ALLAH YOLUNDA CAN VERENLER..
Hz. Nuh (a.s.)'ın Kavmine Peygamber Olarak Gönderilmesi 3
Hz. Nuh (a.s.)'ın Kavmini Tevhide Dvet Edişi ve Başına Gelenler 5
Tufan Gemisinin Hazırlanışı 6
Tufanın Yaygınlaşması 7
Beş Putun Dalgalarla Cidde'ye Sürüklenişi ve Orada Toprağa Gömülüp Kalışı 7
Dağın Tepesinde Bile Boğulmaktan Kurtulamayan Anne ve Çocuk. 7
Kur'an-ı Kerim'in Tufan Hakkında Açıklaması 8
Hz. Hud (A.S)’In Kavmi 9
Semud Kavmi Ve Yurtları 11
Kur'an-ı Kerim'in İcazı 15
Veda Haccı 17
Peygamber Efendimiz'in Vefatı 18
Hz. Ömer'in (r.a.) Devrinde Teşkilât ve Müesseseler 21
Hz. Osman'ın Hilafeti ve Şehadeti 21
Hz. Ali'nin Soyu Ve Şahsiyeti 23
Hz. Ali'nin Halife Seçilmesi 23
Valilerin Durumu. 24
Cemel Vakası 24
Hz. Ali'nin İcraatı 26
Hz. Ali'nin Muaviye İle Mücadelesi 26
Sıffin Muharebesi 27
Hakem'in Hükmü. 27
Hariciler Meselesi 28
Mısır'ın Elden Çıkışı 29
Hz. Hasan (r.a.)'ın Şehadeti 31
Muaviye b. Ebu Süfyan'ın Konuşmaları: 32
Kerbela ve Hz. Hüseyin'in Şehadeti 33
ALLAH YOLUNDA CAN VERENLER
Cenab-ı Allah, gökteki ibretleri ve yerdeki kerameti ile kendi ilahî gücünü ve kudretini gözler önüne sermiştir. Ama biçare insan inadında ısrar edip, hakikatlere hep kör bakmıştır. Halbuki hangi yöne dönüp bakarsak bakalım, Cenab-ı Allah'ın azametini görür ve şahid oluruz. Hayret veren ve hakikatlerle dolu olan bu engin kainatın hem şaşırtan, hem ürperten, gerek geçmiş asırlarda gerek bu ahir asırda olsun, Allah'ın rahmetinin oluşu kadar, Allah'ın yargısı ve hesabı ortadadır. Geçmiş kavimlerin akıbetine baktığımız zaman, onlar da dünyada hakikatlerden habersiz yaşamışlar; onların akıbetlerini de Kur'an-ı Azimü'ş-Şan, biz, ahir zaman ümmetine bir ibret tablosu olarak sunmuştur.
Cenab-ı Allah, Kur'an'm inzalinden önce olan kavimlerdeki devrimlerin durumlarını ve akıbetlerini açıklıyor. Bizim de, bu geçmiş hadiselerden almamız gereken birçok ibret var.
Allah tarafından haberci olarak gönderilen peygamberlere en çok şaşıranlar inkarcılardı. Onlar Allah'ın göndermiş olduğu haberci, rehber peygamberleri hem yalancılıkla suçlar, hem de "mecnundur" yani delidir derlerdi. Onlardan, tatmin olmak için keramet ve mucizeler isterlerdi. Peygamberler, Allah (c.c) tarafından ihsan olunan keramet ve mucizeleri sunarlardı. Sunarlardı da kafirler yine tatmin olmazlardı ve onların bir sihirbaz olduklarını iddia ederlerdi. En büyük mazeret olarak da, "Biz atalarımız ve dedelerimizin taptıklarını nasıl terk edelim!" diye kendilerini haklı göstermeye çalışırlardı.
Peygamber haberci olarak gönderildiği kavimlere:
"Sapıklıktan vazgeçin, doğru yola yönelin, Yaradan sizin kendi elinizle yapıp, şekil verdiğiniz ilahlardan değildir. Bir tek ilâh vardır; o da yeri ve göğü yaratan Allah'tır. Ve her şey, O'nun ilahi kudreti ile var olmuştur. Her beşer de O'nun ruh ihsan etmesiyle can bulmuştur" diye anlatınca onlar:
"Dedelerimizin ve babalarımızın" üzerinde olduğu bu yolda, hiç kimse bizi saptıramaz" derlerdi. Müşrikler hep hakikat esaslarına şüpheyle bakar ve hep mucizeler görmek isterlerdi. İstedikleri mucizeler gösterildiği vakit de, onlar daha çok hırçmlaşır ve büsbütün ku d ur urlardı.
Allah, peygamberlerini insanları yanlışa sapmaktan, putlara, taşlara ve hayvanlara tapmaktan kurtarıp, kurtuluş1 yolunu gösterici olarak göndermiştir.
İnsanlar saplandığı yerden kurtulamadıkça, inatlarından vazgeçip içlerindeki marazdan annmadıkça asla doğruları bulamaz ve hakikatlere de ulaşamazlar.
Cenab-ı Allah, tüm Ebu'l-beşer için ortaya koyduğu hakikat beyanlarını ve tüm esasları ayet-i kerimelerle anlatmıştır.
Kur'an asırlar boyunca hakikat kaidelerini muhafaza etmiş, hiç değişikliğe uğramamıştır ve ahirete kadar da uğramayacaktır. Birçok kaide ve kurallar değişikliğe uğrasa da, Kur'an'm esasları asla değişikliğe uğra tılamayacaktır. Çünkü iman esasları değişmez bir kaidedir.
"Elif-Lam Mim. İşte o kitap; kendisinde hiç şüphe yoktur. Müttakiler için yol göstericidir. Onlar ki gaybe inanıp, namazlarını kılar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan (Allah rızası için) harcarlar. Sana indirilene ve senden önce indirilene inananlar, ahirete de kesinlikle iman ederler. İşte onlar Rablerinden bir hidayet üzeredirler. Ve umduklarına erenler işte onlardır."[1]
"İşte o kitap, kendisinde hiç şüphe yoktur" ayeti kerimesinde belirtildiği gibi, Allah (c.c.)'m kelamından hiç şüphe olmaz. Çünkü O'nun beyanlarının bir benzeri yoktur. Tüm beşerin fikir beyanlarım toplasalar ve ne kadar hakikatlerle özleştirseler de mümkün değildir ki Kur'an'ın beyanlarını tutsun.
Kureyş kâfirlerinin büyüklerinden Velid b. Mu-ğîre, bir gün fahri kainatın efendisi Resûlullah (s.a.v.)'e gelerek:
"Bana bir miktar Kur'an oku da dinleyeyim" dedi. Resûlullah da Kur'an okumaya başladı. Velid b. Muğîre onu can kulağıyla dinledi.
"Vallahi bunda bir halvet var, pek derin ve gayet müfit (faydalı) bir kelamdır. O'nu beşer söyleyemez" diye yemin etti. Ve dönüp kavmine giderek dedi ki:
"Sizin içinizde şiir ahvalini benden daha iyi bilen yoktur. Şiirin her nev'ini ve alâsını hepinizden daha İyi bilirim. Fakat Muhammed'in okuduğu kelâm, bunların hiçbirine benzemez. O kelâm, her kelâma galip olur. O'na hiçbir kelâm galip olamaz" diye söyledi.
Bütün kavimler toplansa, canlı mahlûklar tüm akıllarıyla birleşse, tüm marifet ve azim içerisinde herkes maharetlerini ortaya koysa da, O'nun benzerini oluşturmak mümkün değildir.
Cenab-ı Allah ümmetlere gönderdiği elçileri, açık beyanlarla göndermiştir. Adalet ölçüsünde indirilen kitaplarda bildirdiği hakikatlere, insanların da o adalete muhalefet etmeden ona uymaları, küfür ve şirke sapmamaları için de peygamberleri vesile kılmıştır.
Kur'an akıllara hitap- eder. Her tahlilde müspet sonuçlar ortaya koyan Kur'an'a muhalefet etmek çok yanlıştır. Çünkü doğrunun en doğrusunu bilen yalnız Allah (c.c.)'dır.
Cenab-ı Allah, Kur'an ile kullarına hitapta bulunmuştur. Kur'an ile evvelini bildirdi, uyardı. Yine Kur'an ile insanların akıbetlerini ve ahireti bildirmiştir. Kur'an, ilahî adaletin esaslarını, doğru ve yanlış yolları, Allah (c.c.)'m ve şeytanın yolunu, günahları, tevbeyi ve mağfiret kapısını ve beraat yerini, cenneti ve cehennemi, cenneti hak edenler ve de cehenneme müstahak olanları anlatır.
Allah'ın gücü sınırsızdır. Ve her canlı O'nun gücüyle güç bulmuştur. Beşerin gücü Allah'ın gücü karşısında bir hiçtir.
"Peygamberler yardım istediler. Bütün inatçı zorbalar da hüsrana uğradılar."[2]
"O'nun önünde cehennem vardır. Orada irinli su İçirilecektir."[3]
"O'nu yudum yudum alacak ama yutamayacak-tır. Her taraftan ona ölüm geldiği halde ölmeyecektir. Ve arkasından şiddetli bir azap gelecektir."[4]
Zalimin iktidarı ancak zorbalıktır. Çünkü vicdan güzel şeyler üretmediği için elinden faydalı şeyler gelmez. Onlar dünyada yaptıkları sapıklıkları, hiç ahiret hesabına katmazlar. Çünkü Allah (c.c.)'a ve dinine inanmadıkları için, ahirete de inanmazlar. Her inkarcı ve asi, bu acı akıbete uğrayacaktır. Hiç çare yok.
"Ey insan! Muhakkak sen Rabbine doğru (varan bir yol üzerinde) çabalayıp durmaktasın. Nihayet O'na varacaksın."[5]
Din ve inanç kargaşası, insanların ve peygamberlerin ilki Hz. Adem (a.s.)'dan beri süregeldi. Ve Allah tarafından kullarına uyarıcı olarak, peygamberlere sahifeler ve kitaplar indirildi. Ama insanları alt etmeye and içen İblis her zaman inada bindi, zalimler ona uydu, şeytan ordusuna dahil oldular. Ama hiç kimsenin yaptığı da yanma kâr kalmadı. Herkes yaptığının karşılığını da fazlasıyla buldu. Allah'ın adaletine karşı muhalefet eden, hüküm süren hükümdarlar helak oldular. İşte adaleti İslam, işte İslâm'ın adaleti, işte zafer! Hani nerede işte benim diyenler, hani nerede asılsız iddialar ortaya atanlar! Onlar gittiler, güçleri dünyada kalmaya yetmedi. Hani nerede o kendi elleriyle yaptıklarına tapanlar. Ölürken, o yaptıkları ölümlerine engel olamadı.
Allah zatıyla ortada değildir. Ama hükmüyle ve kudretiyle her yerdedir. Nice asırlar yaşandı ve devirleri kapandı. Birçok kavim geldi, yeni nesiller yetişti. Onlar da gitti. Ama Allah (c.c.) hep baki kaldı.
Kur'an-ı Azimü'ş-Şan, İslam dininden önce gelen Peygamberler ve onlara isyankâr olan kavimlerinin akıbetilerini ve nasıl helak olduklarını' düşünelim, araştıralım, Öğrenelim ve onların hallerine ibretle bakalım' diye, biz Müslümanlara indirilmiştir.
Onlardan niceleri vardı ki, peygamberlerine isyankârlıklarından dolayı helak oldular. Ve niceleri de vardı ki, sahip çıktıkları inançları ve dinleri uğruna savaştılar ve bu uğurda da canlarını feda ettiler.
Uhdud kavminin mücadelesi Kur'an'da anlatılır. Ad kavminin de ve daha nicelerinin de...
Demek ki yalnız İslam dininin gönderildiği ve yaşandığı devirlerde çekilmemiş bunca sıkıntı ve eziyet... Peygamberimiz (s.a.v.)'den önce gelen nice peygamberler ve onlara tâbi, nice Müslümanlar da gördüler işkenceyi, acıyı, zulmü ve vahşeti. O peygamberlere tâbi olan nice mü'min, sırf inançları uğruna kılıçtan geçirildi, hayvan boğazlanır gibi boğazlandı, ateşlere atılıp yakıldı ve demir taraklarla etleri kemiklerinden sıyrıldı.
Cenab-ı Allah, azmış olan kavimleri büyük felaketlerle helak edip yok etmeden önce, ilahi gazabının belirtilerini önceden belirtmiştir.
Hz. Nuh (a.s.)'ın Kavmine Peygamber Olarak Gönderilmesi
Nuh (a.s.)'m meskeni Irak'ta idi. Vedd, Süva, Yauk ve Nesr diye anlatılan putlara Nuh, 23 tapan kavmini, başına gelecek azapla korkutmak, bir olan Allah'a ibadete davet etmek üzere peygamber olarak gönderildi.[6]
Onlara:
"Ey kavmim! Allah'a ibadet ediniz! Sizin O'ndan başka ilahınız yoktur."[7]
"Şüphesiz ki ben, sizi Allah'ın azabından korkutanım. Allah'tan başkasına tapmayınız. Ben sizin başınıza acıklı bir azabın gelip çatmasından korkuyorum" dedi.[8]
Kavminden ileri gelenler:
"Biz, seni hiç şüphesiz apaçık bir sapkınlık içinde görüyoruz." dediler.
Hz. Nuh (a.s.):
"Ey kavmim! Ben de hiçbir sapkınlık yoktur; fkat ben alemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim. Size Rabbimin vahyettiklerini tebliğ ediyorum. Sizin iyiliğinizi istiyorum. Ben sizin bilmediklerinizi de (gelen vahiy ile) biliyorum.
Sizi o korkunç akıbetten haberdar etmek için ve korunmanız için ve belki böylelikle rahmete kavuşturulmanız için. Kendinizden bir adam*vasıtasıyla, Rab-binizden size bir ihtar geldi diye şaşıyor musunuz?" dedi.[9]
"... Biz, seni kendimiz gibi bir insandan başka görmüyoruz. Basit ve zahiri görüşe uyan, en aşağı tabakalarımızdan başkasının, sana tabi olduğunu görmüyoruz.
Sizin, bize karşı bir üstünlüğünüzü de göremiyoruz. Bilakis sizi yalancı sayıyoruz" dediler.
Nuh:
"Ey kavmim! Söyleyin bakayım fikriniz nedir? Ya ben Rabbimden gelen, apaçık bir burhan üzerinde isem? O bana kendi katından bir rahmet vermiş de bunlar sizin gözlerinizden gizli bırakılmışsa?
Söyleyiniz bana ey kavmim! Sizi, istemediğimiz halde, ona zorlayacak mıyız?
Ey kavmim! Bundan (bu tebliğlerimden) dolayı sizden hiçbir mal istemiyorum.
Benim mükafatım Allah'tan başkasına ait değildir. Ben iman edenleri tard edici de değilim! Çünkü,
onlar muhakkak ki Rabblerine kavuşanlardır. Ben sizi ancak bir kavim görüyorum!
Ey kavmim! Ben onları kovarsam, Allah'tan (Allah'ın gazabından) beni kim kurtarabilir? Lâkin ben sizi cahillik eder görüyorum?
Hiç düşünmez misiniz?
Ben size «Allah'ın hazineleri benim yanımdadır!» demiyorum.
Ben gaybı da bilmem!
Ben «hakikatte bir meleğim!» de demiyorum.
Bununla beraber, gözlerinizin hor gördüğü o kimseler hakkında, «Allah onlara asla hayır vermeyecektir» de diyemem!
Onların özlerindekini en çok bilen Allah'tır.
Aksi takdirde, hiç şüphesiz, ben zalimlerden olmuş olurum!" dedi.
Kavmi:
'Ey Nuh! Doğrusu, sen bizimle uğraştın durdun! Bizimle uğraşmanda aşırı da gittin!
Eğer sen, doğruculardan isen, bizi tehdit edip durduğun şeyi haydi getir bize!, dediler.
Hz. Nuh (a.s.):
"Onu dilerse size ancak Allah getirir. Siz Allah'ı bundan aciz bırakabilecek değilsiniz.
Eğer Allah, sizi helak etmeyi dilemişse, ben, sizin iyiliğinizi arzu etmiş olsam bile, bu hayırhahlıgım size hiçbir yarar vermez.
O, sizin Rabbinizdir ve nihayet O'na döndürüleceksiniz.[10]
Ben (gelecek tehlikelerle) korkutandan başka bir kimse değilim!" dedi.
"Ey Nuh! Sen (bu dediğinden) vazgeçmezsen, muhakkak, taşlanmışlardan olacaksın!" dediler.[11]
'Sen onlara Nuh'un kıssasını oku. Hani o, kavmine: 'Ey kavmim! Benim aranızda duruşum, Allah'ın ayetleri ile öğüt verişim size ağır geliyorsa, (ne diyeyim) ben ancak Allah'a dayanıp güvenmişimdir.
Siz ve ortaklarınız da, artık toplanıp ne yapacağınızı kararlaştırınız.
Bu yapacağınız, size sonradan hiçbir tasa vermesin! Hatta, bana mühlet de vermeyiniz.
Eğer (benim öğütlerimden) yüz çeviriyorsanız, ben sizden (zaten bu hususta) hiçbir mükafat istemedim. Benim mükafatım, Allah'tan başkasına ait değildir.
Ben (O'nun hükmüne boyun eğen) Müslümanlardan olmakla emrolundum" dedi.[12]
Kavmi, O'nu yalanladılar.[13]
Kafirlerden bir kısmı:
Bu, sizin gibi bir insandan başka (bir şey) değildir.
O, size karşı üstünlük sağlamak istiyor.
Eğer, Allah (peygamber göndermek) dileseydi, elbette bize melekler indirirdi.
Biz önceki atalarımızdan bunu (Allah'ı birlemeyi) hiç duymadık.
Bu, kendisinde bir delilik bulunan bir adamdan başkası değildir. Binaenaleyh, siz, O'nu bir zamana kadar gözetleyiniz!" dediler. Nuh da:
"Ey Rabbim! Onların beni yalanlamalarına karşı, sen bana yardım et!" dedi.
Biz de, O'na (şöyle) vahyettik: "Sen bizim nezaretimiz ve vahyimizle gemi yap!
Nihayet (helaklerine) emrimiz gelip de o fırın kaynamaya başlayınca, her canlıdan (erkek ve dişi) birer çift yükle ve aileni alıp içerisine gir!
(Kavminin) içinden, aleyhlerine söz geçmiş (hüküm giymiş) olanlar müstesna!
O zulmedenlerin kurtulması) hakkında bana hitapta bulunma. Çünkü, onlar boğulmaya mahkûm olmuşlardır.
Artık, sen maiyetindekilerle birlikte geminin üstüne doğrulup yerleşince, «Bizi, o zalimler güruhundan selamete erdiren Allah'a hamd olsun" de!
"Rabbim! Beni bereketli bir menzile kondur! Sen konduranların hayırlısısm" de!"[14]
Hz. Nuh (a.s.)'ın Kavmini Tevhide Dvet Edişi ve Başına Gelenler
Hz. Nuh (a.s.); halkın puthanelerinde bulundukları sırada yanlarına varıp:
"«La ilahe illallah (Allah’tan başka ilâh yoktur)» deyiniz. 'Ben Allah'ın kulu ve Resulüyüm!" dedikçe, işitmemek için başlarını elbiselerinin içine sokar, kulaklarını da parmaklarıyla tıkarlardı!
Yine bir gün onlara "La ilahe illallah (Allah'tan başka ilâh yoktur)" dediği zaman, sanemler (putlar) yüzlerinin üzerine düşünce kalktılar. Onu, yüzünün üzerine düşünceye kadar dövdüler.
Kral Mahvil/" bunu haber alınca, Nuh (a.s.)'ı huzuruna getirtti ve O'na;
"Nedir bu senin hakkında işittiğim? Dinime ve babanın oğullarının üzerinde bulundukları şeye karşı davranışın? Nedir sanemleri (putları) kürsülerinden düşüren bu sihir? Bunu sana kim Öğretti?" dedi. Hz. Nuh (a.s.):
"Onlar, dediğin gibi birer ilâh olsalardı, yüzlerinin üzerine düşmezlerdi. Ben Allah'ın kulu ve Resulüyüm! Sen yüce Allah'tan kork ve O'na hiçbir şeyi şirk koşma!" dedi.
Kral Mahvil; sanemler bayramı hazırlanıncaya kadar, Nuh (a.s.)'m tutuklanmasını ve sanemlerin tekrar kürsülerine yerleştirmelerini ve bozulan yerlerinin onarılmasını emretti.
Bayram gelince, toplanıp yapılan şeyleri görsünler diye halka nida ettirildi.
Hz. Nuh (a.s.), kral hakkında Allah'a dua etti. Kral bir baş ağrısına tutuldu, aklını kaybetti. Bir hafta sonra da öldü.
Ölüsü altın sedir üzerine konulup, sanem heykellerinin içinde, ağlanarak tavaf edildikten sonra gömüldü.
Hz. Nuh (a.s.)'a dilleri ile her kötülüğü yaptılar, sövdüler, saydılar.
Kral Mahvil'in ölümü üzerine, yerine geçen oğlu Dermesil, Hz. Nuh (a.s.)'ı serbest bıraktı.
Halk büyük sanemlerden her birinin yanında senenin belli vakitlerinde toplanıp bayram yaparlar, sanemler için kurban keserler ve onları tavaf ederlerdi.
Yağus Bayramı için de, halk her taraftan gelip toplanmıştı. Hz. Nuh (a.s.) onların yanma vardı. Ortalarında ayakta dikilip:
"La ilahe illallah (Allah'tan başka, ilâh yoktur!)" demeleri için onlara seslendiği zaman yine başlarını elbiselerinin altına soktular, parmaklarını da kulaklarına tıkadılar!
Hz. Nuh (a.s.)'m seslenmesiyle, sanemlerin kürsülerinden düşmeleri bir oldu.
Halk yine üzerine yürüyüp, Hz. Nuh (a.s.)'ı dövdüler ve yüzünün üzerine düşürdüler.
Başmı da yardılar.
Kendisini çeke çeke, kralın köşküne götürdüler, yanına sokuldular. Kral, Hz. Nuh (a.s.)'a;
"İlahlarla ilgili işlerden hiçbir şeye karışmamanı sana söylemedik mi? Seni böyle şeylerden men etmedim mi? Bunu sana kim öğretti?" diyerek çıkıştı.
Hz. Nuh (a.s.), kanlara boyanmış bir halde, Kral'a:
"Eğer onlar birer ilâh olsalardı, yerlere düşmezlerdi? Ey Dermesil! Allah'tan kork, Allah'a hiçbir şeyi şirk koşma! Çünkü, O, seni görüyor!" dedi. Dermesil:
"Sen bana böyle hitap etme kudretini kendinde nasıl buluyorsun!" dedi.
İkinci sanem bayramı hazırlığı sonuna kadar hapsedilmesini, sanem için kurban kesilmesini ve yere düşen sanemlerin kürsülerine tekrar konulmasını emretti. Emri yerine getirildi.
Kral Dermesil, Hz. Nuh (a.s.) hakkında korkunç bir rüya görüp:
"Mecnundur, yaptıklarından mesul değildir" diyerek hapisten çıkarılmasını emretti.
Zamanın kâhini ise, Tufan işini ve zamanının yaklaştığını halka bildirir ve Hz. Nuh (a.s.)'un öldürülmesini emreti.
Babil Kralı, Dermesil'e de yazı yazmıştır, bu yazıda Hz. Nuh (a.s.)'ın öldürülmesini işaret etmişti.
Dermesil, çevre halkına yazıp, Nuh (a.s.)'un sanem ibadetini değiştirmek istediğini ve bir tek ilahtan başka ilâh bulunmadığını iddia ettiğini anlattı ve:
"Siz, sanemlerden başka ilahlar bulunduğunu biliyor musunuz?" diye sordu. Hepsi de bunu inkâr ettiler.
Nuh'un tevhid akidesini yaymasına engel oldular.[15]
Hatta, bayılmcaya kadar, kendisinin boğazını sıktılar. Öldü sandılar.
Hz. Nuh (a.s.), ayıldığı zaman:
"Ey Allah'ım! Beni ve kavmimi yarlığa! Çünkü onlar (ne yaptıklarını) bilmiyorlar!" dedi.[16]
Gusledip tekrar yanlarına vardı. Onları Allah'a ve iman ve ibadete davet etti.
Nuh, kendisine zulmetmekten geri durmayan kavminin arasında, dokuz yüz elli yıl kaldı.[17]
Kendisi çok sabırlı ve halîm idi.
Nuh (a.s.)'ın Allah'a İlticası ve Kavminin Helaki İçin Dua Edişi
Hz. Nuh (a.s.), tebliğ ve davet vazifesini gece gündüz, gizli açık yapmaya devam etti.
Fakat, kendisinin bütün bu çabala onların imandan kaçmalarından, küfürlerini artırmalarından başka bir işe yaramadı, boşa gitti.[18]
Bunun üzerine, Hz. Nuh:
"Ey Rabbim! Onlar bana isyan ettiler. Malları ve evlatları kendilerinin hüsranlarından başkasını artırmadan kimselere uydular.
Onlar da, büyük büyük hileler yaptılar. (Halk tabakasına).
"Sakın taptıklarınızı bırakmayın. Hele, Vedd'den, Süva'dan, Yağus'tan, Yauk'tan ve Nesr'den vazgeçmeyin! dediler.
Gerçekten, onlar, birçok kimseleri baştan çıkardılar. Ey Rabbim! Sen de zalimlerin ancak helakini arttır! Ben artık mağlubum! Benim intikamımı al!" Kamer, 10
"Benimle onlar arasındaki hükmü Sen ver de, beni ve beraberindeki mü'minleri kurtar!" [19]
"Ey Rabbim! Yer yüzünde kâfirlerden yurt tutan hiçbir kimse bırakma! Çünkü, Sen onları bırakırsan onlar senin kullarını saptırırlar ve ancak bir nankör fücur doğururlar.
Ey Rabbim! Beni, anamı, babamı, iman etmiş olarak evime girenleri, erkek mü'minleri, kadın mü'minleri bağışla. Zalimlerin hakkından başka bir şeyini de arttırma!" diyerek dua etti.[20]
Tufan Gemisinin Hazırlanışı
Yüce Allah, Hz. Nuh (a.s.)'a ağaç dikmesini emretti; ağaçlar yetiştirildi. Yüce Allah tarafından Hz. Nuh (a.s.)'a şöyle vahyolundu:
"Kavminden iman etmiş olanlardan başkası asla imana gelmeyecektir. O halde, onların işlemekte oldukları şeylerden dolayı tasalanma! Bizim nezaretimiz altında ve vahyimiz (talimatımızı) vechi gemi yap!
Zulmedenler hakkında bana bir şey söyleme! Çünkü onlar, suda boğulmaya mahkumdurlar!"[21]
Yüce Allah, dikilmiş ve yetişmiş olan ağaçları kesip gemi yapımında kullanmasını Hz. Nuh (a.s.)'a emretti.
Hz. Nuh (a.s.) marangozdu. Ağaçları kesti. Kuruttu. Hz. Nuh (a.s.), geminin nasıl yapılacağını bilmiyordu: "Yâ Rabb! Yapılacak gemiyi nasıl yapayım?" diye sordu. "Onu üç suret üzerine, devrik yap: Başını horoz başı gibi, karnını kuş karnı gibi, kuyruğunu horoz kuyruğu gibi meyilli yap ve üç kat olarak yap!" buyruldu.
Hz. Nuh (a.s.) gemiyi yapmaya başladı. Kestiği sac ağacından tahtalar biçti. Üç yıl bununla meşgul oldu. Demirden çiviler yaptı. Gemi için gereken zift vesaire her şeyi hazırladı. Yapacak şeylerin hepsini kendisi yaptı, çattı. Eline aldığı keserle, yapacağı şeyde hiç yanılmıyordu.
Hz. Nuh (a.s.) gemiyi yapıp çatarken, kavminden her hangibir topluluk, yanından geçtikçe, alay etmek için:
"Ey Nuh! Peygamberlikten sonra, marangozluk yapıyorsun ha! Ne yapıyorsun sen?" diyorlar; Nuh (a.s.) da:
"Gemi yapıyorum!" deyince:
"Demek karada gemi yapıyorsun ha! Gemiyi karada nasıl yüzdüreceksin?" Birbirlerine de:
"Bakmıyor musunuz şu deliye? Su üzerinde seyretmek için ev yapıyor"
"Hani ya, su nerede?!" diyerek gülüşüyor, alay ediyorlardı.
Hz. Nuh (a.s.) da:
"Siz nasıl bizimle eğleniyorsanız, biz de, sizin bu eğlenip durduğunuz gibi, sizinle eğleneceğiz! Ahirette de daimi azabın kimin başına ineceğini, ileride görebileceksiniz!" diye cevap veriyordu.[22]
Geminin yapılışı iki yıl sürdü. Daha fazla sürdüğü de rivayet edilir. Yüce Allah, Hz. Nuh (a.s.)'a:
"Nihayet, emrimiz.gelip de fırın (tandır) kaynadığı zaman, her birinden (her bir neviden erkek dişi) birer çift İle aleyhlerinde söz geçmiş (helakleri kesinleşmiş) olanlar müstesna olmak üzere aileni ve iman edenleri (geminin) içine yükle!" buyurdu.
Zaten onun maiyetindeki az sayıdaki kimselerden başkası da iman etmemişti.
Bunun üzerine, Hz. Nuh (a.s.) gemiye binecek olanlara:
"Bininiz içerisine! Onun akması da, durması da Allah'ın ismiyledir. Hiç şüphesiz, Rabbim çok yarhğa-yıcı, çok esirgeyicidir" dedi.[23]
Hz. Nuh (a.s.) gemiye oğulları Sam, Ham, Yâfes ve bunların zevceleri ile kendisine iman etmiş bulunan altı kişiyi bindirdi.
Oğlu Yam (Kenan) ise geri kaldı. Çünkü, O kâfirdi. Hz. Nuh (a.s.)'ın karısı Vaile de kâfirdi. Halka, Hz. Nuh (a.s.)'un mecnun olduğunu söylerdi.
Kavmi gibi küfür üzerinde direnerek, onlarla birlikte suda boğulup gitmiştir.[24]
Gemiye binenlerin, Hz. Nuh (a.s.) ile üç oğlu ve onların kadınları ile. birlikte sekiz kişi olduğu rivayet edildiği gibi, on beş erkekle beş kadın veya on erkekle on kadın oldukları da rivayet edilir. Hatta seksen kişiyi buldukları rivayeti de vardır,
Hz. Adem (a.s.)'ın, Cebrail (a.s.) tarafından getirilen tabutu da gemiye alındı ve erkeklerle kadınlar arasına konuldu.
Gemiye binildiği zaman, Recep ayından on gece geçmiş bulunuyordu.
Hz. Nuh (a.s.)'un gemiye bindiği ve azığmı gemiye yüklediği haberini alınca, Kral Dermesil:
"Onları akıtıp taşıyacak su nerede?" diyerek, gemiyi yakmak üzere adamlarından birtakım süvarilerle birlikte, geminin bulunduğu yere kadar gitti.
Hz. Nuh (a.s.)'m oğlu Yam da, Kralla birlikte gelenler arasında idi. Kral, Nuh (a.s.)'a seslenip:
"Gemini akıtacak su nerede?" dedi. Nuh:
"O su, durduğun yerde sana gelecektir!" dedi.
Kral:
"Bu çok şaşılacak, hiç olmayacak şeydir! Demek sen, kuru toprakta şu gemiyi yüzdürecek sular seller olacağını söylüyorsun ha! Sen de, seninle birlikte bulunanlarda onun içinden hemen inin. Yoksa hepinizi yakarım!" dedi. Hz. Nuh (a.s.):
"Allah'a karşı gururunu çoğaltma da, imana gelmekte acele et! Yüce Allah'a eş ortak koşmayı bırakıp Müslüman ol, doğru yolu bul! Aksi taktirde, azabı önünde hazır bulacaksın!" dedi.
Hz. Nuh (a.s.), kralla konuştuğu sırada, bir adam gelip, bir kadının ekmek pişirdiği tandırından su fışkırmaya başladığını haber verdi. Kral:
"Tandırdan su fışkırmış olamaz!" dedi. Hz. Nuh (a.s.) ona:
"Yazıklar olsun sana! O, ilahî gazabın geliş belirtisidir! Rabbim bunu bana böyle vahyetti. Bu, bütün yeryüzünün delinip deşileceğine, atını, dikildiği yerden ayıracağına ve atının ayağının altından su fışkıracağına işarettir!" dedi.
Kral, atım durduğu yerden ayırınca, ayağının altından su fışkırdığını gördü ve hemen atını başka bir yere sürdü. Orada da aynı hal vuku buldu.
Kralın tahkik için gönderdiği adam dönüp suyun çoğaldığını ve kaynadığını haber verince, kral ailesini ve oğlunu alıp kendisi için dağ başına yaptırmış olduğu maakile götürmek üzere acele evine döndü.
Herkes, tufan olacağını anlıyor fakat vaktini bilmiyordu. Bunun için kral da, maakile yiyecek doldurt-muştu.
Kral ve ev halkı, dağa çıkmak istedikleri zaman, dağın başından kayaların başlarının üzerlerine atıldığını, yuvarlandığını gördüler.
Nereye yönelip gideceklerini bilmiyorlardı. Yerden fışkıran sular çok sıcak ve pis kokulu idi.
Tufanın Yaygınlaşması
Göklerden boşanan yağmurların, yerlerden fışkıran suların selleri, bütün yeryüzünü tuttu ve dağları kapladı.
Hatta, dağların tepesinden on beş zir'a yükseldi. Güneşin ve ayın ışığı da karardı.
Dünya karanlık içinde kaldı. Gece gündüz bir oldu. Yağış kırk gün sürdü. Seller yeryüzünde taşmadık, aşmadık yer bırakmadı.
Beş Putun Dalgalarla Cidde'ye Sürüklenişi ve Orada Toprağa Gömülüp Kalışı
Tufan suları, Vedd, Süva, Yağus, Yauk ve Nesr putlarım, Nevz dağından sürükleyip yere indirdi.
Suların şiddetli akışları, onları ülkeden ülkeye sürükledi. Nihayet, Cidde toprağına attı.
Esen rüzgarlar putların üzerlerine toprak yığdı.
Hz. Nuh (a.s.) ile gemidekilerden başka, yeryüzünde bulunanların hepsi Tufan suyunda boğulup, helak oldu.
Dağın Tepesinde Bile Boğulmaktan Kurtulamayan Anne ve Çocuk
Hz. Aişe'nin (r.a.) Peygamberimiz (s.a.v.)'den rivayetine göre:
"Seller yollarda ve sokaklarda çoğalınca, son derece sevdiği yavrusunun hayatı hakkında korkuya düşen bir anne hemen dağa doğru gidip dağın üçte birine kadar çıktı. Su oraya da ulaştı. Kadın, dağın üzerine çıktı. Su vüfeselip kadının boyuna ulaşınca, kadın çocuğunu eliyleyoaşmın üzerine kaldırdıysa da su nihayet onları alıp götürdü!
Eğer Yüce Allah, Nuh kavminden herhangi birisini esirgeyecek olsaydı bu çocuğun annesini esirgerdi!" buyrulmuştur.
Hz. Nuh (a.s.)'m gemisi bütün dünyayı dolaştı. Yüce Allah, semaya: "Suyunu tut." Yere de: "Suyunu yut." emrini verip de yağışlar durduğu ve dağların üzerlerinden aşan suların seviyeleri düşmeye başladığı zaman, Cûdi Dağı'nm üzerine oturdu.
Hz. Nuh (a.s.)'ın gemisi, hiç durmadan altı ay su üzerinde dağlar gibi dalgalar arasında akarak dünyanın her tarafını dolaştı.
Yüz elli gün dolaştığı rivayeti vardır.
Hz. Nuh {a.s.), Cûdi Dağı'nda bir ay kalıp, sular çekildiği ve yerler kuruduğu zaman, yanmdakilerle birlikte, Muharrem ayının onuncu günü dağdan indi.
O gün gemi halkı şükür orucu tuttular.
Hz. Nuh (a.s.) gemiden inerken, gemisini kilitleyip anahtarını oğlu Şam'a verdi.
Hz. Nuh (a.s.), Karda'da, Semâ'nin diye anılan yerde,, yanmdakilerden her birisi için bir ev yaptı.
Semâ'nin; Musul'un üst tarafında, İbn Ömer Ce-ziresi'nin yakınındaki Cûdi Dağı'nm yanında bir bel-deciktir.
Bir müddet sonra Semâ'nin halkı vebaya tutuldu. Hz. Nuh (a.s.) ile oğullarından başka, hepsi öldü.
Hz. Nuh (a.s.) ile gemi arkadaşlarını, selamete erdirdi. Gemisini de, Cûdi Dağı'nm tepesinde insanlara
bir ibret olmak üzere bıraktı.[25]
Gemi uzun zaman orada kaldı.
Kur'an-ı Kerim'in Tufan Hakkında Açıklaması
Tufan ve sonucu, Kur'an-ı Kerim'de şöyle açıklanır:
"Bunun üzerine, Biz de şarıl şarıl dökülen bir suya gök kapılarını açtık.
Yeri de kaynaklar halinde (tamamıyla) fışkırttık da, (her iki su) tekdir edilmiş bir emir üzere birleşiverdi."[26]
"(Gemi) nankörlük edilmiş bulunan (o zata) bir mükafat olmak üzere, Bizim gözlerimiz önünde akıp gidiyordu."[27]
"Nuh, ayrı bir yere çekilmiş olan oğluna bağırdı:
«Oğulcağızım! (Gel) bizim yanımıza sen de bin! Kâfirlerden olma!» Oğlu ise:
«Bir dağa sığınırım! O beni sudan korur!» dedi.
«Bugün Allah'ın emrinden, esirgeyen, kendisinden başka hiçbir kurtarıcı yoktur!» dedi. İkisinin arasına dalga girdi. O da derhal boğulanlardan oldu!"[28]
Nuh (a.s.), Rabbine dua ve nida edip: "Ey Rabbim! Benim oğlum da, şüphesiz benim ailemdendir. Senin (ailemi kurtaracağın hakkındaki) vaadin elbette haktır ve Sen hâkimlerin hâkimisin!" dedi. (Allah):
"Ey Nuh! O, katiyen senin ailenden değildir! Çünkü O(nun işlediği) salih olmayan (kötü) bir iştir (kâfirlik ve imansızlıktır). O halde bilmediğin bir şeyi Benden isteme!" buyurdu. "Ben sana, cahillerden olmamanı tavsiye ederim" buyurdu. Nuh:
"Ey Rabbim! Ben bilmediğim şeyi Senden istemekten Sana sığınırım! Eğer Sen beni bağışlamazsan, esirgemezsen, hüsrana düşmüşlerden olurum!" dedi.[29]
"Ey arz! Suyunu yut! Ey gök! 'Sen de suyunu tut!' denildi. Su kesildi iş olup bitirildi. (Gemi de) Cûdi (dağının) üzerinde durdu. O zalimler güruhuna «uzak olsunlar» denildi."[30]
"Ey Nuh! Sana ve (gemide) beraberinde bulunanlardan (gelecek mü'min) ümmetlere bizden selam (ve selamet) ve bereketlerle in (gemiden)!
(Onlardan türeyecek diğer kâfir) ümmetler de vardır ki, Biz onları da (dünyada bol rızklarla) yararlandıracağız.
Sonra ise (ahirette) kendilerine, Bizden pek acıklı bir azap çarpacaktır» denildi."[31]
"Andolsun ki; Biz, Nuh'u kavmine (peygamber olarak) göndermişiz de, O, aralarmda elli yıl müstesna olmak üzere bin yıl kalmıştır.
Nihayet, onlar zulümde devam edip dururlarken, kendilerini tufan yakalayıvermiştir.
Fakat, Biz, onu da, gemi arkadaşlarını da selâmete erdirmişiz ve bunu alemlere bir ibret yapmışızdır."[32]
"Andolsun ki; Biz, bunu (gemiyi) bir ayet olarak bırakmışızdır. O halde, düşünüp ibret alan var mı ki, Benim azabım ve tehditlerim nice imiş!"[33]
"Bunlar gayb haberlerindendir ki, sana vahyedi-yoruz. Bundan önce, ne sen biliyordun, ne de kavmin biliyordu. Ö halde, Sen de (Nuh gibi her cefaya) katlan. Akıbet, hiç şüphesiz, takvaya erenlerindir,”[34]
Rivayete göre, Hz. Nuh (a.s.) tufandan sonra üç yüz elli yıl daha yaşamıştır.
Hz. Nuh (a.s.) vefatı yaklaştığı sırada, yerine büyük oğlu Şam'ı vekil bıraktı.
Yanma toplanan oğulları Sam, Ham ve Yafes ile bunların oğullarına birtakım tavsiyelerde bulundu.
Yüce Allah'a ibadete devam etmelerini onlara emretti. Ayrıca, oğlu Şam'a:
"Ey oğulcağızım!" dedi, "kalbinde zerre ağırlığınca şirk olduğu halde kabre girme!"
Rivayete göre; Hz. Nuh (a.s.)'a vefatı yaklaştığı sıralarda: "Ey Ebu'l-beşer ve ey uzun ömürlü! Dünyayı nasıl buldun?" diye sorulmuştu. Hz. Nuh (a.s.):
"Onu iki kapılı bir ev gibi buldum. Bir kapısından girdim, diğer kapısından çıktım!" demiştir.
Hz. Nuh (a.s.) kamıştan bir kulübe edinmişti. "Keşke bundan daha sağlam bir ev yapsaydın" denilince: "Ölecek bir kimse için, bu bile çok!" demiştir.
Rivayete göre; peygamberlerden ümmeti helak olan peygamber Mekke'ye gelir, orada Allah'a ibadete koyulur, kendisi ve yanında bulunanlar, vefatlarına kadar orada kalırlardı.
Nitekim, Hz. Nuh, Hz. Hud, Hz. Salih ve Hz. Şuayb Peygamberler (a.s.) Mekke'de vefat etmişlerdir.
Bunların kabirleri Zemzem ile Hacerü'l-Esved rüknü arasındadır.
Allah (c.c.) şöyle buyurdu:
"İşte, Ad (kavmi) Rabblerinin ayetlerini inkar ettiler, peygamberlerine isyan ettiler ve her inatçı zorbanın işine uydular."[35]
Hz. Hud (A.S)’In Kavmi
Hz. Hud (a.s.)'m kavmi Ad Kavmi idi. Ad Kavmi, birinci ve ikinci Ad diye ikiye ayrılır. Birincisi; Ad b. Avs b. İrem b. Sam b. Hz. Nuh'tur.
İkincisi; Semud b. Cair b. İrem b. Sam b. Hz. Nuh (a.s.)'dır.
Hz. İsmail (a.s.)' dan önceki birinci Ad Kavmi on-on üç kabileden oluşuyordu.
Ad, Semud, Cürhüm, Tasm, Cedis, Ümeym, Medyen, İmlak, Ubey, Casim, Kahtan ve Kahtan oğulları gibi birçok kabilelere Arabü'l-Aribe; Hz. İsmail (a.s.) oğullarından gelen kabilelere de Ara-bü'1-Müste-rabe denir.
Ad Kavminin yurtlan Hadremevt'e ve Yemen'e kadar uzanan yollar olup, Allah'ın yerlerinden en genişi, en otlu, sulu bol nimetli olanı idi.
Yerin üzerinde akan ırmakları, bağları bahçeleri, sürü sürü davarları, yer altında da su depoları vardı.[36]
Başkalarına verilmeyen boy pos, güç kuvvet de onlara verilmişti.
Onlar inatçı bir zorbanın emrini tutup ardından gittiler de:[37]
"Kuvvetçe bizden daha güçlü kim varmış diyerek?" yer yüzünde büyüklük taslamaya, memleketlerinde azgınlık ve fesatlarını arttırmaya, halka zulmetmeye başladılar.[38]
Ahiret hayatını, öldükten sonra dirilmeyi inkar ettiler.[39]
Şadda, Semud ve Henna adındaki üç puta tapmaktan da geri durmadılar.
Yüce Allah, Ad Kavmine kardeşleri Hud (a.s.)'ı peygamber olarak gönderdi,
O da onları bir olan Allah'a iman ve ibadete, insanlara zulmetmekten vazgeçmeye davet etti ise de, red ve tekzip (yalanlama) ile karşılandı.
Bunun üzerine; Yüce Allah, üç yıl onlardan yağmuru kesti. Onları yağmur duası için Mekke'ye bir heyet göndermek zorunda bıraktı. Yağmur yağdıracağını sandıkları bir kasırga ile de yok olup gittiler.
Hz. Hud (a.s.)'m Ad Kavmine gönderilişi ve onların tutum ve davranışları ile akıbetleri Kur'an-ı Ke-rim'de şöyle açıklanır.
"Ad (kavmin)e de, Kardeşleri Hud'u gönderdik. O, kavmine:
«Ey kavmim! Allah'a ibadet ediniz! Sizin O'ndan başka hiçbir ilahınız yoktur! Hâlâ Allah'tan korkmayacak mısınız?"[40]
"Siz (Allah'a karşı) yalan düzenlerden başka (kimseler) değilsiniz!" dedi.[41]
Kavminin ileri gelenlerinden kafir bir cemaat ise:
«Biz seni muhakkak yalancılardan sanıyoruz!» dediler.» (Hud):
«Ey kavmim! Bende hiçbir beyinsizlik yoktur. Fakat ben alemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim! Size Rabbimin vahyettiklerini tebliğ ediyorum. Ben sizin emin bir hayırhahmızım. Size o korkunç akıbeti haber vermek için içinizden bir adam (vasıtasıyla) Rabbinizden size bir ihtar gelmesi tuhafınıza mı gidiyor?
Düşününüz ki O (Rabbiniz) sizi, Nuh kavminden sonra hükümdarlar yaptı. Size yaratılışta, onlardan (Nuh kavminden) ziyade boy bos (ve kuvvet) verdi.
O halde, Allah'ın nimetlerini (unutmayıp) hatırlayınız ki, kurtuluşa erebilesiniz!» dedi. Kavmi Hud (a.s.)'a:
«Sen, bize, yalnız Allah'a ibadet etmemiz, atalarımızın tapmakta olduklarını bırakmamız için mi geldin? O halde doğruculardan isen, bizi tehdit etmekte olduğun şeyi (azabı) getir bize!» dediler. Hud (a.s.):
«Rabbinizden üzerinize bir azap, bir gazap hak oldu muhakkak! Kendinizin ve atalarınızın taptığınız (düzme) birtakım adlar (putlar) hakkında, Allah, onlara bir hüccet indirmemişken, benimle mücadele mi ediyorsunuz? Artık bekleyiniz! Şüphesiz ki, ben de sizinle birlikte onu bekleyenlerdenim!» dedi.[42]
«Ey kavmim! Ben buna (bu tebliğime) karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim mükafatım, beni yaratandan başkasına ait değildir, Hâlâ akıllanmayacak mısınız?
Ey kavmim! Rabbinizden yarlığanmak (mağfiret) dileyiniz.
Sonra, yine O'na tevbe ve rücû ediniz ki, üstünüze bol bol (feyzini) göndersin. Kuvvetinize daha fazla kuvvet katsın!
Günahkarlar olarak yüz çevirmeyiniz!» dedi. Kavmi Hud (a.s.)'a:
«Ey Hud! Sen bize açık bir mucize getirmedin! Biz de, senin sözünle ilahlarımızı bırakıcı değiliz! Sana inamcılar da değiliz» dediler.[43]
«Sen bize ilahlanmız(a tapmak)dan bizi döndürmek için mi geldin? Öyle ise, bizi tehdit etmekte olduğun şeyi -eğer (iddianda) doğru söyleyenlerden isen-getir bize!» dediler. Hud (a.s.):
«(Bunun) ilmi ancak Allah katmdadır. Ben size gönderildiğim şeyi tebliğ ediyorum. Fakat, ben sizi bilmezler güruhu olarak görmekteyim.»[44]
"Allah'tan korkunuz ve bana itaat ediniz!"[45]
"Ben, cidden üstünüze (gelecek) büyük bir günün azabından korkuyorum!" dedi.[46]
Onlar:
«Vaaz etsen de, vaaz edicilerden olmasan da, bize göre birdir. Bu öncekilerin adetinden başka (bir şey) değildir. Biz, azaba uğrayacaklar da değiliz!» dediler."[47]
"O'nun (Hud'un) kavminden kendilerine dünya hayatında refah verdiğimiz halde, küfr (ve inkar) eden bir güruh da:
«Bu, sizin gibi bir beşerden başkası değildir. Sizin yediklerinizden yiyor, içtiklerinizden içiyor! Eğer kendiniz gibi bir insana boyun eğerseniz, and olsun ki, o takdirde mutlaka hüsrana düşenlerden olursunuz.
Öldüğünüz ve bir toprak, bir kemik olduğunuz vakit, sizin her halde (diri olarak kabirlerinizden) çıkarılmış olacağınızı mı va'd (ve tehdit) ediyor o?
Tehdit oluna geldiğiniz o şey, ne kadar uzak! Ne kadar uzak! O (hayat) bizim (şu) dünya hayatımızdan başkası değildir. Yaşarız ölürüz.
Fakat, biz (tekrar) dirilecekler değiliz!
O (Hud), Allah'a karşı yalan düzen bir adamdan başkası değildir.
Biz, O'nu tasdik edici değiliz!» dediler.
Hud (a.s.):
«Rabbim! Beni yalanlamalarına karşı, Sen bana yardım et!» dedi. Allah buyurdu ki:
«Az bir zaman da her halde pişman olacaklardır!»
«İşte, onları o müthiş (azap) sayha(sı), Allah'ın adaleti olmak üzere, hemen yakalayıverdi de, onları bir çer çöp haline getirdik!
Artık, uzak olsun o zalimler güruhu!»[48]
"Onlar, onu (azabı) vadilerine yönelerek gelen bir bulut halinde görmüşlerdi de:
«Bu, bize yağmur verici bir buluttur!» demişlerdi.
Hayır! Bu çarçabuk gelmesini istediğiniz şeydi! Kasırgadır ki, onda elem verici bir azap vardır.
O, Rabbinin emriyle, her şeyi helak edecektir!
İşte onlar o hale geldiler ki, meskenlerinden başka bir şey görünmez oldu!
Biz, işte günahkarlar güruhunu böyle cezalandırırız!"[49]
"... Alay ede geldikleri şey, kendilerini çepeçevre kuşatıverdi.[50]
"...Her uğradığı şeyi (yerinde) bırakmıyor, mutlaka kül gibi savuruyordu!"[51]
Çünkü, Biz (haklarında) uğursuz (ve uğursuzluğu) sürekli bir günde, onların üstüne çok gürültülü bir kasırga saldık.
(Öyle bir kasırga ki) insanları sanki onlar köklerinden sökülmüş hurma kütükleri imiş gibi ta.temelinden kopardp helake uğratıyordu."[52]
"(Allah) onu yedi gece, sekiz gün ardı ardınca üzerlerine musallat etti.
Öyle ki, (eğer Sen de hâzır olsaydın) o kavmin (bu müddet) içinde (nasıl) ölüp yıkıldığını görürdün!
Sanki onlar içleri bomboş hurma kütükleri idiler!
Şimdi onlardan bir kalan görebiliyor musun?
(Hûd'un) kendisini de, Onunla birlikte olan (Müslümanları da, katımızdan bir rahmet ile kurtardık.
Ayetlerimizi yalan sayıp iman etmemiş olanların ise kökünü kestik!"[53]
Rivayete göre; peygamberlerden, ümmeti helak olan peygamber, kendisine iman edenlerle birlikte Mekke'ye gelir, vefatına kadar orada Yüce Allah'a ibadetle meşgul olurdu.
Ad Kavmi, helak olunca, Hz. Hûd (a.s.) da, kendisine iman etmiş olan kimseleri yanma alarak Mekke'ye gitti ve oradan ayrılmadı.
Mekke'de vefat eden Peygamberlerden, zemzem ile Hacerü'l-Esved arasında yetmiş, diğer bir rivayette doksan dokuz peygamber gömülüdür.
Hz. Hud (a.s.) da orada gömülü peygamberler arasındadır.
Hz. Hud (a.s.)'m Hadremevt'te vefat ettiği ve kabrinin orada kızıl kumdan bir tepe üzerinde bulunduğu ve vefatında dört yüz atmış dört yaşında olduğu da rivayet edilir.
O'na ve gönderilen bütün peygamberlere selam olsun!
Semud Kavmi Ve Yurtları
Hz. Salih (a.s.)'m kavmi ikinci Ad diye anılan Semud Kavmi olup Arabu'l-Aribe'dendir.
Yüce Allah, birinci Ad'ı yani Hz. Hud (a.s.)'m kavmini helak ettikten sonra onların ardından Semud Kavmi'ni yeryüzüne hakim kılmıştı.
Yüce Allah, Semud Kavmini uzun ömürlü yaratmıştı. Hatta onlardan bir kimse kendisine taştan çamurdan bir ev yapar, adam daha sağ iken ev yıkılır giderdi.
Bunun için, onlar, dağlarda kayaları oyarak kendilerine evler edindiler ve geçim bolluğu içinde yaşadılar.
Semud Kavmi; Hicaz'la Şam arasında Vâdi'1-Ku-râ'ya kadar uzanan Hicr bölgesinde otururlardı.
Hicr; Semud Kavminin Medine ile Şam arasında bulunan yurtlarının adıdır.
Istahrî, "Hicr hakkındaki müşahedelerini şöyle anlatır:
"Hicr, halkı az bir karyedir. Dağlar arasında olup Vâdi'l-Kurâ'ya bir günlüktür.
Yüce Allah'ın buyurduğu gibi, Semud Kavminin dağlardan yontmuş oldukları evler Şuarâ, 149 buradadır.
Yüce Allah'ın:
"işte dişi deve! Su içme hakkı bir gün onundur. Belli bir günün su içme hakkı da sizindir." Şuara, 155 buyurduğu
Semud Kavmi işi büsbütün azıtıp Allah'ın emrine aykırı olarak putlara tapmaya, yeryüzünde fesat çıkarmaya, taşkınlık etmeye başladıkları zaman Yüce Allah, onlara Salih (a.s.)'ı peygamber olarak gönderdi.[54]
Hz. Salih (a.s.), Semud Kavmini, bütün putları atarak bir Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmaksızm, iman ve ibadet etmeye davete başladı.
Fakat onlar Hz. Salih (a.s.)'ı ve tebligatını küfür ve inkarla karşıladılar."[55]
Zaten, Semud Kavmi kendilerine Salih (a.s.)'dan önce gönderdikleri anlaşılan ve fakat isimleri ve kıssaları Kur'an-ı Kerim'de açıklanmamış olan başka peygamberleri de yalanlamış, durmuşlardı."[56]
Hz. Salih (a.s.) davet ve tebligatına ısrarla devam etti. Davetini kabul etmedikleri taktirde, Allah'ın gazabına ve azabına uğrayacaklarını onlara haber verdi.
Semud Kavmi ile yirmi yıl uğraştı. İş uzayıp gidince, Hz. Salih (a.s.)'dan, söylediklerini doğrulayan bir ayet, bir mucize göstermesini istediler.
Hz. Salih (a.s.) onlara:
"Nasıl bir mucize istersiniz?" diye sordu
Semud kavminin her yıl belli bir günde putlarını yanlarına alarak çıkıp kutladıkları bir bayramları vardı.
"Sen kendi ilahına yalvar, biz de kendi ilahımıza yalvarahm. Eğer senin ilahın duanı kabul ederse, biz sana tâbi olalım. Eğer bizim ilahlarımız duamızı kabul ederse, sen bize tâbi ol!" dediler.
Hz. Salih (a.s.):
"Olur" dedi.
Semud Kavmi, vesenleri, putları ile birlikte bu bayramlarını kutlamaya çıktılar. Hz. Salih (a.s.) da onlarla gitti.
Semud kavmi dualarında, Hz. Salih (a.s.)'m yapacağı duasından hiçbir şeyi kabul etmemesini vesen-lerden, putlarından istediler.
O zaman, Semud Kavmi'nin seyidi, ulu kişisi olan Cenda'b Amr:
"Ey Salih! Şu kayanın yanma bizimle birlikte git. Kayanın içinden bizim için şöyle şöyle vasıfta bir dişi deve çıkarırsan, senin peygamberliğini doğrular ve sana iman ederiz" dedi.
Hz. Salih (a.s.) bunu yaptığı takdirde peygamberliğini tasdik ve kendisine iman edecekleri hakkında onlardan kesin söz aldıktan sonra, kayanın yanında namaz kılıp Yüce Allah'a dua edince, kaya sanki doğum sancısı gibi sancılandı.
Gebe bir kadının hareketi gibi hareket etti. Titre- \ di; sonra da, ikiye ayrılarak, içinden istedikleri vasıfta bir deve çıktı.
Kaya bir deve doğurdu. Semud Kavmi bu deveyi istedikleri kadar sağarlar, kap kaçaklarını sütle doldururlardı.
Bunun üzerine Cenda'b. Amr ile kavminden bazı kişiler iman ettiler.
Cenda' b. Amr'm amcasının oğlu Şihab b. Halife gibi Semud Kavmi'nin bazı eşrafı da Hz. Salih (a.s.)'a iman etmek ve tâbi olmak istedilerse de, vesenlerinin sahipleri olan eşraftan Zuab b. Amr ile Habbab ve Zeb-bab engel oldular. Onlar da, bunlara uyarak, Müslüman olmaktan vazgeçtiler.
Hz. Salih (a.s.), Rabbinin kendisine verdiği devesinden hiç ayrılmazdı.
O nereye yönelse, onun yanında bulunurdu.
Deve bir gün Semud Kavmi'nin suyundan içer, bir gün de onlar devenin sütünü sağar içerlerdi.
Semud Kavmi, Rabblerinin emrine karşı kibir ve gurura düştüler, azgınlık ettiler, deveyi boğazladılar.
Deveyi boğazlayanlardan birisi; kızıl, sarışın, gök gözlü, köse, kısa bir adamdı.
Öteki de, uzun boylu, akılsız ve titrek bir adamdı. Ana deve kesilince, yavrusu kaçıp dağa çıktı.
Yavru deve, Hz. Salih (a.s.)'ı görünce ağladı ve üç kere böğürdü. Hz. Salih (a.s.), Semud Kavmi'ne:
"Her böğürüş bir eceldir. Yurdunuzda üç gün daha yaşayacaksınız! Bu yalanlanamayacak bir vaad-dir!" dedi.
Semud Kavmi'nden Hz. Salih (a.s.)'ı öldürmeye kalkışanlar oldu. Fakat Allah (c.c.) O'nu korudu.[57]
Semud Kavmi, Hz. Salih (a.s.) ile alay ederek, azaba ne zaman uğrayacaklarını sordular. Hz. Salih (a.s.):
"Azap alameti; birinci günde yüzleriniz sararmış olarak sabaha çıkacaksınız. İkinci günde yüzleriniz kızarmış olarak sabahpppa çıkacaksınız. Üçüncü günde yüzleriniz kararmış olarak sabaha çıkacaksınız" dedi.
Gerçekten de, ilk günde sabaha çıktıkları zaman, küçük büyük, erkek-kadm, hepsinin yüzleri, sanki haluk kokusu sürülmüş gibi sapsarı kesilmişti.
Bunun üzerine, Semud Kavmi, helak olacaklarını ve Hz. Salih (a.s.)'m doğru söylemiş olduğunu anladılar.
İkinci gün, yüzleri kızarmış olarak sabaha çıktılar.
Üçüncü gün, yüzleri kara boya sürünmüş olarak sabaha çıktılar.
Dördüncü gün, pazar günü sabaha çıktıkları zaman, kendilerine azaptan, cezadan neler geleceğini, gelecek azabın hangi yandan, üzerlerinden mi, yoksa ayaklarının altından, yerden mi geleceğini bilmiyor, kâh başlarını kaldırıp semaya bakıyorlar, kâh gözlerini yere dikiyorlardı.
Sabaha girdikleri sırada güneş doğarken, gökten onlara göklerin bütün gürlemelerini, yer yüzünün bütün çığlıklarını içinde taşıyan öyle bir bağırışla bağırıldı ki, bir anda göğüslerindeki kalpleri parçalandı! Canları bedenlerinden uçtu! Solukları, kımıldamaları kesiliverdi!
Altlarından da, son derece şiddetli bir sarsıntı ile sarsıldılar.
Allah'ın Hareminin, bu azabın koruduğu bir tek kimseden başka, doğu batı arasında, onlardan helak olmadık bir kimse kalmadı!
Kurtulan o tek kişi ise Ebu Rigal idi.
Ad Kavmi'nin helaki ile Semud Kavmi'nin helaki arasındaki süre beş yüz yıldı.
Hz. Salih (a.s.)'ın Semud Kavmi'ne gönderilişi ve onların kötü tutum ve davranışları ve akıbetleri Kur'an-ı Kerim'de şöyle açıklanır:
"Andolsun ki; Ashabı Hicr'de, Peygamberleri yalanlamışlardı. Biz onlara ayetlerimizi vermiştik de, onlar bunlardan yüz çevirici idiler.
Onlar dağlardan emin emin evler yontar, oyarlardı."[58]
"Andolsun ki Biz, Semud (Kavmin)'e de; «Allah'a ibadet ediniz!» diye kardeşleri Salih'i gönderdik.
Bir de ne görsün, onlar birbirleriyle çekişir iki fırkadır! Salih:
«Ey kavmim! Niçin iyiden (ve güzelden) önce, çarçabuk kötüyü (azabı) istiyorsunuz? Allah'tan bağışlanmanızı istemeli değil misiniz? (Böyle yaparsanız) umulur ki esirgenirsiniz» dedi:
«Biz senin yüzünden ve maiyetinde bulunan kimseler (mü'minler) yüzünden uğursuzluğa uğradık!» dediler. (Hz. Salih (a.s.):
«Sizin (bütün) amel ve hareketleriniz Allah katında gizli değildir. Belki, siz imtihana çekilmekte olan bir kavimsiniz!» dedi.
O şehirde (Hicr'de düşman) dokuz erkek var ki, yer(yüzün)de fesad çıkarıyorlar, iyilik tarafına hiç yanaşmıyorlardı. Onlar Allah adıyla antlaşarak:
«Ona (Salih'e) ve ehline, herhalde bir gece baskın yapalım (hepsini öldürelim). Sonra da velisine:
'Andolsun ki; biz o ailenin helakinde hazır değildik.
Şüphesiz ki, biz (bu sözümüzde) elbette sadıklarız!' diyelim» dediler. Onlar böyle bir tuzak kurdular.
Biz de, kendilerinin haberi olmadan, onların planların alt üst ediverdik."[59]
"...O (Salih):
«Ey kavmim! Allah'a ibadet ediniz! Sizin, O'ndan başka hiçbir ilahınız yoktur. O, sizi topraktan meydana getirdi. Sizi orada ömür geçirmeye (veya imana) memur etti.
O halde, O'ndan yarlığanmak (bağışlanmak) dileyiniz. Sonra, O'na tövbe ediniz. Şüphe yok ki, Rab-bim(in rahmeti) çok yakındır. O (duaları da) kabul edendir."[60]
"Düşününüz ki; (Allah) sizi, Ad'dan sonra, hükümdarlar yaptı. Yeryüzünde sizi yerleştirdi. Ovalarından köşkler yapıyor, dağlarından evler yontuyorsunuz. Artık (hepiniz) Allah'ın lütuflarım anınız.
Yeryüzünde fesatçılar olup taşkınlıklar yapmayınız» dedi."[61]
"Ey Salih! Sen bundan önce içimizde ümit beslenen biri idin. (Şimdi) atalarımızın taptığı şeylere tapmamızdan bizi vazgeçirmek mi istiyorsun.
Senin bizi (ibadete) davet ettiğin (Rab)'den, hakikaten şüphe içindeyiz, şüpheleniriyiz!" dediler."
(Salih):
"Ey kavmim! Ya ben Rabbimden (gelen) apaçık bir mucizenin üzerinde isem ve O Rab, kendinden bana bir rahmet (peygamberlik) vermişse, buna ne diyeceksiniz?
O halde Allah'ın (intikamından) eğer O'na isyan edersem (kurtarmak hususunda) bana kim yardım eder?
Demek, siz beni ziyana uğratmaktan (bunu) bana karşı artırmaktan başka bir şey yapmayacaksınız?» dedi."[62]
"«Şüphesiz ki, ben size gönderilen emin bir peygamberim. Artık Allah'tan korkunuz ve bana itaat ediniz. Ben buna karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim mükafatım, alemlerin Rabbinden başkasına ait değildir.
Siz burada (ki nimetlerin içinde), bağların, pınarların içinde, ekinlerin ve tomurcukları nazik ve yumuşak hurma ağaçlarının içinde emin emin bırakılacak mısınız?»
«Sen ancak (hızlı) büyülenmişlerdensin» dediler."[63]
"O'nun kavminden iman etmeyi kibirlerine yediremeyen ileri gelenleri de, kendilerince hor görünenlere, onların içinden iman edenlere:
«Siz, Salih'in gerçekten Rabbi katından gönderilmiş bir peygamber olduğunu biliyor musunuz?» dediler. Onlar da:
«Biz doğrusu, onunla ne gönderildiyse ona iman edicileriz!» dediler."[64]
Yine, kibirlenen kimseler:
«Biz, doğrusu, o sizin iman ettiğinize münkir ve kafir olanlarız!» Araf, 76 dediler. Salih (a.s.)'a da:
«Sen, bizim gibi bir beşerden başkası değilsin! Bununla beraber eğer, (peygamberlik davasında) doğruculardan isen, haydi bir ayet (mucize) getir!» dediler."[65]
«Ey kavmim! İşte size bir ayet (mucize) olmak üzere Allah'ın şu dişi devesi! Artık onu serbest bırakınız. Allah'ın arzında otlasın...»[66]
«İşte, bu dişi deve! Su içme hakkı (bir gün) onundur. Belli bir günün su içme hakkı da, sizindir. Ona bir kötülükle ilişmeyiniz! Sonra sizi büyük bir günün azabı yakalar!» dedi."[67]
"Derken o dişi deveyi ayaklarını keserek öldürdüler. Rabblerinin emrinden (uzaklaşarak) isyan ettiler ve:
«Ey Salih! Eğer Sen gönderilmiş peygamberlerden isen, bizi tehdit edip durduğun azabı getir bize!» dediler."[68]
... Bunun üzerine Salih (a.s.):
"Memleketinizde üç gün daha yaşayınız! İşte bu yalan çıkarılamayacak bir tehdittir!» dedi.
Vakta ki azap emrimiz geldi. Sabaha girdikleri sırada onları o (korkunç) bağırış yakalayıverdi! Kazana-geldikleri o şeyler, kendilerinden hiçbir azabı def edemedi."[69]
"Salih'i de, pnun maiyetinde iman etmiş olanları da, tarafımızdan bir rahmet olarak (azap ve) o günün rüsvalığından kurtardık.
Şüphesiz ki Rabbin, O, çok kuvvetlidir, mutlaka galiptir.
O zalimleri ise, korkunç bir ses alıp götürdü de, yurtlarından diz üstü çöken (helak olan) kimseler olu-verdiler!
Sanki orada (hiç) oturmamışlardı!
Haberiniz olsun ki; Semud (Kavmi) hakikaten Rabblerine küfrettiler. Gözünüzü açınız, iyi biliniz ki; Semud'a (Allah'ın rahmetinden) uzaklık verilmiştir."[70]
"Semud (Kavminin helak edilmesin)de de (bir ibret vardır). Hani, onlara:
«Bir zamana kadar yararlanadurunuz!» denilmişti de, Rabblerinin emrinden uzaklaşıp azmışlardı.
İşte (bu yüzden) kendileri de göz göre göre onları yıldırım tutuvermişti de, ayakta durmaya güç yetire-mediler, bir yardım da göremediler.”[71]
"Şüphe yok ki bunda bilecek bir kavim için ibret verici bir nişane vardır."[72]
"İman edip de (fenalıktan) sakınır olanları, Biz (daima) kurtardık."[73]
Salih (a.s.); Semud Kavmi'ni Yüce Allah'a iman ve ibadete davet etmekle uğraşmıştı.
Semud Kavmi'nin helakinden sonra, Hicr'den ayrılırken, onlara şöyle hitap etti:
«Ey kavmim! And olsun ki; ben size Rabbimin elçiliklerini tebliğ etmişimdir. Size hayırhahtık göstermi-şimdir. Fakat siz hayırhahalık sevmezsiniz ki!»[74]
Peygamberimiz Muhammed (s.a.v.); Tebük seferinde Hicr'dea geçerken, Semud Kavmi'nden Ha-rem'in korumuş olduğu bir tek adamın sağ kaldığını haber vermişti. Ashab-ı Kiram:
«Ey Allah'ın peygamberi! Kimdi o adam?" diye sordular. Peygamberimiz:
«Ebu Rigal'dir!» buyurdular.
Ebu Rigal, Sakiflerin atasıydı. Salih (a.s.)'m da kölesiydi. Onu Mekke tarafına sadaka, zekat tahsildarı olarak göndermiştir.
Ebu Rigal; sütü çekilmiş yüz koyunu, ayrıca bir koçu ve bir de akşamleyin annesi ölmüş bir oğlan çocuğu bulunan bir adamın yanma vardı. O'na:
«Beni, sana Allah'ın peygamberi gönderdi!» dedi. Adam: «Peygamber elçisi hoş geldi, safa geldi. İstediğini al!» dedi. Ebu Rigal, koyunlardan sütlü olanı aldı. Adam:
«O, annesinin ölümünden sonra, sağ kalan şu çocuğundur. Onun yerine, on koyun al!» dedi. Ebu Rigal:
«Hayır!» dedi. Adam:
«Yirmi koyun al!» dedi. Ebu Rigal:
«Hayır» dedi. Adam:
«Elli koyun al!» dedi. Ebu Rigal: «Hayır!» dedi. Adam:
«Şu fair koyundan başka koyunların hepsini al!» dedi. Ebu Rigal:
«Hayır!» dedi. Bunun üzerine Adam:
«Eğer sen süt içmeyi seversen, ben de severim» diyerek ok çantasındaki okları serdi. Sonra da:
«Ey Allah'ım! Sen şahit ol!» dedi. Yayma bir ok yerleştirip Ebu Rigal'i öldürdü.
«Bunun haberi, Allah'ın peygamberine benden önce ermesin» dedi.
Salih (a.s.)'ın yanma varıp, Ebu Rigal'in yaptıklarını haber verdi. Salih (a.s.) ellerini göğe kaldırdı. Üç kere:
«Ey Allah'ım! Ebu Rigal'e lanet et!» diyerek dua etti."
Ebu Rigal'i öldüren, Kays b. Aylanlardan Münebbih b. Herazin'in oğlu Sakif idi.
Beşeriyetin arasındaki kavgalar, münakaşalar, savaşlar, din ve inanç uğruna canı ve malıyla davası uğruna savaşıp tükenen bir sürü nesil geldi geçti. Ve ahir ümmeti de inançları uğruna daha evvelki ümmetler gibi haksızlıklara uğradılar. Bugünümüzde neden bu kadar zorluklar zuhur ediyor demek yersiz olur.
Anlaşmazlıklar, fikir zıtlığı, fikir savaşı, kılık-kıyafet tartışması, din, ırk nedeni ile olan ve olacak olan savaşlar kıyamete kadar süregelecektir. Bu savaşlar insanın nefsine değil de vicdanlarına ağır geldiği için insanlar doğal olarak insaf ehli bir dünya murad ederler. Ama, bir gerçek var ki; Cenab-ı Allah ayetlerinde de buyurmuştur:
"Daha önceki ümmetlere yapılan sizlere yapılmayacak mı sandınız?"
Peygamber Efendimiz (s.a.v.)'in zamanında da, Nuh Ca.s.) kavminin zamanında olan inkar, ahlaksızlık ve zulümler vardı. O zamanlarda, din ve inanç uğruna yapılan savaşlarda ve baskınlarda esir edilen insanların, diri diri yakılmalarından ve işkence ile Öldürmelerinden inkarcılar zevk duyarlardı. Hısımları, birini -ele geçirdikleri takdirde- kafataslarını söküp, kadeh gibi kullanıp, içki içeceklerine yemin ederlerdi. Bir de, ge-çindirememek bahanesiyle çocukları öldürmek günlük ihtiyatlarındandı. Kız çocuğu doğurmak yüz karası sayılırdı. Kız çocukları diri diri toprağa gömülür veya ellerinden tutulup su kuyularına atılır, onların boğulup gitmelerine karşı hissiz, duygusuz kalınırdı.
Ahlâksızlık, hayasızlık o dereceye varmıştı ki, İmrü'1-Kays gibi ünlü bir şair, amcasının oğlu.ile yaptığı bir ahlâksızlığı tasvir etmekten çekinmezdi. Onun bu yoldaki halini bahseden kasidesinin de Kabe'nin duvarlarına asılıp sergilenilmesinden utanılmazdı. O zamandaki dinî buhran, içtimaî ve ahlakî buhranlardan daha az ve önemsiz değildi. İnkarcılık, itikatsızlık, putperestlik, tuhaf tuhaf akideler, hurafeler almış yürümüştü.
Ehl-i İslam da pek ziyade ısdırap gördü ve yaşadı. Hatemü'l-Enbiya'nm da eza ve cefası çoktu.
Kur'an, bütün hakikat beyanlarını taşır. İslam dini ve Peygamber Nübüvvet, Kur'an ile risalet buldu. Kimi yalanladı, kimi inkar etti, kimi taşladı, kimisi de o din ile müşerref oldu. Cenab-ı Resul'e siper oldular ve bırakmayıp, ardından gittiler. Onunla beraber savaştılar, inançları uğruna canlarım seve seve feda ettiler. Kimileri mecnundur dedi O'nun için, kimileri de sihirbazdır dedi.
Kur'an-ı Kerim'in İcazı
Hz. Bir gün Hatemü'l-Enbiya Hazretleri, Harem-i Şerifin bir köşesinde otururken, diğer tarafta Kureyş Müşrikleri oturuyorlardı. Ulularından Ebu'l-Velid diye tanınan Utbe b. Rebia diğerlerine:
"Ne dersiniz, gidip de Muhammed'e biraz nasihat etsem, «Bizden ne isterse verelim ve seni istediğin rütbeye eriştirelim, tek bizim ilahlarımıza söz atma ve dinimize taarruz etme (karışma)» desem, şayet kabul ederse aradan keşmekeş (karışıklık) gider" dediğinde ;
"Ne beis (sakınca) var, bir kere nasihat ediver" dediler.
Utbe, Resul-i Ekrem'in yanma geldi ve o yolda birçok söz söyledi, kendine göre hayli nasihat verdi. Rasul-i Ekrem (s.a.v.).
"Sözün tamam oldu mu?" diye sordu. Utbe:
"Evet" dedi.
Resulü Ekrem (s.a.v.), Fussilet Suresini tilavete (okumaya) başladı ve secde ayetine gelince kalkıp secde eyledi ve:
"İşittin mi ya Ebu'l-Velid!" dedi. Utbe :
"İşittim, işte sen, işte o" diyerek yerinde kıyam etti (kalktı) ve bozuk düzen dostlarının yanma gitti.
"Ne oldu?" diye sordular.
"Hiç sormayın. Bir kelam işittim ki ömrümde öylesini işitmemiştim. Vallahi bu söz, şiir değil, sihir değil, kehanet değil ey cemaati Kureyş! Beni dinlerseniz bu adamı kendi haline bırakınız" dedi.
Müşrikler, bunca mucizeyi görüp, ara ara nazil olan ayatı beyyinatı (Kur'an'ı) işitip Resulü Ekrem hakkında ne diyeceklerini şaşırdılar.
Kimi mecnun, kimi kahin ve kimi şair dedi. Ve hiçbirinin yakışık almadığını kendileri dahi anladılar. Hatta Kureyş Kavmi, İslam'ın yayılmasından havf ettikleri korktukları için, hac mevsimi geldiğinde bir yere toplandılar.
"Her taraftan Arap kabileleri gelmek üzeredir. Muhammed hakkında ne diyeceksek ona karar verelim" dediler.
İçlerinden bazıları:
"Kahindir diyelim" dediğinde; Velid b. Muğıre:
"Kahin değildir. Sözleri asla kahin sözüne benzemez" dedi.
"Öyle ise mecnun diyelim" dediğinde; Velid b. Muğıre:
"Mecnun desek kim inanır? O'nda asla cünun (delilik) alameti yok" dedi. Onun üzerine bazıları:
"Şairdir diyelim" dediğinde; Velid b. Muğıre: "Şair değildir" dedi.
"Şair değil ise sahir (sihirbaz) diyelim" dediklerinde de; Velid b. Muğıre:
"Sahire (sihirbaza) neresi benzer? Okuyup üflemesi yok, düğüm bağlaması yok, sahir işlerine (sihirbazların yaptıklarına) benzer bir işi yok. Bu cihetle de diyemeyiz. " dedi.
"Öyle ise ne diyelim?" dediler. Velid b. Muğıre:
"Ne demeli bilmem. Fakat şu söylediklerinizin hiçbirisi yakışık almaz ve hangisini söylesek inanılmaz" dedi.
Kısaca Resulü Ekrem (s.a.v.) hakkında ne diyeceklerine bir karar veremediler. Çünkü peygamber demekten başka yakışık alır bir sıfat bulamadılar. Buna da onlar razı olamadılar. Resulü Ekrem (s.a.v.) ise, her sene Hac mevsiminde Mekke dışına çıkıp, etraftan gelen kabilelere, "Ey filan oğulları!" diye başka başka hitap ederek, hallerine uygun olan ayeti kerimeyi okuyarak onları Hak dine davet eylerdi.
Bu kabilelerden nice kimseler, İslam dini ile müşerref olmakta ve İslam dini, Arabistan'ın her tarafına yayılmaktaydı.
Hatta Seleme Oğulları Kabilesinden birkaç yiğit Mekke'ye geldiler. Bazı Kur'an ayetleri dinleyip hemen Müslüman oldular ve dönüp yerlerine gittiler, Resulü Ekrem (s.a.v.)'in vasıflarını anlattılar.
İçlerinden birisinin babası olan Amr ibni Cemûd oğluna:
"O zattan işittiğin sözleri bana söyle" demiş, O da Fatiha Sûresini okumuş. Amr b. Cemüd:
"Ne güzel kelamdır, diğer kelamları da böyle güzel midir?" diye sormuş. Oğul:
"Daha âlâları, güzelleri var" diye cevap vermiş. Bedevi Araplardan biri; ayeti kerimeyi işittiği gibi secdeye varmış:
"Bu sözün güzelliğine secde ettim" demiş.
Bir diğeri Sure-i Yusuf okunurken; ayeti kerimeyi işittiğinde:
"Ben şehadet ederim ki hiçbir mahlûk buna benzer bir söz söylemez" demiş.
Ebu Zer (r.a.)'m gelmesine sebep bu idi. Kendisi güzide şairlerden olup, kardeşi Enis ise şiirde ondan ve emsallerinden üstündü.
Enis, Mekke'ye gelip, gitmiş ve biraderi Ebu Zer'e, Fahri Alem'in hal sıfatlarını beyan etmiş.
Ebu Zer:
"Halk O'nun hakkında ne söylüyor?" diye sormuş. Enis de:
"Şairdir, kahindir, sahirdir diyorlar. Ama ben kahinler sözünü işittim. Vallahi, O hiç birine uymaz ve bundan sonra O'na şair demek, kimsenin ağzına yakışmaz. Elhasıl Muhammed (s.a.v.) sadıktır. Ve onlar yalancıdır" diye cevap vermiş. O'nun üzerine Ebu Zer hemen Müslüman olmuş.
Kur'an-ı Kerim ne kelam-ı manzumdur, ne de kelam-ı nesirdir. İki kısmın haricinde bir kelam-ı latiftir, baştan başa hatasız ve beliğdir.
Bütün ayeti kerimeler belagatça bir derecede olmayıp bazısının bazısına nispetle belagat derecesi yüksektir. Fakat, cümlesi mucizedir. Yani insan meydana getirmekten acizdir. İptidai emirde Arap edebiyatçıları Kur'an ayetlerini birtakım şiirle muvazene mukayese ettiler. Nihayet hiçbirine ve belki beşer sözüne benzemediğini anladılar.
Fakat Muallakatı Seb'a (yedi askı), Ka'be duvarında asılı durup ara sıra okunur ve fesahat ve belagat bahsinde lisana alınırdı.
Belagatın en âlâ derecesinde bulunan ayeti kerimeler nazil olunca, edebiyatçılara pek ziyade tesir eyledi, şöyle ki; iliklerine işledi.
O vakit İmrü'l-Kays'ın kız kardeşi sağdı. Ayeti kerimeyi işittiğinde:
"Artık kimsenin bir diyeceği kalmadı. Kardeşimin şiiri Meydan-ı İftiharda duramaz" diyerek, kardeşinin kasidesini Ka'be duvarından indirdi.
Onun alt tarafındaki muallakata diyecek hiçbir şey kalmadığından onlar da birer birer indirildi.
Artık Meydan-ı İftihar ve şöhrette yalnız Kur'an-ı Kerim kaldı ve Kur'an'm belagatının tesiriyle bütün edebiyatçılar şaşırdılar ve sustular.
Niceleri, Kur'an-ı Kerim'in Allah (c.c) kelâmı olduğuna inandılar ve yüksek mânâsına kalpten samimiyetle inandılar.
Mü'minler İslam dini uğrunda her şeyi feda ederek, kimi Habeşistan'a hicret ile vatan, akraba ve dostlarından geçtiler; kimi Ebu Talib mahallesinde mahsur kalıp müşriklerin eza ve cefasına katlandılar.
Cenab-ı Allah, zorluk ve meşakkatlerle öncelikle peygamberleri imtihan etmiştir. Kur'an-ı Kerim'de ismi geçen peygamberlerin hayatlarını okuyacak olursak, bizlerin ne kadar ferahlık, rahatlık içerisinde hayat sürdüğümüzü görmüş oluruz.
Cenab-ı Allah (c.c.), kullarına doğrulan anlatsın, bildirsin diye birçok peygamber gönderdi. Kendi hükmünü ve adaletini indirdiği kitaplarda ve sahifelerde beyan etti. Her kavme ait bir peygamber gelmiştir. Gelen bu peygamberler Allah'ın tek olduğunu, sapıklığın sonunun bir felaket olduğunu anlatmışlardır. Bu yüzden de hayatları eza ve cefa içerisinde geçmiştir.
İki cihan serveri Cenabı Resul, adalet ehli olan amcası Ebu Talib'in yanında büyümüş ve yetişmişti. Ebu Talib, yeğeni Hz. Muhammed (s.a.v.)'i çok sevmesine rağmen yine de O'nun dinine biat etmemişti. Fakat Ebu Talib, yeğeni ile çokça iftihar eder ve onun nübüvvetini (peygamberliğini) yalanlamaz, gereğinden fazla itaat eder ve O'nu her kötülükten muhafaza ederdi. Lakin kendisi kavminin reisi olduğu için, Cenabı Resul de onun elinde büyüdüğünden, O'nun getirdiği dine biat edip, O'na tâbi olmak istemezdi. Hatta:
"Ben bilirim ki Muhammed (s.a.v.) asla yalan söylemez ve batıl ne bir söz, ne bir hareket onda zuhur etmez. Eğer bilsem Kureyş Kabilesinin halkı ve kadınları küçümsemeyip, ayıplama salar ben O'na kesin biat eder, tâbi olurdum" demiştir.
Ebu Talib'in vefatından evvel Peygamberimiz, amcasına ricada bulundu:
"Ey pederim makamında olan amcam! Bari bir kerecik olsun lisanınla kelime-i şehadet getir ki ahiret-te de sana şefaat edebileyim" dedi. Amcası cevaben:
"Korkarım ki, Ebu Talib ölümden korktu da imana geldi diye benimle alay edip ayıplarlar. İşte bundan ar etmesem şehadet getiririm" dedi.
Bununla beraber Ebu Talib vefat edeceği vakit Kureyş halkını toplamış ve Resulü Ekrem (s.a.v.)'i onlara emanet etmiş ve hakkında beyanlarda bulunmuş: "Muhammed emindir, doğrudur, yatandan beridir. Benim size vereceğim nasihat ve yeğenim hakkındaki hakikat şudur ki, O hep doğrudur, getirdiği İslam dini ise kalbin kabul edeceği bir şeydir. Onu inkar eden ancak lisandır. Vallahi ben gözümle görür gibi biliyorum ki, Kureyş'in fukaraları, zenginleri, zaifleri, bedevileri ve etrafı alem halkı hep onun davetini kabul, sözünü de tasdik etseler, rahmetle kurtuluşa ererler, zelil ve hakir olmaktan kurtulurlar.
Ey Kureyş halkı! Vallahi ben sağ olsam, O'nu düşmanlarından korur, O'na gelecek olan zararların hep karşısında dururdum. Siz de bu görevi benden devralarak O'nu muhafaza etmelisiniz" dedi.
Cenabı Hakk'in hidayet etmediği kimse hak yolunu bulamaz. O'nun lütfü ve ilahi ihsanı olmadıkça kimse bu saadete nail olamaz. Kur'an-ı Kerim'de, Cenabı Hak buyuruyor ki:
"Ya Muhammed! Sen sevdiğine hidayet edemezsin, lakin Allah dilediğine hidayet eder."
Ancak onun içindir ki; Cenabı Resul, Ebu Talib'in Müslüman olmasını ziyadesiyle dilerdi. Fakat, o da onu çok sevmesine rağmen lisanı ile onun nübüvvetini ikrar edemedi. Bu da gösteriyor ki, Resul-i Ekrem (s.a.v.) yalnız haberci, elçi ve vesiledir. Cenabü Allah dilemedikçe kul hidayete nasipkâr olamıyor.
Ebu Talib'in vefatından sonra, Kureyş halkı Ebu Talib'in vasiyetini tutmadılar. Ebu Leheb, Ebu Talib'in vefatını fırsat bilerek, onun yerini almak, kavminin reisi olmak için Kureyş halkını etkisi altına alarak hüküm sürmeye koyuldu ve bununla beraber, Ebu Cehil ise Kureyş içinde hepsinden daha fazla taraftar ve hakimiyet kazanma yarışmdaydı. Bu iki kişi, Hz. Hatice (r.a.)'nm ve Ebu Talib'in vefatını fırsat bilerek fenalıklarını artırdılar. Resulü Ekrem (s.a.v.), onların acımasız eza ve cefalarından çok incinmiş olarak, Mekke'den çıkmak zorunda kaldı. Zeyd b. Haris (r.a.) ile birlikte Taife gitti. O vakit, Taif'te bulunan, Sakif Kabilesi eşrafını İslam dinine davet etti.
Onlar ise iman etmek şöyle dursun, Resulü Ekrem (s.a.v.) tahkir ettiler. İçlerinden bazıları, O'na taşlar atarak, elini yüzünü yaraladılar, Hatta Zeyd ibni Harise (r.a.), Resulü Ekrem (s.a.v.)'e atılan taşlardan muhafaza için kendini siper etti. Ve o da birkaç yerinden yaralandı. Hatemü'l-Enbiya oradan geri döndü ve Mekke'ye hayli mesafesi olan Batnı Nahle ulaştı. İşte orada (insan ve cin peygamberi olan) Resulü Ekrem (s.a.v.) "er-Rahman" suresini tilavet ederken cin taifesinden bir grup gelip dinlemişler ve iman etmişlerdi.
Fahr-i âlem efendisi, dünyanın dört bir yanma dahi İslam'ı yayıyordu. Her türlü eziyet ve meşakkatlere rağmen hiçbir şekilde ne korkuyor, ne de geri adım atıyordu.
Pek sıcak bir günde Rasulü Ekrem (s.a.v.), yorgundu, Medine'ye bir saat kadar mesafesi olan Küba köyüne indi. Ve Beni Neccar'dan birinin evine misafir oldu. Birkaç gün Küba'da ikamet etmek üzere karar verdi. Orada mescit inşaa etti.
Ondan önce ehli İslam'dan bazıları kendileri için mescid yapmışlarsa da, Cemaat-ı Müslimin için ilk mescit, bu inşaa edilen mescittir.
Hz. Ali (r.a.), Resulü Ekrem (s.a.v.)'den sonra üç gün Mekke'de ikamet etti. Kendisine bırakılmış emanetleri teslim ettikten sonra, Mekke'den çıktı. Resulü Ekrem (s.a.v.), Küba'da iken onu buldu. Resulü Ekrem (s.a.v.), bir Cuma günü kendi devesine bindi, ehli İslam'dan yüz kişiyle Küba'dan çıkıp Medine'ye doğru yola koyuldu. Beni Salim b. Avf yurdunda, Kanuna denilen vadinin üst tarafına indi ve gayet beliğ (açık) bir hutbe okuyup, Cuma namazı kıldırdı.
Hatemü'l Enbiya'nm ilk kıldığı Cuma namazı budur diye rivayet edilir. Resulü Ekrem (s.a.v.) hutbesinde özetle şöyle buyurmuştur:
"Ey insanlar! Sağlığınızda, ahiretiniz için tedarik görünüz. Muhakkak bilirsiniz ki, kıyamet gününde birinin başına vurulacak ve çobansız bıraktığı koyunundan sorulacak, sonra Cenabı Hak diyecek ama nasıl diyecek, tercüman yok, perde yok bizzat diyecek. Sana benim Resulüm gelip de tebliğ etmedi mi? Ben sana mal verdim, sana lütuf ve ihsan ettim. Sen kendin için ne tedarik ettin? 'O kimse de sağma soluna bakacak, bir şey göremeyecek. Öyle ise her kim ki, kendisini velev ki bir hurma bile olsa ateşten kurtarabilecek olan hayrı işlesin. Onu da bulamazsa Kelime-i Tayyibe ile kendisini kurtarsın; zira onunla bir hayra on mislinden yedi yüz misline kadar sevap verilir.
Vesselâmü ala Rasulihi ve Rahmetullâhi ve Bera-kâtühü."
Resulü Ekrem (s.a.v.), 1. hutbeyi bu vech ile itmam ettikten sonra 2. hutbede şunları buyurmuştur:
«Allah'a hamd olsun, Allah'a hamd ederim ve O'ndan yardım isterim. Nefislerimizin şerrinden ve kötü amellerimizden Allah'a sığındık. Allah'ın hidayet ettiğini kimse saptıramaz. Allah'ın saptırdığına da kimse hidayet edemez. Eşhedü en la ilahe illallâhu vah-dehû la şerikeleh, kelamın en güzeli kitabullahtır.
Her kim ki, Cenabı Hak onun kalbine de Kur'an-ı müzeyyen kıla ve onu kâfir iken İslam'a dahil ede ve o da Kur'am diğer sözlere tercih ede, işte o kimse, felah bulur. Doğrusu kitabullah, kelamların en güzeli ve beliğidir.
Allah'ın sevdiğini seviniz. Allah'ı can-ı gönülden seviniz. Allah'ın kelamından kalbinizi kasvet gelmesin, zira kelamullah her şeyin alasını ayırıp seçer. Amellerin hayırlısını, kulların gözdesi olan Peygamberleri, kıssaların iyisini zikreder, helal ve haramı beyan eder. Artık Allah'a ibadet ediniz ve O'na şirk koşmayınız. O'ndan hakkıyla sakınınız. Güzel sözünüz dahi Allah'a doğru olsun ve beyninizde kelamullah ile bütünleşsin. Muhakkak ki, bilmelisiniz ki; Allahu Teâlâ ahdini bozanlara gazap eder, Esselamu Aleyküm."
Akabedeki biatda ensar-ı kiram, her ne vakit Resulü Ekrem (s.a.v.) kendi beldelerine gelirse, her durumda onu muhafaza etmek üzere and ve yemin etmiş idiler. Resulü Ekrem (s.a.v.) onların diyarına gelip bir müddet Küba'da ikamet ettikten sonra, Medine'ye girmek üzere bulunduğundan, artık sözlerini tutmaya mecbur oldukları vakit gelmiş demek olurdu.
Veda Haccı
Hicretin onuncu yılında Peygamberimiz, yüz bini aşan Müslümanla birlikte Mekke'ye gidip son haccım yaptı. Orada irad buyurduğu meşhur hutbesinde de:
"Ey insanlar! Sözlerimi iyi dinleyiniz! Vallahi bilmiyorum. Belki de şu durduğum yerde bu yılımda bu günümden sonra sizlerle bir daha buluşamayacağım.
Dikkat ediniz, belki bu yılımdan sonra beni bir daha göremeyeceksiniz!" diyerek Müslümanlarla ve-dalaştı.
Geriye bıraktığı Kur'an-ı Kerim ile, sünnet-i se-niyyesine sımsıkı sarıldıkları takdirde sapkınlığa düşmeyeceklerini bildirdi.
Veda haccından dönerken Gadiri Humm'da da:
"Ey insanlar! Haberiniz olsun ki, ben de ancak bir insanım!
Çok sürmez Yüce Rabbimin elçisi (Cebrail) bana gelecek ben de onun davetine icabet edeceğim!" buyurdu.
"Ey Allah'ım! Seni teşbih ve sana hamd ederim.
Ey Allah'ım! Beni bağışla! Şüphe yok ki tevbeleri en çok kabul eden ve merhametli olan Sensin Sen!" diyerek Allah'a hamd, teşbih ve istiğfara koyulmuştu.
Peygamber Efendimiz'in Vefatı
Hicretin on birinci yılı, Rebiülevvel ayının on ikinci veya on üçüncü pazartesi günü geçmiş, zevale doğru yaklaşıyor, Peygamber Efendimiz son dakikalarını yaşıyordu.
Hz. Aişe (r.a.), Peygamber Efendimiz'e baktı ve ağlamaya başladı. Ellerini kaldırdı;
"Ey insanların Rabbi! Hastalığı gider, kaldır! Gerçek tabib Sensin! Gerçek şifa verici Sensin!" diyerek şifa diliyordu.
Peygamberimiz ise:
"Hayır! Bilakis Ben Allah'tan refiki âlâ zümresine katılmayı, Cebrail, Mikail ve İsrafil ile birlikte olmayı dilerim! Ey Allah'ım beni bağışla! Bana rahmetini ihsan et! Beni refiki âlâ zümresine kavuştur!" diye mübarek ruhunu Yüce Allah'a teslim etti.
Salat ve selam onun üzerine ve onun ehl-i beytinin üzerine olsun.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Kefenlendi ve Namazı Kılındı
Peygamber Efendimiz'in kefenlenmesini bizzat Hz. Ali (r.a.) Hz. Abbas ve Oğullan üstlenmişlerdi.
Hz. Ali (r.a.):
"Hiç kimse «Resûlullah üzerine imamsız cenaze namazı kılınır mı?» diye şüphelenmesin. Resûlullah diri iken de, ölü iken de sizin imammızdır." dedi.
Peygamberimiz'in hizasında ayakta durarak:
"Ey Peygamber! Selam, Allah'ın rahmet ve bereketleri seni üzerine olsun!
Ey Allah'ım! Biz onun kendisine, senin tarafından indirilmiş olanları tebliğ ettiğine ve ümmetine nasihatte bulunduğuna, Allah'ın dinini üstün kılmcaya ve kelimesini tamamlayıncaya kadar Allah yolunda savaştığına şehadet ederiz!
Ey, Allah'ım! Bizleri, senin, O'na indirdiğin şeylere uyan kişilerden eyle!
Ondan sonra da bize bu yolda sebat ver! Onunla aramızı birleştir!" diyerek dua etti.
Cemaat de, "Amin! Amin!" dediler.
Ahir Zaman Peygamberi Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz'in Devri ile Peygamberlik Devri de Kapanmıştır
Peygamberlerin zamanında da zuhur eden afet ve felaketler devri kapanmış olsa bile, Peygamberimiz'in vefatım fırsat bilen bazı münafıklar zulümler işliyor, zaman zaman ayaklanıp yine büyük felaketlere neden oluyordu. Müslümanlık adı altında hayat süren bu zalim insanlar, hırs ve hasetlerine yenik düşüp Allah (c.c.) dostlarına zarar veriyorlardı. Bunların hedefi, ilk başta Allah'ın adaletini tecelli ettiren adalet ehli halifeler olmuştu. Ve daha sonra, Peygamber torunlarını hedef almışlardı. Onlar öyle insanlardı ki ilk etapta onların fesatlığını anlamak mümkün olmazdı. Tabi ki nefisleri kabarıp kinlerini kusana kadar. Bunlar cahilliğin üzerine mutaassıp bir kıyafet giyerek, mutaassıp görünüm sergiliyorlardı. Ama bu hal onların yalnız dıştaki suretlerini ifade ediyordu.
Bu haller ve sahtelikler hiç şüphesiz ki, Allah (c.c.)'in lanet ettiği hallerdir. Bir ayeti celilede Cenab-ı Allah (c.c.) buyuruyor ki:
"Onları gördüğünüz zaman kalpleri hoşuna gider ve konuşurlarsa sözlerini dinlersin. Onlar sanki elbise giydirilmiş keresteler gibidirler. Her gürültüyü kendi aleyhlerine sanarlar. Onlar düşmandır, onlardan sakın. Allah onları kahretsin nasıl olup da döndürülüyorlar?"[75]
Zalimlerin kendileri için istediği şey nedir? Zorbalık ve hainliğin tezgahında hesaplar yapılırken Allah (c.c.)'m hesabını kaldırıp, nereye koyarlar? Ölümü başkaları için isterken, kendilerine gelmeyeceğini mi düşünürler? Unutulmaması gereken katî bir hakikat var ki; Allah kulunu ne yoksun bıraktı, ne de anlatmaktan yoksun bıraktı. Her doğrunun bir mükafatı ve her yanlışın da bir mücazatı vardır. Allah doğru ve yanlışı Kur'an-ı Kerim'inde beyan etmiştir. Ama mümkünler içerisinde aklı fikri gafa uğratarak çaresizliklere sürükleyen yine insandır.
Hz. Ömer (r.a.)'m Şehadeti
Miladî 642 yılında yapılan Nihavend Muharebe-si'nde esir düşen ve Ebu Lü'lü künyesiyle anılan Firuz adındaki Hıristiyan bir köle Medine'de oturuyordu. Kendisi, Basra Valisi Mugire b. Şu'be'nin kölesi idi.
Hicrî 23. yılın Zilhicce ayının 23. günü (31 Ekim 644), Hz. Ömer (r.a.), Medine çarşısında gezerken, Ebu Lü'lü ona yaklaşarak:
"Ya Emire'l-Mü'minin! Mugire b. Şu'be benim üzerime bir haraç vaz'etti (vergi koydu). Onu hafiflet" dedi. Hz. Ömer (r.a.):
"Haracın ne kadardır?" diye sorunca, Firuz:
"Günde iki dirhem" diye cevap verdi. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a.):
"Sanatın nedir?" diye sordu. O da:
"Dülgerim, demirciyim ve nakkaşım" diye cevap verdi. Hz. Ömer (r.a.):
"Bu sanatlara göre haracını çok görmüyorum. Hem de işittim ki sen, yel değirmeni yapabilirim de-, missin" deyince, o da:
"Evet" dedi. Hz. Ömer (r.a.):
"Öyle ise bana bir yel değirmeni yap" dedi. Hz. Ömer (r.a)'a kızan Firuz:
"Sana bir değirmen yapayım ki, doğuda ve batıda dillere destan olsun" deyip gitti. Hz. Ömer (r.a.), onun bu cevabı üzerine yanındakilere:
"Köle, beni tehdit etti" dedi ve sonra evine gitti.
Ertesi gün, sabah namazı vakti girince, Hz. Ömer (r.a.) sabah namazım kıldırmak için Mescid-i Nebevi'ye gitti. Mihraba durdu. Safları tesviye etti. Bu sırada Ebu Lü'lü elbisesinin altında sakladığı iki başlı hançeri ile camiye girip bir kenara saklandı. Hz. Ömer (r.a.) namaza başladığı vakit, saklandığı yerden hemen çıkarak, Hz. Ömer (r.a.)'m üzerine hücum etti ve onu altı yerinden yaraladı. Bu arada karnında da ağır bir yara açtı. Sonra üzerine varan Müslümanlardan birkaçını da hançerleyerek, kurtulamayacağım anlayınca intihar etti.
Hz. Ömer (r.a.), aldığı yaraların tesiri ile yere düşüp serilince, namazı kıldırmak için Abdurrahman b. Avf'a emir verdi. O da imam olup cemaat ile namazı kıldı. Ve sonra Hz. Ömer (r.a.)'ı kaldırarak evine götürdüler.
Hz. Ömer (r.a.), yaralı olarak evine götürülüp yatağına konulduktan sonra, kendisini kimin hançerlediğini sordu. Bir gayrimüslim tarafından hançerlendiğini öğrenince gözlerinde memnuniyet ışığı parıldadi ve bir Müslüman tarafından vurulmadığı için Allah'a şükretti.
Hz. Ömer (r.a.)'m yarası ağır idi. Bunu anlayan ashab, devletin riyasetini kime bırakacağını sordular. Oda:
"Ebu Ubeyde sağ olsa idi, onu seçerdim. Ve niçin ettin diye Allah tarafından sorulursa, "Ya Rab, Resulünün 'Ebu Ubeyde bu ümmetin eminidir' dediğini işittim" diye cevap verirdim. Eğer Ebu Huzeyfe'nin azad-h kölesi Salim sağ olsaydı, onu halife seçerdim. Ve Rab-bim bunu sorsa idi, "Resûlü'nün 'Salim, Allah'ı en çok seven adamdır' dediğini işittim" diye cevap verirdim" dedi. Bu cevap üzerine ashab:
"Oğlun Abdullah'ı istihlaf et" dediler. O da başını hafif doğrultarak:
"Bir evden bir kurban yeter" diye cevap verdi.
Bu konuşmalardan bir müddet sonra Hz. Ömer (r.a.), Abdurrahman b. Avf (r.a.)'ı çağırtarak ona:
"Ben seni veliaht yapmak istiyorum" dedi O da:
"Bana kabul et diye rey ve nasihat eder misin?" deyince, Hz. Ömer (r.a.):
"Edemem, Ya Rab" dedi. Bunun üzerine Abdurrahman b. Avf (r.a.):
"Vallahi ben de kat'iyyen bu işe girmem "dedi.
Abdurrahman b. Avf'm hilafet hakkında kesin karar vermesi üzerine Hz. Ömer (r.a.):
"Öyle ise durun. Bu işi o adamların meşveretine havale edeyim ki, Resûl-i Ekrem, onlardan hoşnut ve razı olduğu halde vefat etmişti" diyerek, aşere-i mübeşşe-reden hayatta olan altı kişinin, yani Ali b. Ebi Talib, Osman b. Af fan, Talha b, UbeyduUah, Zübeyr b. Avvam, Sa'd b. Ebi Vakkas ve Abdurrahman b. Avf'm (r.anhuma) isimlerini zikrederek, bu ashabın aralarında meşveret edip içlerinden birini halife seçmelerini vasiyet etti. Oğlu Abdullah'ı da yalnız rey vermek üzere bu meclise memur edip, halifeliğe seçilmemesini şart koştu.
Hz. Ömer (r.a.)'m bu kararı üzerine Abdurrahman b. Avf, yanında AH b. Ebi Talib olduğu halde Osman b. Affan'ı, Zübeyr b. Avvam'ı ve Sa'd b. Ebi Vak-kas'ı (r.anhuma) çağırdı. Talha b. Ubeydullah bu sırada Medine'den biraz uzakta olup, Medine'ye dönmek üzere idi, Hz. Ömer (r.a.), yanma gelen aşere-i mübeş-şereden beş kişiye dönerek:
"Siz bu ümmetin reislerisiniz. Halifeliğe içinizden birini seçiniz- Ve ona yardım ediniz. Sizin hakkınızda halktan korkmam. Sizin aranıza ihtilaf girerse, halk da ihtilafa düşer diye korkarım. Talha arkadaşınızdır. Onu üç gün bekleyiniz. Gelirse ne iyi, gelmez ise kararınızı yerine getiriniz" dedikten sonra:
"Verilecek kararın Talha tarafından kabul edileceğini kim bana taahhüt eder?" diye sordu. Sa'd b. Ebi Vakkas (r.a.):
"Ona ben kefil ve müteahhidim" dedi. Sonra Hz. Ömer (r.a.):
"Ya Ali, Allah için olsun veliyyü'1-emir olursan, Beni Haşim'i halkın başına bâr etme. Ya Osman, eğer sen veliyyü'1-emir olursan, Allah için, Ebi Muayt oğullarım halkın başına bâr etme. Ya Sa'd, eğer sen veliy-yü'1-emir olursan, Allah için akrabam halkın başına bâr etme" dedi. Sonra:
"Abdurrahman b, Avf, ne güzel rey sahibidir. Onu dinleyiniz ve ona uyunuz" tavsiyesinde bulundu. Oğlu Abdullah b. Ömer (r.a.) de hitaben:
"Reylerde ihtilaf vaki olursa, ekseriyete uy. Eğer reylerde eşitlik olursa Abdurrahman b. Avf in bulunduğu tarafta bulun" diye vasiyet etti. Sonra hepsine birden hitaben:
"Eğer kim halife olursa, ensar-ı kirama güzel muamele etsin" dedi. Ve: "Sa'd, eğer halife seçilirse ehildir. Olmazsa, halife olacak kimse onu yanında alıkoyarak kullansın ve ondan istifade edin. Benim onu Küfe emirliğinden azledişim, zaafından veya kabahatinden dolayı değildir" diye ilave etti.
Aşere-i mübeşşere ile bu konuşmadan sonra orada bulunan Ashab-ı Kiram'm kibarlarından Ebu Tal-ha'ya dönen Hz. Ömer (r.a.), ona:
"Ya Ebu Talha, çok defa Cenabı Hakk seninle Müslümanlığı aziz kıldı. Bu defa da hizmet eyle. Erbabı meşveret (danışma heyeti) bir evde toplanacaklar. Sen de ensardan elli kişi ile kapıda bekle. Dışarıdan kimseyi içeriye salıverme. Uç gün içinde içlerinden birini seçmek üzere onları tergib et (onlara ısrar et)" dedi. Bu kere Mikdad b. Esved'e dönerek:
"Ya Mikdad/ beni kabre koyduğunuzda, şûra erbabım topla. Ve onları bir eve kapat. İçlerinden birini seçinceye kadar onları orada tut" dedi. Sonra Suheyb-i Rumi'ye hitaben:
"Ya Suheyb, üç gün halka namazı sen kıldır. Şûra ashabını bir eve kapayıp, sen de başlan ucunda dur. Beşi ittifak edip de biri çekilirse kılıcın ile başını vur. Eğer reylerde eşitlik olursa, Abdullah'ı hakem tayin etsinler. Ona razı olmazlarsa, Abdurrahman b. Avf'm bulunduğu tarafla beraber olunuz. Muhalefette ısrar edenleri öldürünüz" buyurdu.
Hz. Ömer (r.a.), yaralandığının ikinci günü, oğlu Abdullah'ı Hz. Aişe (r.a)'ya göndererek, vefat ettiğinde, hücre-i saadete defnedilmesi için izin istedi. Hz. Aişe (r.a.) de izin verdi. Abdullah b. Ömer (r.a.)/ eve gelip, Hz. Ömer (r.a.)'a durumu anlatınca, Hz. Ömer:
"Elhamdülillah, en mühim işim bu idi" dedi. Sonra oğluna hitaben:
"Ya Abdullah, vefatımda beni hücre-i saadete götürdüğünüz vakit, yine Aişe'den izin isteyiniz. Verirse oraya defnedersiniz. Vermez ise Baki Kabristanına götürüp defnedersiniz" diye vasiyet etti.
26 Zilhicce H. 23 3 Kasım M. 644 günü, yani Hz.
Ömer (r.a.)'m yaralandığının üçüncü günü bir doktor getirtilerek yaraları muayene ettirildi. Göbeğinin altındaki yara derin ve tehlikeli olduğundan, doktor ona:
"Ya Emirü'1-Mü'minin, vasiyetini yap" dedi. O da: "Evet" dedi.
Hz. Ömer (r.a.), yukarıdaki durumda yaralı yatarken, dışarıda gürültüler oldu. Bunun sebebini sorduğunda:
"Halk, yanınıza girmek istiyor" dediler. O da buna izin verdi. Bir grup halk yanma gelip geçmiş olsun dedikten sonra:
"Ya Emirü'l-Mü'minin! Osman'ı yerine halife olarak koy" dediler. Bu isteğe karşı Hz. Ömer (r.a.):
"Hem malı sever, hem cenneti sever" cevabını verdi. Onlar dışarı çıktıktan sonra, başka bir kafile içeri girdi. Onlar da:
"Ya Emirü'l-Mü'minin! Ali b. Ebi Talib'i halef et" dediler. Hz. Ömer (r.a.) onlara:
"O, sizi bir yola götürür ki, doğru yol, ancak O'dur" dedi. Bu sırada Hz. Ömer (r.a.)'m yanında bulunan oğlu Abdullah, babasının Hz. Ali (r.a.)'ye meylini anlayınca:
"Ya Emirü'l-Mü'minin, ne mani (sakınca) var?İşte onu seçiver" deyince, Hz Ömer (r.a.):
"Ey oğulcağızım, bu yükü biz sağlığımızda yüklendik, öldükten sonra da mı taşıyalım?" cevabını verdi. Vakit, bir hayli ilerlemiş, gece yaklaşmıştı, Hz. Ömer (r.a.), şehadet ve zikrullah ile meşgul oluyordu. Nihayet o gece, 26 Zilhicce H. 23'te (3 Kasım M. 644) hayata ebedi olarak gözlerini kapayıp rahmet-i Rahmana
kavuştu.
Hz. Ömer (r.a.)'m hilafeti, on yıl altı ay sürmüştür. Cenaze namazını Suheyb-i Rumi kaldırdı. Naaşı Resulullah'm kereveti üzerine konarak Hz. Aişe (r.a.)'nin evine götürüldü. Vasiyeti üzerine oğlu Abdullah b. Ömer, ikinci defa:
"Ya Aişe! Ömer hücre-i saadete defnolunmak üzere rica eder. İzin var mı?'" diye sordu. Bunun üzerine Hz. Aişe (r.a.) ağlayarak:
"Ben orayı kendim için ayırmıştım. Fakat madem ki Emirü'l-Mü'minin istedi. Gözyaşlarım şahidimdir. Bütün kalbimle onun arzusunun gerçekleşmesini istiyorum" mealinde bir hitabede bulunarak, gereken izni verdi. Bunun üzerine Hz. Ömer'in diğer oğlu Abdur-rahman, Osman b. Affan, Abdurrahman b. Avf ve Sa'd b. Ebi Vakkas (r.a.) kabrine inerek, onu Hz. Ebu Bekir'in (r.a.) yanma defnettiler.
Hz. Ömer (r.a.) borçlu olarak vefat ettiği için, emlâki satılarak borçları tamamen ödendi.
Hz. Ömer (r.a.)'a karşı yapılan suikast, rivayete göre Medine'de bulunan İran ve Suriyeli yabancıların tertip ettikleri müşterek bir harekettir. Şuster şehrinin muhasarasında teslim olan ve Medine'ye gelip Müslümanlığı kabul eden, hatta kendisine Hz. Ömer (r.a.) tarafından senede iki bin dirhem maaş bağlanan İran kumandanlarından Hürmüzan, Firuz'un şikâyet ettiği gün, Firuz ve Hireli bir Hristiyan ile aralarında gizlice konuşurlarken üzerlerine Abdurrahman b. Ebu Bekir gelmiş ve onun ansızın gelişi karşısında heyecanlanıp şaşıran Hürmüzan'm elindeki hançer yere düşmüştü. Abdurrahman b. Ebu Bekir, o gün bu olayı alelade bir şey zannetmişti. Fakat ertesi günü suikast olayı meydana gelip de Hz. Ömer (r.a.) yaralayan hançerin bir gün önce yere düşen hançer olduğunu görünce, hemen durumu Abdullah b. Ömer (r.a.)'a gidip anlattı. Abdullah b. Ömer (r.a.) da, babasının acısı ile hemen gidip Hür-müzan'ı ve arkadaşını öldürdü. Bu hareketin cezası kısas olmasına rağmen, diyete çevrilerek iş örtbas edildi. Diyeti, Hz. Osman (r.a.) halife öldüğü zaman kendi malından verdi. Buna rağmen halk, Abdullah b. Ömer (r.a.)'m bu hareketini hoş karşılamaktan (etmekten) geri kalmadı.
Hz. Ömer (r.a.)'m on yılı biraz aşkın hilafeti sırasında, İran, Suriye, Mısır ve el-Cezire gibi büyük ülkeler fethedilmiş, İslâmiyet sağlam temellere dayanan müesseselere sahip olmuş ve gelecek devletlere örnek teşkil eden bir teşkilât kurulmuştu. Bu itibarla, Hz. Ömer (r.a.) devrinin siyasî tarihi kadar önemli olan, teşkilât ve müesseselerini de incelemek gerekmektedir.
Hz. Ömer'in (r.a.) Devrinde Teşkilât ve Müesseseler
Hz. Ömer (r.a.), idare ve mesuliyeti üzerine aldıktan sonra, bir taraftan İran ve Bizans devletlerinin hükmü altındaki araziyi İslâm devleti hudutları içine katarken, diğer taraftan bütün işlerinde kitap ve sünneti esas olarak almakta, öbür taraftan da devletin idarî temellerini sağlam esaslar üzerine oturtarak olgunlaştırmaya çalışmakta idi. Böylece on seneyi biraz aşan hilafeti devrinde, memleketin güzel idare edilebilmesi için lâzım gelen bütün hükümet dairelerini meydana getirerek, bunların muntazam işlemelerini sağlamıştır.
Hz. Ömer (r.a.)'m Millet-i İslamiyye'ye hizmeti çoktur. Sözünü dinletir, vurursa acıtır, emrini dinletir. Dinî hükümlerin yerine getirilmesinden, insanların haksız tenkitlerinden, haksızlıklarından, dil uzatanın kötü sözünden çekinmez ve hiçbir hususta hatır gözetmez, her halükârda hâl ve işinde adaleti seçerek, katiyen taraftarlık yoluna gitmezdi.
Akıllı, tedbirli, kanaatkar, sabırlı, ibadet eden, takva ehli bir zattı. Cenabı Hak ondan razı olsun ve onu razı kılsın.
Hz. Osman'ın Hilafeti ve Şehadeti
Hz. Ömer (r.a.)'m vefatından sonra da zulüm yine ayaktaydı. Hedef yine Allah (c.c.)'ın dostları halifelerdi. Mervan, Hz. Osman (r.a.)'ın hilafetini bitirmek için, onun adına bir mektup yazdı. İnandırıcı olsun diye gizlice Hz. Osman (r.a.)'m mührünü alıp, mektuba basarak ona ait olan devesi ve kölesini kullanarak, Mısır Valisi b. Ebi Serah'a yolladı.
İbn Ebi Serah'a, Muhammed b. Ebu Bekr ve filan falandan bahsederek idamlarını istediğini ve yeni emir gelinceye kadar da onların hapsine karar verildiğini yazdı.
Muhammed b. Ebu Bekr bu mektubu okuduktan sonra yanındakileri topladı, halk da fevkalâde hiddetlenmişti. Kılıçları kuşanmış olarak, Hz. Osman (r.a.)'ın katline karar almışlardı ve deve sürüleriyle Medine'ye gittiler. Hemen Hz. Ali, Talha, Zübeyr, Said b. Zeyd ve sair sahabiler (r.anhuma) köledeki mektubu açıp okudular. İşittiklerine ve gördüklerine hayret ettiler ve şaşkın bir şekilde birbirlerine diyecek söz bulamadılar. Medine halkından Hz. Osman (r.a.)'a buğz etmeyen kimse kalmadı. Mektubu her açıp okuyan bir şekilde yorumluyor, kini daha çok artıyordu ve:
"Çare yok Hz. Osman katledilecek" diye karar alıyorlardı. Muhammed b. Ebu Bekr, Suriye'yi topladı ve daha hırslı bir şekilde yola koyuldu.
Bunun üzerine Hz. Ali, Talha, Zübeyr, Said ibni Zeyd, Ammar b. Yasir ve Ehli Bedir'den olan diğer bazı Ashab-ı Kiram'a (r.anhüm) haber gönderdi. Onları, mektup ve köleyi de alarak Hz. Osman (r.a.)'m yanma girdi.
"Bu köle ve bindiği deve senin mi?" diye sordu. Hz. Osman (r.a.):
"Evet" dedi.
"Bu mektubu sen mi yazdın?" dedi.
"Hayır, ben yazmadım, yazılmasını emretmedim" diye buyurdu.
"Mühür senin mi?"
"Evet" dedi.
"Yani nasıl oluyor ki senin kölen senin deven ile çıkıyor ve Mısır'a senin mührünle mühürlü mektup götürüyor da senin haberin olmuyor?" dedi. Hz. Osman (r.a.):
"Bu mektubu ben göndermedim!" diye yemin etti. Muhammed b. Ebu Bekir:
"Osman yalan söylemez, bu Mervan'ın işidir." dedi. Mektubun yazısına baktılar, Mervan'ın yazısı olduğunu bildiler.
"Hemen bize Mervan'ı ver" dediler. Hz. Osman (r.a.), onu teslimden çekindi. Halbuki Mervan o zaman kendi konağındaydı.
Hz. Osman (r.a.)'ın yalan yemin etmeyeceğine Ashab-ı Kiram kesin inanıyorlardı. Fakat bazıları:
"Osman, bizim kalbimizde artık barınamaz, sevgimizi ve güvenimizi kazanamaz, biz ona itibar etmeyiz. Mesuliyetten kurtulmaz. Meğer ki Mervan'i bize teslim etmediği müddetçe bu mektubun ne sebeple yazıldığını anlayamayacağız. Hz. Muhammed (s.a.v.) ashabından bîr adamın katline ve nice Müslümanm hapsine nasıl emrediyor anlayalım. Eğer ki mektubu Osman yazmış ise hal ederiz ve eğer onun namına Mervan yazmış ise icabına bakarız. "
O sırada Mısırlılar içeri girdi. Onlardan İbn Adis Saad İbn Ebi Serhan
"Biz Mısır'dan senin katlin için gelmiştik. Ali ve Muhammed bizi men ettiler. Biz de dönüp gittik. Yolda bu mektuba rast geldik. İçinde şöyle emrin ve mührün var. Senin haberin olmadığı halde adamların buna nasıl cüret ediyorlar? Sen herhalde hilafetten çekilmelisin. Bu mertebede zaaf haline düşen bir kimse devlet reisi olamaz. Hilafeti terk et." dedi.
Hz. Osman (r.a.)
"Ben, Allah'ın giydirdiği hilafı çıkarmam. Fakat tevbe ederim. " dedi. İbni Adis hitap ederek:
"Seni görüyoruz. Tevbe ediyorsun, sonra dönüyorsun. Senin çekilmen yahut katlin lazımdır." dedi. Sair tarafından da çirkin sözler sarf edildi ve sözler çoğaldı. Hemen Hz. Ali (r.a.), onları dışarı çıkardı.
Meselenin halli için Mervan'm sorguya çekilmesi ve muhakemesi lazımdı. Ashab-ı Kiram müteessir ve mütehayyir (üzgün) olarak yanından çıkıp hanelerine gittiler. Onların dağılıp gitmeleri üzerine insanlar toplanıp Hz. Osman (r.a.)'m hanesini sıkı gözetim altına aldılar.
Hz. Ali (r.a.) bu durumu gördükten sonra endişelendi ve Hz. Osman (r.a.)'m hanesine su gönderdi. Fakat su getirenler yaralandılar, bütün halk and içmiş gibiydi. Hz. Osman (r.a.)'ın hanesinden ihtilal oluncaya kadar ayrılmayacaklarını anladı ve Şam valisi Muavi-ye'ye bir fırka ile bir yazı göndererek, Habibi b. Meleme'yi göndermiş ve meşhur kahraman Ka'ka b. Amr Kûfe'den ve Mücaşi b. Mesud Basra'dan çıkmış, hepsi Medine'ye doğru geliyorlar haberini alınca, Hz. Ali (r.a.) endişelendi. Bu çirkin haberi duyunca oğlu Hasan ile Hüseyin'i gönderdi ve onunla birlikte Zübeyr, Talha ve Ashab-ı Kiram'dan bazıları (r.a.) da oğullarını onlarla birlikte yolladı. Hz. Osman (r.a.)'ın hanesinin muhafazası için ve Ebu Hureyre cemaati ikna etmek için nasihatte bulundu. Fakat asiler ikna olmadılar.
"Ey kavmim! Ben sizi (kurtuluşa) davet ediyorum. Siz beni cehenneme davet ediyorsunuz" dedi. Ve ondan sonra Abdullah b. Selam asilerin yanlarına varıp:
"Ey kavmim! İçinizden Cenabı Hakk'm kılıcını sıyırmayınız. Eğer sıyırırsanız bundan sonra kılıfına koyamazsınız. Eğer onu katlederseniz ondan sonra kılıçlar hakim olur. Yazık size ki Medine'niz (meleklerin tavaf ettikleri mekandır); eğer onu katlederseniz Medine'nizi terk edersiniz. Her ne zaman bir peygamber katlolunduysa yetmiş bin ve halife katlolunmakla da otuz beş bin adam katloluna gelmiştir" dedi. Ve o esnada birileri densizlik yaparak:
"Be yahudizade! Bize nasihat edecek sen mi kaldın?" diyerek ona hakaret ettiler.
Sonra Abdullah b. Selam'm dediği zuhura gelmiş ve onun dediğinden kat kat ziyade ehli İslam kılıçtan geçmiştir.
Ehl-i İslam ve ihtilal gittikçe kızışıyordu ve Hz., Osman'ın hanesi üzerine ok atmaya başladılar. Hüseyin ve diğer evladı sahabe kapı önünde ve Beni Ümey-ye'den bazıları ve köleler dam üzerinde idiler.
Hz. Osman (r.a.) oruçlu olduğu halde odasında Mushaf-ı Şerif okuyordu. Yanında zevcesi Naile'den başka kimse yoktu. Atılan okların isabeti ile Hz. Hasan, İbn-i Ali ve Muhammed b. Talha yaralandı. İkisi de al kana boyandı.
Hz. Ali (r.a.)'m azatlısı Kanber'in başı yarıldı. Mervan dahi bir ok isabetiyle yaralandı. Muhammed b. Ebu Bekr, Hz. Hasan (r.anhüm) üzerinde kan görünce telaşa düştü.
"Aman Beni Haşim bunu görürlerse hepsi üzerimize hücum ederler ve bu kalabalığı dağıtırlar. İş bozulur. Gelin bir kestirme yol bulalım" diyerek yanına iki kişi daha alıp Hz. Osman (r.a.)'ın evine bitişik bir evin duvarından aşıp Hz. Osman (r.a.)'m odasına girdiler. Evvela Muhammed Ebu Bekr girip:
"Şimdi seni Muaviye ve İbni Ebi Şerh ve İbni Amir kurtaramaz" diyerek Hz. Osman'ın sakalından tuttu ve kılıcını kaldırdı.
Hz. Osman (r.a.), Muhammed b. Ebu Bekr (r.a.)'m gözlerine bakarak:
"Baban seni bu halde görseydi ne kadar üzülürdü" deyince Muhammed müteessir ve mahcup olarak çıkıp gitti.[76]
Daha sonra Mısırlıların Gafıki, Kutayri, Sevdan ibni Hamran ve Kinane b. Bişr gibi süfeha güruhu (akılsızlar topluluğu) içeri girdi.
Zulüm, Hz. Osman (r.a.)'m hanesine girmişti. Sevdan b. Hamran kılıcı salladı. Naile elini siper etti ve parmaklan kesildi.
Gafiki ve bir rivayette Kinane b. Bişr Emiru'l-Mü'minîn, Hz. Osman (r.a.)'ı boğazladı. Kanı "Fe seyekfîkehümullah" (Allah sana kâfidir) ayeti üzerine damladı. Naile'nin feryadı üzerine Hz. Osman (r.a.)'ın kölelerinden biri içeri girdi, Sevdan'ı öldürdü. Kutey-re'de onu öldürdü. Lakin diğer bir köle de onu vurdu. Kapıda bekleyenler içeri girip Hz. Osman (r.a.)'ı boğazlanmış görünce feryad ettiler ve üzerine kapanıp ağladılar.
Bu dehşetli haber Hz. Ali, Talha, Zubeyr ve Sa-ad'a ulaşınca, koşarak Hz. Osman (r.a.)'m hanesine vardılar. Onu o halde görünce "innâ lillâhi ve innâ iley-hi râciûn" (Biz Allah'a aidiz ve O'na döneceğiz) deyip geri döndüler ve hanelerine kapandılar.
O zalimler ise Hz. Osman (r.a.)'m hanesini yağma ettikten sonra kargaşa arasında Mervan, Velid ve Faid'i aradılar. Onlar ise bu kargaşalıkta savuşup gittiler.
Bir rivayette ifade edilir ki: Hz. Osman (r.a.)'ın imdadı için Şam'dan çıkan asker Vadi'l-Kura'ya, Küfe ve Basra askeri Rebeze'ye geldiğinde, faciayı duymuşlar ve geri dönmüşlerdir.
Hz. Osman (r.a.)'ın yaşı seksen veya bir rivayete göre doksandı. Maj. halde otuz beşinci hicri senenin Zi'lhicce ayının on sekizinde Cuma günü, anlatılmış olduğu üzere şahadeti gerçekleşmiştir.
Zevcesinden naklolunur ki; o günün gecesi rüyasında Resûlullah (s.a.v.)'i görmüş. Hz. Peygamber (s.a.v.) ona:
"Yarın akşam bizim yanımızda iftar edeceksin" diye buyurmuş.
Hz. Osman (r.a.)'m o gün öleceğinden haberi vardı ve katlolacağı dakikaya kadar Kelamullah'm üzerinde Rabbi ile dertleşir gibi, Muhabbetullah ile vaziyetini Rabbine arz ediyordu. Katletmek için içeri girdikleri vakit zevcesi:
"Osman bütün gece Kur'an okuyarak Allah'a muhabbet ile niyazda bulundu. İster affedersiniz, ister katledersiniz. Ama hesabını yevmi kıyamette Allah'a vereceğinizi unutmayınız" dedi.
Hz. Osman (r.a.), alim, abid ve salih, cömert ve kerem sahibi, kalbi sevgi dolu, merhametli, mübarek bir halifeydi.
Ashab-ı Kiram'da Ebu Hamid'is-Sadi (r.a.), Hz. Osman (r.a.)'a halis dost olmayıp ona yan çizip, sırtını dönüp, uzak dolaşırken Hz. Osman (r.a.)'m şehadeti üzerine:
"Biz onun katlini istemedik Ya Rabb! Seninle ahdim olsun ki ahir ömrüme dek gülmeyeyim" demiştir.
Hz. Osman (r.a.)'m katlinden sonra vefasız Kû-fe'lüer hayrete düştü. Selam olsun Hz. Osman (r.a.)'a, selam olsun onun Ehl-i Beytine.
"Biz onun katlini istemedik Ya Rabb! Seninle ahdim olsun ki ahir ömrüme dek gülmeyeyim" demiştir.
Hz. Osman (r.a.)'ın katlinden sonra vefasız Kû-fe'liler hayrete düştü. Selam olsun Hz. Osman (r.a.)'a, selam olsun onun Ehl-i Beyt'ine ve selam olsun Hz. Osman'ı sevenlere.
Hz. Ali'nin Soyu Ve Şahsiyeti
Hz. Ali tahminen Miladi 599 yıllarında peygamberimiz (s.a.v.)'e nübüvvet gelmeden on bir veya on iki yıl önce Mekke şehrinde doğmuş, babası Ebu Talib, annesi ise Ebu Talib'in amcasının kızı Fatıma'dır. Hz. Ali hem anne ve hem de baba tarafından Kureyş'in Beni Haşimoğullarındandır.
Hz. Ali, küçük yaşta İslâm dinine girmeden önce hiçbir dine inanamamış ve hiçbir puta da tapmamıştı. Bu itibarla, aşere-i mübeşşere arasında müntaz bir mevkisi vardı. Hz. Ali, küçük yaşından itibaren Hz. Muhammed (s.a.v.)'in yanında büyüdüğü için tamamen Peygamberimiz'in terbiyesi dahilinde yetişmiş ve daha sonra Peygamberimiz (s.aiv.)'in kızı Hz. Fatıma ile evlenmişti ve bu evlilikte, beş çocukları olmuştu. Çocukların büyükleri Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin'dir. Hz. Ali, Hz. Muhammed'in iştirak ettiği bütün savaşlara katılmış ve Hz. Muhammed (s.a.v.) ile birlikte savaşmıştır. Bunların yanı sıra kâtiplik ve ilimle de meşgul olmuştur, İslâm ilimlerine derin bir vukufu vardı. Hz. Ömer'in devrinde de kadılık yapmıştır.
Hz. Ali'nin Halife Seçilmesi
Hz. Osman'ın şehadetinden sonra, Medine'de anarşi beş gün hüküm sürdü, bu zaman içinde şehir, İbni Sebe'nin tarafları ve Gafiki'nin elinde kaldı. Hz. Osman'ı şehid eden asiler tamamen şehre hakim idiler. Bu durumda İslâm alemi birkaç gün Halifesiz kalınca, Medine'ye hakim olan asileri korkutmaya başladı. Bu durumda hemen birini halife seçmek için ashabın ileri gelenlerine teklifler yaptılar. Fakat ashabtan her biri asiler tarafından hilafete getirilmiş kişi olmak istemediklerini cevap olarak ilettiler. Hz. Ali de, asiler kendisine geldikleri zaman onları huzurundan uzaklaştırdı. Böylece ashabın hiçbiri hilafet hususunda asilerin tekliflerine müspet cevap vermediler. Bu hal, asileri hayrete ve dehşete düşürdü. Ne yapacaklarını da şaşırdılar. Devlet reisi tayin olunmadan geri dönecek olurlarsa, ihtilaf belki büsbütün alevlenecekti. Böyle bir hadise ise onların sonu demekti. Neticede, aralarında anlaşarak Medine halkını topladılar. İki gün içinde bir halife seçmelerini, aksi taktirde başta Ali, Zübeyr, Talha (r.a.) ve diğer ashab-ı güzin olmak üzere pek çok kişileri öldüreceklerini söylediler. Bu tehdit, Medineliler arasında hemen tesirini gösterdi ve herkes Ali'ye müracaat ederek hilafet makamına geçmesini ve kendilerinin ona biat edeceklerini beyan ettiler. Hz. Ali, Muhacirler ve Ensar'm bu teklifini kabul etmek istemedi. Fakat yapılan ısrarlar o kadar samimi ve daimi idi ki, çaresiz Hz. Ali hilafet için olur cevbmı verdi. Neticede, bütün Medineliler, 25 Zilhicce, (H. 35, Haziran M. 656) yılının Cuma günü Hz. Ali'ye biat ettiler. Bu arada asiler, biat etmek için Hz. Talha ve Zübeyr'i getirdiler. Onlar da Hz. Ali'ye biat ettiler. Hz. Ali, halife olduktan sonra hemen ilk iş olarak, Hz. Osman'ın katillerini bulmak ve bunların cezalarını vermek için tahkikat başlattı. Fakat katiller, onca araştırmalara rağmen belli olmamışlardı. Bunun için de tahmini zan üzeri bu cinayet kimselere yüklenmedi. Bir gün Zübeyr b. Avvam ile Talha b. Ubeydullah, Hz. Ali'ye gelerek, ondan katillerin takibini istediler. Hz. Ali, onlara vaziyeti anlatarak şu anda bir şey yapmanın mümkün olmadığını, sükunetin tesisi edilmesinin gerekli olduğunu ve ancak ondan sonra gereğinin yapılacağını beyan etti. Fakat fikrini kabul ettiremedi. Bu esnada Medine son> derece karışık günler yaşıyordu. Hz. Ali'ye biat etmeyen mühim şahıslar pek çoktu. Bunlar arasında Zeyd b. Hassan b. Sabit, Ka'b b. Malik, Mesleme b. Muhalled, Ebu Said el-Hudri, Muhammed b. Mesleme ve Nu'man b. Beşir gibi şahıslar vardı. Ayrıca Hz. Osman'ın katilleri henüz Medine'de bulunup, durumun ne şekilde bir yol takip edeceğini dikkatle izliyorlardı. Bütün vilayetteki valiler, Hz. Osman'ın tayin ettiği kişilerdi. Bunlara söz geçirmek veya bunları değiştirmek imkanı henüz mevcut değildi. Üstelik, Hz. Ali'nin elinde güvendiği bir askeri kuvvet de yoktu. Hz. Ali'nin etrafını çeviren müşkiller, hakikaten pek büyüktü. Bunların içinden çıkmak için son derece riyaset, hazm ve tedbir almak gerekmekte idi.
Bütün bu sıkışık durumda Hz. Ali, arzu ettiği gibi kurtulmak için, önce failleri henüz Medine'de bulunan kabileleri şehirden uzaklaştırmak istedi. Asillerden kölelere, geri dönmelerini emretti. Sonra bedevileri vahalarına göndermelerini emretti. Sonra bedevileri, vahalarına gönderme teşebbüsüne girişti. Böylece hesap görmek sırası Sabiyye taraftarına gelecekti. Bunu anlayan Sabiyye taraftarları, Hz. Ali, çaresiz kalınca bunlarla meşgul olmaktan vazgeçti. Vaziyeti, ancak küzar mevkiinde Kûfeliler kendisine iltihak ettiği zaman değişti. Hz. Ali, burada herkesin önünde resmen Hz. Osman'ın katillerinden biri olduğunu ilan etti. Ama bu zamana kadar Medine'de, Hz. Osman'ın katillerini himaye ediyor fikri etrafa yayılmıştı.
Aşere-i Mübeşşereden Talha ile Zübeyr'i tatmin edemeyen Hz. Ali, bir müddet sonra bu iki ashabın Mekke'ye gittiğini haber aldı. Öbür taraftan Numan b. Beşir, Hz. Osman'ın şehadeti esnasında giydiği gemlek, o sırada zevcesi Naile'nin doğranan parmaklarını Şam'ın büyük camiinde halka teşhir etmek için kollanarak ve Hz. Ali'ye iftira etme cüretini de göstererek Hz. Osman'ın ancak Hz. Ali tarafından öldürüldüğünü söyleyerek, halkı Hz. Ali'ye karşı kışkırtılmıştır. Bu çirkin iddia Hz. Ali'yi iyice zor duruma sokmuştu. Medinelüer kendisine biat etmelerine rağmen onu tamamen yalnız bıraktılar. Bu acı durum karşısında yılmayan Hz. Ali, hemen icraatına başlamak üzere harekete geçti.
Valilerin Durumu
Hz. Ali, ülkeye hakim olmak için vilayetler deki valileri kendisinin seçmesinin gerektiğini biliyordu. Bunun için ilk iş olarak, valilerin seçimi üzerinde çalışmalara başladı.
İslâm devletini teşkil eden vilayetlerin bütün valileri, Hz. Osman tarafından seçilmiş kişilerdi. Bunların çoğunun mevkii sağlam, nüfuzlu, kuvvetli idi. Onun için bunları yerlerinden oynatmak da bir hayli zor idi. Bilhassa Şam valisi Muaviye b. Ebu Süfyan, adeta bir hükümdar mevkiinde idi.
Hz. Ali yüksek memurlukların başına Ensardan olan kişileri getirdi. Böylece Ensar, yani halifeye Ku-reyşlilere nazaran daha samimi bir şekilde bağlandı. Hz. Hunefi, Basra valiliğine Osman b. Huneyfi, Mısır'a Kays b. Sa'd'ı tayin etti. Bunlar gittikleri şehirlerde güçlük çıkarılmadan kabul edildiler. Küfe şehririn valiliğine de Malikü'l-Eşler'in tavsiyesi üzerine Ebu Musa el-Eş'ari baki kılındı.
Ancak bir müddet sonra onun da yerine Kasaza b. Ka'b vali olarak tayin edildi.
Hz. Ali'niruhakimiyeti, Suriye ve El-Cezaire bölgelerine hakim değildi. Buralarda Muaviye b. ebu Süf-yan'ırt hakimiyeti vardı. Muaviye'nin siyasetteki dehasını bilen Muğire b. Şu'be, Hz. Ali'ye Muaviye'nin şimdilik yerinde bırakılmasını ve ilerde değiştirilmesini tavsiye etti. Buna sebep olarak da Muaviyenin Hz. Osman tarafından değil, Hz. Ömer tarafından vali olarak tayin edildiğini hatırlattı. Muğire'nin fikrini iyi kavrayan Abdullah ibni Abbas'da onu tasvib ederek, Hz. Ali'ye "Muaviye ile adamları, dünya adamlarıdır. İşlerinin başında kaldıktan sonra başka bir şeye ehemmiyet vermezler. Aksi takdirde kıyamet koparırlar. Sen Muaviyeyi yerinde bırak, onun sana biat etmesini temin et. Sonra istersen ben onu ordan söker atarım" dedi. Bu sözler üzerine biraz düşünen Hz. Ali, teklifi kabul etmedi, önce, Abdullah b. Abbas'ı oraya vali tayin etmek istedi. O gitmeyince bu sefer Sehl b. Hunayfri Şam'a vali olarak tayin etti.
Şam valisi olarak yola çıkan Sehl, yolda birtakım atlılar tarafından Tebük'te geri çevrildi ve Medine'ye gelerek dururittr Hz. Ali'ye anlattı.
Hz. Ali bunun üzerine Muaviyeye bir mektup yazdı. Muaviye'de Hz. Osman'ın katilleri cezalandırılmadıkça biat etmeyeceğim bildirdi, Hz. Ali bu durum karşısında işin silah ile halledilebileceğini anlayarak hemen faaliyete başladı.
Cemel Vakası
Hz. Ali'yi, Muaviye'den sonra çok büyük taraftar nüfusa sahip olan Hz. Aişe tehdit etmekte idi. Hz. Ai-şe, Hz.-Osman'ın icraatını beğenmediğinden onun hakkında istediği gibi ön yargıda bulunmuştu. Fakat hadise çığrından çıkınca bundan doğacak mesuliyetinden kendisini kurtarmak için Mekke'ye gitmişti. Bir rivayete göre Medine'den Mekke'ye bir zat gelerek, Hz. Ai-şe'ye Hz. Osman'ın Mısırlıları öldürttüğünü söyleyince, Hz. Aişe, üzerine böyle dindar insanlara karşı yaptığı muamelelerden dolayı Hz. Osman'ın aleyhine söylenmiş fakat söylenenlerin hakikat olmadığını öğrenince de hemen tavır ve fikrini değiştirmişti.
Müslümanların aralarını açmak ve onları birbirine kırdırmak için kötüler için boş durmuyorlardı. Fitne, fücur her tarafta kol geziyordu.
Bir rivayete göre de Hz. Aişe'nin Medine'den Mekke'ye asıl geliş sebebinin hac farizasını ifa etmek için olduğu idi. Hz. Aişe haccı yaptıktan sonra Medine'ye doğru yola çıkmıştı. Ancak yolda, Hz. Osman'ın şehadeti haberini alınca, yoluna devam etmeyip tekrar Mekke'ye dönmüştü.
Hz. Aişe Mekke'ye döndükten sonra Mekkeliler, Hz. Aişe'ye durumu sorduklarında, Hz. Aişe, Hz. Osman'ın mazlumen öldürüldüğünü, Medine'de fesat ocağının her tarafı karartacak şekilde tüttüğünü, mazlum ve şehit Hz. Osman'ın kanının heder olmaması lazım geldiğini, bunun için de katillerin mutlaka ağır şekilde cezalandırılmalarının icap ettiğini ve bu suretle İslâmiyet haysiyetinin kurtulması vazifesinin İrasının lazım geldiğini beyan etti.
Bir müddet sonra, Hz. Talha b. Ubeydullah ile Zübeyr b. Avvam da Mekke'ye geldiler. Durumu geniş bir şekilde Hz. Aişe'ye izah ederek, onun fikir ve kanaatlerinin kuvvetlenmesine sebep oldular. Bu ana kadar Mekke'ye kaçmış olan Beni Ümeyyeliler ile Mervan b. Hakem, Basra ve Yemen valileri hemen Hz. Aişe'nin etrafında toplandılar. Bunlar Hz. Ali'nin, Hz. Osman'ın intikamım almak için ağır davrandığını ve asileri himaye ettiklerini Hz. Aişe'ye söylediler. Fakat Hz. Ali'nin asileri tedip ve tenkil etmek için elinde hiçbir kuvvetin bulunmadığını bu iş için biraz kuvvetlenmesinin icap ettiğini beyan buyurduğunu naklettiler.
Hz. Aişe taraf girene aldığı malumat üzere Hz. Ali'ye karşı Hz. Osman'ın intikamının alınması hususunda davete başladı. Durum görünüşe göre Hz. Osman'nı intikamını almak için masum ve haklı bir fikre dayanıyorsa da hakikatte, Hz. Ali'nin hilafete geçişi ile Emevilerin sonu demek olan hareketin önüne geçmekti. Böylece Hz. Ali'ye karşı duyulan kin ve hasedin birleştirdiği kimseler, Hz. Aişe'nin etrafında toplanarak onun ümmühatı mü'minin oluşundan istifade yolunu geçmiş olmuyorlardı.
Hz. Aişe etrafında topalnan grup olaya müdahale imkanı vermeyen Mekke'de durmayarak, Arabistan'ın haricinde çıkmak mecburiyetinde kaldılar. Eski Basra valisi Abdullah b. Amir b. Kariz'in tavsiyesi üzerine Basra'ya gitmeye karar verdiler.
Irak yolu üzerinde zat-ı Irak karargahında altı yüz kişi olarak birleştiler ve Hz. Osman'ın şehadetin-den dört ay sonra yola çıktılar. Basra'ya varınca Hz. Aişe tarafları, Basra valisi Osman b. Huneyf el-Ensari ile hakimiyetinin sembolü olan imamet hususunda anlaşarak, imameti Osman b. Huneyf'e bıraktılar. Fakat iki gün sonra Zabuka Mahallesine baskın yapıp Osman b. Huneyf'i esir ettiler ve Ensar ile aralarını açmamak için hayatına dokunmayıp ona hakaret etmekle yetindiler.
Anlaşmayı bozan taraflarına karşı, Hz. Ali'ye sadık Basra Sebeiyye'sini Medine'ye götüren Hukeym b. Cebele, Abdü'l-Kayslılar ve bazı Beni Bekir'liler ile Osman b. Huneyf'i zorla kurtarmaya kalktı. Fakat yapılan mücadele sonunda mağlup olup yetmiş arkadaş ile birlikte öldürüldü. Bu olaydan sonra Hz. Aişe taraftarları şehre hakim oldular. Hz. Aişe taraftarı arasında bulunan Talha ile Zübeyr b. Avvam, imamet meselesinde birbirilerine karşı üstünlük davasına kapılarak anlasa-madılar. Bunu sezen Hz. Aişe, yeğeni Abdullah b. Zübeyr'i imamete getirdi.
Hz. Ali, Mualliflerin Mekke'deki hazırlıklarından haberdar olarak onlardan evvel Irak'a vermek ve beyt'ül-mal'm mualifler eline geçmemesini temin etmek istedi. Yanında bulunan ve kendisine mümkün olduğu kadar iyi tavsiyelerde bulunan Malik Eşter'in fikrine uyarak Küfe'ye dayanmak istedi.. Ensar, Hz. Ali'nin Medine'den ayrılmasını istemiyorlardı. Fakat Hz. Ali onlara, Muhalifler kendisinden önce Irak'a gidecek olurlarsa yeni yeni müşkilatlarm ortaya çıkacağından endişe ettiğini ve Irak'ın nüfusça kalabalık ve beyt'ül-mal'ın zengin olması münasebetiyle bir müddet orada bulunmanın çok iyi olacağını beyan etti.
Hz. Ali hazırlanmaya başladı ve herkesi sefere davet etti. Fakat Medine'de tam teçhizatlı ordu kurmak imkanı olmayınca, sadece kendisini takip eden birkaç yüz kişi ile birlikte Hicri 36. yılın Rabiülahir'i sonunda (M. 656 Ekim) oradan ayrıldı.
Hz. Ali'nin ordusunun bir kısmı asilerden oluşuyordu. Hz. Rebeze mevkiinde karargah kurdu. Burada kendisine Tayy kabilesinden Adiy b. Hatem ile birkaç kişi daha katıldı. Ve daha sonra yola çıkıldı. Zükar mevkiinde gelindiği zaman Talha ile Zübeyr'in Basra'ya yaklaştıklarını gördüler. Beni Saad kabilesi ile hemen hemen bütün Basralıların onlara Ebu Musa el-Esa-ri'nin hareketini şüpheli gördüğünden Eşter'in tavsiyesi üzerine araya önce oğlu Hasan ile Ammar b. Yasir'i gönderdi. Hz. Hasan Kûfe'ye verdiği zaman Ebu Musa el-Eşari ona Hüsnü kabul gönderdi. Sonra Hz. Hasan binbere çıkarak babasını müdafaa etti. Uzun münakaşa ve münazaralardan sonra Kûfelileri ikna etmeye muvaffak oldu.
Küfe'nin en muteber şahıslarından Hacer b. Adiy Hz. Hasan'ı teyid ederek herkesten önce ona katılacağını bildirdi. Netice dokuz bini aşkın Küfe ordusu Zükar mevkiinde Hz. Ali'ye iltihak etti. Hz. Zübeyr ile Talha Basra'ya gittikten sonra Küfe ahalisine mektup göndererek onları da kendilerine katılmalarına davet ettiler. Fakat Hz. Ali namına Küfe şehrine gelen Hz. Hasan'm nutukları onların mektuplarından daha fazla etkili oldu. Hz. Ali, Medine'den küçük bir ordu ile hareket edip Zukar mevkiine geldiği zaman artık büyük bir ordunun başında bulunuyordu. Bunu öğrenen Hz. Zübeyr ile Talha hemen taraftarlarmı toplayarak, Hz. Ali'yi karşılamaya karar verdiler. Geçen bu zaman içerisinde Hz. Osman'ın katillerini yakalamıyor aksine onları himaye ediyor diye çeşitli dedikodular karşısında hareket eden Hz. Ali, Küfelilerin katılımlarıyla birlikte ordusunu kuvetlend irince, Zükar'dan hareket etmeden önce Hz. Osman'ın katiliyle itham olunan adamların ordudan ayrılmalarını emretti.
Onlar da emre itaat ederek çekildiler. Bu durumda onlar da kendi başlarının çaresine baktılar.
Aralarında yaptıkları müzakere sonunda, her iki tarafı birbirleriyle muharebe yaptırmaya karar verdiler. Bu arada, Hz. Ali'nin ordusu Basra'ya yaklaştığı zaman gizlice orduya sızarak ilk safhalarda mevkii aldılar. Hz. Ali, ordusunu takviye ettikten sonra Basra'ya doğru hareket etti. Şehre yaklaştığı zaman Beni Temim reislerinden Ahret ile anlaşarak onu işe karıştırmadı. Ordu sonradan Ubeydullah b. Ziyad'm şatosunun yükseleceği yerde Basrahları karşısında görerek durdu. İşte bu sırada Hukeym b. Cebel'in kanını dava eden Beni Abdül Kays ile Beni Bekirliler derhal onun tarafına geçtiler. Bu meselenin hali siyah ile yapılmadan önce, Hz. Ali maiyetinde bulunan Kaka b. Amr'ı yanma davet edip gereken talimatı verdikten sonra Basralılarm yanma gönderdi. Kaka b. Amr. Hz. Aişe, Talha ve Zübeyr ile görüşerek onları sulha ikna etmeye muaffak oldu.
Hz. Ali, Kaka'nın muaffakiyetinden son derece memnun oldu. Esasen bu sırada Basralılar ve Küfelilerle temas ederek iki tarafta da sulh ve selamet fikrinin galip olduğu anlaşıldı. İki tarafın anlaşmasından sonra Hz. Ali bir hutbe irade ederek durmadan memnun olduğunu, Basra'ya hareket edeceğini, bu hareket esnasında Hz. Osman'a karşı Kıyam edenlerden hiç kimsenin kendisine refakat etmemesini istedi. Böylece harp ve darp fikri, tefrika ve ihtilal zihniyeti tamamen bertaraf edilmiş oldu. Fakat Hz. Ali'nin bu beyanatı, ordusunda bulunan Abdullah b. Sabe, Halid ibn Mülcem ve Ester gibi adamları ürküttü. Zira iki tarafın anlaşması kuvvet kazanması demekti ki bundan sonra sıra Hz. Osman'ın katillerini teker teker bulup, gereken cezaları vermeye gelecekti. Sebeiyye tarafları bu durum karşısında müşkil duruma düştü ve her ne pahasına olursa olsun muharebeyi devam ettirmek kararlarını yenilediler.
Ertesi gün Hz. Ali ordusu ile birlikte hareket ederek Abd'ül-Kays kabilesine uğradı. Bu kabileyi de kendisine katarak zaviye bölgesine geldi ve ordan da Basra'ya hareket etti.
Hz. Ali'nin Basra'ya gelişi sulhun tamamlanmasına matuf bir hareket olarak karşılanmış ve herkes son derece huzur içinde uykuya dalmıştı. İbni Sebe ve tarafları herkes uyuduktan sonra Hz. Aişe'nin tarafına doğru hücuma geçtiler.
Bir anda ortalıkta sesler yükselmeye başladı. Herkes uykudan uyandı. Her iki taraf da saldırı düşüncesi hakim olmuş ve kan dökmeye başladılar.
Hz. Alt her fırsatta memurlar göndererek ne olduğunu anlamak istedi. Diğer taraftan Kaab b. Sur'dan Hz. Aişe'yi bindirerek savaşılan bölgeye getirdi. Hz. Ali kendi taraftarlarını muharebeden alıkoymaya Hz. Aişe'yi uyandırıp devesine bindirerek savaşılan bölgeye getirirdi. Kendi taraflarını teskine çalıştı. Fakat ok yaydan çıkmıştı. Savaşın en şiddetli bir anında Hz. Ali atını ileri sürerek savaş alanın ortasına geldi ve Zübeyr b. Avvam'ı çağırarak ona "sen bir gün Ali ile nakah yer harbedeceksin" hadis-i şerifini hatırlattı. Bunu hatırlayan Zübeyr b. Avvam özür dileyerek savaş alanını terk etti. Basra'ya doğru yöneldi. Arkasından gelen Amr b. Cürmüz. Zübeyr b. Avvam'ı namaz kılarken kılıcı ile öldürdü. Zübeyr b. Avvam, vadisine Biba'a gömüldü. Zübeyr b. Avvam'm savaş meydanından çekilmesi üzerine Talha b. Ubeydullah da meydandan çekilmek istedi. Onun bu hareketini gören Mervan b. Hakem attığı zehirli bir ok ile Talha b. Ubeydullah'ın ölümüne sebep oldu.
Savaş meydanında yalnız Hz. Aişe ile adamları kaldı. Muharebe şiddetle devam ediyordu. 14. CVmazi-yel evel Hicri 36. yılın (4 Aralık 656) ikindisine yaklaşıyordu. Hz. Aişe devesinin üzerinde siper almış vaziyette harbin neticesini bekliyordu. Bütün bu kanların dökülmesine sebep olan Sebeiyye taraftarları, Hz. Aişe'yi hedef alarak, ona yaklaşıp onu tevkif etmek ve ona hakaretlerde bulunmak istiyorlardı. Sebeiyyelerin bu durumunu, Beni Dabba kabilesi mensupları son derece fe-dakarane şekilde Hz. Aişe'yi müdafaa ediyorlardı.
Bekir b. Velid Ezve Dabbe kabileleri Hz. Aişe ile beraberdiler. Muharebe bütün şiddetiyle devenin etrafında devam ediyordu. Bunun için bu savaşa Cemel (Deve) vak'ası adı verilmiştir. Hz. Aişe'nin devesini muhafaza edenlerden biri yere düştükçe diğeri onun yerini alıyordu. O da aynı fedakarlık ve kahramanlıkla dövüşüyordu. Böylece Hz. Aişe'nin devesinin etrafında şehit düşenlerin sayısı yetmiş kişiyi bulmuştur.
Bu savaşa bir son vermek için Sebeiyye taraftarlarından biri devenin arkasından taarruz ederek deveyi yıkmaya muaffak oldu. Bunu gören Hz. Ali taraflarındaki Muhammed b. Ebu Bekr kardeşini müdafa etmek için koşarak hemen Aişe'nin yanma geldi. Biraz sonra Hz. Ali de, Hz. Aişe'nin yanma gelerek onun hatırını sordu. Devenin düşüşü savaşın tamamen tavsamasına yaradı. Hz. Ali, Hz. Aişe'yi muhafaza altına alarak hatırını sordu. Yapılan işten dolayı hiçbir kabahati olmadığını beyan ederek özür diledi. Birkaç gün yanında istirahat ettirdi. Sonra onu kardeşi Muhammed b. Ebu Bekir ile Medine'ye gönderdi. Hz. Aişe'nin Medine'ye gelişi esnasında yanında Basra'nın en muteber ve en asil ailelerinden kırk kadın bulunuyordu.
Hz. Aişe, Basra'dan ayrılırken kendisi ile Hz. Ali arasındaki mücadelenin, durumunu yanlış ve yalan aksettirilmesinden ileri geldiğini söyledi. Hz. Ali de Peygamberimiz'in (s.a.v.) muhterem haremine her türlü tazim ve hürmeti göstermenin bir vecibe olduğunu beyan ederek yapılan işlerden beri olduğunu beyan edip tekrar özür diledi. Hz. Ali, Basra'da birkaç gün kaldıktan sonra Küfe'ye doğru hareket etti. 12. Recep H. 36 (M. 657) tarihinde Küfe'ye vasıl oldu.
Hz. Ali'nin İcraatı
Şehadet gününe kadar İslâm alemi için mücadelesini sürdürmüş ve her daim muaffakiyetini de İslâm alemine göstermiştir. Hz. Ali'nin vilayetlere tayin ettiği valiler/ gittikleri yerlerde sükun temin edip muvaffakiyetler göstermeye başlayınca işler düzelmeye doğru yüz tuttu. Hemen hemen bütün İslâm ülkeleri Hz. Ali'nin etrafında toplanmaya başladı. Yalnız Suriye'de Muaviye b. Ebu Süfyan biat etmemişti. Onun biati, Hz. Ali'nin Küfe'den Mısır valisi Kays b. Saad'la Mısır'dan ordu ile hareket edip Muaviye'yi sıkıştırdıkları zaman gayet kolay temin edebilirdi. Durumun nezaketini kavrayan Muaviye Kays b. Saad'i kendi tarafına çekmek için ona yanaşmaya başladı. Kays buna razı olmayınca bu defa Muaviye Kays hakkında dedikodular çıkararak kurnazca bir tertip hazırladı. Bu tertip ve dedikodulara göre Kays güya Muaviye tarafına kayacaktı. Hz. Ali bu dedikodulara kulak vererek, Kays b. Saad'i Mısır valiliğinden azlederek yerine Muhammed b. Ebu Bekir'i tayin etti.
Mısır'ın yeni valisi Muhammed b. Ebu Bekir tecrübesiz bir vali olduğundan, fitne ve fesad Mısır'da yeniden alevlendi. Kays b. Saad'm Mısır'da kazandığı muaffakiyet kaybedildi. Bu durum Hz. Ali'nin davası üzerinde kötü bir tesir meydana getirdi. Bundan da istifade etmek isteyen Muaviye b. Ebu Süfyan, Mısır'da çok sevilen Amr ibni'1-As'a Mısır valiliğini vereceğini vaadederek onu kendi tarafına çekti. Böylece Suriye ve Filistin'den sonra, Mısır da Muaviye tarafına kaydı. Hz. Ali'yi de Hicaz, Yemen, Küfe ve Basra vilayetleri destekliyordu.
Hz. Ali'nin Muaviye İle Mücadelesi
Hz. Ali, Küfe'yi başşehir yaptıktan ve oraya yerleştikten sonra kendisi de oraya yerleşti. Arabistan, Irak ve İran'a hakim olmakla beraber en kuvvetli hasmını geriye bırakmıştı. Hz. Ali, Muaviye'ye karşı bir galibiyet kazandığı zaman, İslâm alemi tekrar eski birliğine kavuşacaktı.
Fakat Hz. Ali'nin hareketini takip eden Muaviye de boş durmuyordu. Önce hazinesini doldurmuş, sonra zengin ve kalabalık bir nüfusa sahip olan Suriye'ye tamamen hakim olmuştu. Suriyeliler ona sadık bir şekilde bağlı idiler, Muaviye zamanın dört dahisinden biri olduğu için, siyasette son derece mahir bir yol izliyordu. Herkesin zayıf bir noktasını bularak ona göre hareket ediyordu. Kimine para vererek, kimine mevki vererek kendisine yararlı olacak kimseleri elde etmesini bekliyordu. Ayrıca fikirlerinden istifade edilecek kimselere son derece önem vererek, onları hoşnut edip fikirlerinden istifadeler sağlıyordu.
Hz. Osman, Beni Ümeyye'den idi. Muaviye b. Ebu Süfyan da Beni Ümeyyedendi. Hz. Osman'ın şeha-deti Emevilerin devlet idaresinden uzaklatırılması demekti. Hz. Osman'ın şehadetinden istifade etmeye kalkarak, Hz. Osman'ın katili olayından Hz. Ali'yi mesul tutuyordu. Ve bu yüzden de biat etmekten kaçıyordu. Hz. Ali, Muaviye'nin durumunu bildiği için işi harp yolundan ziyade sulh yolu ile halletmek istiyordu. Bunun için Cerir b. abdullah Muaviye'ye gönderdi. Cerir b. Abdullah, Muaviye'ye giderek Hz. Ali'nin mektubunu hazır bulunanların huzurunda okudu. Muaviye,-Hz. Ali'ye verdiği cevapta katillerin teslim üzerinde ısrar etti. Bu hareket işin sulh yolu ile hallinin olmayacağını açıkça ortaya koyuyordu. Durum bu raddeye gelince iki taraf da harp hazırlıklarına giriştiler.
Sıffin Muharebesi
Hz. Ali, Allah için ve İslâm için mücadeleyi hiç bırakmıyordu.
Ümmetin selameti ve sükuneti için çarpışmasının gerektiği yerlerde savaşıyordu. Hz. Ali, hazırladığı seksen bin kişilik ordusu üe Körfezden hareket etti. Rakka mevkiinde, Fırat nehrini geçerek Suriye ile Babil hududunda bulunan Sıffin ovasında ordugah kurdu. Suriye ordusunun başkumandanı Abr b. As, Muavi-ye'den aldığı emir üzerine ordusu Sıffin'e doğru ilerledi, Amaçları askeri bakımdan stratejik bazı mevkiileri ele geçirerek, Hz. Ali'nin ordusunu sudan mahrum etmek idi. Hicri 36. yılın Zilhicce ayında (Haziran 657) karşı karşıya gelen iki ordu son hazırlıklarını yapmakla meşgul oldular. Hz. Ali ordusunun su yollarının kesildiğinin farkına varır varmaz, hemen karşı bir hareket yaparak Suriye ordusunu su yolundan geri attı. Bu vaziyet karşısında hasmını kötü duruma düşürmek istemeyen Muaviye'nin kendisi müşkül duruma düştü. Fakat Hz. Ali, hasmının susuz kalmasına rıza göstermeyerek onların sudan mahrum bırakılmamasını emretti. Böylece iki tarafın askeri de suya gidiyor ve su ba-şmda sohbet ediyorlardı. Bu durum herkeste sulhun yakın bir muhakkat olduğu kanaatini uyandırıyordu. Hz. Ali, harbe başlamadan önce tekrar sulh teşebbüslerinde bulunuyordu. Bazı kıymetli ve muhterem şahıslan Muaviye'ye göndererek sulhu tavsiye ettirdi. İki tarafın da ulema, fudala ve huffazlannın Müslümanların birbirlerinin kanlarını dökmemeleri için çok ayret sar-fettikleri görüldü. Bunun için muharebe üç aya yakın bir müddet tehire uğradı. Bu zaman içinde rivayete göre 85 kere savaş kararı verildiği halde bunların çalışmaları neticesinde savaş gecikti. Ashabtan Ebu Derda ile Bu imametül Bahiri, Muaviye'nin yanma giderek onunla konuştular. Fakat bu müdahalede bir fayda vermedi. Nihayet H. 37 yılın sefer ayın ınbaşlarında (M. 657 Ağustos) iki taraf birbirine karşı son derece şiddetli hücuma gitti. İki tarafın birbirine karşı gösterdiği merhametsizlik tüyler ürpertecek derecede idi. Binlerce Müslüman kanı aktı. Binlerce kadın dul kaldı ve binlerce çocuk öksüz kaldı.
Hz. Ali, oluk oluk akan Müslüman kanma karşı daha fazla dayanamayak savaşı kısa kesmeleri için birliklerine tesirli bir hitabede bulundu. Asker bu hitabe karşısında kendinden geçercesine savaşa atıldı. Bu arada, Hz. Ali bu kanlı mücadeleye bir son vermek için Muaviye'yi muharezeye davet etti. Fakat Muaviye bundan kaçındı. Bu hareketi takib eden Amr İbni'I-As, Muaviye'ye karşı açık konuşarak kendisi ortaya çıktı. Amr b. İbni'1-As, Hz. Ali'nin karşısında duracak bir cengaver olmadığından, Hz. Ali bir darbe ile onu atından aşağı yuvarladı.
Muharebe böylece günlerce devam etti. Suriye ordusu oldukça yıprandı. Bunu gören Muaviye, muharebeye bir son vermek istedi ise de Hz. Ali fitne ve fesadın tamamiyle imha edilmek üzere olduğunu görerek, Mu-aviyenin teklifini reddetti. Talih artık Hz. Ali'ye gülüyordu. Fakat durumun kötü olduğunu anlayan Muaviye ordusu başkumandanı Amr İbni'1-As hileye başvurmaktan başka çare göremedi. Ertesi gün Suriye ordusu muharebe meydanına çıkarak, Amr Ibni'1-As Şam'daki meşhur muafi beş askeri mızraklarının ucuna taktırdı. Ayrıca ordunun içinde kimin mushafı varsa onu da mızrağının ucuna takmasını emretti. Böylece Suriye ordusu ileri gelenleri Hz. Ali'nin ordusuna yaklaşarak "İkimiz arasında kitabullah hakem olsun" diye bağırmaya başladılar.[77]
Hz. Ali ve ordusunun başkumandanı Eter Nehai, bunun bir harp hilesi olduğunu anlayarak askerlerine hücum emri verdiyseler de, Iraklı askerler bu emri .dinlemeyerek Kur'an'm hakem olarak kabulü için yapılan teklifin yerinde olduğunu söylediler ve savaşa girmediler. Halbuki Nehai kali bir zafer kazanmak üzere idi. Hz. Ali, ordusunun ısrarı üzerine ric'at emrini vermek mecburiyetinde kaldı. Silahlar kınlarına koyuldu. İki tarafın ulema ve fudelası mübahaseye giriştiler. Neticede imame meselesinin hakem vasıtasıyla halline karar verdiler.
Hakem'in Hükmü
Davanın hakem usulü ile halline karar verildikten sonra, Muaviye Amr ibnil As'ı kendisine hakem seçti. Hz. Ali de önce Abdullah b. Abbas'ı seçti. Fakat Muaviye Abdullah b. Abbasi, Hz. Ali'nin akrabası olduğu için kabul etmedi. Bunun üzerine Eş-as b. Kays'ı hakem olarak seçti. Eş-as b. Kays ise hakemliği yapmayacağını beyan ederek, Ebu Musa El-Eş Ari'ye devretti. İki tarafın hakemi, muahedenin nasıl yapılacağım ve yazılırken iki taraf hakkında da nasıl lakaplar verileceği hususunda da uzun münakaşa yaptıktan sonra 23 safer H. 37 Çarşamba günü işi tamamlayarak, mühür ve imza ettiler. Böylece iş resmiyet kazandı. Eş As b. Kays herkes tarafından sevilen ve sayılan bir zat olduğundan hakem usulünün kabilelere ve aşiretlere tebliğ edilmesi ile görevlendirildi.
Eş As b. Kays, Hz. Ali'nin ve Muaviye'nin kendi arzu ve ihtiyarları ile Ebu Musa el-Eşari'yi ve Amr İbnil-As'ı hakem tayin eden ve onların kitap ve sünnete uygun olarak verecekleri kararlara tabii olacaklarını beyan eden antlaşmayı Aniize kabilesine tebliğ ederken, iki kişi ona karşı çıkarak "Allah'tan başka bir kimse hüküm vermez" dediler. Sonra da Şam askerlerine hücum ettiler. Diğer bazı kabileler de muahedeyi kabul etmediler ve hemen Hz. Ali'ye müracat edip bu husustaki görüşlerini ona bildirdiler. Bu yüzden ayrı ayrı fırka meydana çıkmış oldu.
İki tarafın hakemi, yanlarında dörder yüz kişi olduğu halde, Suriye ile Irak arasında olan Devmetül-cendel'de (veya Erzuh) topladılar. Aralarında yaptıkları kısa bir konuşma sonucu, Hz. Ali ve Muaviye'yi hal edip işi şûraya bırakmaya karar verdiler. Bu karan tebliğ etmek üzere ayrıldılar. Hz. Ali tarafında bulunan Abdullah b. Abbas, Ebu Musa el-Eşari'ye yaklaşarak ona: "Sakın Amr b. As seni aldatmış olmasın. Siz bir şeyin ilan... etmekle ona takaddüm etmeyiniz" dedi. Ebu Musa el-Eşari'de "Hayır, biz iltifak ettik, ittifakımızı bozamayız" cevabını verdi. Kararın tebliğ sırası geldiği vakit Amr İbni'1-As, Ebu Musa Eşari'yi öne sürerek kendisinden yaşça fazla kemalce kendisine üstün olduğunu, bu bakımdan kararı önce kendisinin tebliğ etmesinin gerektiğini söyledi. Ebu Musa el-Eşari'de, kalkarak Allah'a hamdü senadan sonra Ali'yi de Muaviye-yi'de hal'e karar verdiklerini yeni bir imamın seçilmesini Şûraya bıraktılarmı söyledi. Onu takiben Amr İb-ni'l-As minbere çıktı. Allah'a hamdü senadan sonra Ebu Musa ile birlikte Ali'yi hal ettiklerini, kendisini Muaviye'yi halife olarak nasbettiğini çünkü Hz. Osman'a varis ve onun kanından olduğunu söyledi.
Amr İbni'l-As'ın bu hakareti bir anda ortalığı birbirine kattı. Amr İbni'l-As'ın üzerine atılanların, beddua edenlerin haddi hesabı yoktu. Zira Amr İbni'l-As'm bu hareketi doğru bir siyaset değildi. Böylece hakem usulü hem okumak uğraşmış hemde iflas etmişti. Bu hereket İslamda büyük karışıklıkların çıkmasına ve yeni yeni mezheplerin doğmasına sebep oldu.
Hariciler Meselesi
Hz. Ali, sıffinden dönerken ordusunda bulunan ve çoğunluğunu Iraklıların teşkil ettiği on iki bin kişilik bir kuvvet, dinî muameleler için hakem tayin edilmesini küfür, Hz. Ali'nin de kararını şirk sayarak ondan ayrılıp Harura mevkiinde konakladılar. Hz. Ali Küfe'ye geldikten sonra bunlara Abdullah b. Abbas'ı göndererek fikirlerinin ve düşüncelerini yanlış olduğunu izah ettirmeye çalışmış ise de bunlar İbni Abbas'ı dinlemeyerek fikirlerinde ısrar ettiler. O zaman, Hz. Ali bizzat bunların yanına gitti. Onlarla münakaşa ederek kendilerini ikna edip hepsini Küfe'ye getirdi. Bu gelişten sonra şehirde hakem kabul etmenin küfür sayıldığı ve Hz. Ali'nin de bunu böyle kabul ettiği şayiası yayıldı. Hz. Ali bu şayiayı duyunca minbere çıkarak böyle bir şeyin aslı olmadığını ve tem muzaffer olacak iken, harpten önce onların vazgeçtiğini daha sonrada hakemi beğenmediklerini ve şimdi de harp için çalıştıklarını söyledi. Hz. Ali'yi dinleyenlerden bunlara mensup biri "la hükme illallah" diyerek bağırdı. Bir diğeri de 'Allah'a şirk koştuğun taktirde sayın ve amelin akamete uğrayacağını, senin de hüsrana düşenlerden olacağını sana da senden evvelkilere de vahyetmistik" mealindeki ayeti kerimeyi okudu. Bunlara karşılık Hz. Ali "sabret Allah'ın va'di haktır, yakinen ima etmeyenler seni üzmesinler" mealindeki ayet-i kerimeyi okuyarak cevap verdi. Böylece Hz. Ali'nin ordusu haricine çıkan ve hariciler adını alan tarife ortaya çıkmış oldu. Hariciler, gün geçtikçe artmaya başladılar. Hz. Ali den de yüz çevirerek ona muhalefette bulundular. Bunlar kendi aralarında toplanarak Abdullah b. Vehb Er-Ra-sibe'ye biat ettiler. Basra, Küfe, Anbar ve Medayin'deki taraflarını Nehrevan mevkiine davet ederek kendi fikrinde olmayanlara zulüm ve işkence yapmaya başladılar. Bunu haber alan Hz. Ali artık haricileri te'dip etmek mecburiyetini kendinde duyarak bir ordu ile Nevran'a doğru yola çıktı. Hz. Ali, haricilere nasihat etmek için önce, Kays b. Saad ile Hz. Ebu Eyyübi'l Ensari'yi onlara gönderdi. Fakat bu tedbir bir fayda vermedi. Bunun üzerine ona nasihatta bulundu. Bu da tesir icra etmedi. Ancak yapılan nasihatların bir kısmnıa itaat eden haricilerden bir grup Mendiçin'e doğru gitti. Bir grup da Küfeye geri döndü. Geri kalanlardan bin kişi kadarı da tevbe ederek Hz. Ali'nin ordusunu iltihak etti. Geride Abdullah b. Vehb'in idaresinde dörtbin kişi kaldı. Bunlara hiçbir söz ve nasihat tesir etmiyordu. Bunun için bu harici grubu ile muharebe yapmak mecburi oldu. Hicri 38. yılın 9. seferinde (17 Temmuz 658) Nehrevan'da yapılan son derece şiddetli savaşta, hariciler adeta canlarını itihkar derecesinde dövüştüler. Neticede mağlub olarak savaştan ancak on harici sağ olarak kurtulabildi.
Nehrevan savaşı ile haricilerin çıkarmak istedikleri fesad şiddetli bir şekilde önlenir önlenmez, Hz. Ali Şam'a doğru hareket etmek istedi. Fakat ordu kumandanlarından Esas b. Kays okların bittiğini, kılıçların ve mızrakların işe yaramaz bir halde olduğunu beyan ederek Şam'a hareketten önce iyice hazırlanmanın gerekliğini ileri sürdü. Hz. Ali bu makul fikri kabul ederek hazırlanmak için Nahbe kasabasına geldi. Burada askerler hazırlıkla meşgul olacaklarına onar, yirmişer gruplar halinde Kûfe'ye gittiler. Bunun sonunda Hz. Ali'nin yanında bin kişi kalınca çaresiz Şam zaferinden vazgeçerek Kûfe'ye döndü.
Haricilerin geri kalanları İran'ın içlerine doğru çekilerek burada mecûsileri, mürtecileri ve İslama yeni tahrike çalıştılar. Hz. Ah bu fırkayı kökünden kurtarmak için bunlara karşı, bir rivayete göre Ziyade bin Hasfa'yı bir rivayette ise Makîl b. Kays'ı göndererek, bir yıl içinde RanvHürmüz dağlarında bunlarla muharebe edip kökünü kazdı.
Mısır'ın Elden Çıkışı
Hakem olayından sonra Amr b. As, Filistin'e döndü. Buradan, Mısır'da bulunan Mesleme b. Mu-hammed'ül-Ensari ile Muaviye b. Hadicü'l-Kendi'ye birer mektup yazarak, Hz. Osman'ın şehadetinden çok mütessir olduğunu ve Hz. Ali'ye muhalif bulunduğunu bildirerek dört bin kişilik bir ordu ile Mısır'a sefere çıkacağını beyan etti. Bu sırada, Mısır'da Muhammed b. Ebu Bekir vali idi. Ülkeyi arzu edildiği şekilde idare edemiyordu. Amr b. As yukarıda ismi geçen zatlara yazdığı mektupta, Muhammed b. Ebu Bekir'e de muhalefet etmelerini istiyordu. Ayrıca kendisi, Mısır valisi Muhammed'e bir mektup yazarak kendisine itaat etmesini istedi. Muhammed b. Ebu Bekir, durumu Hz. Ali'ye bildirdi. Bunun üzerine Amr b. As, Mısır üzerine yürüdü. Muhammed b. Ebu Bekir iki bin kişilik ordusu ile ona karşı koydu ise de ona mağlup olup yakalandı ve feci bir şekilde öldürüldü. Böylece Mısır, Amr b. As'ın eline geçmiş oldu. Mısır'ı ele geçiren Amr b. As Muaviye b. Hadic'İ aracı koyarak, Muaviye b. Ebu Süf-yan'dan buranın valiliğini istedi. Muaviye, Mısır'ın altı bin yıllık gelirinin Amr'a bırakılmasını fakat buna karşılık kendisine itaat edeceğine dair şahitler huzurunda bir senet vermesini ve diğer şartlarını da kabul etmesini ileri sürerek istediğini kabul etti. Amr b. As da bu şartları kabul ettiğini bildirerek, üçüncü defa tekrar Mısır valiliğine getirilmiş oldu.
Sıffin savaşından sonra, gerek Nehrevan savaşı ve gerekse ondan sonra ortalığa fitne ve fesad açan haricîlerin kalıntılarının tamamen ortadan kaldırılması için yapılan mevzi çarpışmalarının sonunda, İslam'ın muhtaç olduğu sükûn ve asayiş geri gelmedi. Böylece herkesin arzu ettiği İslam birliği sağlanamadı.
İslâm devleti hudutları içinde yaşayan halk, Hz. Ali (r.a.)'a taraftar olanlar, yani ehli Şia, hakem kararı ile halife seçilmesini kabul eden Muaviye taraftarları, yani Nasıba; hakem meselesini protesto eden ve zamanla ileride sayıları bir hayli artıp gelecek hükümetlerin başına bela olacak olan Haricîler ile, gerek Hz. Osman (r.a.) ve gerekse Hz. Ali (r.a.) zamanında meydana gelen acı, üzücü ve bölücü olaylara karışmayıp yalnız seyirci durumunda kalan ve bu olaylardan dolayı müteessir olan Selefiye gibi gruplara ayrıldılar.
Bütün bu gruplaşmaların sebebi olarak, Haricîler tarafından, Hz. Ali (r.a.) , Muaviye ve Amr b. As (r.a-)'ın aralarındaki çekişmelerin sonucu gösteriliyordu.
Haricilere karşı yapılan tenkil savaşları sonunda kendilerini kılıçtan kurtaran Abdurrahman ibn-i Mül-cem, Bekr b. Abdullah ve Amr b. Bekr Et-Temimi adındaki üç haricî, aralarında bir toplantı yaparak geçen olayların bir muhasebesini yaptıktan sonra, Hz. Ali, Muaviye ve Amr b. As (r.a.)'ı olaylann suçlusu olarak gördüler ve bunların öldürülmelerine karar verdiler.
Hz. Osman (r.a.)'dan sonra zulmün hedefi Hz. Ali (r.a.) oldu. (Haricilerin kılıç artıklarından) Abdurrahman ibn-i Mülcem el-Muradî, Berk ibn-i Abdullah et-Tamimi ve Amr ibn-i Bekr es-Sâdî, Hicaz'da toplanıp ve insanların uğradığı müşkilatı müzakere edip, ölen arkadaşlarını hatırlayarak üzülüp:
"Onlardan sonra biz yaşasak ne olur, yaşamasak ne olur. Sapık önderleri katlederek, insanları onların elinden kurtaralım" dediler. Bunun üzerine İbn-i Mülcem:
"Ben Ali'ye kâfiyim" dedi.
Bekr:
"Ben de Muaviye'ye kâfiyim."
Amr ibni Bekr de:
"Ben de Amr ibn-i As'a kafiyim" diyerek bir günde üçünün katline karar vermişlerdi.
"Ölmek var, dönmek yok" diyerek birer zehirli kılıç alarak, Ramazanın yirmi yedisini tayin etmişler. Amr ibni Bekr, Mısır'a varıp Ramazanın yirmi yedinci gecesi Amr ibn-i As'm mescide çıktığı yerde onu gözetlemiş, Amr ibn-i As ise hasta olmuş, yerine kendisinin zabıta memuru olan Harice ibn-i Habibe'yi imam vekil yapmıştı. Bu zat namazı kıldırmak üzere camiye girerken Amr ibn-i Bekr, onu vurup öldürdü. Derhal yakalandı. Amr ibni As'in huzuruna getirildi.
"Sen kimi katlettin?" diye sordu.
Amr ibn-i Bekr:
"Ya lasık vallahi senden başkasını katletmedim sandım ama görüyorum ki sen yaşıyorsun, senin yerine başkasını katletmişim."
Amr dedi ki:
"Sen kendi dileğinin muradını hesap etmişsin ama Allah'ın muradını ve dileğini hesaba katmamışsın" dedi.
Bekr de o gece Şam'da Muaviye'nin çıkışını gözeterek, Muaviye sabah namazını kıldırmak üzere camiye çıkarken, Berk bir kılıç çaldı. Muaviye'yi diz kapağından yaraladı. Muaviye'nin hükümeti, mülk ve saltanat tarzında bir mevkisi olduğundan ve yanında yaverleri, çavuşları bulunduğundan Berk'i tuttular.
Berk:
"Bir müjdem var. Söylesem bana faydası olur mu?" dedi.
Muaviye:
"Söyle bakalım, belki olur."
"Şimdi benim arkadaşım Kûfe'de, Ali'yi katletmiştir" dedi.
Muaviye, ona:
"Ne biliyorsun, belki de onu katletmişlerdir." dedi. Berk:
"Ali'nin yanında yaverleri, bekçileri ve koruyan muhafızları yoktur" dedi. Berk'in itirafı hiç işe yaramadı ve Muaviye'nin isteği üzerine Berk katlolundu.
Ibn-i Mükem, Mısır'dan Kûfe'ye gelip haricîlerden olan arkadaşlarıyla görüştü. Yoldaşları ziyaretlerinin sebebini, ısrarla sordularsa da Mülcem bu sebebi söylemedi. Burada iken bir hanımla evlenme isteğinde bulundu. Hanım da, Hz. Ali (r.a.)'m katlini şart koşmuştu. İbn-i Mülcem de:
"Vallahi ben buraya Ali'yi katletmek için geldim" dedi.
Yanma Verdan ve Şebib'i aldı. Ramazanın yirmi yedinci gecesi buluştular. Diğer haricîlerin bundan haberi yoktu. Fakat Eş'as İbn-i Kays'm bu sırra vakıf olduğu anlaşılıyor. Çünkü o gece İbn-i Mülcem, Eş'as ile sohbet ediyrrdu. Sabah vakti onun yanından ayrılmış ve sabahleyin Eş'as, oğlunu bir haber için hükümet konağına göndermiş. Her ne ise, İbn-i Mülcem arkadaşlarıyla camiye gitmişlerdi. Hz. Ali (r.a.)'m çıkacağı kapı önünde durmuşlardı.
Hz. Ali (r.a.), mescidi şerife gitmek için, müezzin önünde "namaza, namaza, ey insanlar" diyerek ve oğlu Hz. Hasan (r.a.)'ın arkasından yürüyerek evin kapısından çıkarken, pusudaki hainlerin üçü birden hücum ettiler. Şebib'in kılıcı kapının kemerine'dokundu. Ibn-i Mülcem ise:
"Ya Ali! Hüküm ancak Allah'ındır. Senin ve ashabının değildir!" diye bağırarak kılıcını kaldırdı. Hz. Ali (r.a.)'m başına vurdu ve bir yara açtı. Verdan be Şe-bib kaçtı.
İnsanlar hemen hücum edip, İbn-i Mülcem'i tuttular. Hz. Ali (r.a.) sabah namazını kıldırmak üzere hemşiresi Ümmü Hani'nin oğlu Ca'de ibn-i Hubey-re'ye imamet verdi. O da mescidi şerife gidip insanlara sabah namazını kıldırdı.
Daha sonra İbn-i Mülcem kolları bağlı olarak Hz. Halife'ye getirildi. Hz. Ali (r.a.):
"Ben sana merhamet etmedim mi?" diye sordu. "Evet, ettin" diye cevap verdi. Hz. Ali (r.a.): "Ya bu ihanete sebep nedir?" dedi. İbni Mülcem ise:
"Ben bu kılıcı kırk gün biledim, onunla halkın en hayırsızının katledilmesini Allah'tan diledim." deyince. Hz. Ali (r.a.):
"Görüyorum ki, sen o kılıçla katlolacaksın. Biliyorum ki sen halkın en hayırsızısın" dedi.
O sırada Cündup ibn-i Abdullah geldi:
"Ya Emire'l-Mü'minîn! Allah bize senin eksikliğini göstermesin. Ama şayet sana bir hal olursa biz oğlun Hasan'a biat eyleriz" dedi.
Hz. Ali (r.a.):
"Ben bu hususta size ne emrederim, ne de nehye-derim. Siz işinizi daha iyi bilirsiniz" diye sözü kestirdi. Hz. Ali, oğullarına vasiyet etti. Hasan ve Hüseyin'e hitaben:
"Size takva ile vasiyet eylerim. Dünya 'ya rağbet etmeyiniz, ziyanınız için ağlamayınız, daima doğruyu söyleyiniz. Kur'an ile amel edin. Zalime karşı, hasım ve mazluma karşı yardımcı olunuz. Kötüleyicinin kötülemesinden sakınmayınız" dedikten sonra Muhammed ibn-i Halife'nin yüzüne baktı:
"Biraderlerine ettiğim vasiyeti anladın mı? Sana da vasiyetim böyledir. Bir de sana vasiyet ederim ki biraderlerine tazim ve ihtiram et ve onların reyine uygun hareket et" dedi. Hz. Hasan (r.a.) Hazretlerine başka vasiyetlerde bulundu.
Hz. Ali (r.a.) altmış üç yaşında ebedi aleme göçtü. Namazını oğlu Hz. Hasan (r.a.) kıldırdı. Hz. Ali (r.a.)'m hilafeti beş seneden üç ay eksikti.
İbn-i Mülcem, Hz. Hasan (r.a.) 'in huzuruna getirildi:
"Ben, Ali ve Muaviye'yi katletmek üzere Ka'be'de, Allah'ın adına ahd etmiştim. Bana meydan ver, Muaviye'yi de katledeyim. Sağ kalırsam, kendim sana teslim olurum" dedi. Hz. Hasan (r.a.) bunu kabul etmedi kı-sasen katlini istedi.
Ramazanı Şerifin yirmi yedinci gecesi, alemi manada (rüyada) Resûlullah'ı (s.a.v.) görüp, ümmetinden şikayet eyleyince:.
"Onların aleyhine dua et" diye1' buyurmuştu. O da:
"Ya Rabbi! Bana onlardan hayırlısını ver, onlara da benden fenasını ver" diye dua etmişti. Hemen uyarup rüyasını oğlu Hz. Hasan (r.a.)'a söyledi. Halbuki vakit sabah olmak üzere idi. Müezzin ezan okuyordu. Hz. Ali (r.a.) mescidi şerifin avlusuna girdiği zaman, ördekler onun üzerine yürüyerek çağrıştılar. Hz. Ali (r.a.)'m yanındakiler onları kovmak istediler. Hz. Ali (r.a.): "Dokunmayınız, onlar ölü üzerine ağlıyorlar." deyip tebessüm etti. Kapıdan çıkarken de insanların en belalısı olan İbn-i Mülcem kılıcıyla ona vurmuş, ağır yaralanmıştı.
Bir rivayette de, Hz. Ali (r.a.), Irak'a gitmek üzere Medine'den çıkarken bir ayağı üzengide olduğu üzere Abdullah b. Selam (r.a.) gelip:
"Ya Mü'minlerin Emiri! Irak'a gitme. Korkarım sana kılıcın ucu dokunur" dedi. Hz. Ali (r.a.):
"Onu bana Resûlullah (s.a.v.) haber vermişti" diyerek, binip atma gitmişti.
Allah (c.c)'ın rahmeti her daim, Hz. Ali (r.a.)'m ve O'nun ehli beyt'inin üzerine olsun. Selam olsun Hz. Ali'ye, Selam olsun O'nun ehli beyt'ine.
Hadistir:
Ebu Vail'den rivayet edilir:
Hz. Ali (r.a.), Kûfe'de halka hitap ediyordu. O'nun şunları söylediğini işittim.
"Ey insanlar! Kim fakir görünmeye çalışırsa, fakir düşer. Ömrü olan musibetlere uğrar. Belaya hazır olmaya belaya uğradığı zaman sabredemez. Bir iş başına geçen kendi menfaatine önem verir. İstişare etmeyen pişman olur" Konuşmasına şöyle devam etti.
"Neredeyse İslam'ın adından, Kur'an'm da yazısından başka bir şey kalmayacak! Bilmeyen, bilmediğini öğrenmekten utanmasın. Bugün mescitleriniz mamur fakat kalpleriniz ve bedenleriniz hidayetten mahrum, şu gök kubbe altında yaşayanlarınızın en beterisiniz. Fitne fakihleriniz arasından çıkar ve onlar arasında yayılır."
Bir adam kalkarak:
"Ne zaman ya Emire'l Mü'minin?" diye sordu. Hz. Ali (r.a.) de şöyle cevap verdi:
"Hukuk, adi olanlarınızın eline düştüğü zaman, işte o zaman işiniz bitmiştir."
Hz. Hasan (r.a.)'ın Şehadeti
“Sen yoktun ya Resûlallah, sen yoktun, kötüler içinse bu bir fırsattı. Zulüm yine ayaktaydı."
Fahri kainatın efendisi Hatemu'l-Enbiya vefat ettiği zaman Hz. Hasan yedi yaşında, Hz. Hüseyin (r.a.) altı yaşındaydı. Resûlullah (s.a.v.) onları çok severdi. Ebu Hureyre'den, rivayet edilir ki:
"Resûlullah (s.a.v.); Hasan bana benzer, Hüseyin de babasına benzer, demiştir.
Bir gün, Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin (r. anhuma) da koşup geldiler. Resûlullah'm kucağına atladılar. Mübarek sakallanyla ve saçlarıyla oynuyorlardı. Ben kendilerine sordum.
«Ya Resûlullah bunları bu kadar çok mu seviyorsun!» Resûlullah da buyurdu ki:
«Evet çok seviyorum. Bunlar benim torunlarım, bunlar benim koklayıp sevdiğim çiçeklerim, güllerimdir» dedi."
Ebu Hureyre (r.a.)'den naklolunur ki;
"Her gece mescitten çıkınca, Hz. Fatıma (r. an-ha)'nm evine girip hiç oyalanmadan tekrar hemen çıkardı. Merak ettim:
«Ya Resûlullah! Her gece her gece Fatma'nın evine niçin uğruyor ve hemen çıkıyorsunuz?» dedim. Resûlullah bana:
«Geceleri Medine pek soğuk olur, ola ki Hasan ile Hüseyin üzerini açarsa üşümesinler diye gidip kontrol edip, üzerlerini açmışlarsa örtüp çıkıyorum» diye buyurdu."
"Yine bir gece vakti Hz. Hüseyin (r.a.) ağlıyordu. Resûlullah (s.a.v.) namazını bitirdikten sonra mescitten çıktı. Hz. Fatıma (r. anha)'nm kapısını bir kere tıklatarak:
«Yâ Fatıma! Hasan'ımı ağlatma!» diyordu."
Ebu Hureyre (r.a.) anlatıyor:
"Resûlullah (s.a.v.) ile yatsı namazı kılıyorduk. Resûîullah (s.a.v.) secdeye vardığı zaman, Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin (r.a.) üstüne sıçradılar. Hz. Peygamber başına secdeden kaldırdı, onları incitmeden tutarak sırtından indirdi, ikinci secdeye gittiği zaman onlar, tekrar Resûlullah (s.a.v.)'in sırtına bindiler. Resûlullah (s.a.v.) namazını bitirince onları dizine oturttu. Ben kalkıp Hz. Peygamber'e gelerek:
«Ya Resulallah! Onları götüreyim mi?» dedim. O sırada bir şimşek çaktı. Resûlullah (s.a.v.) onlara:
«Hadi annenize gidin.» dedi.
Çocuklar eve varıncaya kadar bu şimşeğin aydınlığı devam etti."
Bir başka rivayette Ebu Hureyre (r.a.) şöyle buyuruyor:
"Karanlık bir gecede Hz. Hasan (r.a.), Resûlullah (s.a.v.)'in yanında idi. Hz. Peygamber onu çok severdi.
Hz. Hasan (r.a.):
«Anneme gideyim mi?» dedi. Ben de: «Onunla gideyim mi ya Resûlullah?» dedim. «Hayır, benim torunum kendi başına gider» dedi.
Aniden bir şimşek çaktı. Hz. Hasan (r.a.) annesinin yanına varıncaya kadar şimşeğin aydınlığı devam etti."
Ebu Hureyre'den rivayet olunur ki:
"Hz. Hasan (r.a.), çok hassas ve ince fikirliydi. Bir gün Hz. Hasan (r.a.)'dan yardım istemek için bir adam geldi ve elinde bir mektup vardı. Adam ayakta dikilerek mektubu okumak istedi. Hz. Hasan (r.a.) adama mektubu açmamasını söyledi ve paranın yerini göstererek: «Ne kadar lazımsa al ve git» dedi. Adam mektupta yazılı olan miktardaki parayı aldı ve oradan ayrıldı. Hz. Hasan (r.a.)'m yanında bulunan Ashab (Hz. Hasan'a) da dediler ki:
«Ey Mü'minlerin Emiri! Mektubu açıp okusaydı belki bu kadar istemeyecekti».
Hz. Hasan (r.a.):
«O mektubu açıp, ayakta okurken onun o mahcubiyeti yaşamasını istemedim» buyurdu."
Hatemü'l-Enbiya şöyle buyuruyor:
"Hz. Hasan bana benzer. Hz. Hüseyin de babasına benzer."
İşte bu ifadelerden anlıyoruz ki, Hz. Hasan (r.a.) ince fikirliliği ile mübarek dedesine benzemektedir.
Hz. Ali (r.a.)'nın vefatından sonra Hilafeti Hz. Hasan (r.a.) uzun sürmedi. Çünkü Hz, Hasan (r.a.), kan dökülmesini istemiyordu. Hz. Hasan (r.a.) hassas ve ince fikirli olması hasebiyle, kısa bir zaman sonra hilafeti bırakarak:
"Muvaiye adına çekiliyorum" dedi. Bunu duyan Medine halkı, Hz. Hasan (r.a.)'m yanma gelerek muhalefeti bırakmamasını istediler. Ama Hz. Hasan (r.a.) çekilmeye çoktan karar vermişti. Halk onu ikna etmek istediyse de, Hz. Hasan (r.a.):
"Ben muhalefeti hiç sevmedim. Daha fazla kan dökülmesini istemiyorum. Muaviye'nin adına hilafetten çekiliyorum" dedi.
Hz. Hasan (r.a.), hilafet için Müslümanların öldürülmesini çirkin gördüğünden, Muaviye adına hilafetten çekildi.
Hakim, İbn-i Abdil Berr, Hatib Bağdadî de rivayet etmişlerdir ki:
"Biz, Hz. Hasan (r.a.)'m öncüleri idik. On iki bin kişiydik.
Şamlılarla savaşmak için kılıçlarımızdan kan damlıyordu. Kumandanımız Ebu Amrata idi. Hz. Hasan ile Muaviye (r.a.)'m barış yaptığına dair bize haber geldiğinde, öfke ve hiddetten sanki belimiz kırıldı. Hz. Hasan (r.a.) Kûfe'ye geldiğinde bizden bir kişi onu karşıladı. Onun adı Ebu Amir Süfyan b. El-Leyl idi. Hz. Hasan (r.a.)'a:
'Esselâmu aleyke, ey mü'minleri zelil eden adam!' dedi.
Hz. Hasan (r.a.)
'Ey Ebu Amir! Bu kelimeyi söyleme! Ben Müslümanları zelil etmedim. Fakat hilafet için onları öldürmek benim hoşuma gitmiyor' dedi.
Ebu Hureyre'den rivayetle:
"Hz. Hasan (r.a.), hilafetten çekildiğini belirtince Muaviye (r.a.) de:
O zaman kalk, halka bir konuşma yap, durumu bildir' dedi. Hz. Hasan (r.a.) da minbere kalkarak Allah (c.c.)'a hamdü senadan sonra kulaklarımla duyduğum şu konuşmayı yaptı:
«En akıllı kimse takva sahibi olandır. En ahmak kimse ise fitne ve fesat çıkarandır. Hilafet benim hakkım ise de Ümmeti Muhammed'in iyiliği ve kanlarının dökülmemesi için onu Muaviye'ye bırakıyorum. Eğer benden daha layık birinin hakkı ise, ben zaten onu bırakmış durumdayım. Bilmiyorum bu hilafet belki sizin için bir fitne ve fesat olur. Belki de bir müddet ondan menfaat temin edersiniz.»
Başka bir rivayette şu ilave vardır:
"... Söyleyeceklerim bu kadar, kendim ve sizler için Allah'tan af dilerim."
Yine başka bir rivayette şu ilave de bulunur:
"Ey inananlar! Allah (c.c), atalarımız vasıtası ile sizlere hidayet verdi. Bizim vasıtamızla da kanlarımızın dökülmesini önledi. Bu bir müddet böyle devam edecek. Fakat dünya devamlı el değiştiriyor. Cenab-ı Allah (c.c,)/ peygamberine şöyle buyurmuştur:
"Bilmiyorum belki o sizin için bir fitne ve fesat vesilesi olur, belki de bir müddet ondan faydalanırsınız."
Muaviye b. Ebu Süfyan'ın Konuşmaları:
Muhammed b. Ka'b el Kurazî'den: "Muaviye b. Ebu Süfyan, Medine'de konuşurken şunları söyledi:
«Ey insanlar! Allah'ın verdiğine kimse engel olamaz. Engel olduğuna da kimse veremez. Hiçbir güç onun gücünün önüne geçemez. Allah kim için hayır di-lemişse onu dinde fakih (üstün) yapar.
Bu kütük (minber) üzerinde, bu sözleri Resulullah'tan bizzat işittim.»"
Muhammed b. Abdurrahman'dan rivayet olunur ki:
"Muaviye'nin bir konuşmasını dinledim. Şöyle ki.
«Resûlullah'm (s.a.v.) şöyle buyurduğunu işittim: Allah bir kimse için hayır dilerse onu dinde fakih yapar. Ben sadece malları taksim ediyorum. Veren Allah'tır. Kıyamete kadar bu ümmete Allah'ın emirlerine uydukları müddetçe muhalifleri zarar veremezler.»"
Umeyr b. Hani'den naklolunur ki:
"Muaviye b. Süfyan Müslümanlara hitaben şunları söyledi:
«Resûlullah (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu duydum:
— Ümmetimden bir grup Allah'ın emri üzere hareket eder. Muhalif olanlar onları ne zelil edebilir, ne de zarar verebilirler. Onlar bu hal üzere iken kıyamet kopar.»"
Başka bir rivayette de:
'...İnsanlar onların emirlerini altında iken...'denilmektedir.
Hz. Hasan (r.a.)'dan çekinirlerdi. Onun için defalarca zehirlemişlerdi. Hz. Hasan (r.a.) zehirlendiği vakit dedesinin yanma, Ravza-i Mutahhara'ya koşarak halini yalnız dedesi Fahri Kainat Efendisi'ne arz ederdi. Bir gün Şam'da yemek davetinde iken, ev sahibi Hz. Hasan (r.a.)'m yiyeceğine zehir koymuştu. Hz. Hasan (r.a.) lokmayı, yutar yutmaz durumu fark etmiş ama ona rağmen ev sahibine 'sen neden, niçin beni zehirledin?' dememişti. Öyle güzel bir ahlaka sahipti ki, o peygamber torunlarının ne bir emsali, ne de bir benzerleri vardı. Hz. Hasan'ı ve Hz. Hüseyin'i (r. anhuma) sevenlerin cümlesinin, şefaatlerine nail olmak nasip olsun inşaallah.
Hz. Hüseyin (r.a.)'m hanımı eski kölelerden Cu-de adında bir kadındı. Cude'ye, Hz. Hasan (r.a.)'ı zehirleyip öldürmesi için çok paralar teklif edilmişti. Hz. Hasan (r.a.) her gece teheccüd namazına kalkardı ve baş ucunda da her daim bir bardak su bulunurdu. Eski kölelerden Hz. Hasan'm (r.a.) karısı Cude, o suyun içerisine elmas tozu koydu. Hz. Hasan (r.a.) da gece namaza kalkar kalkmaz her zaman ki gibi bardaktaki suyu içti ve içer içmez ciğerleri parçalandı. Bardak elinden düştü ve Hz. Hasan (r.a.) olduğu yere yığılıverdi.
"Bana Hüseyin'i çağırın" dedi. Hz. Hüseyin (r.a.)'ı çağırdılar ve Hz. Hüseyin (r.a.) geldi.
"Ey kardeşim! Sana ne oldu böyle?" dedi. Hz. Hasan (r.a.):
"Sorma kardeşim, sorma?" dedi.
Bir rivayete göre karısı Cude'ye paradan başka farklı teklifler yapılmıştı. Bu teklifler Cude'yi cezbet-misti. Saraylarda yaşamayı hayal ederek Hz. Hasan (r.a.), zehirleyip katline sebep oldu.
Hz. Hüseyin (r.a.), yerde kıvranan kardeşi Hz. Hasan (r.a.)'a sarılarak:
"Kim yaptı bunu sana Hasan? Söyle" diyordu. Hz. Hasan (r.a.), kendisini kimin zehirlediğini bildiği halde söylemiyordu. Hz. Hüseyin (r.a.) kardeşini kimin öldürmek istediğini öğrenmek istiyor ama Hz. Hasan (r.a.):
"Hüseyin Ya Sabır, Ya Sabır" diyordu.
Hz. Hasan'm başı, Hz. Hüseyin'in (r. anhuma) kolunun üzerindeydi. Başını kardeşinin göğsüne yaslamıştı ve Hz. Hüseyin (r.a.) gözlerinin içine baktı, dedi ki:
"Ey kardeşim bu gece rüyamda gördüm ki, Sure-i Ihlas alnıma yazılıyor. Sonra babam Hz. Ali'yi gördüm:
«Hadi gel Hasan, biz seni bekliyoruz» diyordu."
Bu rüyayı kardeşine anlattıktan sonra başı sağ tarafa düşüverdi.
Hz. Hasan (r.a.) vefat ettiğinde elli yedi yaşında idi. Ramazanın dokuzuncu günüydü.
Kerbela ve Hz. Hüseyin'in Şehadeti
Yezid vali olunca, Medine valisi Velid b. Utbe'ye gönderdiği mektupta, her ne pahasına olursa olsun o zamana kadar kendisine biat etmemiş olanların biat ettirilmesini emretti. Bu emir üzerine Halid b. Utbe, Hicazda bulunan ve Emevilerin reisi durumunda olan Mervan b. Hakem ile istişare ettikten sonra, Önce Hüseyin b. Ali (r.a.) ile Abdullah b. Zübeyir'i çağırtıp Mu-aviye'nin ölüm haberi yayılmadan, onları biate icabet ettirmek istedi. Fakat Hz. Hüseyin, kendisi gibi bir zatın gizlice biat etmesinin doğru olmayacağını ve kararını ertesi gün halkın önünde bildireceğini beyan etti. Yanlarında bulunan Mervan b. Hakem, Hz. Hüseyin'in bu sözleri üzerine onun tevfikini istedi ise de Velid b. Utbe buna razı olmadı. Hz. Hüseyin, bu konuşmalardan sonra geceden istifade ederek bütün aile efradını yanına alıp Mekke'ye hareket etti. Yalnız kardeşi Mu-harrimed b. Hanifi onunla gitmedi ve ağabeyi Hz. Hüseyin'e temkinli olmasını istedi. Bu arada Küfe halkı, Hz. Hüseyin'in Yezid'e biat etmediğini ve Mekke'ye gittiğini haber alınca, onu kendi şehirlerine davet için mektuplar göndermeye başladılar. Bu arada Ebu Abdullah Elcedeli'nin riyasetinde bir elçi grubu da gönderdiler. Ayrıca Kûfe'nin ileri gelenlerinden Sabah b. Rib'i, Süleyman b. Suray ve bunlar gibi birkaç sözü tesir eden zat da Hz. Hüseyin'e davet mektubu ve pusu-lular yazıp gönderdiler. Hz. Hüseyin, Kürelilerin bu istekleri karşısında durumu yerinde tetkik etmek üzere amcasının olu Müslim b. Akü'i elçiler ile birlikte Kûfe'ye gönderdi. Müslim b. Akil, şahsi cesaret ve şecaatine rağmen yolda karşılaştığı ahvalden tete'üm etti. Ve kendisine verilen görevden vazgeçmek istedi. Fakat Hz. Hüseyin'in ısrarı üzerine vazifesine devam etti. Kûfe'ye geldiği vakit, taraftarlarından İbn Esvace adında bir zatın evine misafir oldu. Burada, Hz. Hüseyin adına Küfe halkından biat almaya başladı. Tahminen 12 veya 18 bin kadar Kûfe'li ona biat etti. Müslim b. Akil de bu durumu Hz. Hüseyin'e bildirdi. Bu arada Kûfe'deki Yezid'in adamları da durumu Yezid'e bildirdiler. Yezid, Hz. Hüseyin'e karşı tedbir alma yoluna gi-ti. Kendisine şahsen kızgın olmasına rağmen, Basra Valisi Ubeydullah b. Ziyad'ı, cebbarlığmdan dolayı Kûfe'ye vali olarak tayin etti ve Müslim b. Akil'i ele geçirerek öldürmesini emretti.
Ubeydullah b. Ziyad, derhal Kûfe'ye geldi. Onun gelişini haber alan Müslim b. Akil, yerini değiştirerek daha nüfuzlu bir zat olan Hani b. Urve el-Murradi'nin evine gitti. Faaliyetine, kendisini istemeyerek kabul eden Hani'nin evinde devam etti. Fakat çok geçmeden Ubeydullah b. Ziyad, onun yerini buldu. Hani, bunu kabul etmeyince Müslim, Küfe halkını isyana teşvik etti ve Ubeydullah b. Ziyad'ın konağını muhasara altına aldı. Fakat, Ubeydullah, yanında bulunan Küfe eşrafı, dışarıdaki Kürelilere nasihat ve tehditler yaparak halkı dağıtmaya muvaffak oldular. Öyle ki akşam namazından sonra Müslim b. Akil'in yanmda ancak on kişi kadar Kûfe'li kaldı. Geceleyin ise, bunlarda Müslim'i yalnız bıraktılar. Bunun üzerine Müslim b. Akil, bir kadının evine iltica etti. Ertesi gün bu yer, Esas b. Kays tarafından Ubeydullah'a ihbar edilince, Müslim b. Akil, evde yakalandı ve derhal başı kesilerek Ubeydullah'ın kasrından aşağı atıldı. Müslim b. Akil'in içinde bulunduğu zor şartları, Muhammed b. Eş'as adında bir zat, Müslim'e verdiği söz üzerine Mekke'deki Hz. Hüseyin'e bildirdi. (8 veya 9 Zilhicce H. 60 - 9 veya Eylül M. 680).
Hz. Hüseyin, başlangıçta Müslim b. Akil'den aldığı haberlere güvenerek ve Yezid'in kendisini öldürmek istediğini kati olarak anladığında Kûfe'ye hareket etme kararı verdi. Bu fikrini açıkladığı şahıslardan Abdullah b. Abbas, Kûfe'lilere itimad edemeyeceğini ileri sürerek, babası ile kardeşinin başına gelenleri hatırlatıp onu bu teşebbüsünden vazgeçirmeye çalıştı ve hiç olmazsa Müslim b. Akil'in orada idareyi bilfiil ele almasını ve ondan sonra hareket etmesini veyahut da daha ihtiyatlı olarak, kuvvetli kaleleri bulunan ve halkı kendisine taraftar olan Yemen'e gitmesini tavsiye elti. Fakat Hz. Hüseyin, Abdullah ibn-i Abbas'm bu güzel tekliflerinin hiçbirini kabul etmedi. Öbür taraftan, Yezid'in halifeliğini tanımamış olan Abdullah ibn-i Zü-beyr de, Hicaz'daki hareketlerinde müstakil kalmak için Hz. Hüseyin'e derhal Kûfe'ye hareket etmesini vasiyet etti.
"Benim bu kadar taraftarım olsa idi, hiç durmam" dedi. Sonra Hz. Hüseyin'in hiçbir şeyden şüphe etmemesini temin etmek için de, istediği taktirde kendisi için Hicaz'da bir hareket hazırlayabileceğini ve kendisine biat edeceğini söyledi. Hz. Hüseyin, onun niyetini bilmesine ve maksadını anlamasına rağmen, kararından vazgeçmedi. Bunun üzerine Abdullah b. Ab-bas, Hz. Hüseyin'e yalnız başına hareket etmesini tavsiye etti. Fakat Hz. Hüseyin, bunu da dinlemedi. Hac farziyesini tamamladıktan sonra, kadın ve çocukları dahil olmak üzere hepsini topladı ve 'Kûfe'ye yolculuk var' haberini verdi. Neticeler herkesi endişeye ve üzüntüye düşürmüştü. Bilhassa aile efradı ile birlikte gitmesi üzerine Abdullah b. Ca'fer b. Ebu Talib, ailenin sönmeşinden korktuğundan, Amr b. Sa'd'a gidip ondan aman aldı ve Hz. Hüseyin'in itimat etmesi için valinin kardeşi Yahya b. Sa'd'ı da, Hz. Hüseyin'in yanma götürdü. Fakat Hz. Hüseyin, rüyasında Fahr-ı kainatın Efendisi Hz Muhammed (s.a.v.)'i gördüğünü söyleyerek, hiçbir şeyin bu kararından vazgeçiremeyeceğini bildirdi. Bu sıralarda da Müslim b. Akil, Kûfe'de katledilmiş bulunuyordu.
"Dün gece rüyamda dedemi gördüm, bana gelmiyor musun Hüseyin?" diyordu.
Medine'ye bir sessizlik hakim olmuştu. Herkes üzgün, kimse birbirleriyle bile konuşmuyordu. Şafak sökmüş, Hz. Hüseyin (r.a.) ailesini ve sülalesini, Hz. Hasan'm (r.a.) ailesini ve çocuklarını da yanma alarak beraber yola koyulmuştu. Bu kafile yetmiş kişiden oluşuyordu ve çoğu da kadın ve çocuklardan oluşuyordu. Hz. Hüseyin yolda meşhur şair Farazdak ile karşılaştı ve kendisine durumu sordu. Farazdak; "Halkın kalbi seninle, fakat kılıçları Beni Ümeye iledir" dedi. Hz. Hüseyin daha sonra, Beni Esed'den iki bedeviye rastladılar ve Kûfe'deki vaziyeti onlara da sordu. Onlar, Ubey-dullah b. Ziyad'm Kûfe'ye tamamen hakim olduğunu ve Müslim b. Akil'in öldürüldüğünü anlattılar. Bu haberin üzerine Hz. Hüseyin yanında bulunanlara isterlerse kafileden ayrılıp kendisini terk edebileceklerini, bu hususta tamamen serbest olduklarını ve bundan dolayı da kendilerine hiç kırılmayacağını beyan etti. Bu konuşma üzerine bazı kişiler Hz. Hüseyin'in kafilesinden ayrıldılar. Fakat yanında bulunan Müslim'in kardeşleri intikam yemini edip "gerekirse, ölürüz fakat geriye dönmeyiz" dediler. Hz. Hüseyin'in yanında pek az kişi kalmıştı. Hz. Hüseyin bunlarla birlikte yoluna devam etti. Kafile bir müddet yola devam ettikten sonra, Ubeydullah b. Ziyad'm çıkarmış olduğu dört bin kişiden oluşan bir ordu onları bekliyordu ve hepsinin insafı kılıçlarının uçundaydı. Hz. Hüseyin (r.a.), bu şekil karşılanacağını tahmin etmemişti. Onların niyetlerinin kötü olduğunu gördü ve onlara "Biz savaşmaya, kan dökmeye gelmedik" dedi. Ve Yediz ile görüşmek istediğini söyledi. Onlar; "Sen Yezid ile görüşemezsin. Ya biat ya ölüm" dediler.
Hz. Hüseyin (r.a.); "ben, Yezid'e asla biat etmem çünkü Yezid o makamın adamı değildir" dedi. Hz. Hüseyin (r.a.), Küfe halkının ona gönderdiği mektup ve pusulaları göstererek: "Ben kendi başıma çıkıp gelmedim. Beni Küfe halkı bu mektup ve pusulalarla çağırdılar. Ben de Küfe halkının isteği üzerine geldim. Siz beni Yezid'le görüştürün. Ben bunun için buradayım ona da elimdeki belgelerle kanıtlamak istiyorum" dedi.
Onlar:
"Biat etmediğin takdirde görüşemeszsin” diyorladı.
Hz, Hüseyin (r.a.), onca ısrara rağmen Yezid'le görüştürülmeyince anladı ki buların niyetleri hayır değil ve dedi ki: "O zaman bırakın Medine'ye geri dönelim." Ama onlar geri dönmelerine de izin vermiyorlardı. Hz. Hüseyin, belli bir gayesi olmadan kuzeye doğru yürümeye devam etti. Hürr b. Yezid ise onun istikametini Ubeydullah b. Ziyad'a bildirdi. Hz. Hüseyin, eski Ninova harabelerinin bulunduğu yani Kerbela'nm dahil olduğu mıntıkaya doğru sürülüyordu.
Bu sırada Hürr b. Yezid'e Ubeydullah b. Zi-yad'dan haber gelip, Hz. Hüseyin'in sarpa veya muştanken yerlere sığınmasına mani olunmasını ve Fırat Nehri ile irtibatının kesilmesine çalışılması isteniyordu. Bu mektubu getiren, emirlerin yerine getirilip getirilmediğini takip edecekti.
Hz. Hüseyin (r.a.), karşısında yalnız Yezid b. Ebu Süfyan var sanmıştı. Fakat Kûfe'ye yaklaşınca Ubeydullah b. Ziyad'm da inanması güç kötü niyetine tanık oldu. "Eyvah" diyordu Hz. Hüseyin, "nasıl olur da bu kadar zalim olabiliyordu ümmet. "Hz. Hüseyin, 'Yezid'le konuşursam ve elimdeki pusulaları görürse anlayacaktır belki' düşüncesiyle ısrarla Yezid'le görüşmek istiyordu. Fakat Ubeydullah b. Ziyad'ın askerleri "ya biat edeceksin her ikisine ya da hepiniz öleceksiniz burada" diyorlardı. Ubeydullah b. Ziyad bu sırada, isyan etmiş olan Deylemlileri tenkil etmek üzere dört bin kisilik bir ordu hazırlamış ve Ömer b. Saad b. Ebi Vak-kas'ı Rey Valisi tayin ederek, bu ordunun başına geçirmişti. Hz. Hüseyin kendilerini kuşatanların gözlerindeki nefreti görünce "bu işin sonu hayır değildir" dedi ve atma atladı, kafilesinin yönünü tekrar Medine'ye doğru çevirdi. Ama Yezid'in ordusu önlerini kesip, Hz. Hüseyin (r.a.)'m gitmelerine engel oldular. Hz. Hüseyin'e yer gösteriyorlardı. "Şuraya, şuraya" deyip Hz. Hüseyin (r.a.) nereye yönelse o taraftaki geçitleri'kapa-tıyorlardı. Askerler hem çıkış gösteriyorlar, hem de önlerini kesiyorlardı. Onlar peygamber torunu ile oynayacak kadar densizleşmişlerdi.
Daha sonra Hz. Hüseyin (r.a.)'ı, atı ve ailesi ile birlikte Fırat kenarına sürdüler. Burada kırmızı topraktan başka hiçbir şey yoktu. Hz. Hüseyin (r.a.) etrafına baktı ve ürktü, birden döndü ve onlara sordu:
"Burası neresi?
"Burası Kerbela'dır" dediler.
"Ne mâna taşır Kerbela?" diye sordu askerlere.
"Kerbela sığıntı yeridir, çile yeridir, eziyet yeridir" dediler.
Hz. Hüseyin ve beraberindekileri daha kurak bir yere sürdüler. Burası su kuyularından uzaktı. Burada kurak topraktan başka hiçbir şey yoktu. Askerler Hz. Hüseyin (r.a.)'a alaylı bir şekilde; "Sizlere su yok! Biat edene kadar size hiçbir şey yok" dediler.
Bu, adı Müslüman olan askerler hiç insafa geliniyorlardı.
Hz. Hüseyin'i (r.a.) çaresizliklere sürükledikçe sürüklüyorlardı. Lakin hiçbir eziyet onu Rabbinden ve dedesi Resulullah'tan koparmaya da hiç kimsenin gücü yetmiyordu. Çünkü Hz. Hüseyin'deki (r.a.) iman Kûfe'yi kaplayacak kadar büyüktü. O sevgililer sevgilisinin torunuydu.
Hürr b. Yezid'den haber gelince, hemen Ömer b. Saad b. Ebi Vakkas'a ordusu ile Hz. Hüseyin'in üzerine yürümesini ve ilk önce bu işi halletmesini emretti. Ömer b. Saad böyle tehlikeli bir işi yüklenmekten çekindi. Fakat Ubeydullah b. Ziyad, onu tehdit ederek, vazifesinden azledileceğim, evini yakacağını ve Irak'taki arazilerini müsadere edeceğini söyledi. Bu tehdit üzerine Ömer b. Saad, düşünmek üzere mühlet istedi ve ertesi gün Ubeydullah'a verilecek vazifenin tarafından kabul edildiğini bildirdi.
Ömer b. Saad b. Ebi Vakkas, mevcud ordusu ile hemen Hz. Hüseyin (r.a.)'m bulunduğu yere hareket etti. Ubeydullah'm göndermiş olduğu ordunun üzerine doğru geldiğini haber alan Hz. Hüseyin, (r.a.) hâlâ kendisine mektuplar gönderen Kürelilerin gelip kendisine imdad edeceğini sanıyordu. Çünkü zaman zaman ümitsizliğe kapılsa da, o kendi kedine "Ben peygamber torunuyum, hiçbir müslüman bana ve aileme kıyamaz.
Çünkü peygamber; "Hüseyin'denim, Allah'ı seven Hüseyin'i de sever, beni seven torunlarımı ve ehli beytimi de sever" buyurmuş ve ümmet de buna şahid olmuştu diyordu kendi kendine.
Ömer b. Saad, durumu Ubeydullah b. Ziyad'a yazdı. O da Ömer b. Saad'a, Yezid'e biat etmesini Hz. Hüseyin'e teklif etmesini ve şayet biat etmesse su ile irtibatlarını kesmesini emretti. Bu emir üzerine Ömer b. Saad, Amr b. Hacca'l beş yüz süvari ile birlikte nehire gönderildi. Hz. Hüseyin'in su ile olan irtibatını kestirdi. Fakat anlaşıldığına göre Hz. Hüseyin, Ömer b. Saad'a Yezid tarafından kabul edilmesini, bu olmadığı taktirde geldiği yere dönmesine müsaade edilmesini, o da kabul edilmezse Şam'a gidip bizzat Yezid'e teslim olmasının sağlanmasını veyahut da İslâm hudutları içinde herhangi bir yerde ikamet etmesinin temin edilmesini teklif etmişti. Bu teklifler, Emevilerin arzu edebilecekleri en muvafık teklifler idi. Ömer b. Saad, Hz. Hüseyin'e bu tekliflerin kabul edileceğini ve kendisini de meş'un vazifeyi ifa etmekten kurtulacağını beyan ederek, sevinç ile durumu Ubeydullah b. Ziyad'a bildirdi.
Hz. Hüseyin, sıkı bir kontrol altında ve Fırat Nehri ile irtibatı kesilmiş olarak cevap beklerken, Ubeydullah b. Ziyad, onun teklifini önce kabul etti, fakat bir zamanlar Sıffin'de Hz. Ali'nin yanında düşmüş olan Şimr (veya Şamir) bin Zü'l Cavşan, Ubeydullah'a mühim bir fırsatı kaçırmış olacağını söyleyerek, onu bu fikrinden caydırdı. Üstelik, Ömer b. Saad ile Hz. Hüseyin'in buluşarak konuştuklarını da ilave etti. Bunun üzerine Ubeydullah b. Ziyad, Ömer b. Saad'a bir mektup yazarak, Hz. Hüseyin'in doğrudan doğruya kendisine teslim olması icap ettiğini, aksi taktirde onunla muharebe yapmasını ve bunu yapmadığı takdirde bu mektubu getiren Şimr'in orduya kumandan edeceğini bildirdi. Şimr b. Zü'1-Cavşan, Hicri 61. yılın 9 muharreminde (9 Ekim 680) Ubeydullah'm gönderdiği mektubu Ömer b. Saad'a verdi. Ömer b. Saad'da emirleri yerine getireceğini bildirdi. Bu sıralarda Hz. Hüseyin, bir defa yanındakilere buradan kurtuluşun olmadığını beyan edip duruyordu. Çünkü Ubeydullah'm son kararı kendisine bildirilince, gayet tabi olarak teklifi kabul etmedi. Ertesi güne kadar mühlet istedi. Ömer b. Saad, etrafındaki dedikodulardan çekinerek bu mühleti vermekte tereddüt etti. Yanındaki Şimr'e fikrini sordu. O da fikrini beyan etmekten çekindi. Bunun üzerine Ömer b, Saad, ordusu mensuplarına hitap ederek, fikirlerini almak istedi. Amr b. Hacca'm; "Deylemiler böyle bir şey teklif etse idi kabul etmeniz lâzım gelirdi" demesi üzerine, Hz. Hüseyin'in mühlet isteme teklifi kabul edildi. Mü'min-lerin emiri Hz. Hüseyin'in tek arzusu yanmdakilerin oradan kaçıp kurtulmalarını sağlamak için zamandı.
Çünkü kuşatanların niyetleri belliydi. Ya, Hz. Hüseyin ve yanındakiler, Yezid'e biat edecektiler veya öleceklerdi. Bunu gören Hz. Hüseyin her fırsatta yanındakilere buradan kaçıp kendilerini kurtarmalarını söylüyordu. Fakat onlar asla kendisini terk etmeyeceklerini söylediler. Hz. Hüseyin'in kız kardeşi Zeynep (r.a.) feryat ederek ağlamaya başladı. Öyle çok feryat etti ki sonunda kendinden geçerek bayılmıştı. Bunu gören ağabeyi Hz. Hüseyin (r.a.), çok üzülmüş, gözyaşları mübarek sakalından süzülüyordu. Bütün gözler Hz. Hüseyin (r.â.)'m üzerindeydi kadınlar ağlıyordu, çocuklar ağlıyordu. Onunla tek yürek olan yanındaki ehli beyt ağlıyordu. Yaşlar süzülüyordu mübarek seyitlerin sakallarından, yaşlar karışmıştı yüzlerdeki nurlara billur billur akıyordu, iman cevheriyle dolu olan gözlerine şahitti Allah, sema şahitti, yeryüzü şahitti peygamber ehli beytine yapılan onca zulümlere. Hz. Hüseyin, Zeynep (r.anha)'m kendisine gelmesini sağladıktan sonra boynuna sarılarak onu teselli etti. Ortalığı ürküten bir sessizlik hakim olmuştu. Sırada hangi sinsi plan vardı kimse bilmiyordu. Gece vaktiydi, Kûfe'ye karanlık çökmüştü. Çocuklar ağlıyor, kadınlar perişandı, ne yiyecek, ne de içecek bir şey vardı. Hepsi oruçluydu, iftar etmeden yine aç olarak sahura niyet edeceklerdi. Ye-zid'in askerleri onlara iftar etmeleri için bile, bir yudum su vermemişlerdi. Hz. Hüseyin daha fazla dayanamadı. Ve ailesini yanma toplayarak onlara;
"Kaçın, köylere dağılırı ve onlara sığının, kimbilir mutlaka merhametli yürekler de vardır elbet, siz kaçın kendinizi kurtarın, ben kalayım bu zalimlerle" dedi.
Zeynep (r.a.), Hz. Hüseyin'in boynuna sarılarak hıçkıra, hıçkıra ağlamaya başladı yine, kadınlar ağlaşarak kendisini asla terk etmeyeceklerini söylediler. Hz. Hasan'm oğullan, Müslim b. Akil'in oğullan ve Hz. Hüseyin'in oğulları, Hz. Hüseyin'in baba bir kardeşleri Hüseyin'in (r.a.) etrafında kenetlendiler. Mü'minle-rin emiri, ehli beytinin kendisine büyük bir gönül bağı ile sadık olduğunu görünce, "Tamam o zaman, gün ola hayrola" diyerek bütün geceyi dua, namaz ve istiğfar ile geçirdiler.
Gecenin bir yarısıydı. Hz. Hüseyin (r.a.) uykuya daldığı bir anda, rüyasında çölde yürüyen bir kafile gördü. Hz. Hüseyin (r.a.) kafilenin ardından bakarken dedesi Fahr-ı Kainat Resulullah (s.a.v.)'in kendisine seslendiğini işitti;
"Hüseyin bu kafilenin yönünde kan var" diyordu.
Hz. Hüseyin (r.a.) rüyanın etkisiyle öyle bir uyandı ki kızı Sukeyna koşarak babasının yanına gitti. "Ne oldu babacığım?" dedi.
Hz. Hüseyin (r.a):
"Daldığım bir anda rüyamda dedem Resulullah'ı gördüm. Bana 'Hüseyin bu giden kafileyi görüyor musun?' dedi. Ben 'Görüyorum Ya Resulullah' dedim ve Resulullah dedi ki: 'Bu kafilenin önünde kan var' dedi."
Kızı Sukeyna babasına sarılarak ağlıyordu, kardeşi Zeynep ağlıyordu. Genç kız o kadar çok ağladı ki Hz. Hüseyin (r.a.) Sukeyna'nm boynuna sarıldı, başını kendi göğsüne dayadı ve:
"Ağla Sukeyna, ağla bu ayrılık çok uzun sürecektir." dedi. Hz. Hüseyin (r.a.), kardeşi Zeynep (r.anhuma)'a:
"Sabredip, Allah'a sığınmaktan başka çare yok" dedi.
Şafak sökmüş ve bir gün daha başlamıştı. Susuz bir şekilde sahur yapmışlardı, herkes oruçluydu. Bebeklerin susuzluktan dudakları kurumuş, emzikli kadınların sütü kesilmişti ve susuzluktan kırılıyorlardı adeta. Hz. Hüseyin (r.a.) daha fazla dayanamayarak su istedi.
"Çocuklara acıyın, bir yudum su verin" diyordu. Onlar:
"Biat etmeden size su yok."
Hz. Hüseyin (r.a.) onlara çıkışarak komutanın karşısına çıktı.
Herkesin eli kılıcın üstündeydi.
"Allah'tan korkun" diyordu. "Fırat'ın ve Dicle'nin nehirlerinden akan sulardan, Yahudiler, Hıristiyanlar bile su içiyorlar, siz ise peygamber torunlarına bir yudum su bile vermiyorsunuz. Allah'a yevmi kıyamette bunun hesabını nasıl vereceksiniz. Resulullah (s.a.v.)'in karşısına çıktığınız zaman O'na ne diyeceksiniz. Sormayacak mı size Resulullah, bırakın Medine'ye geri dönelim, Kûfe'ye girmemizi istemiyorsanız girmeyiz. O zaman bırakın geldiğimiz yoldan tekrar geri dönelim." diyordu. Onlar ise,
"Geri dönüş yok, ya biat ya ölüm" diyorlardı. Ye-zid'in taraftarlarından bir densiz, haddini bilmez bir kişi öne çıkarak:
"Ya Hüseyin" dedi. "Seni bu gün cehenneme yollayacağız" dedi. Bu sözler üzerine kadınlar ağlaştılar ama Hz. Hüseyin (r.a.) tebessüm ederek o densizin cevabını şöyle verdi:
"Sen, beni cehenneme gönderemezsin, bu kudrete sahip değilsin. Sen, olsa olsa beni Fahri Kainatın Efendisi Resulullah 'iri yanma gönderirsin, onu da hangi peygamber sevdalısı istemez ki!" Hz. Hüseyin (r.a.) devamla:
"Bunların hesabını vereceksiniz, unutmayın! Çünkü bana ve aileme zulmediyorsunuz" diyordu. Hz. Hüseyin (r.a.) haykırarak onlara:
"Ben Resulullah'm torunu değil miyim? Ben Müslüman değil miyim?" diyordu.
Dört bin kişilik ordu, altı bin kişilik olmuştu. Yetmiş kişiye karşı altı bin kişi, üstelik yetmiş kişinin çoğu da kadın ve çocuktu.
Muhammed b. Hasan'dan rivayet edilir ki:
"Amr b. Şad, Hz. Hüseyin (r.a.)'m yanma gelince Hz. Hüseyin (r.a.), onların kendilerini öldüreceğine iyice kanaat getirdi. Aziz ve Celil olan Allah'a hamd ü senadan sonra arkadaşlarına şöyle bir konuşma yaptı:
'Onları biliyorsunuz. Dünya değişti, bozuldu. İyiler ve iyilikler dönüp gitti. Sadece kabın dibindeki tortu kaldı. Sert meralar gibi hayatın sertlikleri, sıkıntıları kaldı. Görmüyor musunuz? Hakla amel edilmiyor. Batıla engel olunmuyor. Mü'minler Allah'a kavuşmayı istesinler. Ben ölümü mutluluk olarak görüyorum. Zalimlerle yaşamak benim için sıkıntıdır'."
Bu konuşma Utbe b. Ebi Ayzar'dan gelen rivayetle şöyle nakledilmiştir:
Hurre, adamları ile Biza'da, Hz. Hüseyin Hu-sum'da beraberindekilere bir konuşma yaptı.
"Ey insanlar! Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
'Kim Allah'ın haram kıldığını helal kılan, Allah'ın emirlerini bozan, Resulullah (s.a.v.)'in sünnetine muhalefet eden, Allah'ın kullarına günah ve düşmanlıkla muamele eden, günahkâr bir idareci görür de söz ve hareketleri ile onu düzeltmeye çalışmazsa, Allah o kimseyi de aynı günahlara iştirak etmiş sayar.' Dikkat edin! Bunlar[78] şeytana tabii oldular, Rahman'a itaati terk ettiler. Fesat çıkardılar.
Serî hükümlerini tatbik etmediler. Hep savaşsız alman ganimetleri tercih ettiler. Allah (c.c.)'ın haram kıldığını helal, helal kıldığını da haram kıldılar. Bunları düzeltmeye ben daha layığım. Mektubunuz bana geldi. Elçileriniz bana, sizlerin beni teslim etmeyeceğinize ve yalnız bırakmayacağınıza dair biat ettiler. Eğer sözünüzde durursanız doğru bir hareket yapmış olursunuz. Ben Ali'nin oğlu Hüseyin'im, Resulullah (s.a.v.)'in kızı, Fatıma'nm oğluyum, sizinle beraberim, ailem de sizin ailenizle beraberdir. Sizin bana uymanız lazımdır, eğer böyle yapmazsanız, antlaşmanızı ihlal etmiş olursunuz. Biatmızda durmamış olursunuz. O da sizin için kötü olur. Zaten siz onu benden önce babama, ağabeyime ve yeğenime yaptınız.[79] Bizi siz aldattınız. Nasibinizi kaybettiniz. Kim ahdinde durmazsa kendi aleyhine olur. Allah bizi size muhtaç etmeyecektir.
Esselamu aleykum ve rahmetullahi ve berakatu-hu. "Hz. Hüseyin (r.a.) başını sallayarak:
"Ah Küfe, ah Irak halkı, ne kadar vefasız ve insafsızsmız. Hz. Osman gibi bir halifeyi Kelamullah üstünde katlettiniz, kanları hâlâ Kur'an'm üzerinde durur. Babam Hz. Ali'yi vurdunuz. Kardeşim Hz. Hasan'ı bitirdiniz. Şimdi ise gözlerinizi bana ve aileme dikmiş, beni bitirmek istiyorsunuz."
Bu sözler karşısında ümmet adeta çözülüyordu ve çok iri yan uzun boylu bir asker öne atılıverdi. Hemen kılıcını çekti. Hz. Hüseyin (r.a)'m karşısına dikildi ama tir tir titriyordu. Hz. Hüseyin (r.a.):
— Sen asker misin?
— Hayır. Ben komutanım, dedi. Hz. Hüseyin (r.a.):
— Peki sen cesur musun? Komutan:
— Evet cesurum, dedi.
— Adın ne? diye sordu Hz. Hüseyin (r.a.)
— Adım Hürdür, dedi.
— Peki neden titriyorsun? Kılıcını kaldırıp cen-gaverler gibi d övüş s ene, dedi.
Hür ise:
— Hangi kılıç kalkar Peygamber torununa? dedi ve:
Şehadete seninle birlikte beni de alır mısın yanına? dedi. Hemen Hz. Hüseyin (r.a.)'m sağ tarafına geçti ve o arada otuz kişi birden Yezid'in grubundan Hz. Hüseyin (r.a.)'m yanma geçtiler. "Bizi de şehadetine kabul et, ey Mü'minlerin Emiri!" dediler.
Komutan baktı ki, herkes Hz. Hüseyin (r.a.)'m sözlerinden çözülmeye başladı. Eğer bir gün daha uzatılmış olsa herkes Hz. Hüseyin (r.a.)'m yanında yer alacaktı. Halk şaşkındı, ne yapacaklarını bilmiyorlardı ve içlerinden bazıları:
"Ne yapalım, Hüseyin'in emridir bu" dediler. Komutan biraz daha uzasa herkesin insafa geleceğini anladı. Baktı ki böyle olmayacak:
"Hepsini imha edin" diye emir verdi. Ve hepsi birden Hz. Hüseyin (r.a.)'m ailesi, sülalesi üzerine çullandılar. İlk ok Hz. Hüseyin (r.a.)'m oğlu Aliyyül Ke-bir'e saplandı, babasının yanı başındaydı ve babasının kollarına yığılıverdi. Aliyyül Kebir yirmi sekiz yaşında bir delikanlıydı. Resulullah gibi çok namaz kılar ve çok oruç tutardı. İkinci ok Hür'ü şehit etti ve ardından otuz kişiyi şehit ettiler. Hz. Hüseyin (r.a.)'ın sülalesini tek tek katlediyorlardı ve hepsi de oruçluydular. Peygamber torunları zalimler tarafından katlolunuyorlardı.
O gün şehit olanlar, Hz. Hüseyin (r.a.)'m oğlu Hz. Aliyyül Kebir, Hür ve o tarafa geçen otuz kişi, baba bir Hz. Hüseyin'in diğer kardeşleri ve oğullan, Hz. Ali'nin oğlu, Abdullah, Cafer, Osman, Abbas, Muham-med Ebu Bekr, Hz. Hasan'm üç oğlu Ebu Bekr, Abdullah, Kasım ve Akil'in üç oğlu (r.a.) idi. Bunların hepsi tek tek kılıçtan geçiriliyorlar ve Hz. Hüseyin (r.a.)'ın yanma düşüyorlardı.
Sen yoktun ya Resuluîlah, sen yoktun
Bu zalimler için bir fırsattı.
Ne insafları, ne de merhametleri vardı.
İndiriliyordu peş peşe kılıçlar
İnliyordu gökyüzü
Sallandıkça sallanıyordu Küfe
Katlediyorlardı peygamber torunlarını
Kıpkırmızı renge boyanmıştı Kûfe'nİn toprakları
Şahitti o zulme Allah,
Şahitti arz, şahitti sema
Vallahi bu dehşet ile sallanıyordu Kerbela
Kurak çöller çamur olmuştu, akan kanlarla.
Peygamber torunları oruçlu oruçlu şehid edildiler. Sanki gülüyordu yüzleri, duaya açılmış gibi açılmıştı semaya o kan süzülen elleri. Erkeklerden ayakta bir Hz. Hüseyin (r.a.) kalmıştı. Çünkü kimse Hz. Hüseyin (r.a.)'ın üzerine gelemiyordu. O kimin üstüne gitse onlar irkiliyor, geriye çekiliyordu. Hz. Hüseyin (r.a.) haykırıyordu:
"Yok mu karşıma çıkacak bir er. Yok mu benimle dövüşecek bir cengaver, diyordu. Hz. Hüseyin (r.a.)'m aklına birden Ümmü Seleme (r.a)'m söyledikleri geldi.
Hz. Hüseyin (r.a.) o zamanlar küçüktü beş yaşmdaydı. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), zevcesi Ümmü Seleme (a.anha)'ın evindeydi. Ümmü Seleme (r.anhu-ma)'ya dedi ki:
Bulunduğum yere kimseyi alma. Hz. Cebrail ile görüşüyorum. Ümmü Seleme (r.a.) kapıda durmuş kimsenin içeri girmesine izin vermiyordu. Hz. Hüseyin (r.a.) birden bire içeriye daldı. Ümmü Seleme (r.a) ona mani olamamıştı.
Hz. Hüseyin (r.a.) dedesine doğru koştu, dedesi de yerinden kalkarak, Hz. Hüseyin (r.a.)'ı kucağına aldı. Başım okşayıp öpüp kokluyordu. Hz. Cebrail (a.s.) da dede ile torunun muhabbetine bakıyordu ve dedi ki:
— Çok mu seviyorsun Ya Resûlullah? Resuluîlah (s.a.v.):
— Evet, çok seviyorum, bu benim torunumdur. Hz. Cebrail (a.s.):
— Çok yazık, dedi.
— Neden? dedi Resuluîlah. Hz. Cebrail:
— Çünkü senin ümmetinden olanlar, bunu şehid edecek diyordu. Resûlullah (s.a.v.) çok üzülmüş ve şaşırmıştı.
— Benim ümmetimden nasıl torunumu şehid edecekler, nasıl olur böyle bir şey, dedi.
Hz. Cebrail:
— Evet, ya Resulallah. Senden sonra onu şehid edecekler. Buna Peygamberimiz çok üzülmüştü ve Hz. Hüseyin (r.a.)'ı yavaşça yere bırakıverdi. Cebrail:
— İster misin, ya Rasulallah sana onun şehid düşüp kanının akacağı topraktan bir avuç vereyim.
Resulullah (s.a.v.):
— Evet isterim, dedi.
Hz. Cebrail, Resulullah (s.a.v)'m avucuna toprağı koyuverdi. Resulullah (s.a.v.) toprağı sıktı, yanında duran Hz. Hüseyin (r.a.)'a baktı ve kolundan tutarak yürüdüler. Hz. Resulullah (s.a.v.), zevcesi Ümmü Seleme (r.anhuma) 'ya:
"Biliyor musun Ümmü Seleme" dedi. "Biraz önce Cebrail bana 'Senin ümmetinden Hüseyin'i şehid edecekler.' dedi.
Bu avucumdaki toprak da Hüseyin'imin şehid edileceği yerin toprağıdır. Al bunu sakla bu toprak kana dönüştüğü an anla ki Hüseyin'imi şehid etmişler." Ümmü Seleme (r. anha) bunu Hz. Hüseyin (r.a.)'a anlatmıştı.
İşte Hz. Hüseyin (r.a.)'m aklına bunlar geldi ve dedi ki:
"Fahri Kainat'a anlatılan şehadet bugün gerçekleşecek görünüyor." Hz. Hüseyin {Radıyallahu Anh) heybetle zalim güruhun üzerine gidiyordu.
"Hani yok mu benim karşıma çıkacak!" Sinan adında bir zalim, Hz. Hüseyin (r.a.)'a arkadan sinsice yanaşarak, bütün hışmıyİa elinde ki mızrağı Hüseyin'in sırtına sapladı. Hz. Hüseyin (r.a.) sendeleye sen-deleye birkaç adımdan sonra yere yığıldı. O zalim ikinci kez yanaşarak, dizleri üzerine çökmüş olan Hz. Hüseyin (r.a.)'m arkadan saçlarını tuttu ve kılıcı (kırılası-ca) elleriyle Hz. Hüseyin (r.a.)'ın boynuna hışımla indirdi. Hz. Hüseyin (r.a.)'m mübarek başını gövdesinden ayırmıştı. Simsiyah kesilmişti, o zalimlerin şerli yüzleri birbirlerine bakarak:
"Biz ne yaptık?" diyorlardı.
Ümmü Seleme (r.a.) kendi evinde, Medine'de daldığı bir vakit rüya gördü. Rüyasında Peygamber Efendimiz (s.a.v.)'i gördü. Baktı ki Resulullah (s.a.v.)'in saçı sakalı kan içinde. Ümmü Seleme (r.a.) sordu: "Nedir bu hal Ya Resulullah?" dedi ki:
"Benim ümmetimden Hüseyin'i şehid ettiler." Ümmü Seleme bir uyandı ki: "Eyvah Hüseyin'ime eyvah" deyip feryat ediyordu. Medineliler Ümmü Sele-me'nin hanesine toplandılar.
"Bu ne hal Ümmü Seleme?" dediler. Ümmü Selemle (r.a):
"Biraz önce Resulullah'ı gördüm, saçı sakalı kan içindeydi. Ne olduğunu sordum, dedi ki:
'Biraz önce Hüseyin'i şehid ettiler.'
Ümmü Seleme'nin aklına hemen o toprak geldi ve koyduğu yerden çıkardı. Mendile sanlı topraktan kan damlıyordu.
Hz. Hüseyin (r.a.)'m kesik başı, Yezid'in önünde duruyordu. Yezid, Hz. Hüseyin'in başına baktı, kaskatı kesildi ve:
"Allah belanızı versin sizin, ben Hüseyin'in biatini istedim. Başını değil" dedi.
O arada densizin biri, Hz. Hüseyin (r.a.)'m dudaklarıyla oynuyordu. Elindeki sopayla Hz. Hüseyin (r.a.)'ın dudaklarına vurarak dalga geçiyordu.
Bu nasıl bir densizliktir Ya Rab! Zalimdeki cesaret ne kadar haddini aşmıştı böyle.
Ve yaşlı sahabelerden Berzel Esebih, Hz. Hüseyin (r. anha)'nın şehid edilişini duymuştu; ağlayarak Yezid'in sarayından içeri girdi. O densizin, elindeki değnekle Hz. Hüseyin (r.a.)'m dudaklarına dokunduğunu görünce:
"Ben kaç kere peygamberi o dudaklardan öperken gördüm. Sen nasıl o dudaklarla oynarsın" diyerek bütün gücüyle densizin başına kendi elindeki değnekle vurdu; o kişi olduğu gibi yere yığıldı kaldı. Sahabe Ebu Berzel (r.a.) ağlıyor ve haykırıyordu. Yezid'in karşısına dikildi:
"Demek ki Peygamber torununun başım koparttınız ha! Allah'a nasıl hesap vereceksiniz? Ruzi malıserde Resulullah'a nasıl hesap vereceksiniz?" diyordu. Ve bastonunu Yezid'e kaldırarak:
"Sen ve seninle olanlar, elleri taş kesilesice! Sınanın da yarın cehennemin dışında yeriniz olmayacaktır. Hesap vereceksiniz, hem de nasıl bir hesap" deyip ağlayarak sarayı terk etti.
Bir Zeynep vardı, Hz. Hüseyin'in kız kardeşi öyle cesurdu ki yüz erkeğe bedel. Birden fırlayarak Hz. Hüseyin (r.a.)'m kesik başının üstüne koştu. Kanlar içinde olan kardeşinin basma bakıyordu. Hz. Hüseyin (r.a.)'ın gözleri açıktı, hiç ölmemiş gibi bakıyordu. Bir feryat koptu Hz. Zeynep'in yüreğinde. Yankılanıyordu Yezid'in sarayı:
"Unutmayın!" diyordu Zeynep:
"Yarın hesap vereceksiniz. Allah sormayacak mı, dedem Fahri Kainat Resulullah sormayacak mı size, Resulullah: 'Neden budadmız çiçeklerimi?' dediği zaman ne cevap vereceksiniz O'na?" diyordu..
Hz. Hüseyin, vefat ederken elli yedi yaşında idi. Vefat ettikten sonra Medine halkı bir gerçeği daha öğrendiler. Herkes daha ziyade Hz. Hüseyin için ağladı.
Hz. Hüseyin'in zevcesinden naklolunmuştur:
"Gündüzleri Hz. Hüseyin, Medine fakirlerini tespit eder, geceleri üzerine siyah bir cübbe giyerek başını ve yüzünü sarıkla sarar, yalnız gözleri dışarıda kalırdı. Hz. Hüseyin (r.a.) tanınmamak için böyle giyinirdi.
Çuval çuval un, helkeler dolusu yağla gidip, gece tespit ettiği fakirhanenin kapısını çalardı. Unu ve yağı bırakıp gizlice oradan ayrılırdı. Bu işi yapan bir Hz. Hüseyin, bir de Caferi Tayyar'di. Hz. Hüseyin vefat edince kapılar çalınmaz, erzaklar bırakılmaz olmuştu."
Selam olsun Hz. Hüseyin'e, selam olsun onun eh-libeyt'ine, selam olsun o güzel seyyidler, peygamber torunlarına.
Hz. Hüseyin'in vücudunda, 33 kılıç darbesi ve 33 mizrak darbesi vardı. Hz. Hasan ile Hüseyin ehli beyt'in nazil çiçeğiydiler.
Bir gün Mansur, Ka'be'ye askerleriyle birlikte geldi. Fakat Ka'be'ye yanaşamıyor ve Hacerü'l-Esved'e ne kadar yanaşmak istese de yanaştırılmıyordu. Bir de baktı ki insanlarda bir galeyan, birbirlerine dolanıyorlar, o mahşeri kalabalık koridorlar gibi açılıp yol veriyorlardı. Buna hayret eden Mansur bir de baktı ki, mahşerî kalabalığın içinde nur gibi parlayan, öyle heybetli, öyle güzel biri var ki, ondaki cevher ve heybet hiç kimsede görünmüyor. Adamlar ona sarılıyor ve kucak-laşıyor, sakallarını öpüyor, kadınlarsa el sallıyorlardı. Ka'be'ye yaklaştırılmayan ve Hacerü'l-Esved'e bile do-kunamayan Mansur, onun asaleti karşısında donup kalmıştı.
"Kinidir bu?" diye halka sordu. İnsanlar: "Sen onu tanımıyor musun?" dediler. Mansur: "Hayır" dedi.
"Onu yeryüzü tanır, onu gök yüzü tanır, onu Ha-cerü'l-Esved tanır, onu zemzem tanır, onu bütün Ka'be tanır, o Hüseyin'in oğlu Zeynel Abidin'dir" dediler.
Mansur, hayretler içinde, halkın o güzel inanılmaz coşkusuna bakıyordu. Mansur'a ne kimse aldırıyor ne de emirlerine itaat ediyorlardı. Bütün sevgi ve muhabbetler ve bütün nazarlar Zeynel Abidin hazretlerinin üzerineydi. İşte muhabbet, işte sadakat, işte aşk.
Hz. Hüseyin'in ehli beyt'i ve sülalesi Zeynel Abidin ile devam etmiştir.
Konunun içeriğinde peygamberlerin, halifelerin ve de sahabelerin hayatlarıyla ile ilgili olan bölümler önemli olması münasebetiyle bu konulara ziyadesiyle yer verme gereğini duydum. Her asrın bir karakteri ve inancı vardı. Geçmiş asırların yaşantılarında farklı afetler yaşanmıştır. Biz hiçbir asrın tarihinin kaybolmasını ya da karanlıkta kalmasını istemiyoruz. Bu afetlerden alman ibretler, her daim nesilden nesile nakledilmeli, ahir nesli de bilgilendirmelidir. Geçmiş tarih öncemizi anlatır, ahirimizi de belirler.
Hakikatleri batıldan ve küfürden ayırmak gerek. Cenab-ı Allah kulunu yaratıp, başı boş bırakıp daha sonra da onu hesaba çekip yargılamamıştır. Rabbi kulunun yaratılış gayesini, her asrın ümmetine, göndermiş olduğu peygamberler vesilesi ile bildirmiştir. Cenab-ı Allah her ümmete bir peygamber göndermiş ve o peygamberler Allah tarafından getirdiği dinin esaslarını tebliğ edip, insanlara nasihat etmiştir. Allah'ın dinine itaat edip peygamberlere iman edenlerin akıbetler, Peygamberleri yalanlayıp Allah'a muhalefet edenlerin de uğradıkları felaketler ahir asrın kitabında belgelenmiştir.
Doğrulan yanlışlardan ayırt etmeyen insanın, aklı ile idrak etme bağı kopuktur. Eski asır ve kavimlerde yoğun bir inkarcılık vardı. Bugünümüzün asrına baktığımız zaman, eski kavimlere nazaran ahir zamanın asrı daha iyi elhamdülillah.
Asırların üzerinden ne kadar asırlar geçse, geçmişte yaşanan olaylar üzerine çizgiler çekilse de zaman gelir, geçmiş olduğu gibi ortaya konulur ve tarih eksiksiz tecelli eder.
Kul neyi ne kadar gizleyebilir. İnkar etme cüretinde bulunsa bile haddini aşarak açık ve net bir şekilde ortada olan hakikat beyanlarının delillerini nasıl yalanlayıp, gizleyebilir. İnsanların gücünün ölçüsü, idrakinin ölçüsü de Allah'ın elindedir, kulun elinde değil. Onun içindir ki, Rabbi dilediği vakit kulun gizlediğini ve yalanladığını aşikar kılar. O'na hiçbir güç mani olamaz. Allah'ın aşikar kıldığını da hiç kimse gizleyemez. Beşerin idaresini üstlenen yine beşerdir. Fakat şu nokta unutulmasın ki, her şeyin ahengi, buna beşer de dahil, Allah'ın idaresindedir.
Bizim buradaki gayemiz ve dileğimiz Allah'ın emirlerinin tüm hayatta nizam olmasıdır. Fakat bunun için Kur'an'ın esaslarının sağlıklı bir şekilde incelenmesi ve uygulanması lazım gelir. Gerçek neticeler elde etmek ve hakikat beyanlarını da aşikar bir şekilde anlatmak, yaşamak ve yaşatmak lazım. Sözde olanı değil özde olanı itiraf etmek gerekir. Şimdiye kadar karanlıkta bırakılan gerçekler açık beyanlarla neşredilmeli, ahir neslinin hem geçmiş tarihini, hem de bulunduğu asrın tarihini bilmesi gerekir.
Geçmiş asırların kavimleri de dinini bırakıp şirk ve küfrün peşinden gitmişlerdir.
Bir ayeti kerimede şöyle buyuruluyor:
"De ki: 'Kur'an'a ister iman edin, ister etmeyin! Evvelce kendilerine ilim verilenler. Kur'an okunduğu zaman yüzüstü kapanarak secde ederler.' "[80]
"Ve Rabbimiz münezzehtir. Rabbimizin sözü şüphesiz yerine gelecektir" derler."[81]
"Ağlayarak yüz üstü yere kapanırlar bu onların gönüllerindeki rikkati artırır."[82]
"Deki: 'Gerek Allah deyin, gerek Rahman deyin, hangisini derseniz deyin en güzel isimler onundur."[83]
Bu ayeti celilede müşrikler, iman etmek ve etmemek arasında kendi iradelerine bırakılmıştır. Kur'an'ın ilminden haberdar olup tatbik etmekten yoksun olan zatların da akıbetlerini belirtmektedir.
Her kavimde dinine bağlı, peygamberlerine sadık ümmetler vardı. Allah'a hesap vereceğine inanmayanlar, her ümmette olduğu gibi Rabbinin varlığını inkar edenler de mevcuttu. Cenab-ı Allah kulun gafletinden uyanması için birçok ibretler ihsan etmiştir. Davasına sahip çıkıp Rabbine tam teslimiyet ile tevekkülde bulunanlar Rabbi tarafından da muhafaza olunmuştur. İnkarcı sapıkların güruhundan kaçıp yerin ve göğün Rabbine sığınıp, Rabbinin katında rahmet ve muhafaza kılınmasını dileyen kullarından Rab, rahmetim esirgememiş ve onu kendi katında muhafaza eylemiştir. Bunun en güzel örneği Ashab-ı Kehf'tir.
10. Ayet:
"Hani o yiğitler mağaraya sığınmışlardı da 'Rab-bimiz bize katından Rahmet ver, işlerimizde başarılı kıl' demişlerdi."
11. Ayet:
"Bunun üzerine yıllarca mağarada onların kulaklarına perde vurduk."
12. Ayet:
"Sonra iki taraftan hangisinin, bekledikleri sonucu daha iyi hesaplamış olduğunu belirtmek için onları uyandırdık."
13. Ayet:
Kerbela ve tiz. Hüseyin'in Şehadeti
"Sana onların kıssalarını gerçek olarak anlatalım: Onlar Rabblerine inanmış genç yiğitlerdi. Biz de onların hidayetini artırmıştık."
14. Ayet:
"Kalkıp da 'bizim Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbidir. Biz ondan başkasına ilah demeyiz. Yoksa and olsun ki; batıl söz söylemiş oluruz' dedikleri zaman kalplerini pekiştirmiştir."
15. Ayet:
"Şu bizim milletimiz, Allah'ı bırakıp ondan başka ilahlar edindiler. Onların gerçek olduğuna apaçık delil getirmeleri gerekmez mi? Allah'a karşı yalan uyduranlardan daha zalim kimdir?"
16. Ayet:
"Madem ki siz onlardan ve Allah'tan başka tapmakta olduklarınızdan ayrıldınız, o halde mağaraya çekilin ki Rabbiniz size rahmetinden genişlik versin. İşinizde kolaylık göstersin' denildi onlara."
17. Ayet:
"Güneşin doğduğu zaman mağaralarının sağ tarafına yöneldiğini, battığı zaman da sol tarafa gittiğini görürsünüz. Kendileri de mağaranın iç tarafında idiler. Bu Allah'ın ayetlerindendir. Allah kime hidayet ederse o doğru yola ermiştir. Kimi de şaşırtacak olursa artık onu doğru yola erdirecek bir kılavuz bulamazsın."
18. Ayet:
"Onlar uykuda iken sen onları uyanık sanırdın. Biz onları sağ ve sola döndürdük. Köpekleri de dirseklerini eşiğe uzatmıştı. Onları görsen, için korkuyla dolar, geri dönüp kaçardın."
19. Ayet:
"Bunun gibi, aralarında sorsun diye onları uyandırdık da içlerinden biri; 'ne kadar kaldığınızı Rabbiniz daha iyi bilir. Şimdi siz birbirinizi paranızla şehre gönderin de en iyi yiyeceklere baksın ve size getirsin. Onlar da nazik davransın da sakın sizi kimseye duyurmasın' dediler."
20. Ayet:
"Çünkü sizden haberleri olacak olursa sizi ya taşla öldürürler veya dinlerine döndürürler. Bu takdirde ise asla kurtulamazsınız."
21. Ayet:
"Böylece insanların onları bulmalarını sağladık ki, Allah'ın sözünün gerçek olduğunu ve kıyametin kopmasından şüphe edilmeyeceğini bilsinler. Nitekim bunlar hakkında çekişip duruyor. Onlar: 'Mağaralarının önüne bir bina kurun' diyorlardı. Halbuki Rabları onları çok iyi bilir. Onların reylerine galip gelenler ise: 'Onların mağaralarının önünde mutlaka bir mescit yapacağız' dediler."
22. Ayet:
Kerbela ve Hz. Hüseyin'in Şehadeti
"Karanlığa taş atar gibi: 'Mağara ehli üçtür, dördüncüsü köpekleridir' dediler. Veya: 'Beştir, altıncısı köpekleridir' dediler. Yahut: 'Yedidir, sekizincileri köpekleridir' dediler. 'Onların sayısını en iyi bilen Rabbimdir' de. Onları pek az kimseden başkası bilmez. Bu yüzden onlar hakkında bu kıssa anlatılanların dışında kimseyle tartışma ve onlar hakkında kimseden bir şey sorma!"
23. Ayet:
"Birşey hakkında: 'Ben bunu yarın yapacağım.' deme."
24. Ayet:
"Meğer ki Allah dilemiş ola. Unuttuğun zaman da 'Rabbim doğruya daha yakın daha eriştirir.'"
25. Âyet:
"Onlar mağaralarında üç yüz sene eyleştiler. Buna dokuz daha kattılar."
26. Âyet:
"Onların ne kadar kaldıklarını en iyi Allah bilir" de. Göklerin ve yerin bilinmezlikleri O'na aittir. O, ne mükemmel görendir. O, ne mükemmel işitendir. Bunların O'ndan başka yardımcısı yoktur. O, hiç kimseyi hükmüne ortak yapmaz."
27. Âyet:
"Rabbinin kitabından sana vahyolunam oku. O'nun sözlerini değiştirebilecek yoktur. O'ndan başka bir sığınacak da bulunmaz."
Bu surenin en büyük bölümü kıssalardan oluşur. Önce Ashabı Kehf'in hikayesi anlatılır. Bir de Hz. Adem (a.s.) ile şeytanın hikayesi konu edilir, surenin ortalarına doğru Hz. Musa (a.s.)'riın salih bir kul ile olan hikayesi anlatılır. Hızır (a.s.) ile geçen yolculuk konu edilir. Surenin sonunda ise Zülkarneyn (a.s.)'ın hikayesine yer verilir. Surenin büyük bir kısmında bu kıssalara yer verilmiştir.
Allah'ın adaletine muhalefet eden densizler, her asırda bulunmuştur. Allah'ın varlığına, tek oluşuna ve adaletine karşı olan her fikir, kendi beynini kemirerek ve kendi nefsine zulüm ederek kendi eliyle, kendi iradesiyle, kendini mahvetmiştir. Kötülüğün zararı her ne kadar başkasını hedeflese de, o kötülüğün oku hedefe saplanır; fakat seker döner yine kendini vurur. Birçok şey değişikliğe uğrayabilir, bu mümkündür. Değişikliğe uğramayan tek şey iman esaslarıdır. Bu esaslar üzerinde oynamak kimsenin haddi değildir. İnsan, ameli ile imanını güçlendirirse, günahlardan kaçarsa cennete korkusuz intikal edebilir. Dünya imtihan mektebidir. Fakat herkes bunu böyle görmez. İyiler, kötüler, inananlar, inanmayanlar bu mektepte yaşarlar. İyi kötüden, kötü iyiden tek tek ölüm sebebi ile ayrılır. İnanan itikadiyla, inanmayan da inadıyla kaybolur gider dünyadan, ama kıyamet gününde, birbirleriyle hesaplaşmak için toplanırlar. Çünkü ahiret hesap yeri, ahiret ceza yeri, ahiret rahatlık yeridir.
Kati ve net olan bir gerçek var ki, herkes Allah'ın kudreti ve iradesiyle yaşar. İnkarcılığın ve ihanetin Hz. Nuh ile Hz. Hud (Aleyhi's selâm) zevcelerine, Hak Te-ala tarafından verilen ecir ve cezalar insanlara ne ifade eder. Onlar peygamber nikahında bulundukları halde, ihanet ve inatlarında ısrar ederek iman etmediler. Allah bu kötüleri peygamber eşi olmalarına rağmen, ceza ve ecirden hiçbir kulunu ayırt etmeden müstahak olduğu cezalar ile cezalandırmıştır. Bu iki kadın ihanet ve inadının bedelini cehennem ehli olmakla ödediler. Hz: Nuh (Aleyhi's selâm) dokuz yüz elli sene kavmi ile mücadele etti. Allah'ı inkar eden oğlunu bile Yüce Allah onun ailesinden saymamıştır.
Hz. Nuh (a.s.), Hz. Hud (a.s.) ve Hz. Salih (a.s.)'ın kavimleri Ad kavmi idi. Birinci Ad kavmi Hz. Nuh (a.s.), ikinci Ad kavmi Hz. Hud (a.s.)'m ve üçüncü Ad kavmi de Hz. Salih (a.s.)'m kavmi idi.
Peygamberlerin kavimleriyle olan mücadeleleri en sağlıklı Kur'an-ı Kerim'de mevcuttur. Onun içindir ki, Kur'an ilmine yönelmek gerekir. Çünkü Kur'an'm sistemi tüm yeryüzüne yayılmakla beraber kaidesi hiç değişmemiş ve olduğu gibi hakikat beyanlarını ortaya koymuştur. 'İnanmıyorum' diyenler bile bugün onun üzerinde çalışarak onun ilmine irtifak etmek zorunda kaldılar. Kaptan Kusto inanmıyor iken, neden Kur'an'm üzerinde araştırma yaparak tatlı ve tuzlu suyun birbirine temas ettiği halde karışmamasının, manevi perdenin sırrını Kur'an-ı Kerim'de aradı. İslam dinine zıt fikirleri olanlar bile, İslam dinini ve tüm dinlerin delillerini ve beyanatlarını taşıyan Kelamullahta aradılar da başka kitaplarda neden aramadılar? Onlar manevi perdenin sırrım Kur'an'da buldular ve İslam dinine tabi oldular. İşte bu gösteriyor ki, kirn küfre saparsa sapsın, kimler muhalefet ederse etsin, Allah'a hiçbir zarar vermeleri mümkün değil. Bir Allah kelimesi bile tüm dünyaya hakimken ve nereye bakılırsa bakılsın her şey Cenabı Rahman'ı anlatırken, hangi hakikatler gizlenebilir ki!
İnsanlar kendi kabiliyetlerine göre rolünü oynar ve insaf ölçüsüne göre karar verir. Bu kararlar verilirken başkalarının haklarını da gözetlemezler. Yanlış alınan kararların da zararları ve kayıpları hiç hesaplanmaz. Kararlardan önce niyetler hasıl olur, her niyetin de bir mahsulü vardır ama ne kadar sağlıklı, ne kadar sağlıksız olduğunu da hesaba katmazlar. İyi niyetler toplum için rahatlıktır. Kötü niyetler, ancak sebepsiz kargaşalara meydan verir. Ve bu meydandan da kimin kimden ne istediği belli olmayan haklar ve hesaplar sorulur, kolaylar zorlaştınlır, zorlar aşılmaz hale getirilir. Dünyanın evvelinde olduğu gibi, ahirinde de şeytanın oyuncağı olarak fani alemde ömürlerini heder ederler, ölüm onları yakalayana kadar. İyi niyetin mahsulü, hayır, hasenattır ve karşılığı Allah rızası ve sevaplardır. Kötülüğün mahsulü ise maraz ve fitneliktir ve bunun karşılığı zulüm ve felaketlerdir. Fitnelik ilk başta kalpte oluşur ve niyetlere aks olur. İyi niyetleri öldürür. Sonra akla intikal eder düşünceleri bozar, sağlıksız kararlar alarak kötü neticeler ortaya çıkar. İnsanlar hakikat beyanlarına ulaşarak incelerse doğruyu yanlıştan ayırabilir. Bu beyanlara ulaşmak için Kur'an-ı Kerim'e başvurabiliriz. O'nda bir eğrilik, sapma yoktur. Anlaşılmayacak kadar zor değildir. Gayet açık ve nettir. Fakat onu algılayabilmek için beyinlerin de net olması gerekir. Eğer bulanık beyinle incelenirse algılanamayabi-lir. Onun içindir ki Kur'an'ı araştırırken, anlamak, öğrenmek, tatbik etmek ve ettirmek maksat edildiği vakit her şeyin açık, net olduğu görülür. İşte bu sebeple aklı Kur'an ilmiyle donatmalı, kalbi de iman gücüyle pekiştirmeli, o zaman insana hiçbir batıl tesir etmez.
Dinini sakata uğratmadan yaşayan insanlar, ahi-rette de sakata uğramazlar. İnsan kendini takva ile muhafaza ederse, ahirette de ateşten muhafaza olur. Dünyada peygamberlerin yolunu takip edenler kıyamette de onlarla beraber olma şerefine nail olurlar. Çünkü insanların kemale ermesi, kendini bilip, güzel ahlaka sahip olması demektir. Nefsini terbiye eden, ahlakını da güzelleştirir.
Allah'ın birliğinin esasında ne şaşın, ne de sapın.
Dinimizin asaletinin ve ulviyetinin savunmasını vicdan hukukuyla yapın. Din emredildiği üzere, adil bir nizam içerisinde uygulanmalı ve yaşanmalıdır. İnsanın hayatı ruh ile devam eder iman da amel ile hayat bulur.
Ruh insanın hayat kaynağıdır. Bedene de canlılık veren ruhtur. Ruhun varlığı inkar edilemez ama ruh tarif edilemez, görülemez. Allah (c.c) vardır ve görülmez.
Ya Rabbİ, ahenk seni anlatır, her şey seni işaret eder.
Akıllar seni fikir eder, kalpler seni zikreder. Yaptığımız her şeyde ve her işte O vardır. Nereye yönelirsen yönel, tüm yollar O'na gider. Aldığımız nefeste, getirdiğimiz şehadette, kıldığımız namazda, tuttuğumuz oruçta, attığımız adımda, kaldırdığımız ellerde, yaptığımız dualarda O var. Ve bu alem de, beşer de imtihan için vücud buldu.
Ya Rabbi! Ben seni anlatırken şanına layık cümleler kuramam ama kanaatim odur ki, Senin ismini anmakla bile yetersizlikler tamam bulur. İsm-i pakınla her şey güzelleşir, kusurlar örtülür, tevbeler kabul olur. Çünkü her şeyde Sen varsın. İsmi Sübhanınla alem vücud bulur.
Cenabı Rahman dünyanın evvelinde, beşerin evvelinden ve ahirine kadar kendini her bir şeyde işaret eylemiştir. Akıllılar idrak etti. Buldu, anladı ve kabul etti. Ahmaklar kör baktı, beyhude yaşadılar, dolaştılar, ömür sermayelerini, fani olacağı vakte kadar zayi ziyan ettiler. Nur'a kör baktılar. Nar'a yöneldiler. Eceli ebedi mutlak dünyada, ateşleriyle birlikte dünyayı terki diyar edip ahirete yöneldiler. Ahirette başımıza gelecek gazabı ve cehennem azabını bir bilebilselerdi.
Allah'ın varlığını, İslamiyet'ten önceki dinlerde de o putlara tapanlar arasında aklı ile bulanlar vardı. Allah (c.c.)'m eşsiz, benzersiz, tek ve yüce kudret sahibi, tüm hakimiyetin O'nda olduğunu, her yerde hazır nazır olduğunu keşfedenler bulunuyordu.
Hatemu'l-Enbiya'nın geleceğini evvelce haber vermiş olanlardan İyad kabilesinin reisi olan Kass b. Saide der ki; pek çok muamere olmuş bir zattı. Fesahat ile ziyade şöhret bulmuş idi. Hatta bir zaman Suku Ukaz'da kızıl bir deve üzerinde olduğu ve Arap bilginlerinin bulunduğu vakit bir hutbe okumuştur. O zaman Fahri Alem Peygamberimiz de orada bulunup hitabesini dinlemişti. Fakat henüz insanları davete memur değildi.
"Ey nâs! Geliniz, dinleyiniz, biliniz ibret alınız. Yaşayan ölür. Ölen fena bulur. Olacak olur, yağmur yağar, otlar biter, çocuklar doğar, analarının babalarının yerini tutar, sonra hepsi mahvolur gider. Vukuatm ardı arkası kesilmez. Hemen birbirinizi kovarlar. Kulak veriniz, dikkat ediniz. Gökte haber var, yerde ibret alınacak şeyler var. Yeryüzü bir ferisi eyvan, gökyüzü yüksek tavan; yıldızlar yürür, denizler durur, gelen kalmaz, giden gelmez.
Acaba vardıkları yerde hoşnut olup da mı kalıyorlar/ yoksa orada bırakılıp uykuya mı dalıyorlar? Yemin ederim ki Allah (c.c.)'m indinde bir din vardır ki, şimdi bulunduğunuz dinden daha sevgilidir. Allah'ın gelecek peygamberi vardır ki, gelmesi pek yakındır. Gölgesi başınızın üstüne geldi, ne mutlu o kimseye ki, ona iman edip o da O'na hidayet eyleye! Vay O'nu yalanlayan bedbahta ki O'na isyan ve muhalefet eder!
Yazıklar olsun ömrü gaflet ile geçen ümmetlere!
Ey Cemaati İyad! Hani âba ve ecdad, hani müzeyyen kââşaneler ve taştan haneler yapan Ad ve Semud, hani dünya varlığına mamur olup kavmine "Ben sizin en büyük rabbinizim" diyen Firavun ile Nemrut! Onlar size nisbetle daha zengin daha kuvvetli ve kudretçe de sizden daha fazla değiller miydi? Bu yer, onları değirmeninde öğüttü, toz etti dağıttı. Kemikleri bile çürüyüp dağıldı. Evleri yakıldı ıssız kaldı. Yerlerini yurtlarını şimdi köpekler şenlendiriyor. Sakın onlar gibi gaflet etmeyin. Her şey fanidir- Baki olan ancak Cenabı Hak'tır ki bir diğer eşi benzeri yoktur. Tapılacak ancak O'dur. Doğmamış ve doğrulmamıştır. Evvelce gelip geçenlerde bize ibret olarak alınacak dersler vardır. Ölüm ırmağının girecek yerleri var ama çıkacak yerleri yok. Büyük küçük hep göçüp gidiyor, giden geri gelmiyor- Kafi hüküm verdim ki âmmeye olan bana olacaktır."
Kass b. Saide Cenabı Resul'ün geleceğini keşfetmiş ve insanların içinde söylemişti. O esnada Peygamberimiz orada bulunuyordu ve bunun arası çok geçmeden Cenabı Resul'e nübüvvet, risalet geldi. Fakat Kass b. Saide vefat etmişti de kendisine görmek nasip olmamıştı. Ondan sonra Beni İyad'dan Carut namında zat da onun gibi muvahhid ve dini İsevî'ye inanır olduğu halde kavminin eşrafı ile hep birlikte bir gün gelip nuru cihan Resul'ün huzuruna gelip, İslam dini ile müşerref oldular ve onunla birlikte kavmini de İslam'la şereflendi. Bunlara tanık olan Resullulah (s.a.v.) buna çok sevindiler. Ve buyurdular ki:
"İçinizden Kass İbni Saide'yi bilen var mı?" Carut da dedi ki:
"Onu hepimiz biliriz. Ben her an onunla ve onun ardından gidenlerdenim" diye cevap verdi. Allah'ın Resulü:
"Kass b. Saide'nin, Suku Ukaz'da deve üzerinde 'Yaşayan ölür, Ölen de fena bulur, olacaklar olur' diyerek hutbe okuduğu hatırımdan çıkmaz ve buna benzer bir hayli sözler söylemişti. Zannetmem ki sözlerin hepsi akıllarda kalmış olsun" diye buyurdu.
Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir (r.a.): "Ya Resulallah, o gün Suku Ukaz'da bulunuyordum. Kass b. Saide'nin söylediği sözlerin hepsi aklımdadır/' diyerek zikredilen hutbeyi baştan sona kadar okudu. Onun üzerine Carud'un arkadaşlarından biri ayağa kalkıp Kass b. Saide'nin bazı hitaplarını okudu ki, haremi şerifte Hz. Muhammed (s.a.v.) dinleyip derin ifadelerini beyan etmişti. Hz. Peygamber (s.a.v.):
"Ümid ederim ki Cenabı Hak, Kass b. Saide'yi ayrı bir ümmet olarak ba's eyleye" diye buyurdu.
Ne acıdır ki insanlar dünya hayatından başka bir hayatın olmadığını düşünerek yaşarlar ve bu âlemi fani de Öyle çok çalışırlar ki kendilerini harap edercesine ömür sermayelerini tüketirler. Halbuki dünyada kalmak yalnız tayin sebebi ile geçici görev gibidir. Yani memurun tayininin ne zaman çıkacağı belli olmaz. İşte bunun gibi ölümün ne zaman geleceğini bilemeyiz. Memur nasıl her an tayini çıkacakmış gibi hazırlıklı ise, insan da ölüm için hazırlıklı olmalıdır.
Burada Hz. Osman (r.a.)'ın, halka olan birkaç hitabesini arz etmek istiyorum:
"Siz fani bir dünyadasınız. Ömürlerinizin sonuna geldiniz. Ahiretiniz için en iyi bir şeklide hazırlanınız. Ömrünüz devamlı eksilmektedir. Dikkat edin! Dünya aidatladır, dünya hayatı sizi aldatmasın."[84]
Mücahitten rivayetle:
"Osman b. Affan bir hutbesinde şöyle dedi:
'Ademoğlu! Bilmiş ol ki ruhunu almakla vazifeli olan melek seni bırakmaz. Ecelin geldiğinde, seni bırakıp başkasına gitmez. Sanki o başkasını bırakıp da sana gelecekmiş gibi hazır ol. Gafil olma! Çünkü sen unutulmuş değilsin. Ademoğlu! Belki sen kendinden gafil olur, hazırlanmazsan başkası senin yerine hazırlanmaz. Mutlaka Allah'ın huzuruna çıkacaksın. Kendini hazırla, kendi işlerini başkasına havale etme vesselam.'"
Hasan Basri'den rivayet edilir ki:
Osman b. Affan halka bir başka hitabında Allah (c.c.)'a hamd ü senadan sonra şöyle dedi:
"Ey insanlar! Allah'a muhalefetten sakınınız. Çünkü Allah'a muhalefetten sakınmak bir ganimettir. En akıllı insan kendisini hesaba çeken, kendisini idare eden, ölümden sonrası için amel eden ve kabrin karanlığı için Allah'ın nurundan faydalanandır. Kulun gözleri gördüğü halde, Allah'ın kendisini kör olarak hasretmesinden korksun. Hikmetten anlayana manâlı bir söz kafidir. Manen sağır olanlar zaten hakkı duymaz. Biliniz ki Allah kiminle beraberse, o hiçbir şeyden korkmaz. Allah kime gazap etmişse, onun affını isteyeceği başka kimse yoktur."
Bu güzel hutbe ve sözlerden sonra, benim sözlerim ne kadar değer ifade eder bilmem ama katiyetle şunu diyebilirim ki, sahabelerin bir sözüne benim bin sözüm kesinlikle denk olamaz. Allah (c.c.) onlardan, onların ehli beytinden sayısız razı olsun.
Sen dünya hanesinde memur ve misafir olan yolcusun. Her an yola çıkacakmış gibi hazır ol. O yolun yolcularının azığı ibadettir. Yanında götürebileceği sermaye ise iman ve ameldir. Muhafazası ise takvadır.
Maneviyat azığı ile yola çıkarsa, insanın varacağı yer hakikat diyarıdır. O diyarlar, kimsesiz, dostsuz ve katıksız değildir. İnsan akıbetinden korkarak yaşamalıdır.
Mesela bir kimse karşısındakine "Eyvah dostum yamyorsun!" dese, karşısındaki "Hangi paçam?" demeden hemen üstündekileri çıkarıp atmaya çalışır. İnsanın tüm bedenini saran, korkunç harlı bir ateşin içerisinde kim yanmak ister ve ondan daha korkunç ne olabilir ki!
Ey insanoğlu!
Biz orada yanacak odunları götürme çabasmda-yız. Nasıl mı? İnsan cennete girmek için amelini kazanır, cehenneme girmek için de odununu kendisi götürür dünyaya. Tabi olmakla nefsimizin peşinden koşup kendimizi helak ediyoruz. Onun tesirinde kalan insan Allah (c.c.)'m rahmetinden, merhametinden, affından da mahrum kalır.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Bakara, 15
[2] İbrahim, 15
[3] İbrahim, 16
[4] İbrahim, 17
[5] İnşikak,6
[6] A'raf, 59;Hud, 25-26;Nuh, 12
[7] A'raf, 59
[8] Hud, 25-26
[9] A'raf, 59-63
[10] Hûd, 27-34
[11] Şuara, 115-116
[12] Yunus, 71-72
[13] Araf, 64; Yunus, 73; Şuara,117; Kamer, 9
[14] Mü'minûn, 24-29
[15] Kamer, 9
[16] Ahmet b.Hanbel, Zühd, s. 87
[17] Ankebût, 14
[18] Nuh, 6,21-24
[19] Şuara, 118
[20] Nuh, 26-28
[21] Hud, 36-37
[22] Hud. 38-39
[23] Hud, 40-41
[24] Tahrim, 10, Ebu'1-Fida, Tefsir, c. 2, s. 445
[25] Ankebut, 14-15
[26] Kamer, 11-12
[27] Kamer, 14
[28] Hud, 42-43
[29] Hud, 45-47
[30] Hud, 44
[31] Hud, 48
[32] Ankebût, 14-15
[33] Kamer, 15-16
[34] Hud, 49
[35] Hud, 59
[36] Şuara, 129 133,134
[37] Had, 59
[38] Fussilet, 15;Hicr, 11-12
[39] Mü'minûn, 35-37
[40] Araf, 65
[41] Hud, 50
[42] Araf, 66-71
[43] Hud, 51-53
[44] Ahkaf, 22-23
[45] Şuara, 131
[46] Şuara, 135; Ahkaf, 21
[47] Şuara, 135-138
[48] Mü'minun, 33-41
[49] Ahkaf, 24-25
[50] Ahkaf, 24-25
[51] Zariyat, 42
[52] Kamer, 19-20
[53] Araf, 72
[54] Araf, 74; Hud, 61
[55] Araf, 76
[56] Hicr, 80; Şuara, 141
[57] Nemi,49-50
[58] Hicr, 80-82
[59] Neml,45-50
[60] Hud, 65
[61] Araf, 74
[62] Hud, 62-63
[63] Şuara, 143-153
[64] Araf, 75
[65] Şuara, 154
[66] Hud, 64
[67] Şuara, 155-156
[68] Araf, 77
[69] Hud, 65-66, Hicr, 83-84
[70] Hud, 66-68
[71] Zariyat, 43-45
[72] Neml, 52
[73] Neml, 53
[74] Araf, 79
[75] Münafikun, 4
[76] Muhammed b, Ebu Bekr, Hz. Ebu Bekr'in oğludur
[77] H. 37 Safer-M. 657Ağustos
[78] Yezid b. Muaviye, Ubeydullah b. Ziyad
[79] Yeğeni Müslim b. Akil. Hz. Hüseyin (r.a.) daha önce onu Kûfe'ye da-vetçi olarak göndermişti. Ubeydullah b. Ziyad tarafm-.dan öldürülmüştü
[80] İsra, 107
[81] İsra, 108
[82] İsra, 109
[83] İsra, 110
[84] Lokman, 33
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder