ya Sabır, Ya Sabır" diyordu.

Hz. Hasan'm başı, Hz. Hüseyin'in (r. anhuma) kolunun üzerindeydi. Başını kardeşinin göğsüne yaslamıştı ve Hz. Hüseyin (r.a.) gözlerinin içine baktı, dedi ki:

"Ey kardeşim bu gece rüyamda gördüm ki, Sure-i Ihlas alnıma yazılıyor. Sonra babam Hz. Ali'yi gördüm:

«Hadi gel Hasan, biz seni bekliyoruz» diyordu."

Bu rüyayı kardeşine anlattıktan sonra başı sağ ta­rafa düşüverdi.

Hz. Hasan (r.a.) vefat ettiğinde elli yedi yaşında idi. Ramazanın dokuzuncu günüydü.



Kerbela ve Hz. Hüseyin'in Şehadeti


Yezid vali olunca, Medine valisi Velid b. Utbe'ye gönderdiği mektupta, her ne pahasına olursa olsun o zamana kadar kendisine biat etmemiş olanların biat et­tirilmesini emretti. Bu emir üzerine Halid b. Utbe, Hi­cazda bulunan ve Emevilerin reisi durumunda olan Mervan b. Hakem ile istişare ettikten sonra, Önce Hüse­yin b. Ali (r.a.) ile Abdullah b. Zübeyir'i çağırtıp Mu-aviye'nin ölüm haberi yayılmadan, onları biate icabet ettirmek istedi. Fakat Hz. Hüseyin, kendisi gibi bir za­tın gizlice biat etmesinin doğru olmayacağını ve kara­rını ertesi gün halkın önünde bildireceğini beyan etti. Yanlarında bulunan Mervan b. Hakem, Hz. Hüseyin'in bu sözleri üzerine onun tevfikini istedi ise de Velid b. Utbe buna razı olmadı. Hz. Hüseyin, bu konuşmalar­dan sonra geceden istifade ederek bütün aile efradını yanına alıp Mekke'ye hareket etti. Yalnız kardeşi Mu-harrimed b. Hanifi onunla gitmedi ve ağabeyi Hz. Hüseyin'e temkinli olmasını istedi. Bu arada Küfe halkı, Hz. Hüseyin'in Yezid'e biat etmediğini ve Mekke'ye gittiğini haber alınca, onu kendi şehirlerine davet için mektuplar göndermeye başladılar. Bu arada Ebu Ab­dullah Elcedeli'nin riyasetinde bir elçi grubu da gön­derdiler. Ayrıca Kûfe'nin ileri gelenlerinden Sabah b. Rib'i, Süleyman b. Suray ve bunlar gibi birkaç sözü te­sir eden zat da Hz. Hüseyin'e davet mektubu ve pusu-lular yazıp gönderdiler. Hz. Hüseyin, Kürelilerin bu is­tekleri karşısında durumu yerinde tetkik etmek üzere amcasının olu Müslim b. Akü'i elçiler ile birlikte Kû­fe'ye gönderdi. Müslim b. Akil, şahsi cesaret ve şecaati­ne rağmen yolda karşılaştığı ahvalden tete'üm etti. Ve kendisine verilen görevden vazgeçmek istedi. Fakat Hz. Hüseyin'in ısrarı üzerine vazifesine devam etti. Kûfe'ye geldiği vakit, taraftarlarından İbn Esvace adın­da bir zatın evine misafir oldu. Burada, Hz. Hüseyin adına Küfe halkından biat almaya başladı. Tahminen 12 veya 18 bin kadar Kûfe'li ona biat etti. Müslim b. Akil de bu durumu Hz. Hüseyin'e bildirdi. Bu arada Kûfe'deki Yezid'in adamları da durumu Yezid'e bildir­diler. Yezid, Hz. Hüseyin'e karşı tedbir alma yoluna gi-ti. Kendisine şahsen kızgın olmasına rağmen, Basra Va­lisi Ubeydullah b. Ziyad'ı, cebbarlığmdan dolayı Kû­fe'ye vali olarak tayin etti ve Müslim b. Akil'i ele geçi­rerek öldürmesini emretti.

Ubeydullah b. Ziyad, derhal Kûfe'ye geldi. Onun gelişini haber alan Müslim b. Akil, yerini değiştirerek daha nüfuzlu bir zat olan Hani b. Urve el-Murradi'nin evine gitti. Faaliyetine, kendisini istemeyerek kabul eden Hani'nin evinde devam etti. Fakat çok geçmeden Ubeydullah b. Ziyad, onun yerini buldu. Hani, bunu kabul etmeyince Müslim, Küfe halkını isyana teşvik et­ti ve Ubeydullah b. Ziyad'ın konağını muhasara altına aldı. Fakat, Ubeydullah, yanında bulunan Küfe eşrafı, dışarıdaki Kürelilere nasihat ve tehditler yaparak halkı dağıtmaya muvaffak oldular. Öyle ki akşam namazın­dan sonra Müslim b. Akil'in yanmda ancak on kişi ka­dar Kûfe'li kaldı. Geceleyin ise, bunlarda Müslim'i yal­nız bıraktılar. Bunun üzerine Müslim b. Akil, bir kadı­nın evine iltica etti. Ertesi gün bu yer, Esas b. Kays ta­rafından Ubeydullah'a ihbar edilince, Müslim b. Akil, evde yakalandı ve derhal başı kesilerek Ubeydullah'ın kasrından aşağı atıldı. Müslim b. Akil'in içinde bulun­duğu zor şartları, Muhammed b. Eş'as adında bir zat, Müslim'e verdiği söz üzerine Mekke'deki Hz. Hüse­yin'e bildirdi. (8 veya 9 Zilhicce H. 60 - 9 veya Eylül M. 680).

Hz. Hüseyin, başlangıçta Müslim b. Akil'den al­dığı haberlere güvenerek ve Yezid'in kendisini öldür­mek istediğini kati olarak anladığında Kûfe'ye hareket etme kararı verdi. Bu fikrini açıkladığı şahıslardan Ab­dullah b. Abbas, Kûfe'lilere itimad edemeyeceğini ileri sürerek, babası ile kardeşinin başına gelenleri hatırlatıp onu bu teşebbüsünden vazgeçirmeye çalıştı ve hiç ol­mazsa Müslim b. Akil'in orada idareyi bilfiil ele alma­sını ve ondan sonra hareket etmesini veyahut da daha ihtiyatlı olarak, kuvvetli kaleleri bulunan ve halkı ken­disine taraftar olan Yemen'e gitmesini tavsiye elti. Fa­kat Hz. Hüseyin, Abdullah ibn-i Abbas'm bu güzel tek­liflerinin hiçbirini kabul etmedi. Öbür taraftan, Yezid'in halifeliğini tanımamış olan Abdullah ibn-i Zü-beyr de, Hicaz'daki hareketlerinde müstakil kalmak için Hz. Hüseyin'e derhal Kûfe'ye hareket etmesini va­siyet etti.

"Benim bu kadar taraftarım olsa idi, hiç dur­mam" dedi. Sonra Hz. Hüseyin'in hiçbir şeyden şüphe etmemesini temin etmek için de, istediği taktirde ken­disi için Hicaz'da bir hareket hazırlayabileceğini ve kendisine biat edeceğini söyledi. Hz. Hüseyin, onun ni­yetini bilmesine ve maksadını anlamasına rağmen, ka­rarından vazgeçmedi. Bunun üzerine Abdullah b. Ab-bas, Hz. Hüseyin'e yalnız başına hareket etmesini tav­siye etti. Fakat Hz. Hüseyin, bunu da dinlemedi. Hac farziyesini tamamladıktan sonra, kadın ve çocukları dahil olmak üzere hepsini topladı ve 'Kûfe'ye yolculuk var' haberini verdi. Neticeler herkesi endişeye ve üzün­tüye düşürmüştü. Bilhassa aile efradı ile birlikte gitme­si üzerine Abdullah b. Ca'fer b. Ebu Talib, ailenin sönmeşinden korktuğundan, Amr b. Sa'd'a gidip ondan aman aldı ve Hz. Hüseyin'in itimat etmesi için valinin kardeşi Yahya b. Sa'd'ı da, Hz. Hüseyin'in yanma gö­türdü. Fakat Hz. Hüseyin, rüyasında Fahr-ı kainatın Efendisi Hz Muhammed (s.a.v.)'i gördüğünü söyleye­rek, hiçbir şeyin bu kararından vazgeçiremeyeceğini bildirdi. Bu sıralarda da Müslim b. Akil, Kûfe'de katle­dilmiş bulunuyordu.

"Dün gece rüyamda dedemi gördüm, bana gel­miyor musun Hüseyin?" diyordu.

Medine'ye bir sessizlik hakim olmuştu. Herkes üzgün, kimse birbirleriyle bile konuşmuyordu. Şafak sökmüş, Hz. Hüseyin (r.a.) ailesini ve sülalesini, Hz. Hasan'm (r.a.) ailesini ve çocuklarını da yanma alarak beraber yola koyulmuştu. Bu kafile yetmiş kişiden olu­şuyordu ve çoğu da kadın ve çocuklardan oluşuyordu. Hz. Hüseyin yolda meşhur şair Farazdak ile karşılaştı ve kendisine durumu sordu. Farazdak; "Halkın kalbi seninle, fakat kılıçları Beni Ümeye iledir" dedi. Hz. Hü­seyin daha sonra, Beni Esed'den iki bedeviye rastladı­lar ve Kûfe'deki vaziyeti onlara da sordu. Onlar, Ubey-dullah b. Ziyad'm Kûfe'ye tamamen hakim olduğunu ve Müslim b. Akil'in öldürüldüğünü anlattılar. Bu ha­berin üzerine Hz. Hüseyin yanında bulunanlara ister­lerse kafileden ayrılıp kendisini terk edebileceklerini, bu hususta tamamen serbest olduklarını ve bundan dolayı da kendilerine hiç kırılmayacağını beyan etti. Bu konuşma üzerine bazı kişiler Hz. Hüseyin'in kafilesin­den ayrıldılar. Fakat yanında bulunan Müslim'in kar­deşleri intikam yemini edip "gerekirse, ölürüz fakat ge­riye dönmeyiz" dediler. Hz. Hüseyin'in yanında pek az kişi kalmıştı. Hz. Hüseyin bunlarla birlikte yoluna devam etti. Kafile bir müddet yola devam ettikten son­ra, Ubeydullah b. Ziyad'm çıkarmış olduğu dört bin ki­şiden oluşan bir ordu onları bekliyordu ve hepsinin in­safı kılıçlarının uçundaydı. Hz. Hüseyin (r.a.), bu şekil karşılanacağını tahmin etmemişti. Onların niyetlerinin kötü olduğunu gördü ve onlara "Biz savaşmaya, kan dökmeye gelmedik" dedi. Ve Yediz ile görüşmek iste­diğini söyledi. Onlar; "Sen Yezid ile görüşemezsin. Ya biat ya ölüm" dediler.

Hz. Hüseyin (r.a.); "ben, Yezid'e asla biat etmem çünkü Yezid o makamın adamı değildir" dedi. Hz. Hü­seyin (r.a.), Küfe halkının ona gönderdiği mektup ve pusulaları göstererek: "Ben kendi başıma çıkıp gelme­dim. Beni Küfe halkı bu mektup ve pusulalarla çağırdı­lar. Ben de Küfe halkının isteği üzerine geldim. Siz be­ni Yezid'le görüştürün. Ben bunun için buradayım ona da elimdeki belgelerle kanıtlamak istiyorum" dedi.

Onlar:

"Biat etmediğin takdirde görüşemeszsin” diyorladı.

Hz, Hüseyin (r.a.), onca ısrara rağmen Yezid'le görüştürülmeyince anladı ki buların niyetleri hayır de­ğil ve dedi ki: "O zaman bırakın Medine'ye geri döne­lim." Ama onlar geri dönmelerine de izin vermiyorlar­dı. Hz. Hüseyin, belli bir gayesi olmadan kuzeye doğ­ru yürümeye devam etti. Hürr b. Yezid ise onun istika­metini Ubeydullah b. Ziyad'a bildirdi. Hz. Hüseyin, es­ki Ninova harabelerinin bulunduğu yani Kerbela'nm dahil olduğu mıntıkaya doğru sürülüyordu.

Bu sırada Hürr b. Yezid'e Ubeydullah b. Zi-yad'dan haber gelip, Hz. Hüseyin'in sarpa veya muş­tanken yerlere sığınmasına mani olunmasını ve Fırat Nehri ile irtibatının kesilmesine çalışılması isteniyordu. Bu mektubu getiren, emirlerin yerine getirilip getiril­mediğini takip edecekti.

Hz. Hüseyin (r.a.), karşısında yalnız Yezid b. Ebu Süfyan var sanmıştı. Fakat Kûfe'ye yaklaşınca Ubey­dullah b. Ziyad'm da inanması güç kötü niyetine tanık oldu. "Eyvah" diyordu Hz. Hüseyin, "nasıl olur da bu kadar zalim olabiliyordu ümmet. "Hz. Hüseyin, 'Ye­zid'le konuşursam ve elimdeki pusulaları görürse anla­yacaktır belki' düşüncesiyle ısrarla Yezid'le görüşmek istiyordu. Fakat Ubeydullah b. Ziyad'ın askerleri "ya biat edeceksin her ikisine ya da hepiniz öleceksiniz bu­rada" diyorlardı. Ubeydullah b. Ziyad bu sırada, isyan etmiş olan Deylemlileri tenkil etmek üzere dört bin kisilik bir ordu hazırlamış ve Ömer b. Saad b. Ebi Vak-kas'ı Rey Valisi tayin ederek, bu ordunun başına geçir­mişti. Hz. Hüseyin kendilerini kuşatanların gözlerin­deki nefreti görünce "bu işin sonu hayır değildir" dedi ve atma atladı, kafilesinin yönünü tekrar Medine'ye doğru çevirdi. Ama Yezid'in ordusu önlerini kesip, Hz. Hüseyin (r.a.)'m gitmelerine engel oldular. Hz. Hüse­yin'e yer gösteriyorlardı. "Şuraya, şuraya" deyip Hz. Hüseyin (r.a.) nereye yönelse o taraftaki geçitleri'kapa-tıyorlardı. Askerler hem çıkış gösteriyorlar, hem de ön­lerini kesiyorlardı. Onlar peygamber torunu ile oyna­yacak kadar densizleşmişlerdi.

Daha sonra Hz. Hüseyin (r.a.)'ı, atı ve ailesi ile birlikte Fırat kenarına sürdüler. Burada kırmızı toprak­tan başka hiçbir şey yoktu. Hz. Hüseyin (r.a.) etrafına baktı ve ürktü, birden döndü ve onlara sordu:

"Burası neresi?

"Burası Kerbela'dır" dediler.

"Ne mâna taşır Kerbela?" diye sordu askerlere.

"Kerbela sığıntı yeridir, çile yeridir, eziyet yeri­dir" dediler.

Hz. Hüseyin ve beraberindekileri daha kurak bir yere sürdüler. Burası su kuyularından uzaktı. Burada kurak topraktan başka hiçbir şey yoktu. Askerler Hz. Hüseyin (r.a.)'a alaylı bir şekilde; "Sizlere su yok! Biat edene kadar size hiçbir şey yok" dediler.

Bu, adı Müslüman olan askerler hiç insafa gelini­yorlardı.

Hz. Hüseyin'i (r.a.) çaresizliklere sürükledikçe sürüklüyorlardı. Lakin hiçbir eziyet onu Rabbinden ve dedesi Resulullah'tan koparmaya da hiç kimsenin gü­cü yetmiyordu. Çünkü Hz. Hüseyin'deki (r.a.) iman Kûfe'yi kaplayacak kadar büyüktü. O sevgililer sevgi­lisinin torunuydu.

Hürr b. Yezid'den haber gelince, hemen Ömer b. Saad b. Ebi Vakkas'a ordusu ile Hz. Hüseyin'in üzeri­ne yürümesini ve ilk önce bu işi halletmesini emretti. Ömer b. Saad böyle tehlikeli bir işi yüklenmekten çe­kindi. Fakat Ubeydullah b. Ziyad, onu tehdit ederek, vazifesinden azledileceğim, evini yakacağını ve Irak'ta­ki arazilerini müsadere edeceğini söyledi. Bu tehdit üzerine Ömer b. Saad, düşünmek üzere mühlet istedi ve ertesi gün Ubeydullah'a verilecek vazifenin tarafın­dan kabul edildiğini bildirdi.

Ömer b. Saad b. Ebi Vakkas, mevcud ordusu ile hemen Hz. Hüseyin (r.a.)'m bulunduğu yere hareket etti. Ubeydullah'm göndermiş olduğu ordunun üzeri­ne doğru geldiğini haber alan Hz. Hüseyin, (r.a.) hâlâ kendisine mektuplar gönderen Kürelilerin gelip kendi­sine imdad edeceğini sanıyordu. Çünkü zaman zaman ümitsizliğe kapılsa da, o kendi kedine "Ben peygamber torunuyum, hiçbir müslüman bana ve aileme kıyamaz.

Çünkü peygamber; "Hüseyin'denim, Allah'ı seven Hüseyin'i de sever, beni seven torunlarımı ve ehli bey­timi de sever" buyurmuş ve ümmet de buna şahid ol­muştu diyordu kendi kendine.

Ömer b. Saad, durumu Ubeydullah b. Ziyad'a yazdı. O da Ömer b. Saad'a, Yezid'e biat etmesini Hz. Hüseyin'e teklif etmesini ve şayet biat etmesse su ile ir­tibatlarını kesmesini emretti. Bu emir üzerine Ömer b. Saad, Amr b. Hacca'l beş yüz süvari ile birlikte nehire gönderildi. Hz. Hüseyin'in su ile olan irtibatını kestir­di. Fakat anlaşıldığına göre Hz. Hüseyin, Ömer b. Sa­ad'a Yezid tarafından kabul edilmesini, bu olmadığı taktirde geldiği yere dönmesine müsaade edilmesini, o da kabul edilmezse Şam'a gidip bizzat Yezid'e teslim olmasının sağlanmasını veyahut da İslâm hudutları içinde herhangi bir yerde ikamet etmesinin temin edil­mesini teklif etmişti. Bu teklifler, Emevilerin arzu ede­bilecekleri en muvafık teklifler idi. Ömer b. Saad, Hz. Hüseyin'e bu tekliflerin kabul edileceğini ve kendisini de meş'un vazifeyi ifa etmekten kurtulacağını beyan ederek, sevinç ile durumu Ubeydullah b. Ziyad'a bil­dirdi.

Hz. Hüseyin, sıkı bir kontrol altında ve Fırat Neh­ri ile irtibatı kesilmiş olarak cevap beklerken, Ubeydul­lah b. Ziyad, onun teklifini önce kabul etti, fakat bir za­manlar Sıffin'de Hz. Ali'nin yanında düşmüş olan Şimr (veya Şamir) bin Zü'l Cavşan, Ubeydullah'a mühim bir fırsatı kaçırmış olacağını söyleyerek, onu bu fikrinden caydırdı. Üstelik, Ömer b. Saad ile Hz. Hüseyin'in bu­luşarak konuştuklarını da ilave etti. Bunun üzerine Ubeydullah b. Ziyad, Ömer b. Saad'a bir mektup yaza­rak, Hz. Hüseyin'in doğrudan doğruya kendisine tes­lim olması icap ettiğini, aksi taktirde onunla muharebe yapmasını ve bunu yapmadığı takdirde bu mektubu getiren Şimr'in orduya kumandan edeceğini bildirdi. Şimr b. Zü'1-Cavşan, Hicri 61. yılın 9 muharreminde (9 Ekim 680) Ubeydullah'm gönderdiği mektubu Ömer b. Saad'a verdi. Ömer b. Saad'da emirleri yerine getirece­ğini bildirdi. Bu sıralarda Hz. Hüseyin, bir defa yanın­dakilere buradan kurtuluşun olmadığını beyan edip duruyordu. Çünkü Ubeydullah'm son kararı kendisine bildirilince, gayet tabi olarak teklifi kabul etmedi. Erte­si güne kadar mühlet istedi. Ömer b. Saad, etrafındaki dedikodulardan çekinerek bu mühleti vermekte tered­düt etti. Yanındaki Şimr'e fikrini sordu. O da fikrini be­yan etmekten çekindi. Bunun üzerine Ömer b, Saad, or­dusu mensuplarına hitap ederek, fikirlerini almak iste­di. Amr b. Hacca'm; "Deylemiler böyle bir şey teklif et­se idi kabul etmeniz lâzım gelirdi" demesi üzerine, Hz. Hüseyin'in mühlet isteme teklifi kabul edildi. Mü'min-lerin emiri Hz. Hüseyin'in tek arzusu yanmdakilerin oradan kaçıp kurtulmalarını sağlamak için zamandı.

Çünkü kuşatanların niyetleri belliydi. Ya, Hz. Hüseyin ve yanındakiler, Yezid'e biat edecektiler veya ölecek­lerdi. Bunu gören Hz. Hüseyin her fırsatta yanındakile­re buradan kaçıp kendilerini kurtarmalarını söylüyor­du. Fakat onlar asla kendisini terk etmeyeceklerini söy­lediler. Hz. Hüseyin'in kız kardeşi Zeynep (r.a.) feryat ederek ağlamaya başladı. Öyle çok feryat etti ki sonun­da kendinden geçerek bayılmıştı. Bunu gören ağabeyi Hz. Hüseyin (r.a.), çok üzülmüş, gözyaşları mübarek sakalından süzülüyordu. Bütün gözler Hz. Hüseyin (r.â.)'m üzerindeydi kadınlar ağlıyordu, çocuklar ağlı­yordu. Onunla tek yürek olan yanındaki ehli beyt ağlı­yordu. Yaşlar süzülüyordu mübarek seyitlerin sakalla­rından, yaşlar karışmıştı yüzlerdeki nurlara billur bil­lur akıyordu, iman cevheriyle dolu olan gözlerine şa­hitti Allah, sema şahitti, yeryüzü şahitti peygamber eh­li beytine yapılan onca zulümlere. Hz. Hüseyin, Zey­nep (r.anha)'m kendisine gelmesini sağladıktan sonra boynuna sarılarak onu teselli etti. Ortalığı ürküten bir sessizlik hakim olmuştu. Sırada hangi sinsi plan vardı kimse bilmiyordu. Gece vaktiydi, Kûfe'ye karanlık çök­müştü. Çocuklar ağlıyor, kadınlar perişandı, ne yiye­cek, ne de içecek bir şey vardı. Hepsi oruçluydu, iftar etmeden yine aç olarak sahura niyet edeceklerdi. Ye-zid'in askerleri onlara iftar etmeleri için bile, bir yu­dum su vermemişlerdi. Hz. Hüseyin daha fazla dayanamadı. Ve ailesini yanma toplayarak onlara;

"Kaçın, köylere dağılırı ve onlara sığının, kimbilir mutlaka merhametli yürekler de vardır elbet, siz kaçın kendinizi kurtarın, ben kalayım bu zalimlerle" dedi.

Zeynep (r.a.), Hz. Hüseyin'in boynuna sarılarak hıçkıra, hıçkıra ağlamaya başladı yine, kadınlar ağlaşarak kendisini asla terk etmeyeceklerini söylediler. Hz. Hasan'm oğullan, Müslim b. Akil'in oğullan ve Hz. Hüseyin'in oğulları, Hz. Hüseyin'in baba bir kardeşle­ri Hüseyin'in (r.a.) etrafında kenetlendiler. Mü'minle-rin emiri, ehli beytinin kendisine büyük bir gönül bağı ile sadık olduğunu görünce, "Tamam o zaman, gün ola hayrola" diyerek bütün geceyi dua, namaz ve istiğfar ile geçirdiler.

Gecenin bir yarısıydı. Hz. Hüseyin (r.a.) uykuya daldığı bir anda, rüyasında çölde yürüyen bir kafile gördü. Hz. Hüseyin (r.a.) kafilenin ardından bakarken dedesi Fahr-ı Kainat Resulullah (s.a.v.)'in kendisine seslendiğini işitti;

"Hüseyin bu kafilenin yönünde kan var" diyor­du.

Hz. Hüseyin (r.a.) rüyanın etkisiyle öyle bir uyan­dı ki kızı Sukeyna koşarak babasının yanına gitti. "Ne oldu babacığım?" dedi.

Hz. Hüseyin (r.a):

"Daldığım bir anda rüyamda dedem Resulullah'ı gördüm. Bana 'Hüseyin bu giden kafileyi görüyor mu­sun?' dedi. Ben 'Görüyorum Ya Resulullah' dedim ve Resulullah dedi ki: 'Bu kafilenin önünde kan var' de­di."

Kızı Sukeyna babasına sarılarak ağlıyordu, kar­deşi Zeynep ağlıyordu. Genç kız o kadar çok ağladı ki Hz. Hüseyin (r.a.) Sukeyna'nm boynuna sarıldı, başını kendi göğsüne dayadı ve:

"Ağla Sukeyna, ağla bu ayrılık çok uzun sürecek­tir." dedi. Hz. Hüseyin (r.a.), kardeşi Zeynep (r.anhuma)'a:

"Sabredip, Allah'a sığınmaktan başka çare yok" dedi.

Şafak sökmüş ve bir gün daha başlamıştı. Susuz bir şekilde sahur yapmışlardı, herkes oruçluydu. Be­beklerin susuzluktan dudakları kurumuş, emzikli ka­dınların sütü kesilmişti ve susuzluktan kırılıyorlardı adeta. Hz. Hüseyin (r.a.) daha fazla dayanamayarak su istedi.

"Çocuklara acıyın, bir yudum su verin" diyordu. Onlar:

"Biat etmeden size su yok."

Hz. Hüseyin (r.a.) onlara çıkışarak komutanın karşısına çıktı.

Herkesin eli kılıcın üstündeydi.

"Allah'tan korkun" diyordu. "Fırat'ın ve Dicle'nin nehirlerinden akan sulardan, Yahudiler, Hıristi­yanlar bile su içiyorlar, siz ise peygamber torunlarına bir yudum su bile vermiyorsunuz. Allah'a yevmi kıya­mette bunun hesabını nasıl vereceksiniz. Resulullah (s.a.v.)'in karşısına çıktığınız zaman O'na ne diyeceksi­niz. Sormayacak mı size Resulullah, bırakın Medine'ye geri dönelim, Kûfe'ye girmemizi istemiyorsanız girme­yiz. O zaman bırakın geldiğimiz yoldan tekrar geri dö­nelim." diyordu. Onlar ise,

"Geri dönüş yok, ya biat ya ölüm" diyorlardı. Ye-zid'in taraftarlarından bir densiz, haddini bilmez bir kişi öne çıkarak:

"Ya Hüseyin" dedi. "Seni bu gün cehenneme yol­layacağız" dedi. Bu sözler üzerine kadınlar ağlaştılar ama Hz. Hüseyin (r.a.) tebessüm ederek o densizin ce­vabını şöyle verdi:

"Sen, beni cehenneme gönderemezsin, bu kudre­te sahip değilsin. Sen, olsa olsa beni Fahri Kainatın Efendisi Resulullah 'iri yanma gönderirsin, onu da han­gi peygamber sevdalısı istemez ki!" Hz. Hüseyin (r.a.) devamla:

"Bunların hesabını vereceksiniz, unutmayın! Çünkü bana ve aileme zulmediyorsunuz" diyordu. Hz. Hüseyin (r.a.) haykırarak onlara:

"Ben Resulullah'm torunu değil miyim? Ben Müslüman değil miyim?" diyordu.

Dört bin kişilik ordu, altı bin kişilik olmuştu. Yet­miş kişiye karşı altı bin kişi, üstelik yetmiş kişinin çoğu da kadın ve çocuktu.

Muhammed b. Hasan'dan rivayet edilir ki:

"Amr b. Şad, Hz. Hüseyin (r.a.)'m yanma gelince Hz. Hüseyin (r.a.), onların kendilerini öldüreceğine iyi­ce kanaat getirdi. Aziz ve Celil olan Allah'a hamd ü se­nadan sonra arkadaşlarına şöyle bir konuşma yaptı:

'Onları biliyorsunuz. Dünya değişti, bozuldu. İyiler ve iyilikler dönüp gitti. Sadece kabın dibindeki tortu kaldı. Sert meralar gibi hayatın sertlikleri, sıkıntı­ları kaldı. Görmüyor musunuz? Hakla amel edilmiyor. Batıla engel olunmuyor. Mü'minler Allah'a kavuşmayı istesinler. Ben ölümü mutluluk olarak görüyorum. Za­limlerle yaşamak benim için sıkıntıdır'."

Bu konuşma Utbe b. Ebi Ayzar'dan gelen riva­yetle şöyle nakledilmiştir:

Hurre, adamları ile Biza'da, Hz. Hüseyin Hu-sum'da beraberindekilere bir konuşma yaptı.

"Ey insanlar! Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuş­tur:

'Kim Allah'ın haram kıldığını helal kılan, Al­lah'ın emirlerini bozan, Resulullah (s.a.v.)'in sünnetine muhalefet eden, Allah'ın kullarına günah ve düşman­lıkla muamele eden, günahkâr bir idareci görür de söz ve hareketleri ile onu düzeltmeye çalışmazsa, Allah o kimseyi de aynı günahlara iştirak etmiş sayar.' Dikkat edin! Bunlar[78] şeytana tabii oldular, Rahman'a itaati terk ettiler. Fesat çıkardılar.

Serî hükümlerini tatbik etmediler. Hep savaşsız alman ganimetleri tercih ettiler. Allah (c.c.)'ın haram kıldığını helal, helal kıldığını da haram kıldılar. Bunla­rı düzeltmeye ben daha layığım. Mektubunuz bana geldi. Elçileriniz bana, sizlerin beni teslim etmeyeceği­nize ve yalnız bırakmayacağınıza dair biat ettiler. Eğer sözünüzde durursanız doğru bir hareket yapmış olur­sunuz. Ben Ali'nin oğlu Hüseyin'im, Resulullah (s.a.v.)'in kızı, Fatıma'nm oğluyum, sizinle beraberim, ailem de sizin ailenizle beraberdir. Sizin bana uymanız lazımdır, eğer böyle yapmazsanız, antlaşmanızı ihlal etmiş olursunuz. Biatmızda durmamış olursunuz. O da sizin için kötü olur. Zaten siz onu benden önce baba­ma, ağabeyime ve yeğenime yaptınız.[79] Bizi siz aldattınız. Nasibinizi kay­bettiniz. Kim ahdinde durmazsa kendi aleyhine olur. Allah bizi size muhtaç etmeyecektir.

Esselamu aleykum ve rahmetullahi ve berakatu-hu. "Hz. Hüseyin (r.a.) başını sallayarak:

"Ah Küfe, ah Irak halkı, ne kadar vefasız ve insafsızsmız. Hz. Osman gibi bir halifeyi Kelamullah üs­tünde katlettiniz, kanları hâlâ Kur'an'm üzerinde du­rur. Babam Hz. Ali'yi vurdunuz. Kardeşim Hz. Hasan'ı bitirdiniz. Şimdi ise gözlerinizi bana ve aileme dikmiş, beni bitirmek istiyorsunuz."

Bu sözler karşısında ümmet adeta çözülüyordu ve çok iri yan uzun boylu bir asker öne atılıverdi. He­men kılıcını çekti. Hz. Hüseyin (r.a)'m karşısına dikildi ama tir tir titriyordu. Hz. Hüseyin (r.a.):

— Sen asker misin?

— Hayır. Ben komutanım, dedi. Hz. Hüseyin (r.a.):

— Peki sen cesur musun? Komutan:

— Evet cesurum, dedi.

— Adın ne? diye sordu Hz. Hüseyin (r.a.)

— Adım Hürdür, dedi.

— Peki neden titriyorsun? Kılıcını kaldırıp cen-gaverler gibi d övüş s ene, dedi.

Hür ise:

— Hangi kılıç kalkar Peygamber torununa? dedi ve:

Şehadete seninle birlikte beni de alır mısın yanı­na? dedi. Hemen Hz. Hüseyin (r.a.)'m sağ tarafına geç­ti ve o arada otuz kişi birden Yezid'in grubundan Hz. Hüseyin (r.a.)'m yanma geçtiler. "Bizi de şehadetine kabul et, ey Mü'minlerin Emiri!" dediler.

Komutan baktı ki, herkes Hz. Hüseyin (r.a.)'m sözlerinden çözülmeye başladı. Eğer bir gün daha uza­tılmış olsa herkes Hz. Hüseyin (r.a.)'m yanında yer ala­caktı. Halk şaşkındı, ne yapacaklarını bilmiyorlardı ve içlerinden bazıları:

"Ne yapalım, Hüseyin'in emridir bu" dediler. Komutan biraz daha uzasa herkesin insafa geleceğini anladı. Baktı ki böyle olmayacak:

"Hepsini imha edin" diye emir verdi. Ve hepsi birden Hz. Hüseyin (r.a.)'m ailesi, sülalesi üzerine çul­landılar. İlk ok Hz. Hüseyin (r.a.)'m oğlu Aliyyül Ke-bir'e saplandı, babasının yanı başındaydı ve babasının kollarına yığılıverdi. Aliyyül Kebir yirmi sekiz yaşında bir delikanlıydı. Resulullah gibi çok namaz kılar ve çok oruç tutardı. İkinci ok Hür'ü şehit etti ve ardından otuz kişiyi şehit ettiler. Hz. Hüseyin (r.a.)'ın sülalesini tek tek katlediyorlardı ve hepsi de oruçluydular. Peygam­ber torunları zalimler tarafından katlolunuyorlardı.

O gün şehit olanlar, Hz. Hüseyin (r.a.)'m oğlu Hz. Aliyyül Kebir, Hür ve o tarafa geçen otuz kişi, ba­ba bir Hz. Hüseyin'in diğer kardeşleri ve oğullan, Hz. Ali'nin oğlu, Abdullah, Cafer, Osman, Abbas, Muham-med Ebu Bekr, Hz. Hasan'm üç oğlu Ebu Bekr, Abdul­lah, Kasım ve Akil'in üç oğlu (r.a.) idi. Bunların hepsi tek tek kılıçtan geçiriliyorlar ve Hz. Hüseyin (r.a.)'ın yanma düşüyorlardı.

Sen yoktun ya Resuluîlah, sen yoktun

Bu zalimler için bir fırsattı.

Ne insafları, ne de merhametleri vardı.

İndiriliyordu peş peşe kılıçlar

İnliyordu gökyüzü

Sallandıkça sallanıyordu Küfe

Katlediyorlardı peygamber torunlarını

Kıpkırmızı renge boyanmıştı Kûfe'nİn toprakları

Şahitti o zulme Allah,

Şahitti arz, şahitti sema

Vallahi bu dehşet ile sallanıyordu Kerbela

Kurak çöller çamur olmuştu, akan kanlarla.

Peygamber torunları oruçlu oruçlu şehid edildi­ler. Sanki gülüyordu yüzleri, duaya açılmış gibi açıl­mıştı semaya o kan süzülen elleri. Erkeklerden ayakta bir Hz. Hüseyin (r.a.) kalmıştı. Çünkü kimse Hz. Hüse­yin (r.a.)'ın üzerine gelemiyordu. O kimin üstüne gitse onlar irkiliyor, geriye çekiliyordu. Hz. Hüseyin (r.a.) haykırıyordu:

"Yok mu karşıma çıkacak bir er. Yok mu benim­le dövüşecek bir cengaver, diyordu. Hz. Hüseyin (r.a.)'m aklına birden Ümmü Seleme (r.a)'m söyledikle­ri geldi.

Hz. Hüseyin (r.a.) o zamanlar küçüktü beş yaşmdaydı. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), zevcesi Ümmü Seleme (a.anha)'ın evindeydi. Ümmü Seleme (r.anhu-ma)'ya dedi ki:

Bulunduğum yere kimseyi alma. Hz. Cebrail ile görüşüyorum. Ümmü Seleme (r.a.) kapıda durmuş kimsenin içeri girmesine izin vermiyordu. Hz. Hüseyin (r.a.) birden bire içeriye daldı. Ümmü Seleme (r.a) ona mani olamamıştı.

Hz. Hüseyin (r.a.) dedesine doğru koştu, dedesi de yerinden kalkarak, Hz. Hüseyin (r.a.)'ı kucağına al­dı. Başım okşayıp öpüp kokluyordu. Hz. Cebrail (a.s.) da dede ile torunun muhabbetine bakıyordu ve dedi ki:

— Çok mu seviyorsun Ya Resûlullah? Resuluîlah (s.a.v.):

— Evet, çok seviyorum, bu benim torunumdur. Hz. Cebrail (a.s.):

— Çok yazık, dedi.

— Neden? dedi Resuluîlah. Hz. Cebrail:

— Çünkü senin ümmetinden olanlar, bunu şehid edecek diyordu. Resûlullah (s.a.v.) çok üzülmüş ve şa­şırmıştı.

— Benim ümmetimden nasıl torunumu şehid edecekler, nasıl olur böyle bir şey, dedi.

Hz. Cebrail:

— Evet, ya Resulallah. Senden sonra onu şehid edecekler. Buna Peygamberimiz çok üzülmüştü ve Hz. Hüseyin (r.a.)'ı yavaşça yere bırakıverdi. Cebrail:

— İster misin, ya Rasulallah sana onun şehid dü­şüp kanının akacağı topraktan bir avuç vereyim.

Resulullah (s.a.v.):

— Evet isterim, dedi.

Hz. Cebrail, Resulullah (s.a.v)'m avucuna toprağı koyuverdi. Resulullah (s.a.v.) toprağı sıktı, yanında du­ran Hz. Hüseyin (r.a.)'a baktı ve kolundan tutarak yü­rüdüler. Hz. Resulullah (s.a.v.), zevcesi Ümmü Seleme (r.anhuma) 'ya:

"Biliyor musun Ümmü Seleme" dedi. "Biraz ön­ce Cebrail bana 'Senin ümmetinden Hüseyin'i şehid edecekler.' dedi.

Bu avucumdaki toprak da Hüseyin'imin şehid edileceği yerin toprağıdır. Al bunu sakla bu toprak ka­na dönüştüğü an anla ki Hüseyin'imi şehid etmişler." Ümmü Seleme (r. anha) bunu Hz. Hüseyin (r.a.)'a an­latmıştı.

İşte Hz. Hüseyin (r.a.)'m aklına bunlar geldi ve dedi ki:

"Fahri Kainat'a anlatılan şehadet bugün gerçek­leşecek görünüyor." Hz. Hüseyin {Radıyallahu Anh) heybetle zalim güruhun üzerine gidiyordu.

"Hani yok mu benim karşıma çıkacak!" Sinan adında bir zalim, Hz. Hüseyin (r.a.)'a arkadan sinsice yanaşarak, bütün hışmıyİa elinde ki mızrağı Hüse­yin'in sırtına sapladı. Hz. Hüseyin (r.a.) sendeleye sen-deleye birkaç adımdan sonra yere yığıldı. O zalim ikin­ci kez yanaşarak, dizleri üzerine çökmüş olan Hz. Hü­seyin (r.a.)'m arkadan saçlarını tuttu ve kılıcı (kırılası-ca) elleriyle Hz. Hüseyin (r.a.)'ın boynuna hışımla in­dirdi. Hz. Hüseyin (r.a.)'m mübarek başını gövdesin­den ayırmıştı. Simsiyah kesilmişti, o zalimlerin şerli yüzleri birbirlerine bakarak:

"Biz ne yaptık?" diyorlardı.

Ümmü Seleme (r.a.) kendi evinde, Medine'de daldığı bir vakit rüya gördü. Rüyasında Peygamber Efendimiz (s.a.v.)'i gördü. Baktı ki Resulullah (s.a.v.)'in saçı sakalı kan içinde. Ümmü Seleme (r.a.) sordu: "Ne­dir bu hal Ya Resulullah?" dedi ki:

"Benim ümmetimden Hüseyin'i şehid ettiler." Ümmü Seleme bir uyandı ki: "Eyvah Hüseyin'ime ey­vah" deyip feryat ediyordu. Medineliler Ümmü Sele-me'nin hanesine toplandılar.

"Bu ne hal Ümmü Seleme?" dediler. Ümmü Se­lemle (r.a):

"Biraz önce Resulullah'ı gördüm, saçı sakalı kan içindeydi. Ne olduğunu sordum, dedi ki:

'Biraz önce Hüseyin'i şehid ettiler.'

Ümmü Seleme'nin aklına hemen o toprak geldi ve koyduğu yerden çıkardı. Mendile sanlı topraktan kan damlıyordu.

Hz. Hüseyin (r.a.)'m kesik başı, Yezid'in önünde duruyordu. Yezid, Hz. Hüseyin'in başına baktı, kaska­tı kesildi ve:

"Allah belanızı versin sizin, ben Hüseyin'in biati­ni istedim. Başını değil" dedi.

O arada densizin biri, Hz. Hüseyin (r.a.)'m du­daklarıyla oynuyordu. Elindeki sopayla Hz. Hüseyin (r.a.)'ın dudaklarına vurarak dalga geçiyordu.

Bu nasıl bir densizliktir Ya Rab! Zalimdeki cesa­ret ne kadar haddini aşmıştı böyle.

Ve yaşlı sahabelerden Berzel Esebih, Hz. Hüseyin (r. anha)'nın şehid edilişini duymuştu; ağlayarak Ye­zid'in sarayından içeri girdi. O densizin, elindeki değ­nekle Hz. Hüseyin (r.a.)'m dudaklarına dokunduğunu görünce:

"Ben kaç kere peygamberi o dudaklardan öper­ken gördüm. Sen nasıl o dudaklarla oynarsın" diyerek bütün gücüyle densizin başına kendi elindeki değnek­le vurdu; o kişi olduğu gibi yere yığıldı kaldı. Sahabe Ebu Berzel (r.a.) ağlıyor ve haykırıyordu. Yezid'in kar­şısına dikildi:

"Demek ki Peygamber torununun başım kopart­tınız ha! Allah'a nasıl hesap vereceksiniz? Ruzi malıserde Resulullah'a nasıl hesap vereceksiniz?" diyordu. Ve bastonunu Yezid'e kaldırarak:

"Sen ve seninle olanlar, elleri taş kesilesice! Sına­nın da yarın cehennemin dışında yeriniz olmayacaktır. Hesap vereceksiniz, hem de nasıl bir hesap" deyip ağ­layarak sarayı terk etti.

Bir Zeynep vardı, Hz. Hüseyin'in kız kardeşi öy­le cesurdu ki yüz erkeğe bedel. Birden fırlayarak Hz. Hüseyin (r.a.)'m kesik başının üstüne koştu. Kanlar içinde olan kardeşinin basma bakıyordu. Hz. Hüseyin (r.a.)'ın gözleri açıktı, hiç ölmemiş gibi bakıyordu. Bir feryat koptu Hz. Zeynep'in yüreğinde. Yankılanıyordu Yezid'in sarayı:

"Unutmayın!" diyordu Zeynep:

"Yarın hesap vereceksiniz. Allah sormayacak mı, dedem Fahri Kainat Resulullah sormayacak mı size, Resulullah: 'Neden budadmız çiçeklerimi?' dediği za­man ne cevap vereceksiniz O'na?" diyordu..

Hz. Hüseyin, vefat ederken elli yedi yaşında idi. Vefat ettikten sonra Medine halkı bir gerçeği daha öğ­rendiler. Herkes daha ziyade Hz. Hüseyin için ağladı.

Hz. Hüseyin'in zevcesinden naklolunmuştur:

"Gündüzleri Hz. Hüseyin, Medine fakirlerini tes­pit eder, geceleri üzerine siyah bir cübbe giyerek başını ve yüzünü sarıkla sarar, yalnız gözleri dışarıda kalırdı. Hz. Hüseyin (r.a.) tanınmamak için böyle giyinirdi.

Çuval çuval un, helkeler dolusu yağla gidip, gece tes­pit ettiği fakirhanenin kapısını çalardı. Unu ve yağı bı­rakıp gizlice oradan ayrılırdı. Bu işi yapan bir Hz. Hü­seyin, bir de Caferi Tayyar'di. Hz. Hüseyin vefat edin­ce kapılar çalınmaz, erzaklar bırakılmaz olmuştu."

Selam olsun Hz. Hüseyin'e, selam olsun onun eh-libeyt'ine, selam olsun o güzel seyyidler, peygamber torunlarına.

Hz. Hüseyin'in vücudunda, 33 kılıç darbesi ve 33 mizrak darbesi vardı. Hz. Hasan ile Hüseyin ehli beyt'in nazil çiçeğiydiler.

Bir gün Mansur, Ka'be'ye askerleriyle birlikte geldi. Fakat Ka'be'ye yanaşamıyor ve Hacerü'l-Esved'e ne kadar yanaşmak istese de yanaştırılmıyordu. Bir de baktı ki insanlarda bir galeyan, birbirlerine dolanıyor­lar, o mahşeri kalabalık koridorlar gibi açılıp yol veri­yorlardı. Buna hayret eden Mansur bir de baktı ki, mahşerî kalabalığın içinde nur gibi parlayan, öyle hey­betli, öyle güzel biri var ki, ondaki cevher ve heybet hiç kimsede görünmüyor. Adamlar ona sarılıyor ve kucak-laşıyor, sakallarını öpüyor, kadınlarsa el sallıyorlardı. Ka'be'ye yaklaştırılmayan ve Hacerü'l-Esved'e bile do-kunamayan Mansur, onun asaleti karşısında donup kalmıştı.

"Kinidir bu?" diye halka sordu. İnsanlar: "Sen onu tanımıyor musun?" dediler. Mansur: "Hayır" dedi.

"Onu yeryüzü tanır, onu gök yüzü tanır, onu Ha-cerü'l-Esved tanır, onu zemzem tanır, onu bütün Ka'be tanır, o Hüseyin'in oğlu Zeynel Abidin'dir" dediler.

Mansur, hayretler içinde, halkın o güzel inanıl­maz coşkusuna bakıyordu. Mansur'a ne kimse aldırı­yor ne de emirlerine itaat ediyorlardı. Bütün sevgi ve muhabbetler ve bütün nazarlar Zeynel Abidin hazret­lerinin üzerineydi. İşte muhabbet, işte sadakat, işte aşk.

Hz. Hüseyin'in ehli beyt'i ve sülalesi Zeynel Abi­din ile devam etmiştir.

Konunun içeriğinde peygamberlerin, halifelerin ve de sahabelerin hayatlarıyla ile ilgili olan bölümler önemli olması münasebetiyle bu konulara ziyadesiyle yer verme gereğini duydum. Her asrın bir karakteri ve inancı vardı. Geçmiş asırların yaşantılarında farklı afet­ler yaşanmıştır. Biz hiçbir asrın tarihinin kaybolmasını ya da karanlıkta kalmasını istemiyoruz. Bu afetlerden alman ibretler, her daim nesilden nesile nakledilmeli, ahir nesli de bilgilendirmelidir. Geçmiş tarih öncemizi anlatır, ahirimizi de belirler.

Hakikatleri batıldan ve küfürden ayırmak gerek. Cenab-ı Allah kulunu yaratıp, başı boş bırakıp daha sonra da onu hesaba çekip yargılamamıştır. Rabbi ku­lunun yaratılış gayesini, her asrın ümmetine, gönder­miş olduğu peygamberler vesilesi ile bildirmiştir. Ce­nab-ı Allah her ümmete bir peygamber göndermiş ve o peygamberler Allah tarafından getirdiği dinin esasları­nı tebliğ edip, insanlara nasihat etmiştir. Allah'ın dini­ne itaat edip peygamberlere iman edenlerin akıbetler, Peygamberleri yalanlayıp Allah'a muhalefet edenlerin de uğradıkları felaketler ahir asrın kitabında belgelen­miştir.

Doğrulan yanlışlardan ayırt etmeyen insanın, ak­lı ile idrak etme bağı kopuktur. Eski asır ve kavimlerde yoğun bir inkarcılık vardı. Bugünümüzün asrına baktı­ğımız zaman, eski kavimlere nazaran ahir zamanın as­rı daha iyi elhamdülillah.

Asırların üzerinden ne kadar asırlar geçse, geç­mişte yaşanan olaylar üzerine çizgiler çekilse de zaman gelir, geçmiş olduğu gibi ortaya konulur ve tarih eksik­siz tecelli eder.

Kul neyi ne kadar gizleyebilir. İnkar etme cüre­tinde bulunsa bile haddini aşarak açık ve net bir şekil­de ortada olan hakikat beyanlarının delillerini nasıl ya­lanlayıp, gizleyebilir. İnsanların gücünün ölçüsü, idra­kinin ölçüsü de Allah'ın elindedir, kulun elinde değil. Onun içindir ki, Rabbi dilediği vakit kulun gizlediğini ve yalanladığını aşikar kılar. O'na hiçbir güç mani ola­maz. Allah'ın aşikar kıldığını da hiç kimse gizleyemez. Beşerin idaresini üstlenen yine beşerdir. Fakat şu nok­ta unutulmasın ki, her şeyin ahengi, buna beşer de da­hil, Allah'ın idaresindedir.

Bizim buradaki gayemiz ve dileğimiz Allah'ın emirlerinin tüm hayatta nizam olmasıdır. Fakat bunun için Kur'an'ın esaslarının sağlıklı bir şekilde incelenme­si ve uygulanması lazım gelir. Gerçek neticeler elde et­mek ve hakikat beyanlarını da aşikar bir şekilde anlat­mak, yaşamak ve yaşatmak lazım. Sözde olanı değil öz­de olanı itiraf etmek gerekir. Şimdiye kadar karanlıkta bırakılan gerçekler açık beyanlarla neşredilmeli, ahir neslinin hem geçmiş tarihini, hem de bulunduğu asrın tarihini bilmesi gerekir.

Geçmiş asırların kavimleri de dinini bırakıp şirk ve küfrün peşinden gitmişlerdir.

Bir ayeti kerimede şöyle buyuruluyor:

"De ki: 'Kur'an'a ister iman edin, ister etmeyin! Evvelce kendilerine ilim verilenler. Kur'an okunduğu zaman yüzüstü kapanarak secde ederler.' "[80]

"Ve Rabbimiz münezzehtir. Rabbimizin sözü şüphesiz yerine gelecektir" derler."[81]

"Ağlayarak yüz üstü yere kapanırlar bu onların gönüllerindeki rikkati artırır."[82]

"Deki: 'Gerek Allah deyin, gerek Rahman deyin, hangisini derseniz deyin en güzel isimler onundur."[83]

Bu ayeti celilede müşrikler, iman etmek ve etme­mek arasında kendi iradelerine bırakılmıştır. Kur'an'ın ilminden haberdar olup tatbik etmekten yoksun olan zatların da akıbetlerini belirtmektedir.

Her kavimde dinine bağlı, peygamberlerine sa­dık ümmetler vardı. Allah'a hesap vereceğine inanma­yanlar, her ümmette olduğu gibi Rabbinin varlığını in­kar edenler de mevcuttu. Cenab-ı Allah kulun gafletin­den uyanması için birçok ibretler ihsan etmiştir. Dava­sına sahip çıkıp Rabbine tam teslimiyet ile tevekkülde bulunanlar Rabbi tarafından da muhafaza olunmuştur. İnkarcı sapıkların güruhundan kaçıp yerin ve göğün Rabbine sığınıp, Rabbinin katında rahmet ve muhafaza kılınmasını dileyen kullarından Rab, rahmetim esirge­memiş ve onu kendi katında muhafaza eylemiştir. Bu­nun en güzel örneği Ashab-ı Kehf'tir.

10. Ayet:

"Hani o yiğitler mağaraya sığınmışlardı da 'Rab-bimiz bize katından Rahmet ver, işlerimizde başarılı kıl' demişlerdi."

11. Ayet:

"Bunun üzerine yıllarca mağarada onların kulak­larına perde vurduk."

12. Ayet:

"Sonra iki taraftan hangisinin, bekledikleri sonu­cu daha iyi hesaplamış olduğunu belirtmek için onları uyandırdık."

13. Ayet:

Kerbela ve tiz. Hüseyin'in Şehadeti

"Sana onların kıssalarını gerçek olarak anlatalım: Onlar Rabblerine inanmış genç yiğitlerdi. Biz de onla­rın hidayetini artırmıştık."

14. Ayet:

"Kalkıp da 'bizim Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbidir. Biz ondan başkasına ilah demeyiz. Yoksa and olsun ki; batıl söz söylemiş oluruz' dedikleri zaman kalplerini pekiştirmiştir."

15. Ayet:

"Şu bizim milletimiz, Allah'ı bırakıp ondan baş­ka ilahlar edindiler. Onların gerçek olduğuna apaçık delil getirmeleri gerekmez mi? Allah'a karşı yalan uy­duranlardan daha zalim kimdir?"

16. Ayet:

"Madem ki siz onlardan ve Allah'tan başka tap­makta olduklarınızdan ayrıldınız, o halde mağaraya çekilin ki Rabbiniz size rahmetinden genişlik versin. İşinizde kolaylık göstersin' denildi onlara."

17. Ayet:

"Güneşin doğduğu zaman mağaralarının sağ ta­rafına yöneldiğini, battığı zaman da sol tarafa gittiğini görürsünüz. Kendileri de mağaranın iç tarafında idiler. Bu Allah'ın ayetlerindendir. Allah kime hidayet ederse o doğru yola ermiştir. Kimi de şaşırtacak olursa artık onu doğru yola erdirecek bir kılavuz bulamazsın."

18. Ayet:

"Onlar uykuda iken sen onları uyanık sanırdın. Biz onları sağ ve sola döndürdük. Köpekleri de dirsek­lerini eşiğe uzatmıştı. Onları görsen, için korkuyla do­lar, geri dönüp kaçardın."

19. Ayet:

"Bunun gibi, aralarında sorsun diye onları uyan­dırdık da içlerinden biri; 'ne kadar kaldığınızı Rabbiniz daha iyi bilir. Şimdi siz birbirinizi paranızla şehre gön­derin de en iyi yiyeceklere baksın ve size getirsin. On­lar da nazik davransın da sakın sizi kimseye duyurma­sın' dediler."

20. Ayet:

"Çünkü sizden haberleri olacak olursa sizi ya taş­la öldürürler veya dinlerine döndürürler. Bu takdirde ise asla kurtulamazsınız."

21. Ayet:

"Böylece insanların onları bulmalarını sağladık ki, Allah'ın sözünün gerçek olduğunu ve kıyametin kopmasından şüphe edilmeyeceğini bilsinler. Nitekim bunlar hakkında çekişip duruyor. Onlar: 'Mağaraları­nın önüne bir bina kurun' diyorlardı. Halbuki Rabları onları çok iyi bilir. Onların reylerine galip gelenler ise: 'Onların mağaralarının önünde mutlaka bir mescit ya­pacağız' dediler."

22. Ayet:

Kerbela ve Hz. Hüseyin'in Şehadeti

"Karanlığa taş atar gibi: 'Mağara ehli üçtür, dör­düncüsü köpekleridir' dediler. Veya: 'Beştir, altıncısı kö­pekleridir' dediler. Yahut: 'Yedidir, sekizincileri köpek­leridir' dediler. 'Onların sayısını en iyi bilen Rabbimdir' de. Onları pek az kimseden başkası bilmez. Bu yüzden onlar hakkında bu kıssa anlatılanların dışında kimseyle tartışma ve onlar hakkında kimseden bir şey sorma!"

23. Ayet:

"Birşey hakkında: 'Ben bunu yarın yapacağım.' deme."

24. Ayet:

"Meğer ki Allah dilemiş ola. Unuttuğun zaman da 'Rabbim doğruya daha yakın daha eriştirir.'"

25. Âyet:

"Onlar mağaralarında üç yüz sene eyleştiler. Bu­na dokuz daha kattılar."

26. Âyet:

"Onların ne kadar kaldıklarını en iyi Allah bilir" de. Göklerin ve yerin bilinmezlikleri O'na aittir. O, ne mükemmel görendir. O, ne mükemmel işitendir. Bun­ların O'ndan başka yardımcısı yoktur. O, hiç kimseyi hükmüne ortak yapmaz."

27. Âyet:

"Rabbinin kitabından sana vahyolunam oku. O'nun sözlerini değiştirebilecek yoktur. O'ndan başka bir sığınacak da bulunmaz."

Bu surenin en büyük bölümü kıssalardan oluşur. Önce Ashabı Kehf'in hikayesi anlatılır. Bir de Hz. Adem (a.s.) ile şeytanın hikayesi konu edilir, surenin ortalarına doğru Hz. Musa (a.s.)'riın salih bir kul ile olan hikayesi anlatılır. Hızır (a.s.) ile geçen yolculuk konu edilir. Surenin sonunda ise Zülkarneyn (a.s.)'ın hikayesine yer verilir. Surenin büyük bir kısmında bu kıssalara yer verilmiştir.

Allah'ın adaletine muhalefet eden densizler, her asırda bulunmuştur. Allah'ın varlığına, tek oluşuna ve adaletine karşı olan her fikir, kendi beynini kemirerek ve kendi nefsine zulüm ederek kendi eliyle, kendi iradesiy­le, kendini mahvetmiştir. Kötülüğün zararı her ne kadar başkasını hedeflese de, o kötülüğün oku hedefe saplanır; fakat seker döner yine kendini vurur. Birçok şey değişik­liğe uğrayabilir, bu mümkündür. Değişikliğe uğrama­yan tek şey iman esaslarıdır. Bu esaslar üzerinde oyna­mak kimsenin haddi değildir. İnsan, ameli ile imanını güçlendirirse, günahlardan kaçarsa cennete korkusuz in­tikal edebilir. Dünya imtihan mektebidir. Fakat herkes bunu böyle görmez. İyiler, kötüler, inananlar, inanma­yanlar bu mektepte yaşarlar. İyi kötüden, kötü iyiden tek tek ölüm sebebi ile ayrılır. İnanan itikadiyla, inanmayan da inadıyla kaybolur gider dünyadan, ama kıyamet gününde, birbirleriyle hesaplaşmak için toplanırlar. Çünkü ahiret hesap yeri, ahiret ceza yeri, ahiret rahatlık yeridir.

Kati ve net olan bir gerçek var ki, herkes Allah'ın kudreti ve iradesiyle yaşar. İnkarcılığın ve ihanetin Hz. Nuh ile Hz. Hud (Aleyhi's selâm) zevcelerine, Hak Te-ala tarafından verilen ecir ve cezalar insanlara ne ifade eder. Onlar peygamber nikahında bulundukları halde, ihanet ve inatlarında ısrar ederek iman etmediler. Al­lah bu kötüleri peygamber eşi olmalarına rağmen, ceza ve ecirden hiçbir kulunu ayırt etmeden müstahak oldu­ğu cezalar ile cezalandırmıştır. Bu iki kadın ihanet ve inadının bedelini cehennem ehli olmakla ödediler. Hz: Nuh (Aleyhi's selâm) dokuz yüz elli sene kavmi ile mücadele etti. Allah'ı inkar eden oğlunu bile Yüce Al­lah onun ailesinden saymamıştır.

Hz. Nuh (a.s.), Hz. Hud (a.s.) ve Hz. Salih (a.s.)'ın kavimleri Ad kavmi idi. Birinci Ad kavmi Hz. Nuh (a.s.), ikinci Ad kavmi Hz. Hud (a.s.)'m ve üçüncü Ad kavmi de Hz. Salih (a.s.)'m kavmi idi.

Peygamberlerin kavimleriyle olan mücadeleleri en sağlıklı Kur'an-ı Kerim'de mevcuttur. Onun içindir ki, Kur'an ilmine yönelmek gerekir. Çünkü Kur'an'm sistemi tüm yeryüzüne yayılmakla beraber kaidesi hiç değişmemiş ve olduğu gibi hakikat beyanlarını ortaya koymuştur. 'İnanmıyorum' diyenler bile bugün onun üzerinde çalışarak onun ilmine irtifak etmek zorunda kaldılar. Kaptan Kusto inanmıyor iken, neden Kur'an'm üzerinde araştırma yaparak tatlı ve tuzlu suyun birbirine temas ettiği halde karışmamasının, ma­nevi perdenin sırrını Kur'an-ı Kerim'de aradı. İslam di­nine zıt fikirleri olanlar bile, İslam dinini ve tüm dinle­rin delillerini ve beyanatlarını taşıyan Kelamullahta aradılar da başka kitaplarda neden aramadılar? Onlar manevi perdenin sırrım Kur'an'da buldular ve İslam dinine tabi oldular. İşte bu gösteriyor ki, kirn küfre sa­parsa sapsın, kimler muhalefet ederse etsin, Allah'a hiçbir zarar vermeleri mümkün değil. Bir Allah kelime­si bile tüm dünyaya hakimken ve nereye bakılırsa ba­kılsın her şey Cenabı Rahman'ı anlatırken, hangi haki­katler gizlenebilir ki!

İnsanlar kendi kabiliyetlerine göre rolünü oynar ve insaf ölçüsüne göre karar verir. Bu kararlar verilir­ken başkalarının haklarını da gözetlemezler. Yanlış alı­nan kararların da zararları ve kayıpları hiç hesaplan­maz. Kararlardan önce niyetler hasıl olur, her niyetin de bir mahsulü vardır ama ne kadar sağlıklı, ne kadar sağlıksız olduğunu da hesaba katmazlar. İyi niyetler toplum için rahatlıktır. Kötü niyetler, ancak sebepsiz kargaşalara meydan verir. Ve bu meydandan da kimin kimden ne istediği belli olmayan haklar ve hesaplar so­rulur, kolaylar zorlaştınlır, zorlar aşılmaz hale getirilir. Dünyanın evvelinde olduğu gibi, ahirinde de şeytanın oyuncağı olarak fani alemde ömürlerini heder ederler, ölüm onları yakalayana kadar. İyi niyetin mahsulü, hayır, hasenattır ve karşılığı Allah rızası ve sevap­lardır. Kötülüğün mahsulü ise maraz ve fitneliktir ve bunun karşılığı zulüm ve felaketlerdir. Fitnelik ilk baş­ta kalpte oluşur ve niyetlere aks olur. İyi niyetleri öldü­rür. Sonra akla intikal eder düşünceleri bozar, sağlıksız kararlar alarak kötü neticeler ortaya çıkar. İnsanlar ha­kikat beyanlarına ulaşarak incelerse doğruyu yanlıştan ayırabilir. Bu beyanlara ulaşmak için Kur'an-ı Kerim'e başvurabiliriz. O'nda bir eğrilik, sapma yoktur. Anla­şılmayacak kadar zor değildir. Gayet açık ve nettir. Fa­kat onu algılayabilmek için beyinlerin de net olması ge­rekir. Eğer bulanık beyinle incelenirse algılanamayabi-lir. Onun içindir ki Kur'an'ı araştırırken, anlamak, öğ­renmek, tatbik etmek ve ettirmek maksat edildiği vakit her şeyin açık, net olduğu görülür. İşte bu sebeple aklı Kur'an ilmiyle donatmalı, kalbi de iman gücüyle pekiş­tirmeli, o zaman insana hiçbir batıl tesir etmez.

Dinini sakata uğratmadan yaşayan insanlar, ahi-rette de sakata uğramazlar. İnsan kendini takva ile mu­hafaza ederse, ahirette de ateşten muhafaza olur. Dün­yada peygamberlerin yolunu takip edenler kıyamette de onlarla beraber olma şerefine nail olurlar. Çünkü in­sanların kemale ermesi, kendini bilip, güzel ahlaka sa­hip olması demektir. Nefsini terbiye eden, ahlakını da güzelleştirir.

Allah'ın birliğinin esasında ne şaşın, ne de sapın.

Dinimizin asaletinin ve ulviyetinin savunmasını vicdan hukukuyla yapın. Din emredildiği üzere, adil bir nizam içerisinde uygulanmalı ve yaşanmalıdır. İn­sanın hayatı ruh ile devam eder iman da amel ile hayat bulur.

Ruh insanın hayat kaynağıdır. Bedene de canlılık veren ruhtur. Ruhun varlığı inkar edilemez ama ruh ta­rif edilemez, görülemez. Allah (c.c) vardır ve görül­mez.

Ya Rabbİ, ahenk seni anlatır, her şey seni işaret eder.

Akıllar seni fikir eder, kalpler seni zikreder. Yaptığımız her şeyde ve her işte O vardır. Nere­ye yönelirsen yönel, tüm yollar O'na gider. Aldığımız nefeste, getirdiğimiz şehadette, kıldığımız namazda, tuttuğumuz oruçta, attığımız adımda, kaldırdığımız el­lerde, yaptığımız dualarda O var. Ve bu alem de, beşer de imtihan için vücud buldu.

Ya Rabbi! Ben seni anlatırken şanına layık cümle­ler kuramam ama kanaatim odur ki, Senin ismini an­makla bile yetersizlikler tamam bulur. İsm-i pakınla her şey güzelleşir, kusurlar örtülür, tevbeler kabul olur. Çünkü her şeyde Sen varsın. İsmi Sübhanınla alem vü­cud bulur.

Cenabı Rahman dünyanın evvelinde, beşerin ev­velinden ve ahirine kadar kendini her bir şeyde işaret eylemiştir. Akıllılar idrak etti. Buldu, anladı ve kabul etti. Ahmaklar kör baktı, beyhude yaşadılar, dolaştılar, ömür sermayelerini, fani olacağı vakte kadar zayi zi­yan ettiler. Nur'a kör baktılar. Nar'a yöneldiler. Eceli ebedi mutlak dünyada, ateşleriyle birlikte dünyayı ter­ki diyar edip ahirete yöneldiler. Ahirette başımıza gele­cek gazabı ve cehennem azabını bir bilebilselerdi.

Allah'ın varlığını, İslamiyet'ten önceki dinlerde de o putlara tapanlar arasında aklı ile bulanlar vardı. Allah (c.c.)'m eşsiz, benzersiz, tek ve yüce kudret sahi­bi, tüm hakimiyetin O'nda olduğunu, her yerde hazır nazır olduğunu keşfedenler bulunuyordu.

Hatemu'l-Enbiya'nın geleceğini evvelce haber vermiş olanlardan İyad kabilesinin reisi olan Kass b. Saide der ki; pek çok muamere olmuş bir zattı. Fesahat ile ziyade şöhret bulmuş idi. Hatta bir zaman Suku Ukaz'da kızıl bir deve üzerinde olduğu ve Arap bilgin­lerinin bulunduğu vakit bir hutbe okumuştur. O za­man Fahri Alem Peygamberimiz de orada bulunup hi­tabesini dinlemişti. Fakat henüz insanları davete me­mur değildi.

"Ey nâs! Geliniz, dinleyiniz, biliniz ibret alınız. Yaşayan ölür. Ölen fena bulur. Olacak olur, yağmur ya­ğar, otlar biter, çocuklar doğar, analarının babalarının yerini tutar, sonra hepsi mahvolur gider. Vukuatm ar­dı arkası kesilmez. Hemen birbirinizi kovarlar. Kulak veriniz, dikkat ediniz. Gökte haber var, yerde ibret alı­nacak şeyler var. Yeryüzü bir ferisi eyvan, gökyüzü yüksek tavan; yıldızlar yürür, denizler durur, gelen kalmaz, giden gelmez.

Acaba vardıkları yerde hoşnut olup da mı kalı­yorlar/ yoksa orada bırakılıp uykuya mı dalıyorlar? Ye­min ederim ki Allah (c.c.)'m indinde bir din vardır ki, şimdi bulunduğunuz dinden daha sevgilidir. Allah'ın gelecek peygamberi vardır ki, gelmesi pek yakındır. Gölgesi başınızın üstüne geldi, ne mutlu o kimseye ki, ona iman edip o da O'na hidayet eyleye! Vay O'nu ya­lanlayan bedbahta ki O'na isyan ve muhalefet eder!

Yazıklar olsun ömrü gaflet ile geçen ümmetlere!

Ey Cemaati İyad! Hani âba ve ecdad, hani mü­zeyyen kââşaneler ve taştan haneler yapan Ad ve Semud, hani dünya varlığına mamur olup kavmine "Ben sizin en büyük rabbinizim" diyen Firavun ile Nemrut! Onlar size nisbetle daha zengin daha kuvvetli ve kud­retçe de sizden daha fazla değiller miydi? Bu yer, onla­rı değirmeninde öğüttü, toz etti dağıttı. Kemikleri bile çürüyüp dağıldı. Evleri yakıldı ıssız kaldı. Yerlerini yurtlarını şimdi köpekler şenlendiriyor. Sakın onlar gi­bi gaflet etmeyin. Her şey fanidir- Baki olan ancak Ce­nabı Hak'tır ki bir diğer eşi benzeri yoktur. Tapılacak ancak O'dur. Doğmamış ve doğrulmamıştır. Evvelce gelip geçenlerde bize ibret olarak alınacak dersler vardır. Ölüm ırmağının girecek yerleri var ama çıkacak yerleri yok. Büyük küçük hep göçüp gidiyor, giden ge­ri gelmiyor- Kafi hüküm verdim ki âmmeye olan bana olacaktır."

Kass b. Saide Cenabı Resul'ün geleceğini keşfet­miş ve insanların içinde söylemişti. O esnada Peygam­berimiz orada bulunuyordu ve bunun arası çok geçme­den Cenabı Resul'e nübüvvet, risalet geldi. Fakat Kass b. Saide vefat etmişti de kendisine görmek nasip olma­mıştı. Ondan sonra Beni İyad'dan Carut namında zat da onun gibi muvahhid ve dini İsevî'ye inanır olduğu halde kavminin eşrafı ile hep birlikte bir gün gelip nu­ru cihan Resul'ün huzuruna gelip, İslam dini ile müşer­ref oldular ve onunla birlikte kavmini de İslam'la şeref­lendi. Bunlara tanık olan Resullulah (s.a.v.) buna çok sevindiler. Ve buyurdular ki:

"İçinizden Kass İbni Saide'yi bilen var mı?" Ca­rut da dedi ki:

"Onu hepimiz biliriz. Ben her an onunla ve onun ardından gidenlerdenim" diye cevap verdi. Allah'ın Resulü:

"Kass b. Saide'nin, Suku Ukaz'da deve üzerinde 'Yaşayan ölür, Ölen de fena bulur, olacaklar olur' diye­rek hutbe okuduğu hatırımdan çıkmaz ve buna benzer bir hayli sözler söylemişti. Zannetmem ki sözlerin hep­si akıllarda kalmış olsun" diye buyurdu.

Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir (r.a.): "Ya Resulallah, o gün Suku Ukaz'da bulunuyor­dum. Kass b. Saide'nin söylediği sözlerin hepsi aklım­dadır/' diyerek zikredilen hutbeyi baştan sona kadar okudu. Onun üzerine Carud'un arkadaşlarından biri ayağa kalkıp Kass b. Saide'nin bazı hitaplarını okudu ki, haremi şerifte Hz. Muhammed (s.a.v.) dinleyip de­rin ifadelerini beyan etmişti. Hz. Peygamber (s.a.v.):

"Ümid ederim ki Cenabı Hak, Kass b. Saide'yi ayrı bir ümmet olarak ba's eyleye" diye buyurdu.

Ne acıdır ki insanlar dünya hayatından başka bir hayatın olmadığını düşünerek yaşarlar ve bu âlemi fa­ni de Öyle çok çalışırlar ki kendilerini harap edercesine ömür sermayelerini tüketirler. Halbuki dünyada kal­mak yalnız tayin sebebi ile geçici görev gibidir. Yani memurun tayininin ne zaman çıkacağı belli olmaz. İşte bunun gibi ölümün ne zaman geleceğini bilemeyiz. Memur nasıl her an tayini çıkacakmış gibi hazırlıklı ise, insan da ölüm için hazırlıklı olmalıdır.

Burada Hz. Osman (r.a.)'ın, halka olan birkaç hi­tabesini arz etmek istiyorum:

"Siz fani bir dünyadasınız. Ömürlerinizin sonuna geldiniz. Ahiretiniz için en iyi bir şeklide hazırlanınız. Ömrünüz devamlı eksilmektedir. Dikkat edin! Dünya ai­datladır, dünya hayatı sizi aldatmasın."[84]

Mücahitten rivayetle:

"Osman b. Affan bir hutbesinde şöyle dedi:

'Ademoğlu! Bilmiş ol ki ruhunu almakla vazifeli olan melek seni bırakmaz. Ecelin geldiğinde, seni bıra­kıp başkasına gitmez. Sanki o başkasını bırakıp da sa­na gelecekmiş gibi hazır ol. Gafil olma! Çünkü sen unu­tulmuş değilsin. Ademoğlu! Belki sen kendinden gafil olur, hazırlanmazsan başkası senin yerine hazırlan­maz. Mutlaka Allah'ın huzuruna çıkacaksın. Kendini hazırla, kendi işlerini başkasına havale etme vesse­lam.'"

Hasan Basri'den rivayet edilir ki:

Osman b. Affan halka bir başka hitabında Allah (c.c.)'a hamd ü senadan sonra şöyle dedi:

"Ey insanlar! Allah'a muhalefetten sakınınız. Çünkü Allah'a muhalefetten sakınmak bir ganimettir. En akıllı insan kendisini hesaba çeken, kendisini idare eden, ölümden sonrası için amel eden ve kabrin karan­lığı için Allah'ın nurundan faydalanandır. Kulun göz­leri gördüğü halde, Allah'ın kendisini kör olarak has­retmesinden korksun. Hikmetten anlayana manâlı bir söz kafidir. Manen sağır olanlar zaten hakkı duymaz. Biliniz ki Allah kiminle beraberse, o hiçbir şeyden korkmaz. Allah kime gazap etmişse, onun affını isteye­ceği başka kimse yoktur."

Bu güzel hutbe ve sözlerden sonra, benim sözlerim ne kadar değer ifade eder bilmem ama katiyetle şu­nu diyebilirim ki, sahabelerin bir sözüne benim bin sö­züm kesinlikle denk olamaz. Allah (c.c.) onlardan, on­ların ehli beytinden sayısız razı olsun.

Sen dünya hanesinde memur ve misafir olan yol­cusun. Her an yola çıkacakmış gibi hazır ol. O yolun yolcularının azığı ibadettir. Yanında götürebileceği ser­maye ise iman ve ameldir. Muhafazası ise takvadır.

Maneviyat azığı ile yola çıkarsa, insanın varacağı yer hakikat diyarıdır. O diyarlar, kimsesiz, dostsuz ve katıksız değildir. İnsan akıbetinden korkarak yaşamalı­dır.

Mesela bir kimse karşısındakine "Eyvah dostum yamyorsun!" dese, karşısındaki "Hangi paçam?" de­meden hemen üstündekileri çıkarıp atmaya çalışır. İn­sanın tüm bedenini saran, korkunç harlı bir ateşin içe­risinde kim yanmak ister ve ondan daha korkunç ne olabilir ki!

Ey insanoğlu!

Biz orada yanacak odunları götürme çabasmda-yız. Nasıl mı? İnsan cennete girmek için amelini kaza­nır, cehenneme girmek için de odununu kendisi götü­rür dünyaya. Tabi olmakla nefsimizin peşinden koşup kendimizi helak ediyoruz. Onun tesirinde kalan insan Allah (c.c.)'m rahmetinden, merhametinden, affından da mahrum kalır.





--------------------------------------------------------------------------------

[1] Ba­kara, 15

[2] İbrahim, 15

[3] İbrahim, 16

[4] İbrahim, 17

[5] İnşikak,6

[6] A'raf, 59;Hud, 25-26;Nuh, 12

[7] A'raf, 59

[8] Hud, 25-26

[9] A'raf, 59-63

[10] Hûd, 27-34

[11] Şuara, 115-116

[12] Yunus, 71-72

[13] Araf, 64; Yunus, 73; Şuara,117; Kamer, 9

[14] Mü'minûn, 24-29

[15] Kamer, 9

[16] Ahmet b.Hanbel, Zühd, s. 87

[17] Ankebût, 14

[18] Nuh, 6,21-24

[19] Şuara, 118

[20] Nuh, 26-28

[21] Hud, 36-37

[22] Hud. 38-39

[23] Hud, 40-41

[24] Tahrim, 10, Ebu'1-Fida, Tefsir, c. 2, s. 445

[25] Ankebut, 14-15

[26] Kamer, 11-12

[27] Kamer, 14

[28] Hud, 42-43

[29] Hud, 45-47

[30] Hud, 44

[31] Hud, 48

[32] Ankebût, 14-15

[33] Kamer, 15-16

[34] Hud, 49

[35] Hud, 59

[36] Şuara, 129 133,134

[37] Had, 59

[38] Fussilet, 15;Hicr, 11-12

[39] Mü'minûn, 35-37

[40] Araf, 65

[41] Hud, 50

[42] Araf, 66-71

[43] Hud, 51-53

[44] Ahkaf, 22-23

[45] Şuara, 131

[46] Şuara, 135; Ahkaf, 21

[47] Şuara, 135-138

[48] Mü'minun, 33-41

[49] Ahkaf, 24-25

[50] Ahkaf, 24-25

[51] Zariyat, 42

[52] Kamer, 19-20

[53] Araf, 72

[54] Araf, 74; Hud, 61

[55] Araf, 76

[56] Hicr, 80; Şuara, 141

[57] Nemi,49-50

[58] Hicr, 80-82

[59] Neml,45-50

[60] Hud, 65

[61] Araf, 74

[62] Hud, 62-63

[63] Şuara, 143-153

[64] Araf, 75

[65] Şuara, 154

[66] Hud, 64

[67] Şuara, 155-156

[68] Araf, 77

[69] Hud, 65-66, Hicr, 83-84

[70] Hud, 66-68

[71] Zariyat, 43-45

[72] Neml, 52

[73] Neml, 53

[74] Araf, 79

[75] Münafikun, 4

[76] Muhammed b, Ebu Bekr, Hz. Ebu Bekr'in oğludur

[77] H. 37 Safer-M. 657Ağustos

[78] Yezid b. Muaviye, Ubeydullah b. Ziyad

[79] Yeğeni Müslim b. Akil. Hz. Hüseyin (r.a.) daha önce onu Kûfe'ye da-vetçi olarak göndermişti. Ubeydullah b. Ziyad tarafm-.dan öldürülmüştü

[80] İsra, 107

[81] İsra, 108

[82] İsra, 109

[83] İsra, 110

[84] Lokman, 33

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder