GRİM MASALLARI, GRİMM MASALLARI

GRİM MASALLARI
.. 41

GRİM MASALLARI

Kurul Sofram, Kurul!

Bir varmış, bir yokmuş. Bir terzi ve üç oğlu varmış, On­ların, bir keçileri varmış. Bu keçinin sütüyle karınlarını doyururlarmış. Bu yüzden onu, her gün çayıra götürüp, ot­latmaları gerekiyormuş. Çocuklar, bu işi sırayla yapıyor­larmış.

Bir gün çocukların en büyüğü, keçiyi kilise meydanı­na götürmüş. Çünkü, en güzel otlar buradaymış. Rahat­ça otlaması için, keçiyi serbest bırakmış,

Akşam, sormuş:

Karnını doyurdun mu, güzel keçi? Keçi:

O kadar doydum ki, bir yaprak daha yiyemem. Me, Me, Me...

Oğlan:

Öyleyse haydi eve, demiş,

Keçiyi ipinden tutup, eve getirmiş; ahıra bağlamış. İhtiyar terzi, sormuş:

E, oğlum. Keçinin karnını iyice doyurdun mu bari? Oğlu:

Elbette baba, demiş. Yedi, içti; karnı tok, Tek yap­rak bile yiyesi yok, demiş,

İhtiyar terzi, ahıra gitmiş; sevimli hayvanı okşamış:

Karnın doydu, değil mi güzel keçi? Keçi:

Bütün gün dağ, tepe de­meden dolaştım; ağzıma koymadım bir yaprak bile. M e, Me, Me, Me,...

Terzi:

Bunu da mı du­yacaktım? diye bağı­rıp, öfkeyle yukarı fır­lamış.

Oğluna:

Seni gidi yalancı seni!

Keçinin karnı doydu, demiştin! Halbuki, hayvanı aç bı­rakmışsın!

Yaşlı terzi, bu sinirle eline bir sopa alıp, oğlunu kova­lamaya başlamış; döverek, dışarı atmış.

Ertesi gün, sıra ortanca oğlundaymış. Çocuk, bahçe çitlerinin kenarında, otların bol olduğu bir yer bulmuş. Keçi, akşama kadar bütün otları silip süpürmüş, Kırlarda zıplayıp, oynamış. Akşam olunca çocuk, sormuş:

Keçi, karnın doydu mu? Keçi:

Yedim, içtim karnım tok; bir tek yaprak bile yiye-mem. Me, Me, Me,...

Öyleyse haydi eve! demiş çocuk. Keçiyi götürüp, ahıra bağlamış. Eve döndüğünde babası sormuş:

E, keçi iyice karnını doyurdu mu bari? Oğlu:

Elbette, demiş. Yedi, içti; karnı tok. Tek yaprak yi­yesi yok, demiş.

Terzinin içi rahat etmemiş; ahıra gidip, keçiye sor­muş:

Keçi, demiş. Sahiden karnın doydu mu? Keçi:

Atladım, zıpladım bütün gün sadece; tok olur mu insan böyle boş yere? Ağzıma koymadım bir yaprak bi­le. Me, Me, Me, Me,..

Terzi:

Seni dinsiz imansız seni! diye bağırmış. Dilsiz, ağızsız hayvancağızı aç bırakırsın ha?

Hemen yukarı fırlamış. Sopayla oğlunu kovalayarak, kapı dışarı etmiş.

Sıra, en küçük oğluna gelmiş. Oğlan, işini sağlam tutmak istemiş. En güzel yaprakların olduğu fundalığı arayıp, bulmuş. Keçiyi fundalığın arasına salmış, Akşam, eve dönerken sormuş:

Karnın doydu mu?

Keçi:

Yedim, içtim karnım tok; bir yaprak daha yiye-mem, M e, Me, Me...

Oğlan:

Öyleyse haydi eve! demiş. Keçiyi ahıra götürüp, bağlamış. İhtiyar terzi, eve dönen oğluna sormuş:

E, keçi iyice karnını doyurdu mu bari?

Oğlu:

Elbette, demiş. Yedi, içti karnı tok. Tek yaprak yiye-si yok.

Terzi, bu söze inanmamış. Gitmiş, keçiye sormuş:

Keçi, demiş. Sahiden karnın doydu mu? Yalancı keçi:

Bütün gün dağ, dere demeden dolandım dur­dum; tok olur mu insan böyle boş yere? Ağzıma koyma­dım bir yaprak bile. Me, me, me...

Terzi:

Seni yalancı köpek seni! Demek sen de ötekiler gi­bi Allah'tan korkmaz, sana verdiğim işi yapmazsın ha! Bundan sonra beni bir daha kandıramayacaksınız! diye bağırmış. Sinirinden çılgına dönerek yukarı fırlamış, oğla­nın sırtına sopayı öyle kuvvetli indirmiş ki, çocuk kendini evden dışarı zor atmış.

Sonunda ihtiyar terzi, keçisiyle yapayalnız kalmış, Er­tesi sabah ahıra inmiş, keçiyi okşamış:

Gel benim sevgili keçim, demiş. Seni çayıra ken­dim götüreceğim.

Keçinin ipinden tutup, onu keçilerin en çoksevdikie-ri otların olduğu yere götürmüş:

İşte, burada istediğin gibi karnını doyurabilirsin, de­miş. Keçiyi akşama kadar otlaması için, serbest bırak­mış. Akşam olunca sormuş:

Keçi, karnın doydu mu?

Keçi:

Yedim, içtim karnım tok; daha fazla yiyemem, Me, Me, Me...

Terzi:

Öyleyse haydi eve! demiş. Keçiyi ahıra götürüp bağlamış. Tam çıkıp gidecekken, dönüp keçiye sormuş:

E, bu sefer karnın herhalde doymuştur, değil mi?

Keçi, yine:

Tok olur muyum hiç? Ağzıma koymadım bir yaprak bile. Me, me, me, me...

Bu sözleri duyunca, terzinin aklı başından gitmiş. Oğullarını, boşu boşuna evden kovduğunu anlamış:

Alacağın olsun senin nankör keçi! diye bağırmış. Seni evden kovmak, çok hafif bir ceza olur! Diğer keçi­lerin arasında dolaşamayacak hale koyayım da seni bir gör!

Koşarak yukarı çıkmış; usturasını alıp getirmiş, Keçinin kafasını sabunladıktan sonra bir güzel tıraş etmiş. Daha sonra eline bir kamçı alıp, keçiyi öyle pataklamış ki hay­van, can havliyle bir sıçrayışta kaçıp kurtulmuş. dan uzun bir zaman geçmiş. Artık marangozluğu öğre­nip ayrılma vakti gelince ustası, ona küçük bir masa he­diye etmiş. Görünüşte diğer masalardan farklı bir tarafı yokmuş, Tahtadan yapılmış basit bir masaymış, Ama, bu masa sihirliymiş, Masayı yere koyup da:

Kurul sofram kurul! deyince masa: Üzerinde bem­beyaz bir masa örtüsü, içleri çeşitli yiyecek ve içecekler­le dolu tabak ve bardaklarla kuruluverirmiş, Görenlerin ağızları sulanırmış.

Masayı gören çocuk, o kadar şaşırmış ve o kadar mutlu olmuş ki, Ustasına teşekkür etmiş, Dünyayı dolaş­maya başlamış, Yiyecek aramak ya da parayla almak zorunda değilmiş. Canı ne zaman isterse kırda, orman­da, bir çayırlıkta, nerede olursa masasını sırtından indirir, önüne koyar, sonra da:

Kurul safram kurul, dermiş. İstediği her şey sofraya geliverirmlş.

Günün birinde aklına babası gelmiş: Herhalde ba­bam beni atfetmiştir. Hem de bu masayı görünce beni evine alır, diye düşünmüş. Evine doğru yola koyulmuş, Saatlerce yürümüş. Hava kararıp, çok da yorulduğu İçin yol kenarında gördüğü bir handa geceyi geçirmeye karar vermiş. İçerisi çok kalabalıkmış.

Birkaç adam, ona:

Hoş geldin, demişler. Buyur, bizimle yemek ye. Yoksa bu kalabalıkta ne yer bulursun, ne de yemek. Çocuk:

Hayır, teşekkür ederim, demiş. Sizin yemeğinize ortak olmak istemem. En iyisi, siz benim soframa buyurun.

Hepsi gülüşmüşler. Kendileriyle dalga geçiyor san­mışlar. Fakat çocuk, masasını ortaya koymuş:

Kurul sofram kurul! der demez masanın üstü çeşitli yemeklerle doiuvermiş, Herkes çok şaşırmış. Bu kadar güzel ve çeşitli yemek şu handa bile yokmuş. Yemekler­den yayılan mis gibi kokular her tarafa dağılıyormuş.

Çocuk:

Sofraya buyurun arkadaşlar! demiş. Bu güzel koku­lara dayanamayan herkes, sofranın etrafına toplanmış. İştahla yemeklerini yemeye başlamışlar, En çok şaşırdık­ları da: Tabakları boşalınca yerine kendiliğinden bir baş­ka tabağın gelişi olmuş, Hancı, bir köşede durmuş; bu işin nasıl olduğunu anlamaya çalışıyormuş. Ne söyleye­ceğini şaşırmış. Aklından şunları geçirmiş: "Böyle bir ma­sa ne çok işime yarardı?"

Çocuk, arkadaşları ile gece geç saatlere kadar gü­lüp eğlenmiş. Sonra yatıp, uyumuşlar. Çocuk, sihirli ma­sasını duvarın kenarına dayamış ve uyumuş, Fakat han­cının gözüne, bir türlü uyku girmiyormuş. Eski eşyaları koyduğu odada, eski bir masa varmış; tıpkı çocuğun masasına benziyormuş, Gidip, yavaşça o masayı çıkarmış. Oğlanın masasını almış, yerine bunu bırakmış.

Ertesi sabah çocuk, hancıya parasını ödeyip, yola çıkmış. Masasının değiştiğinin farkına bile varmamış. Öğ­lene doğru, babasının evine varmış. Adamcağız, oğlu­nu büyük bir sevinçle karşılamış:

Sevgili yavrum, neler öğrendin bakayım? diye sor­muş,

Marangoz oldum, babacığım.

İyi bir sanat. E, gezip dolaştığın yerlerden ne getir­din bakalım?

İşte, şu masayı babacığım.

Terzi, masayı evirip çevirerek iyice gözden geçirmiş;

sonra:

Bu işte pek başarılı olamamışsın anlaşılan. Çünkü, hem eski, hem de kötü bir masa bu, demiş.

Çocuk:

Ama, bu sihirli bir masadır. Yere koyup, kurulmasını söyledim mi, üzerine en güzel yemekler hemen diziliverir. Bütün komşularımızı, arkadaşlarımızı çağırıp onlara bir ziyafet verelim, demiş.

Akşam yemeğine, herkesi çağırmışlar. Davetliler toplanınca çocuk, masasını odanın ortasına koymuş:

Kurul sofram kurul! demiş. Ama, hiçbir şey olmamış. Tekrar denemiş ama, masa hala bomboş duruyormuş.

O zaman zavallı çocuk, masasının değiştirildiğini anla­mış. Herkesin önünde yalancı durumuna düştüğü için utanmış. Komşuları ve akrabaları, onunla alay etmişler. Aç susuz evlerine dönmüşler. Bunun üzerine babası, tekrar terzilik yapmaya, oğlu da bir ustanın yanında iş bu­larak çalışmaya başlamış.

Ortanca çocuk ise, bir değirmencinin yanında çı­raklık yapmaya başlamış. Bir sene sonra ustası, onu ya­nına çağırıp demiş ki:

Bugüne kadar çok çalıştın, Saygılı ve terbiyeli dav-randın, Ben de sana bir eşek hediye ediyorum. Bu hay­van ne araba çeker, ne de çuval taşır.

Çocuk sormuş:

O halde ne işe yarar? Değirmenci:

Ağzından altın dökülür, demiş. Eşeğin altına bir ör­tü serip, "briklebrit" dedin mi, eşeğin ağzından istediğin kadar altın dökülmeye başlar,

Oğlan:

Teşekkür ederim! Bu şimdiye kadar gördüğüm en güzel hediye! demiş. Ustası ile vedalaşıp yola çıkmış.

Oğlana para lâzım oldu mu eşeğe "brikiebrit" deme­si yeterli oluyormuş. Hemen bir altın yağmuru başlıyor­muş, O sadece eğilip, ışıl ışıl parlayan altınları topluyormuş, İşte, bu kadar kolaymış. Oğlan, nereye gitse her şeyin en iyisini ucuzuna, pahalısına bakmadan- olabi­lirmiş. Kesesi her zaman dopdolu olurmuş. Uzun zaman gezip tozmuş.

Günün birinde kendi kendine demiş ki:

Babamı çok özledim. Acaba beni affetmiş midir? Bu sihirli eşekle gidersem siniri geçer. Beni affeder.

Ortanca çocuk, evine dönmeye karar vermiş. Eve giderken ağabeysinin sofrasını çaldırdığı hana uğramış. Eşeğinin yularını da elinden bırakmıyormuş. Hancı, eşe­ği bağlamak istemiş.

Oğlan:

Size zahmet olmasın; eşeğimi ahıra kendim götü­rürüm, Onun kalacağı yeri görmem lâzım, demiş.

Hancı, bu duruma şaşırmış:

Kendi eşeğine kendisi bakan adamdan, fazla pa­ra çıkmaz, demiş,

Çocuk, kesesini açıp da iki altın çıkarmış ve:

Bir şeyler satın almak istiyorum, demiş.

Bunu duyan hancının gözleri, fal taşı gibi açılmış. He­men koşmuş; satabileceği en güzel şeyleri aramaya ko­yulmuş, Yemekten sonra çocuk, parayı ödemek istemiş. Altınları gören açgözlü hancı, çocuktan iki kat daha fazla para istemiş.

Birkaç altın daha vere­ceksiniz, demiş.

Çocuk, elini cebine at­mış, Kesesini açıp da içine ba­kınca altınlarının bittiğini görmüş.

Hay aksi! Hiç param kalmamış. Mü­saade edersen gidip getireyim, demiş.

Çocuk, dışarı çıkarken sofra örtüsünü yanında götürmüş. Hancı, buna bir anlam verememiş, merak etmiş; gizlice oğlanın peşine düşmüş. Çocuk, ahı­rın kapısını arkasından sürgüleyince bir delikten içerisini gözetlemeye başlamış. Çocuk, eşeğin altına örtüyü se­rip, "Briklebrit" der demez hayvanın ağzından yere pıtır pıtır altınlar dökülmeye başlamış. Hancı, kendi kendine:

Vay canına! demiş. Bu nasıl bir şey böyie? Bu eşek mutlaka benim olmalı!

Çocuk, örtünün üzerine dökülen altınlarını toplayıp, sihirli eşeğini sevgiyle okşamış. Hancı da bu arada gö­rünmeden hana geri dönmüş, Çocuk, hancıya hesabı­nı ödeyip, uyumak için odasına gitmiş.

Açgözlü hancı, gece yarısı olup da herkes uyuyun­ca, sessizce aşağıya, ahıra inmiş. Sihirli eşeği çözmüş, yerine başka bir eşek bağlamış.

Ertesi sabah çocuk, erkenden eşeğiyle birlikte yola çıkmış. Bu hayvanı kendi eşeği sanıyormuş. Öğle vakti, babasının evine varmış. Adamcağız, ortanca oğlunu karşısında görünce çok sevinmiş; onu çok iyi karşılamış:

Nerelerdeydin, neler yaptın oğlum? Anlat baka­lım! diye sormuş.

Oğlan:

Değirmenci oldum babacığım! Deyip, başından geçenleri bir bir anlatmış.

E, gezip dolaştığın yerlerden ne getirdin bakayım?

Bir eşekten başka bir şey getirmedim. Babası:

Burada istemediğin kadar eşek var zaten, Keşke iyi bir keçi getirseydin. Daha çok işimize yarardı doğrusu! demiş.

Oğlu:

Öyle ama, bu senin bildiğin eşeklerden değil, de­miş, Altın yapan bir eşek bu. Ona "Briklebrit" dedim mi eşek, ağzından bir çuval dolusu altın çıkarıyor, Bütün komşuları ve akrabalarımızı buraya çağırın. Hepsini zen­gin edeyim!

Babası:

Hele şükür, demek artık çalışmama gerek kalma­yacak, demiş.

Hemen fırlayıp gitmiş; herkesi evine çağırmış. Bütün davetliler, bir araya geldiğinde değirmenci, örtüsünü yere sermiş ve eşeği ortaya getirmiş:

Şimdi dikkat edin! demiş. Sonra "briklebrit" diye ba­ğırmış, Gel gelelim yere dökülenler altın değilmiş. Eşek, örtünün üstüne pisliğini döküyormuş. Bunu gören zavallı değirmenci, neye uğradığını şaşırmış. Dolandırıldığını anlamış. Evlerine yine eli boş dönen komşularından özür dilemiş. Bunun üzerine ihtiyar terzi, tekrar iğneyi eline al­mış. Çocuk da, bir değirmencinin yanında çalışmak zo­runda kalmış, İhtiyar terzinin en küçük oğlu, evden ayrıl­dıktan sonra bir tornacının yanında çalışmaya başlamış, Çok zor bir sanat olduğu için, çok uzun bir süre çalışmak zorunda kalmış, Günün birinde, ağabeylerinden ona bir mektup gelmiş, İşlerinin kötü gittiğini, eve dönerken ge­ce kaldıkları handa başlarına gelenleri kardeşlerine, bir bir anlatmışlar. Küçük kardeş, işini iyice öğrenip, usta ol­muş. Artık evine geri dönebilirmiş. Ustası, ona bir torba vermiş, demiş ki:

İçinde bir sopa var. Oğlan:

Torbaya eşyalarımı koyabilirim. Herhalde çok işime yarar. Ama, içindeki sopa ne işime yarayacak ki? Sade­ce bana yük olur.

Ustası:

Bak oğlum, beni iyi dinle, demiş. Biri sana kötülük ederse, hemen "sopam çık torbadan!" diye bağır. Bunu söyler söylemez sopa dışarı fırlayıp sana zarar vermek is­teyenlere öyle bir sopa çeker ki, neye uğradıklarını şaşırırlar. Sen "sopam torbaya" deyinceye kadar pataklayıp durur.

Oğlan, ustasına teşekkür etmiş; torbayı sırtlamış. Biri kendisine zarar vermek için yaklaşırsa:

Sopam çık torbadan! dermiş. Sopa hemen dışan fır­lar, hızla onların enselerine, sırtlarına vurmaya başiarmış,

Toparlanıp kaçmaya fırsat bile bulamaziarmış. Akşa­ma doğru çocuk, ağabeylerinin dolandırıldığı hana . varmış. İçeri girip, bir masaya oturmuş. Torbasını da ma­sanın üstüne koymuş. Gördüğü, ilginç şeyleri anlatmaya başlamış:

Evet, dünyada neler var, Meselâ "kurul sofram ku­rul" deyince üzeri çeşitli yiyeceklerle dolan sihirli bir ma­sa ve "altın çıkaran eşek", Ama, benim elime geçen ha­zinenin yanında bunlar beş para etmez. Bu hazine işte, şu torbanın içinde duruyor.

Hancı da çocuğun anlattıklarını dinliyormuş:

Kim bilir, şu torbada ne kadar kıymetli bir hazine var. Torbayı da ele geçirmeliyim, diye içinden planlar yapıyormuş, Herkes uyumak için odalarına çekilmiş, Ço­cuk da yatağına uzanmış; torbasını da başının altına koymuş. Hancı, çocuğun uykuya daldığını sanmış, Yavaş yavaş yatağa doğru yaklaşmış. Torbayı alıp, yerine baş kasını koymayı düşünüyormuş. Aç gözlü hancı, tam torbaya uzandığı sırada çocuk:

Sopam çık torbadan! deyince sopa dışarı fırlamış; hancıyı bir güzel pataklamaya başlamış. Hancı, "aman" diye bağırdıkça sopa daha hızlı vuruyormuş. Nihayet bitkin bir halde yere yıkılmış, O zaman çocuk demiş ki:

Eğer, çaldığın sihirli masa ve eşeği getirip geri ver­mezsen dayak yemeye devam edersin. Neye uğradığı­nı şaşıran hancı, yalvararak:

Aman! Aman! Hepsini çıkarıp vereceğim! Yeter ki, şu lanet sopayı durdur!

Bunun üzerine oğlan:

Eğer, başkalarının mallarını çalmayacağına söz verirsen seni bırakırım, demiş.

Hancı, o kadar çok korkmuş ki hemen söz vermiş, Bunun üzerine çocuk:

Sopam torbaya! diye bağırmış. Hancıyı da bırak­mış.

Ertesi sabah, çocuk sihirli masayı ve eşeği de yanına alarak evine, babasının yanına gitmiş. Terzi, oğlunu tek­rar görünce çok sevinmiş. Yabancı memleketlerde ne­ler öğrendiğini ona da sormuş,

Oğlan:

Torbacı oldum babacığım, demiş.

Babası:

İnce bir sanat, demiş. E, gezip dolaştığın yerlerden ne getirdin bakalım?

Oğlu:

Çok değerli bir şey babacığım, demiş. Torbamda ki sopayı getirdim!

Babası bağırmış:

Ne! Bir sopa mı? Doğrusu boşuna taşımışsın, Böyle bir sopayı hangi ağaçtan istesen kesebilirsin yahu!

Ama bu sihirli bir sopa babacığım, "Sopam çık tor­badan", dedim mi sopa hemen torbadan fırlayıp, bana kötülük etmek isteyenlere cezasını verir. Yere düşüp "aman" diyene kadar da durmaz. Bakın, bu sopa saye­sinde hem sihirli masayı, hem de altın çıkaran eşeği alıp buraya getirdim. Hırsız hancı, bunları kardeşlerimden çalmış. Haydi, onları çağırın! Komşuları ve akrabalarımı­zı da davet edin. Hepsinin karınlarını doyuracağım. Ceplerini altınla dolduracağım! demiş.

İhtiyar terzi, bu sözlere pek inanmamış ama, yine de gidip komşularını ve akrabaları toplamış. Çocuk, odanın ortasına bir bez yaymış. Eşeği içeri getirmiş. Sonra karde­şine demiş ki:

Haydi ağabeyciğim, konuş bakalım eşeğinle!

Değirmenci:

Briklebrit! der demez altınlar bir yağmur gibi, bezin üzerine dökülmeye başlamış, Herkes taşıyacağı kadar altın toplamadan da altınların dökülmesi durmamış. Çocuk gitmiş, küçük masayı da getirmiş:

Ağabeyciğim, haydi konuş masanla!

Marangozun "kurul sofram kurul" demesiyle beraber sofra kuruluvermiş. Üzerinde her çeşit yiyecekten bol bol varmış, Bunun üzerine öyle bir yemek yenmiş ki, o güne kadar terzinin evinde böyle bir ziyafet verilmemişmiş. Bütün davetliler, gece geç vakitlere kadar öyle çok eğ­lenmişler ki. Hepsi neşeli, hepsi çok mutluymuş.

İhtiyar terzi iğnesini, ipliğini ve ütüsünü bir dolaba kaldırıp kilitlemiş. O günden sonra da üç oğlu ile birlikte mutlu ve rahat yaşamış.

Terzinin, üç oğlunu da kovmasına neden olan keçi­ye, ne olduğunu merak ediyorsanız durun, size onu da anlatayım:

Yaşlı terzinin, yalan­cı keçinin başını ceza olarak tıraş ettiğini hatırlıyorsunuz değil mi? Keçi, bu halde ortalıkta dolaşmak­tan utanmış. Gitmiş,

bir tilkinin inine girmiş. Tilki, inine döndüğünde karanlıkta iki kocaman gözün parladığını görmüş, çok korkmuş; oradan hemen kaçmış. Yolda ayıya rastlamış, Tilkinin bir şeyden korktuğu, yüzünden belli oluyormuş,

Ayı:

Ne oldu sana tilki kardeş? Bu ne hal böyle? Tilki:

Ah sorma, inimde korkunç bir hayvan var. Alev gi­bi gözleriyle bana öyle bir bakış baktı ki!

Ayı:

Onu şimdi kovarız ininden; merak etme, demiş. Ayı, tilkinin inine gitmiş, içeri bakmış. Alev alev parlayan bu gözleri görünce o da çok korkmuş.

Bu korkunç hayvan, beni ilgilendirmiyor! Başının çaresine bak! diye arkasına bile bakmadan kaçmış. Yolda karşısına arı çıkmış. Arı, ayının yüzünden bir şeyler

olduğunu anlamış.

Ayı, neler oluyor? Hep neşeli olan yüzün neden asık? demiş,

Ayı:

E, söylemesi kolay tabii. Tilkinin ininde korkunç bir yabani hayvan var, Onu oradan çıkaramadık.

Arı:

Yazıklar olsun sana. Şu kocaman gövdene rağ­men hala korkuyorsun. Bak şimdi ben, şu ufak tefek ha­limle o yabani hayvanı kaçırayım da görün.

Bunları söyledikten sonra uçarak tilkinin inine varmış. Keçinin tıraşlı, dazlak kafasına konmuş. Öyle bir sokmuş ki, keçi: "Me, Me, Me..." diye bağırarak yerinden fırlamış; deli gibi kaçmaya başlamış. O günden beri de nereler­de olduğunu bilen kimse çıkmamış.

Kırmızı Şapkalı Kız

Bir zamanlar, sevimli mi sevimli küçük bir kız yaşarmış. Herkes onu çok severmiş. Küçük kızın, bir büyükannesi varmış. Büyükannesi, torununu o kadar çok severmiş ki, küçük kızı sevindirmek için ne yapacağını bilemezmiş. Günün birinde, ona kırmızı kadifeden bir şapka hediye etmiş. Bu şapka küçük kıza çok yakışmış. Küçük kız, şap­kayı başından hiç çıkarmaz, başka bir şapka da giymek istemezmiş. Bu yüzden küçük kıza "kırmızı şapkalı kız" adı­nı takmışlar.

Annesi, bir gün kırmızı şapkalı kızı yanına çağırmış.

Demiş ki:

Gel kızım, büyükannen çok hasta, Yaptığım şu çö­rekleri, büyükannene götür! Sakın yabancılarla konuş­ma. Oyalanmadan, doğruca büyükannenin evine git. Ona "günaydın" demeyi unutma. Büyükanneni de üz­me sakın,

Kırmızı şapkalı kız:

Tamam anneci­ğim, sen merak etme, demiş. Annesini öpüp, yola çıkmış.

Büyükannesi, köyden yarım saat uzakta bir or­manda yaşıyormuş, Kır­mızı şapkalı kız, ormanda m yürürken karşısına bir kurt çıkmış. Küçük kız, kurdun çok tehlikeli bir hayvan olduğu­nu bilmiyormuş. Bunun için ondan korkmamış.

Kurt:

Günaydın kırmızı şapkalı kız! demiş.

Günaydın kurt!

Sabah sabah nereye gidiyorsun?

Büyükanneme!

Sepetinin içinde ne var küçük kız?

Çörek var. Büyükannem çok hasta. Bunları ona götürüyorum.

Kırmızı şapkalı kız! Büyükannen nerede oturuyor?

Hani, ormanda üç tane meşe ağacı var ya. İşte, onların altında ki evde. Orayı biliyorsun değil mi? Aşağı­sında da ceviz ağaçları var.

Kurt, içinden şöyle düşünmüş: "Bu küçük kızı kolayca kandırabilirim. Kurnazca davranmalıyım. Sonra ikisini de afiyetle yiyebilirim."

Bir süre küçük kızla beraber yürüdükten sonra:

Kırmızı şapkalı kız bak, şu çiçekler ne kadar güzel, Ormanın ne kadar güzel olduğunun farkında değil mi­sin? Kuşların cıvıltılarını duymuyor musun? Bu ne acele? Burası orman; her tarafı eğlence dolu, demiş.

Kırmızı şapkalı kız, başını kaldırmış. Güneşin, yaprak­ların arasından süzülüşünü, çevresinin güzel çiçeklerle dolu olduğunu görünce, kendi kendine:

Şu çiçeklerden bir demet toplayıp, büyükanneme gotürürsem kim bilir ne kadar hoşuna gider? Daha çok erken. Nasıl olsa büyükannemin evine yaklaştım, diye düşünmüş.

Yoldan ayrılıp, ormanın içine dalmış; çiçek toplama­ya koyulmuş. Kız, çiçeklerden birini koparınca az ileride daha güzelini görüyormuş. Büyükannesini mutlu edecek çok güzel bir çiçek demeti yapmak istiyormuş. Böylece farkına varmadan ta ormanın içlerine kadar ilerlemiş.

Bu arada kurnaz kurt, büyükannenin evine varmış. Kapıyı çalmış:

Kim o?

Benim büyükanne, kırmızı şapkalı kız! Sana çörek getirdim, aç kapıyı!

Büyükanne:

Tokmağı çeviriver, halim yok, ayağa kalkamıyo­rum! diye seslenmiş.

Kurt, tokmağı çevirmiş; kapı açılmış, Sesini çıkarma­dan içeri girmiş. Doğru büyükannenin yatağına gitmiş; kadıncağızı yutmuş, Sonra elbiselerini giymiş, başörtüsü­nü örtmüş, yatağına girmiş, cibinliği kapamış.

Bu arada kırmızı şapkalı kız, büyükannesine çiçek toplamaya devam ediyormuş. Bir kucak dolusu çiçek topladıktan sonra, aklına büyükannesi gelmiş. Aceleyle geri dönüp, büyükannesinin evine doğru yola koyulmuş. Eve geldiği zaman, kapıyı açık görünce şaşırmış. Odaya girince de ortalıkta bir gariplik olduğunu görmüş. Ne­dense bugün, eve girince içine bir korku girmiş.

Günaydın büyükanne! Ben geldim! diye seslenmiş. Karşılık alamamış. Yatağa yaklaşıp, yorganın bir ucunu kaldırmış. Büyükannesi yatakta yatıyormuş. Başörtüsünü burnuna kadar çekmiş:

Aman büyükanneciğim, kulakların niçin bu kadar kocaman? diye sormuş, küçük kız.

Sesini daha iyi duymak için, yavrum.

Ya, gözlerin neden bu kadar iri?

Seni daha iyi görmek için yavrum!

Ellerin neden o kadar büyük?

Seni daha iyi kucaklamak için yavrum!

Peki, ya ağzın neden bu kadar kocaman ve böy­le korkunç?

Seni yemek için! der demez yataktan fırlamış, za­vallı kızcağızı yutuvermiş.

Kurt, karnını doyurunca tekrar yatağa uzanmış; uyku­ya dalmış ve horlamaya başlamış. O sırada evin önün­den bir avcı geçiyormuş. Kendi kendine:

İhtiyar kadınca­ğız ne kadar çok horluyor? Dur bir baka-yım. Belki bir şeye ihti­yacı vardır, demiş. Eve girmiş. Yatağın yanına geldiği za­man, içinde yatan kurdu görmüş:

İşte, seni elime geçirdim, koca canavar! Uzun zamandır seni arayıp, duruyordum zaten! demiş.

Av tüfeğini kurda doğrulttuğu sırada, aklına büyü­kanne gelmiş, "Belki de kurt, yaşlı kadını yutmuştur. Onu; beiki de kurtarabilirim." diye kurdu vurmamış. Eline bir makas almış. Uyuyan kurdun karnını yarmaya başlamış. Kurdun karnı açılınca, kırmızı şapkalı kız dışarı fırlamış:

Aman öyle çok korktum ki! Kurdun karnı ne kadar karanlıkmış! demiş.

Arkasından büyükanne de dışarı çıkmış. Fakat ka­dıncağız, neredeyse bayılacakmış.

Kırmızı şapkalı kız, dışarı koşup kocaman taşlar toplamış.Bunları kurdun karnına doldurmuşlar. Kurt, uyanıp onları görünce neye uğradığını şaşırmış. Hemen oradan kaçmaya çalışmış. Ama, karnındaki koca taşlar o kadar ağırmış ki, yere düşüp ölmüş, Kırmızı şapkalı kız, koşup büyükannesinin boynuna sarılmış. Kurtuldukları için çok sevinmişler. Avcıya teşekkür etmişler. Avcı, kurdun deri­sini yüzmüş; alıp evine götürmüş. Büyükanne, kırmızı şap­kalı kızın getirdiği çöreklerden yemiş, su içmiş, kendine gelmiş.

Kırmızı şapkalı kız:

Bundan sonra bir daha annemin sözünden dışarı çıkmayacağım. Doğru yoldan ayrılarak, yalnız başıma ormanların içinde dolaşmayacağım, demiş,

Pamuk Prenses Ve Yedi Cüceler

Soğuk bir kış günüymüş. Kar taneleri gökten yere tüy gibi düşüyormuş. Bir kraliçe, siyah, abanoz çerçeveli bir pencerenin önünde oturmuş, dikiş dikiyormuş. Pencere hafif aralıkmış. Bir ara pencereden dışarı bakarken, par­mağına iğne batmış. Üç damla kan karların üzerine damlamış. Beyaz karların üzerindeki kırmızı damlalar, kraliçenin gözüne çok güzel görünmüş, Kraliçe, aklın­dan şunları geçirmiş: "Ah keşke, böyle kar gibi beyaz, kan gibi kırmızı, abanoz gibi siyah saçlı bir çocuğum ol­saydı." demiş.

Aradan çok geçmemiş; kraliçe, bir kız çocuğu do­ğurmuş, Bu kız kar gibi beyaz, kan gibi al yanaklı ve si­yah saçlıymış. Bu yüzden adını "pamuk prenses" koymuş-lar, Pamuk prenses, doğar doğmaz kraliçe hastalanıp,ölmüş, Aradan bir sene geçmiş. Kral, başka biriyle evi lenmiş, Bu kadın, çok güzelmiş ama kendini çok beğeniyormuş, Kimsenin kendinden daha güzel olmasına da-yanamıyormuş. Kadının, sihirli bir aynası varmış, Karşısına geçip de aynaya bakarak:

Ayna ayna, söyle bana; var mı bu dünyada ben­den daha güzel bir kadın? diye sorunca ayna cevap verirmiş:

Bu dünyadaki, en güzel kadın sizsiniz kraliçe haz­retleri.

Kraliçe, bu sözleri duyunca mutlu olur, içi rahat; edermiş. Çünkü, ay Gel zaman, git za­man.,. Pamuk pren­ses, büyüyüp gelişiyor; gittikçe güzelleşiyormuş. Yedi yaşına girdiğinde kraliçeden bile güzel, ayın on dördü gibi bir kız olmuş. Ka­dın, günün birinde yi­ne aynasına sormuş:

Ayna ayna, söyle bana; var mı bu dünyada benden daha güzeli? Ayna dile gelmiş:

Buranın en güzel kadını sizsiniz kraliçe hazretleri, ama pamuk prenses sizden bin kat daha güzel.

Kraliçe, bunu duyunca şaşırmış; kıskançlıktan yüzü sapsarı kesilmiş. O günden sonra pamuk prensesi, ne za­man görse kıskanırmış. Küçük kızdan, öylesine nefret et­meye başlamış ki; kıskançlıkla, kendini beğenmişlik, bir yabani ot gibi yüreğinde büyümüş, büyümüş. Artık ge­celeri uyuyamıyor, gündüz ise huzursuz bir şekilde dolanıyormuş, Kıskanç kraliçenin aklına, çok kötü bir plan gelmiş, Bunun üzerine bir avcıyı, yanına çağırtmış ve ona:

Pamuk prensesi, ormana götürüp, orada öldüre­ceksin, Ciğerlerini de bana getireceksin, demiş,

Avcı, küçük kızı alıp, ormana götürmüş, Pamuk prensesin kalbini, oyup çıkarmak için bıçağını eline alın­ca, kızcağız ağlamaya başlamış:

Avcı amca, ben sana ne kötülük yaptım? Ne olur­sun öldürme beni. Canımı bağışla! Şu ormanda saklanı­rım, bir daha da eve dönmem! diye yalvarmış. Avcı, küçük kıza kıyamamış.

Ona acımış:

Haydi, öyleyse git zavallı çocuk! demiş, Avcı, zaten küçük kızı öldürmeyi hiç istemiyormuş. Ama, kraliçenin emirlerine de karşı geiemezmiş. Bu yüzden, pamuk prensesi serbest bırakınca, rahat bir nefes almış.

Tam bu sırada, oradan geçen bir yavru ceylanı av­lamış; ciğerlerini çıkarmış. Kraliçeye bunları götürmüş. Kraliçe, aşçısına onları tuzlatıp pişirtmiş, sonra da yemiş.

Pamuk prenses, iyi kalpli avcının yanından ayrıldık­tan sonra, koca ormanın içinde yapayalnız kalmış. Çok korkuyormuş. Ne yapacağını, nereye gideceğini bilmi­yormuş. Koşmaya başlamış. Ağaçların ve dikenlerin ara­sından, nereye gittiğini bilmeden sadece koşuyormuş. Koşarken; bir geyiğe, bir yılana ve kocaman bir ayıya rastlamış. Ama ona bir şey yapmamışlar. Çocuk, olan­ca gücüyle akşama kadar koşmuş. Nihayet küçük bir kulübe görmüş; dinlenmek için içeri girmiş. Bu evde her şey o kadar küçük, o kadar sevimli, o kadar temizmiş ki. Kulübenin ortasında, üzerinde bembeyaz örtüsü ile, ye­di tabak olan bir masa duruyormuş. Her tabağın yanın­da minicik kaşıklar, yedi küçük bıçakla çatal, yedi tane de ufacık bardak varmış. Duvarın kenarında yan yana dizili yedi tane de küçük yatak varmış. Yatakların örtüle-i kar gibi beyazmış. Pamuk prenses, hem çok aç, hem de susuz olduğu için her tabaktan bir parça yemek ve skmek alıp yemiş; her bardaktan birer yudum su içmiş, Bütün yemekleri yiyip, bitirmek istemiyormuş. Çok yor­dun olduğu için, küçük yataklardan birine uzanmak işemiş. Fakat, hiçbiri boyuna uymuyormuş. Biri çok uzun, 3iri çok kısa geliyormuş. Yedinci yatak, tam ona göreymiş. İçine girip yatmış ve uykuya dalmış.

Hava kararınca, kulübenin sahipleri evlerine dön­müş. Bunlar yedi cücelermiş. Dağlardan maden çıkarırlarmış. Hepsi lâmbalarını yakmışlar. Küçücük evin içi ay­dınlanınca, içeriye birinin girdiğini hemen anlamışlar. Çünkü evleri bıraktıkları gibi durmuyormuş.

Birincisi:

Sandalyeme kim oturmuş?

İkinci;

Tabağımdan kim yemiş?

Üçüncü:

Ekmeğimden kim koparmış?

Dördüncü:

Sebzemden kim yemiş?

Beşinci:

Çatalımı kim kullanmış?

Altıncı:

Bıçağımla kim kesmiş?

Yedinci:

Bardağımdan kim içmiş? diye telaşla, söyleniyormuş.

Sonra birinci cüce, etrafına bakınmış. Yatağının bo­zulduğunun farkına varmış;

Yatağıma kim girmiş? diye seslenmiş. Diğerleri de koşarak gelmişler. Altısı birden:

Benim yatağımda da biri yatmış! diye bağrışmışlar. Yedinci cüce, yatağında uyuyan pamuk prensesi gör­müş, Arkadaşlarını çağırmış. Hepsi koşup gelmiş; şaşkın­lıkla, pamuk prensesi seyretmeye başlamışlar:

O kadar hoşlarına gitmiş ki, onu uyandırmaya kıya­mamışlar. Yedinci cüce, her yatakta bir saat uyuyarak sabahı etmiş.

Ertesi sabah, Pamuk prenses uyanmış, Yedi cüceleri görünce, birdenbire korkmuş, ama cücelerin ona tatlı tatlı baktığını görünce, bütün korkusu silinmiş,

Adın ne senin? diye sormuşlar. Kız:

Benim adım pamuk prenses, demiş,

Buraya nereden geldin?

Pamuk prenses, başına gelenleri anlatmış. Üvey an­nesinin kendisini öldürtmek istediğini, avcının ona acıdı­ğı için serbest bıraktığını, küçücük evlerini buluncaya kadar bütün gün koştuğunu bir bir anlatmış,

Cüceler:

Zavallı pamuk prenses, sen de bizimle beraber ya­sayabilirsin. Ama, bir şartla: Evimizi temizleyip, yemek piiirirsen, yatakları yaparsan, çamaşır yıkarsan, dikiş dikersen ve yama yaparsan bizim yanımızda kalabilirsin, de­mişler.

Pamuk prenses:

Peki, hepsini seve seve yapacağım, demiş.

Sabah, erkenden cüceler dağlara gider, madende altın ararlarmış, Akşam olunca eve dönerlermiş. O za­man yemekleri hazır olmalıymış. Kız, bütün gün evde tek başına otururmuş. Bunun için iyi kalpli cüceler, ona:

Üvey annenden kendini koru, Senin burada oldu­ğunu, nasıl olsa yakında öğrenir. Hiç kimseyi içeri alma sakın! demişler.

Kraliçe, pamuk prensesin ciğerlerini yediğini sanıp, artık ondan kurtulduğunu düşünüyormuş, Dünyanın en güzel kadını benim, diyor mutlu oluyormuş. Bir gün ay­nasının karşısına geçip:

Ayna ayna söyle bana, Bu dünyanın en güzel ka­dını kim? diye sormuş,

Ayna dile gelmiş:

Buranın en güzel kadını sizsiniz, kraliçe hazretleri, Ama, dağlarda yedi cücelerin yanında yaşayan pa­muk prenses, sizden bin kat daha güzel, demiş,

Kadın, bunu duyunca şaşırmış. Çünkü, aynanın her zaman gerçeklen söylediğini biliyormuş. O zaman avcı­nın kendisini aldattığını, pamuk prensesin sağ olduğunu anlamış. Kızı, öldürmek için yeni bir çare düşünmeye başlamış. Çünkü, bu kız yaşadıkça, ona rahat yokmuş. Nihayet aklına bir fikir gelmiş: Yüzünü boyayıp, ihtiyar bir satıcı kadın kılığına girmiş. Bu kılıkta yedi dağlara, yedi cücelerin yaşadığı yere gitmiş; kapıyı çalmış:

Pamuk prenses, pencereden bakmış:

Günaydın teyzeciğim. Neler satıyorsun bakayım? Kadın:

Çok güzel şeyler. Her renkte kuşaklarım var, demiş. Alaca renkli ipeklerden örülmüş bir kuşak çıkarmış. Pa­muk prenses:

Bu yaşlı kadın zararsız görünüyor, Onu içeri alabili­rim, diye düşünmüş. Kapının sürgüsünü çekmiş; o güzel kuşağı satın almış, Kocakarı:

Aman ne kadar güzel bir kızsın sen yavrum! demiş. Kuşağı beline ben bağlayayım, Pamuk prensesin aklına, bir kötülük gelmemiş. Kadının, kuşağı beline sarmasına izin vermiş. Kocakarı, o kadar çabuk, o kadar sıkı dola­mış ki, Pamuk prenses nefes alamaz olmuş; ölü gibi yere yığılmış. Kötü kalpli kraliçe, kaçıp gitmiş.

Akşam, yedi cüceler eve dönmüşler, Sevgili pamuk Drenseslerini yerde cansız yatarken görünce, akılları maşlarından gitmiş. Kız, sanki ölü gibiymiş; hiç kıpırdamı ormuş, Cüceler, pamuk prensesi kaldırıp, yatağa yatır-nışlar. Etrafına toplanıp, güzel prensesleri için ağlıyorlarnış. Sonra, küçük kızın belindeki kuşağın sımsıkı bağlanmış olduğunu görünce, ortasından kesip açmışlar. Kız, nefes almaya başlamış. Gittikçe canlanıyormuş.

Cüceler, olup bitenleri öğrenince:

O ihtiyar satıcı kadın, kötü kalpii kraliçeden başka biri değildi, demişler. Biz evde yokken sakın bir daha kimseyi içeri alma!

Kıskanç kraliçe, eve döner dönmez aynanın karşısı­na geçip:

Ayna ayna, söyle bana var mı dünyada güzel, benden başka? diye sormuş. Ayna her zamanki gibi:

Buranın en güzel kadını sizsiniz, kraliçe hazretleri. Ama, dağlarda yedi cücelerin yanında yaşayan pa­muk prenses, sizden bin kat daha güzei, demiş,

Kadın, bu sözleri duyunca kıskançlıktan çılgına dön­müş. Çünkü, pamuk prensesin yine ölmediğini anlamış:

Öyle bir şey yapacağım ki, bu sefer asla kurtula­mayacaksın!

Zehirli bir tarak yapmış, Sonra başka bir kocakarı kılı­ğına girmiş. Sonra da yedi dağlara, yedi cücelerin bu­lunduğu yere gitmiş.

Kapıyı çalmış. Pamuk prenses dışarı bakmış:

Haydi yolunuza gidin. Kimseyi içeri alamam. Kocakarı:

Bakman da yasak değil ya? diye zehirli tarağı çı­karıp kıza uzatmış. Tarak o kadar hoşuna gitmiş ki, pa­muk prenses her şeyi unutarak kapıyı açmış. Parayı uza­tınca, kocakarı:

Gel şu saçlarını güzelce tarayayım, demiş. Zavallı Pamuk prensesin aklına bir kötülük gelmemiş, kocakarı­ya güvenmiş. Kadın, daha tarağı saçlarına değdirir değdirmez zehir etkisini göstermiş; kız kendinden geçe­rek yere düşmüş,

Kötü kalpli kraliçe:

Artık senden kurtuldum! demiş, kaçıp gitmiş,

O gün yedi cüceler, eve erken dönmüşler. Pamuk prensesi ölü gibi yerde yatar görünce, ilk akıllarına ge­len şey üvey anne olmuş, Arayıp, zehirli tarağı bulmuş­lar. Saçlarının arasından çıkarır çıkarmaz pamuk pren­ses kendine gelivermiş. O gün olup bitenleri bir bir anlat­mış, Cüceler, kendini üvey annesinden koruması gerek­tiğini, kapıyı kimseye açmamasını bir daha tembih et­mişler küçük kıza,

Kraliçe, eve döner dönmez aynanın karşısına geç­miş:

Ayna ayna, söyle bana var mı dünyada benden daha güzeli? diye sormuş.

Ayna:

Buranın en güzel kadını sizsiniz, kraliçe hazretleri.

Ama, dağlarda yedi cücelerin yanın­da yaşayan pamuk prenses sizder bin kat daha güzel, demiş.

Kadın, aynanın sözlerini du- Jjp yunca, hırsından zangır zangır titremiş, yerlerde tepinmiş:

Hayatım pahasına da ol­sa pamuk prenses mutlaka öl­melidir! diye bağırmış,

Sonra da odasına kapanıp, çok zehirli bir elma yapmış. Bu elma görünüş­te çok güzelmiş. Kabuğunun bir tarafı kırmızı, bir tarafı beyazmış, Bu elmayı kim görse hemen alıp yemek ister­miş. Fakat ondan bir lokma ısıran hemencecik ölürmüş. Kraliçe, yüzünü boyamış; bir köylü kadını kılığına girmiş. Yedi dağlara, yedi cücelerin yaşadığı yere gitmiş. Kapı­yı çalmış. Pamuk prenses başını pencereden çıkarmış:

Kimseyi içeri alamam. Yedi cüceler, sıkı tembih et­ti! demiş,

Köylü kadın:

Peki, öyle olsun, Ama, şu elmaları boşu boşuna kö­ye kadar taşımak istemiyorum. Al bir tanesini de sana vereyim, demiş. Pamuk prenses:

Hayır, hiçbir şey kabul edemem, demiş. Kocakarı:

Zehirlenmekten mi korkuyorsun yoksa? diye sor­muş, Bak işte, ortasından kesiyorum. Kırmızı tarafını sen ye. Ben de beyaz tarafını yiyeyim.

Elma öyle ustalıklı yapılmış ki, yalnız kırmızı tarafı ze-hirliymiş. Pamuk prenses, ışıl ışıl parlayan kırmızı elmaya bakmış, Köylü kadının da bir parçasını yediğini görünce daha fazla dayanamamış; elini dışarı uzatıp zehirli elma­yı almış. Fakat, daha ilk ısırdığı parça ağzındayken ölü gibi yere yıkılıvermiş. Kraliçe, olanları hain bakışlarla sey­retmiş. Sonra bir kahkaha atmış:

Bu sefer cüceler seni tekrar diriltemeyecekler! de­miş,

Kadın eve döner dönmez aynaya sormuş:

Ayna ayna, söyle bana var mı dünyada benden güzeli?

Ayna dile gelmiş:

Bu dünyanın en güzel kadını sizsiniz, kraliçe hazret­leri, demiş.

Bunu duyan kadının, kıskanç yüreğine su serpilmiş ama, kıskançlar ne kadar rahat edebilirlerse o kadar,

Akşam, cüceler eve döndükleri zaman, pamuk prensesi yerde, cansız yatarken görmüşler, Kızcağız öl­müş, nefes almıyormuş. Onu kaldırmışlar. Pamuk prense­si, zehirleyen şeyi bulmak için, etrafı araştırmışlar, Pamuk prensesin kuşağını çözmüşler, saçlarını taramışlar, onu suyla yıkamışlar. Ama, hiçbir işe yara­mamış, Zavallı prenses canlanmamış.

Cüceler, kızı bir tabuta koymuş­lar. Yedisi de etrafına oturmuş. Üç gün, üç gece göz yaşı dökmüşler, ağlamışlar, Kızı gömmek istiyorlarmış ama, kız hâlâ canlı gibi görünüyormuş, Yanaklarının al rengi hala solmamış:

Güzel prensesi bu halde bıraka­mayız, demişler.

Camdan bir tabut yaptırmışlar. Nereden bakıisa içi görünüyormuş. Prensesi, içine yatırmışlar; üzerine altın harflerle hem adını, hem de bir prenses olduğunu yaz­mışlar. Tabutu dağın üzerine koymuşlar, içlerinden biri tabutun yanında nöbet bekliyormuş, Hayvanlar da ge­lir, pamuk prenses için gözyaşı dökerlermiş. Önce bir baykuş gelmiş; sonra bir karga, sonra da bir güvercin. Pamuk prenses uzun, çok uzun zaman tabutun için­de yatmış, ama güzelliği hiç bozulmamış. Görenler uyu­yor sanırlarmış. Çünkü, hâlâ kar gibi beyaz, kan gibi kır­mızı yanaklı ve saçları simsiyah duruyormuş.

Gel zaman, git zaman.., Günün birinde bir prensin yolu bu ormana düşmüş. Geceyi geçirmek için, cücele­rin evine gelmiş, Dağın üzerindeki tabutu, içinde yatan güzel pamuk prensesi görmüş. Altın harflerle tabutun üzerinde yazılan yazıyı okumuş. Cücelere:

Ne isterseniz size veririm, Bu tabutu bana verin! demiş.

Fakat cüceler:

Dünyanın bütün altınlarını verseler, yine de onu vermeyiz, demişler. Oğlan:

Pamuk prensesi görmeden yaşayamam. Ona çok iyi bakarım. Onu bu dünyada her şeyden çok sevece­ğim! diye yalvarmış. Prensin bu sözlerini duyan iyi kalpli cüceler, ona acımışlar; tabutu ona vermişler, Prens, uşaklarının da yardımıyla tabutu alıp, yola çıkmış, Yolda giderlerken, uşakların ayağı bir çalıya takılmış, sendele­mişler. Pamuk prensesin ısırdığı zehirli elma parçası, bu sarsıntıyla boğazından fırlamış. Aradan çok geçmeden de pamuk prenses, kendine gelmiş ve tabutun kapağı­nı açıp, etrafına bakmış:

Ben neredeyim? diye seslenmiş. Prens sevinçle:

Yanımdasın güzel prensesim! demiş, Olup bitenle­ri kıza anlattıktan sonra:

Seni dünyada her şeyden fazla seviyorum. Benim­le evlenip, sonsuza kadar benimle yaşamak ister misin? demiş.

Pamuk prenses, bu teklifi kabul etmiş; prens ile beraber sarayına gitmiş. Düğünleri çok güzel, çok eğlenceli olmuş.

Düğüne, pamuk prensesin hain üvey annesi de davetliymiş. Kadın, en güzel elbiselerini giydikten sonra, aynanın karşısına geçmiş:

Ayna ayna, söyle bana var mı bu dünyada ben­den daha güzeli? diye sormuş.

Ayna dile gelmiş:

Buranın en güzel kadını sizsiniz, kraliçe hazretleri. Ama, genç kraliçe sizden bin kat daha güzel, demiş.

Bunu duyar duymaz hain kraliçenin içine öyle bîr korku girmiş ki, ne yapacağını bilememiş. Önce düğüne gitmek istememiş, ama içi rahat etmemiş, Gidip genç kraliçeyi görmek istiyormuş. İçeri girince pamuk prense­si tanımış. Korkudan ve şaşkınlıktan olduğu yerde dona­kalmış. Kötü kalpli kraliçeyi cezalandırmak için, demir­den terlik yaptırıp, ateşin içinde bekletmişler, Ateşin için­de durmaktan kıpkırmızı olan terlikleri, maşalarla tuta­rak, kadının önüne koymuşlar. Hain kraliçe, terlikleri giy­mek zorunda kalmış. Ayakları yandığı için oradan oraya zıplayan kadın, böylece cezasını bulmuş.

Uyuyan Güzel

Bir varmış, bir yokmuş. Mutlu insanların yaşadığı gü­zel bir ülkenin, bir kralı ve kraliçesi varmış. Birbirlerini çok seviyorlarmış. Onları üzen tek şey, bir çocuklarının olma-masıymış. Bir çocukları olması için, her gün Tann'ya dua ediyorlarmış. Ama, bir türlü çocukları olmuyormuş. Gü­nün birinde kraliçe, sarayın bahçesinde dolaşıyormuş. Yorulunca, bahçedeki gölün kenarında dinlenmek iste­miş. Dalgın dalgın otururken, bir kurbağa gölden çıkıp

anına kadar zıplamış. Kraliçe, bu sevimli kurbağaya gülüm­seyerek bakmış, O sırada kurbağa, dile gelmiş:

Duaların kabul olacak, demiş, Bir yıl sonra bir kız çocu­ğu dünyaya getireceksin!

Kurbağa geldiği gibi, bir zıplayışta göle dalmış, Kraliçe, çok şaşırmış ama kurba­ğanın sözlerine inanmış. Gerçekten de tam bir sene sonra kraliçe, bir kız çocuğu doğurmuş. Bu kız o kadar güzelmiş ki, kral sevincinden ne yapacağını şaşırmış. Bü­yük bir davet vermiş. Bu davete; yalnız akrabalarını, dostların.!, tanıdıklarını çağırmakla kalmamış; ülkesinde­ki, bütün büyücü kadınları da davet etmiş. Büyücüler, on üç kişiymiş; ama onların yemek yiyecekleri altın ta­baklardan on iki tane varmış sadece, Kral, kadınlardan birini davet etmemiş. Davet çok güzel geçmiş, Davetin sonunda büyücü kadınlar, bebeğe sihirli hediyelerini vermişler: biri namus, diğeri güzellik, üçüncüsü zenginlik, kısaca her biri dünyada istenen iyi ve güzel şeyleri ba­ğışlamış. On birinci, duasını bitirir bitirmez, aniden içeriye davet edilmeyen büyücü girmiş, Törene çağırılmadığı için, intikam almaya gelmiş. Kadın, kimsenin yüzüne bi­le bakmadan yüksek sesle:

Prenses on beş yaşına girince eline bir iğne batsın, ölsün! demiş, Başka bir söz söylemeden geri dönmüş, salondan çıkmış. Herkes donakalmış, Duasını henüz yapmamış olan on ikinci büyücü ortaya çıkmış. Büyücü, bu kötü büyüyü tamamen bozamazmış ama, hafiflete-bilirmiş.

On ikinci büyücü:

Prenses ölmesin; yüz yıllık derin bir uykuya dalsın! demiş.

Sevgili kızını, bu büyüden korumak isteyen kral, her tarafa haberciler yollamış; krallık toprakları üzerinde ne kadar iğne varsa hepsinin yakılmasını emretmiş. Yıllar geçtikçe, büyücülerin dilekleri birer birer gerçekleşmiş. Prenses; o kadar güzel, o kadar ahlâklı, güler yüzlü, akıl­lı olmuş ki, onu görenler hayran kalıyormuş.

Gel zaman, git zaman, Prensesin on beş yaşına gir­diği gün kral ve kraliçe, evde yoklarmış. Kız, sarayda yal­nız kalmış. Canı sıkılan prenses, sarayda dolaşmaya başlamış. Canının istediği odaya girip çıkıyormuş. Niha­yet eski bir kuleye gelmiş. Kulenin, dar ve tozlu merdi­venlerinden yukarı çıkarken, "Bu kuleye yıllardır hiç kim­se çıkmamış galiba" diye içinden geçiriyormuş, Merdi­venlerin sonunda, küçük bir kapı varmış. Kapının kilidin­de paslı bir anahtar duruyormuş. Kız, anahtarı çevirince kapı açılıvermiş. Burası küçük bir odaymış ve odanın içinde ihtiyar bir kadın oturuyormuş. Elindeki iğle durma­dan bez dokuyormuş.

Prenses:

Günaydın nineciğim! Ne yapıyorsun orada? de­miş. Kocakarı:

Bez dokuyorum, diye başıyla işaret etmiş.

Kız:

Nineciğim, şu elinde tuttuğun şey de ne? Bakabilir miyim? diye iğneyi almış. O da bez dokumak istemiş ama, daha iğneye dokunur dokunmaz kadının büyüsü tutmuş; iğneyi parmağına batırmış. Kız, odadaki yatağın üzerine düşüvermiş. O andan itibaren prenses, tam yüz yıl sürecek derin bir uykuya dalmış. Bu uyku bütün sara­yı kaplamış. Tam bu sırada saraya dönerek, prensesi arayan kral ve kraliçe de uyuyormuş. Onlarla birlikte bü­tün saray halkı da uyuyormuş. Ahırdaki atlar, avludaki köpekler, damdaki güvercinler, duvardaki sinekler, hat­ta ocakta alev alev yanan ateş de uyuyakalmışlar. Kı­zartmanın cızırtısı kesilmiş. Sakarlık yapan yamağını ko­valayan aşçı, yamağıyla beraber uykuya dalmış, Rüz­gâr dinmiş, Sarayın önündeki ağaçların tek yaprağı bile kımıldamaz olmuş. Sarayın etrafındaki sarmaşıklar, di­kenler büyümüş, büyümüş ve sarayın etrafını kaplamış­lar. Yıllar sonra dışarıdan bakıldığında, koca saray gö­rünmez olmuş, Hattâ, kuledeki bayrak bile,..

Zaman geçtikçe uyuyan güzelin hikayesi, dilden di­le dolaşmaya başlamış. Anlatılanları dinleyen diğer ül­kelerin prensleri, saraya girip prensesi kurtarıp, onunla evlenmek istemişler, Fakat hiçbiri bunu başaramamış.

Çünkü bu dikenler, zamanla o kadar sık ve keskin ol­muşlar ki, oraya girmeye çalışan bir daha çıkamıyor-muş. Delikanlılar burada takılı kalmışlar, kendilerini kurta-ramamışlar. Aradan uzun yıllar geçmiş. Günün birinde, o ülkeye çok yakışıklı bir prens gelmiş. İhtiyar bir adam, dikenli çit hakkında bir hikaye anlatıyormuş. Adamı merakla dinlemiş.

Adam:

Çitlerin arkasında bir saray var. Çok güzel bir kız, yüz yıldan beri sarayda uyuyor, Onunla birlikte kral, kra­liçe ve bütün saray halkı da uyuyorlar. Büyükbabamın anlattığına göre, eskiden buraya birçok prens gelmiş. Dikenli çitten geçmek istemişler. Fakat takılıp kalmışlar, ilerleyememişler. Bir daha da geri dönmemişler, demiş. Anlatılanları sessizce dinleyen delikanlı:

Ben korkmam, gidip uyuyan güzeli göreceğim! demiş, İyi kalpli ihtiyar, prense gitmemesi için yalvarmış, Ama prens kararlıymış. İhtiyarı dinlememiş. O sırada yüz yıl ge­çip, uyuyan güzelin uyanma zamanı yaklaşıyormuş. Prens, dikenli çite yaklaşınca, birdenbire kocaman, ren­garenk, güzel çiçeklere dönüşüp, kendiliklerinden iki ya­na açılmışlar. Prens, rahatça içeri girmiş. Arkasından tekrar kapanmışlar, eskisi gibi diken olmuşlar.

Sarayın avlusunda serilip yatan atları, renk renk av köpeklerini, küçük başlarını kanatlarının altına sokmuş çatıdaki güvercinleri, duvardaki sinekleri saray aşçısını, yukarıda tahtlarında uyuyan kral ve kraliçeyi görmüş. Prens, biraz daha ilerlemiş. Koca saraydan tek ses çıkmı-yormuş. Nihayet kuleye varmış. Kızın uyuduğu küçük odanın kapısını açmış. Kız, burada yatıyormuş. O kadar güzelmiş ki, oğlan gözünü kızdan ayıramamış, eğilmiş kı­zı öpmüş. Dudağı kızın yüzüne dokunur dokunmaz uyu­yan güzel gözlerini açmış ve prense gülümseyerek bak­mış. İkisi birlikte aşağı inmişler, Kralla kraliçe, bütün saray halkı birdenbire uyanmış. Birbirlerine şaşkın şaşkın bakıyorlarmış.

Avludaki atlar, ayağa kalkarak silkinmişler, Av kö­pekleri, yerlerinden fırlayıp kuyruklarını sallamışlar. Dam­daki güvercinler, başlarını kanatlarının altından çıkar­mışlar, etraflarına bakıp, kırlara uçmuşlar. Duvarlardaki sinekler uçuşmaya başlamışlar. Ocaktaki ateş yeniden parlamış, yemeği pişirmiş, Kızartma tekrar cızırdamaya başlamış. Aşçı, yamağına öyle bir tokat atmış ki, oğlan bar bar bağırmış. Hizmetçi kız, tavuğun tüylerini temizle­meye devam etmiş. Prens, uyuyan güzel ile evlenmiş, Düğünleri kırk gün, kırk gece sürmüş. Hep beraber ömür­lerinin sonuna kadar mutluluk içinde yaşamışlar,

Bremer Mızıkacıları

Çok uzak bir ülkede, bir adam yaşıyormuş. Adamın bir de eşe­ği varmış, Bu eşek, un çuvalları­nı bıkmadan usanmadan yıllar­ca değirmene taşımış. Fakat yıllar geçtikçe yaşlanmış, artık gücü kalmamış. Hiçbir şey taşıyamaya­cak hale gelmiş. Sahibi, onu boş yere beslemek istemiyormuş. Eskisi gibi ona bakmıyormuş.

Eşek:

Ölmeden önce, özgürce dünyayı dolaşayım bari. Sahibim artık bana eskisi gibi bakmıyor, demiş. Yıllarca yaşadığı ahırdan ayrılmış. Bremen'in yolunu tutmuş. Orada şehir çalgıcılığı yapmaya karar vermiş. Eşek, az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş; bir ağacın altın­da yatan bir av köpeğiyle karşılaşmış, Köpek, nefes nefeseymiş.

Eşek sormuş:

Ne oldu sana böyle? Köpek:

Sorma, ihtiyarladım. Günden güne kuvvetten dü­şüyorum. Avda koşamıyorum, diye sahibim beni öldür­mek istedi. Ben de kaçıp kurtuldum. Bundan sonra kar­nımı nasıl doyuracağım bilmem?

Eşek:

Ben Bremen'e gidiyorum, Şehir çalgıcısı olacağım. Benimle gel, sen de bandoya gir! Ben lavta çalarım, sen de davul.

Bu teklif, köpeğin hoşuna gitmiş; birlikte yola çıkmış­lar. Aradan uzun zaman geçmemiş. Yolun kenarında bir kedi görmüşler. Kedinin suratından düşen bin parçay-mış.

Eşek:

Ne o? İşlerin yolunda gitmedi mi yoksa, ihtiyar ke­di? demiş.

Başıma gelenlerden sonra nasıl neşeli olayım? Ar­tık yaşım ilerledi, Farelerin peşinde koşacak gücüm kal­madı. Sobanın arkasında oturup pinekliyorum, Bu yüz­den hanımım beni suya atıp boğmak istedi. Elinden zor kurtuldum. Şimdi ben nereye gideyim?

Bizimle beraber gel. Müzikten anladığın belli olu­yor. Oraya varınca şehir mızıkacısı olursun.

Kedi, sevinçle kabul edip, onlarla beraber yola çık­mış.

Bu üç kaçak, bir çiftliğin önünden geçerlerken çitin üstünde, ciyak ciyak öten bir horoz görmüşler.

Eşek:

Neden böyle acı acı ötüp duruyorsun. Neyin var kuzum? demiş,

Horoz:

Hanımıma, havanın güzel olacağını haber verdim. Bugün, sevgili kocasının gömleğini yıkamıştı. Onu kurut­mak istiyor. Ama, yarın pazar; misafirleri gelecek. Onun için hanımım, hiç acımadan aşçı kadına söyledi. Yarın misafirlerine benim çorbamı ikram edecekmiş. Nasıl ol­sa bu akşam kellem uçacak. Bari ben de gırtlağım yırtılıncaya kadar bağırayım, demiş.

Eşek:

Zavallı, öyleyse bizimle gel daha iyi. Biz Bremen'e gidiyoruz, Sesin güzel; hep beraber çalıp, söylersek her­kesin hoşuna gider.

Horoz, bu teklifi beğenmiş. Dördü birlikte yola çıkmış­lar.

Akşam olunca bir ormana gelmişler; geceyi burada geçirmeye karar vermişler. Eşek ve köpek, büyük bir ağacın altına uzanmış. Kedi ile horoz, ağacın dallarına

çıkmış. Ama horoz en tepedeki k dalları daha güvenli bulmuş, oraya tünemiş. Horoz, uyku­ya dalmadan önce bir kere daha etrafına bakınmış. Uzakta bir ışık görür gibi ol-BBİ muş. Arkadaşlarına seslen­il mîş:

Hey, ilende ışık görüyo­rum, yakınlarda bir ev var! demiş.

Eşek:

O halde kalkalım, hemen oraya gidelim. Burada rahat uyuyamayız, demiş.

Köpek orada birkaç parça kemik, biraz et bulabile­ceğini düşünmüş, Hep beraber ışığın olduğu tarafa doğru yola koyulmuşlar, Yaklaştıkça ışığın parıltısı artmış.

Bu evde bir hırsız çetesi saklaniyormuş, İçlerinde en irisi eşek olduğu için pencereye o yaklaşmış, içeriye bakmış.

Horoz sormuş:

Neler görüyorsun eşek kardeş? Eşek:

Neler görüyorum neler! demiş. Bir sofra ki, tam ağzımıza layık. Üstünde her türlü yiyecek, içecek var. Hay­dutlar oturmuş, keyif çatıyorlar.

Horoz:

Ay, dayanamayacağım! demiş. Eşek:

Ah sorma birader, demiş. Şu sofranın başında biz olsaydık ne olurdu sanki?

Toplanıp, haydutları buradan nasıl kaçıracaklarını düşünmeye başlamışlar. Her kafadan bir ses çıkıyormuş. Nihayet bir çare bulmuşlar:

Eşek, ön ayaklarını kaldırıp pencereye dayamış. Kö­pek, eşeğin sırtına çıkmış. Kedi, köpeğin üstüne tırmanmış,

Horoz da uçarak, köpeğin tepesine konmuş. Sonra da hep bir ağızdan şarkı söylemeye başlamışlar:

Eşek anırmış, köpek havlamış, kedi miyaviamış, ho­roz da ötmüş. Ardından da paldır küldür pencereden içeri dalıvermişier,

Haydutlar, bu korkunç sesleri duyunca oldukları yer­de havaya fırlamışlar. İçeriye bir canavarın girdiğini san­mışlar. Zor bela kendilerini evden dışarı atıp, ormana doğru kaçmaya başlamışlar.

Dört ahbap, sofranın başına kurulup haydutlardan kalan bütün yiyecekleri silip, süpürmüşler, Dört çalgıcı, yemeklerini yedikten sonra, ışığı söndürmüşler, Herkes kendi keyfine göre rahat edebileceği bir yer aramış; Eşek, gübrelerin üzerine uzanmış, köpek, kapı arkasına, kedi ocakta sıcak külün yanına, horoz da bir tüneğin üs­tüne,

Çok yorgun oldukları için, hepsi uykuya dalmış. Va­kit gece yarısını geçmiş, Haydutlar, evin biraz ilerisinde bekliyorlarmış. Işık söndükten sonra, sesler de kesilince elebaşıları:

Boş bulunup, korkaklar gibi kaçtık, demiş.

İçlerinden birini kontrol etmesi için eve göndermiş, Eve bakmaya giden adam, önce bekleyip etrafı dinle­miş. Hiç ses çıkmıyormuş, Çok karanlıkmış. Hiçbir şey -remiyormuş. Mutfağa girip, lâmbayı yakmak istemiş. Ke­dinin, partayan gözlerini ocakta kalan ateş sanmış. Bir kibritle ocağı tutuşturmak istemiş. Ama kedi, hemen adamın suratına atılmış, tırmık içinde bırakmış.

Haydudun korkudan ödü patlamış, arka kapıdan fır­layıp kaçmak istemiş ama, oracıkta yatan köpek, üstü­ne saldırmış ve bacağını ısırmış. Adam, avludan kaçar­ken eşek de arka bacaklarıyla hatırı sayılır bir çifte sa-vurmuş, Bu gürültülere uyanan horoz da:

Üüüürü üüü... diye avazı çıktığı kadar ötmeye baş­lamış, Haydut can havliyle dışarı fırlamış. Koşarak arka­daşlarının yanına gelmiş. Nefes nefeseymiş. Korkudan zorlukla konuşarak;

Sormayın, evde korkunç bir cadı var. Suratıma doğru tısladı, uzun tırnaklarıyla yüzümü gözümü tırmala­dı. Kapının önünde bir herif duruyordu, Elinde bir bıçak vardı. Bacağıma sapladı. Avluda bekleyen biri, beni meşe sopasıyla patakladı. Damda da elebaşıları oturu­yordu: "Getirin şu haydudu bana!" diye bas bas bağırı­yordu.

Zor kaçıp kurtuldum ellerinden, demiş. Arkadaşları­nın anlattıklarından çok korkan haydutlar, bir daha o eve girmeye cesaret edememişler, Oradan uzaklaşıp gitmişler. Bu güzel ev de Bremen mızıkacılarına kalmış, Bu evde sonsuza kadar hep birlikte, mutlu yaşamışlar.

Yedi Karga

Bir adamın, yedi tane oğlu var­mış. O kadar çok istemesine rağ­men bir kızı olmamış, Günün birinde karısı, ona bir müjde vermiş: Hamile ol­duğunu söylemiş. Çocuk dünyaya gel­miş. Bu seferki kızmış, Buna çok sevin­mişler ama, çocuk pek cılız, pek ufa­cık bir şeymiş. Bu yüzden de evde vaftiz etmek zorunda kalmışlar. Adam, vaftiz suyu getirmesi için, oğullarından birini kuyuya yollamış. Diğer altı oğlan da onun peşinden gitmişler. Suyu önce kimin dolduracağı konusunda aralarında tartışırken, testiyi ku­yuya düşürmüşler. Çocuklar, babalarının kızacağından korkmuşlar; ne yapacaklarını şaşırmışlar. Hiçbiri eve dönmeye cesaret edememiş.

Oğullarının hâlâ dönmediklerini gören babalan: - Ah yaramazlar, gene oyuna daldılar! demiş,

Kızının vaftiz yapılmadan öleceğinden korkuyormuş. Canı çok sıkılmış:

İnşallah, hepiniz karga olursunuz! diye beddua et­miş. Daha sözünü bitirmeden başının üstünde bir hışırtı duymuş. Havaya bakmış; kömür gibi kara, yedi tane karganın uçup gittiğini görmüş. Anne ve baba, bu bed­duayı bir daha geri alamamışlar. Oğullarının yedisini de kaybettiklerine çok üzülüyorlarmış. Bütün sevgilerini biricik kızlarına vermişler, onunla bir parça olsun avunmuşlar.

Kız, çok geçmeden kendini toplamış, gün geçtikçe güzelleşmiş ama, başka kardeşleri de olduğunu bilmi­yormuş. Annesi ve babası, bunu ondan saklamışlar. Kız, günün birinde, komşularının kendisinden bahsettiklerini duymuş. Diyorlarmış ki:

Kız güzel ama, yedi ağabeysinin başlarına gelen felâket onun yüzünden oldu,

Bunları duyunca kız çok üzülmüş. Koşarak eve git­miş. Anne ve babasına, sormuş:

Benim ağabeylerim var mıydı? Onlara ne oldu? demiş.

Ana ve babası, bu sırrı daha fazla saklayamayacak-larını anlamışlar, Onun bir suçunun olmadığını anlatmış­lar, Ama kızcağızın içine kurt düşmüş bir kez. Kardeşleri­ni kurtarmayı kafasına koymuş, Öğrendiklerinden sonra bir şey yapmadan duramazmış. Nihayet bir gün, gizlice yola çıkmış. Ağabeylerinin izini bulmaya, ne pahasına olursa olsun onları kurtarmaya karar vermiş.

Evden çıkarken, anne ve babasını unutmamak için bir yüzük, karnım acıkırsa yerim diye bir dilim ekmek, su­sarsam içerim diye bir testi su, yorulursam otururum diye de bir sandalye almış.

Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş, Nihayet dünyanın öbür ucuna, güneşin yanına varmış, Ama gü­neş çok sıcakmış, Dayanılır gibi değilmiş, Hem de küçük çocukları yermiş. Kız, hemen buradan kaçmış; doğru aya gitmiş, Ay da çok soğukmuş. Hem de kötü huyluy-muş,

Küçük kızın orada olduğunu anlayınca:

Burnuma insan kokusu geliyor! diye bağırmaya başlamış.

Kız, oradan da çabucak kaçmış; yıldızlara gitmiş. Yıl­dızlar, küçük kıza çok iyi davranmışlar. Her yıldız, ayrı bir sandalyede oturuyormuş. Seher yıldızı, ayağa kalkmış ve ona bir aşık kemiği vermiş:

Bu kemik, sırça sarayın anahtarıdır. Kardeşlerin, orada yaşıyor, demiş.

Kız, bu küçük kemiği almış ve bir mendile sarıp, yola çıkmış, Yürümüş, yürümüş sırça saraya varmış, Büyük ka­pı kilitliymiş. Kız, aşık kemiğini çıkarmak için mendili aç­mış. Bir de ne görsün? Mendil bomboş değil mi? Kız, iyi kalpli yıldızın hediyesini kaybetmiş. Şimdi ne yapacak? Üzüntüsünden ağlamaya başlamış. Kızcağız, ağabeylerini kurtarmak istiyormuş. Bir bıçak almış. Küçük parma­ğını kesmiş ve kapıya sokmuş. Kapı açılıvermiş.

Kız, içeri girince karşısına çıkan cüce:

Yavrum, ne arıyorsun burada? Kız:

Ağabeylerimi, yedi kargaları arıyorum! Cüce:

Yedi kargalar evde değiller. Onlar dönünceye ka­dar beklemek istersen, buyur gir içeriye,

Bunun üzerine cüce yedi tabak, yedi bardak, içinde kargaların yemeklerini içeri getirmiş. Küçük kız, her ta­baktan birer lokma yemiş, her bardaktan birer yudum içmiş. Sonuncu bardağın içine de yüzüğü koymuş.

Birdenbire havada bir ses, bir kanat hışırtısı duymuş. Cüce:

Yedi kargalar eve geliyor, demiş,

Kargalar içeriye girmişler, Karınları çok acıkmış. Ta­baklarını, bardaklarını görünce arka arkaya söylenme­ye başlamışlar:

Tabağımdan kim yemiş?

Bardağımdan kim içmiş?

Buna bir insan ağzı değmiş!

Yedinci karga, bardakta ki suyu içerken ağzına yü­zük gelmiş. Annesinin yüzüğünü tanımış;

İnşallah, kız kardeşimiz buraya gelmiştir. Öyleyse kurtulduk sayılır! demiş.

Kapının arkasında durup bu sözleri işiten kız, meyda­na çıkmış. Tam bu sırada yedi karga, tekrar insan olmuş, Sarmaş dolaş olmuşlar. Hep birlikte evlerinin yolunu tut­muşlar.

Holle Kadın

Dul bir kadının iki kızı varmış, Biri hem güzel, hem de çalışkanmış, Öteki ise hem çirkin, hem de tembelmiş. Ama, kendi öz kızı olduğu için tembelti daha çok severmiş. Evdeki ütün işleri güzel kıza yaptırır­mış. Zavallı kızcağız, her gün bir kuyunun başında otu­rup, bez dokurmuş. Hem de o Kadar fazla çalışırmış

ki, parmakları konarmış.

Günün birinde, iplik sardığı makara kan içinde W kalmış. Kız, kuyuya eğilerek makarayı yıkamak istemiş. Fakat, makara elinden kayıp kuyuya düşmüş. Kızcağız, ağlayarak üvey annesine koş­muş. Başına gelen kazayı anlatmış, Kadın, çocuğu ada­makıllı azarlamış, sonra da hiç acımadan:

O makarayı kuyuya nasıl düşürdüysen, öyle de çı­karacaksın. Sonra karışmam ha! diye bağırmış.

Bunun üzerine kız, kuyunun başına dönmüş. Ne ya­pacağını bilmiyormuş. Makarayı almak için "ne olursa olsun" diye kuyuya atlamış. Atlamış ama aklı başında değilmiş. Az sonra uyandığı zaman, kendisini güzel bir çayırlıkta bulmuş.

Rengarenk binlerce çiçekle dolu, yumuşacık bir ha­lı gibiymiş çimenler. Güneşte pırıl pırıl parlayıp, içini ısıtıyormuş. Kalkıp yürümeye başlamış, Yolda karşısına bir fı­rın çıkmış. Fırının içi ekmekle doluymuş. Ekmek, kıza ses­lenmiş:

Ne olursun beni fırından çıkar, beni fırından çıkar; yoksa yanacağım; çoktan piştim ben!

Kız, fırına koşup ekmeklerin hepsini kürekle birer birer dışarı çıkarmış. Sonra yoiuna devam etmiş, Karşısına bir ağaç çıkmış, Ağacın üzerinde kırmızı elmalar sallanıyor-muş. Ağaç, kıza seslenmiş:

Beni silkele, beni silkele. Biz elmalar hep olduk!

Kız, ağacı sallamış; elmalar, yağmur taneleri gibi yere dökülmüşler. Kız, ağacın üzerinde hiç elma kalmayınca-ya kadar silkelemiş, Sonra elmaları bir araya toplayarak koca bir yığın yapmış, yoluna devam etmiş.

Nihayet küçük bir eve varmış. Pencereden, bir ko­cakarı bakıyormuş. Kadının dişlen çok büyükmüş. Kız, kocakarıyı görünce çok korkmuş. Oradan kaçmak istemiş. Fakat ihtiyar kadın, arkasından seslenmiş:

Güzel kız! Neden korkuyorsun? Gel burada kal; ev­deki bütün işleri doğru yaparsan sana bir fenalığım dokunmaz. En çok dikkat etmen gereken şey yatağımı gü­zelce düzeltmek, iyice silkelemektir. Silkelediğinde, yatağın içindeki kuş tüyleri uçar. İşte o zaman yeryüzüne kar yağar. Benim adım Holle kadındır.

Kocakarı, böyle tatlı tatlı konuşunca kızın korkusu gitmiş; orada kalmaya karar vermiş. İçeri girerek işe başlamış. Bütün işleri seve seve yapıyormuş. Yatağı, her za­man o kadar kuvvetle silkeliyormuş ki, tüyler kar tanele­ri gibi uçuyormuş. Bu yüzden yaşlı kadının evinde çok mutluymuş. Hiç kötü söz işitmiyor, her gün istediği kadar yemek yiyormuş. Küçük kız, uzun bir süre Holle Kadın'ın yanında kalmış. Ama, daima içinde bir üzüntü duyuyor, bunun sebebini bilmiyormuş. Sonunda evini özlediğini anlamış. Holle Kadın'ın yanında çok daha rahatmış ama, o yine de evine dönmek istiyormuş. Bir gün, daya­namamış. Kocakarıya, demiş ki:

Evimi çok özledim. Burada, yerin altında geçen hayatım çok iyi, ama artık daha fazla kalamayacağım. Tekrar yukarıya dönmek istiyorum,

Holle Kadın:

Evine dönmek isteyişin hoşuma gitti, Bugüne kadar bana çok iyi hizmet ettiğin için, seni kendi elimle yukarı çı­karacağım, demiş.

Kızı, elinden tutmuş; büyük bir kapıya doğru götür­müş. Kapı açılmış. Kız, tam kapının altına geldiği zaman kuvvetli bir altın yağmuru başlamış. Kapıyla annesinin evi arasında çok az bir mesafe varmış. Kız, evin bahçe­sine girdiği zaman horoz kuyunun üzerine çıkmış, ötme­ye başlamış: altından küçük kızımız yine geldi!

Kız, eve gidip annesine koşmuş. Her tarafı altınla kaplı olduğu için onu hem annesi, hem üvey kız kardeşi güler yüzle karşılamışlar.

Kız, başına gelenleri bir bir anlatmış. Annesi, bu altınların nereden geldiğini duyunca çirkin, tembel kızı­nın da bu altınlara sahip ol­masını istemiş. Üvey karde­şi de kuyunun başına otura­rak bez dokumaya başlamış. Makarasına kan bulaşması için, parmağına iğne batırmış. Elini dikenli çitlere sürmüş. Sonra makarayı kuyuya atmış. Arkasından da kendisi atlamış. O da kendini bir çayırda bulmuş. Aynı yoldan yürüme­ye başlamış. Fırına vardığı zaman ekmek yine bağırmış:

Ne olursun beni dışarı çıkar, beni dışarı çıkar! Yok­sa yanacağım. Çoktan piştim benî Fakat tembel kız:

Doğrusu üstümü başımı kirletemem! demiş, yoluna devam etmiş. Az sonra elma ağacının yanına varmış. Ağaç, seslenmiş:

Ne olursun, beni sükele! Beni silkele! Biz elmalar ar­tık olduk!

Kız:

Ya, çok bilmişsin. Seni silkeleyeyim de kafama el­malar düşsün değil mi? demiş, Holle Kadının evine var­dığı zaman hiç korkmamış. Çünkü, onun koca dişlerini kız kardeşi ona anlatmış. Hemen, kadının evinde çalış­maya başlamış. İlk gün, çok çalışmış. Holle Kadının her , dediğini yapmış. Kocakarının, kendisine vereceği altın­ları düşünüyormuş. Fakat ikinci gün tembelliğe, işleri ba­şından savmaya başlamış. Üçüncü gün, bu tembellik bir kat daha artmış. Sabahları kalkmak istemiyormuş. Tem­bel kız. Holle Kadın'ın yatağını da düzeltmiyormuş. Bu yüzden, tüyler de uçuşmuyormuş. Çok geçmeden bu durum Holle Kadın'ı kızdırmış. Kızı, işten çıkarmış.

Tembei kız, buna seviniyormuş, Holle Kadın, onu da büyük kapıya kadar götürmüş. Fakat kız, kapının altına gelince altın yerine kocaman bir kazan dolusu zift ba­şından aşağı boşalmış. Holle Kadın:

İşte, bu da senin hizmetlerinin mükâfatı! demiş. Ka­pıyı kapamış. Tembel kız , eve dönmüş. Her tarafı zifte bulanmış. Yine kuyunun başında duran horoz kızı görünce:

Ö ö ö, pasaklı küçük bayanımız yine geldi! diye öt­meye başlamış, Zift, ömrü boyunca kızın üzerinde kalmış.

Kurt Ve Yedi Oğlak

İhtiyar bir keçinin yedi tane yavrusu varmış, Yavrula­rını öyle çok severmiş ki, onlar için canını bile verirmiş. Günün birinde, yavrularına yiyecek bulmak için ormana gitmesi gerekmiş. Gitmeden önce yavrularını etrafına toplamış:

Sevgili çocuklarım, ben ormana gidiyorum. Ben yokken, kendinizi kurttan korumalısınız, Eğer kurt eve gi­rerse, hepinizi kıtır kıtır yer. Çok kurnazdır. Sizi kandırmak için türlü kılıklara girer ama, onu kaba sesinden ve kap­kara ayaklarından hemen tanıyabilirsiniz, demiş.

Küçük oğlaklar:

Sevgili annemiz, gözün arkada kalmasın. Güle gü­le git, güle güle gel, Biz kendimizi koruruz, demişler. Keçi, yavrularıyla vedalaşıp, yola çıkmış.

Küçük oğlaklar, aralarında oyun oynarken, kapı ça­lınmış:

Sevgili çocuklar, kapıyı açın bakayım. Anneniz gel­di, hepinize yiyecek getirdim.

Fakat oğlaklar, kurdun kalın sesini tanımışlar; içer­den seslenmişler:

Sen annemiz değilsin. Onun sesi hem ince, hem de tatlıdır. Senin sesin kalın. Sen kurtsun!

Bunun üzerine kurt bir dükkâna gitmiş, büyük bir te­beşir parçası satın almış. Onu yemiş, sesini inceltmiş. Sonra geri dönerek tekrar kapıyı çalmış:

Sevgili çocuklar, kapıyı açın, anneniz geldi; size çok güzel hediyeler getirdim, demiş,

Oğlaklar, koşup pencereden dışarıya bakmışlar. Kurdun, pencereye dayadığı kapkara ayaklarını görmüşler. Oğlaklar bağırmışlar:

Sana kapıyı açmayız, Annemizin ayakları seninki gibi kara değil. Sen kurtsun!

Kurt yine geri dönmüş, Bir fırıncıya gitmiş:

Ayağımı bir taşa çarptım, demiş; üzerine biraz ha­mur sürer misin?

Fırıncı kurdun ayaklarına hamuru sürmüş, Kurt bu se­fer değirmenciye koşmuş:

Ayaklanma bir parça un serper misiniz? demiş, Değirmenci kendi kendine:

Kurt, yine birini aldatmak istiyor, demiş. Unu ver­mek istememiş. Fakat kurt:

Dediğimi yapmazsan seni yerim! diye bağırınca değirmenci korkmuş, hemen bir avuç un alarak kurdun ayaklarına serpmiş.

Bunun üzerine hain kurt, üçüncü defa eve gitmiş, kapıyı çalmış:

Sevgili çocuklar, kapıyı açın; anneniz geldi, hepini­ze ormandan bir şeyler getirdim,

Oğlaklar bağrışmışlar:

Önce ayaklarını göster de annemiz olup olmadığı­nı anlayalım! demişler,

Kurt ayaklarını pencereye dayamış, Oğlaklar, kurdun beyaz ayaklarını görünce inanıp, kapıyı açmışlar. Bir de ne görsünler? Bu giren kurt değil mi? Oğlaklar ne yapa­caklarını şaşırmışlar, saklanacak yer aramışlar. Biri, ma­sanın altına kaçmış. İkincisi, yatağa sokulmuş. Üçüncü­sü, sobanın içine girmiş. Dördüncüsü, mutfağa saklan­mış, Beşincisi, dolaba girmiş, Altıncısı, çamaşır sepetinin altına saklanmış. Yedincisi de duvar saatinin içine gir­miş. Fakat kurt, vakit kaybetmeden birer birer hepsini yakalayıp yutmaya başlamış, Yalnız saatin içindeki ye­dinciyi bulamamış. Karnı da oldukça doyduğu için onu aramaktan vazgeçmiş, çıkıp gitmiş.

Evin önünde geniş bir çimenlik varmış. Orada, bir ağacın altına sırt üstü yatmış, uyumaya başlamış. Ara­dan çok zaman geçmeden anne keçi eve dönmüş. Bir de ne görsün? Evin kapısı ardına kadar açık! Masa ve sandalyeler devrilmiş. Çamaşır sepeti paramparça ol­muş. Yastıklarla yorganlar yerlere atılmış. Anne keçi, yavrularını aramış; hiçbir yerde bulamamış. Birer birer adlarını çağırmaya başlamış. Hiçbirinden karşılık alama­mış. Nihayet sıra sonuncunun adına gelmiş. O zaman in­ce bir ses duyulmuş:

Duvar saatinin içindeyim, anneciğim!

Keçi, yavrusunu oradan çıkarmış. Küçük oğlak kur­dun gelişini, kardeşlerinin hepsini yediğini anlatmış. An­ne keçi, zavallı yavruları için çok gözyaşı dökmüş, çok üzülmüş, Nihayet bu acı ile dışarı çıkmış, Küçük oğlak da yanındaymış. Çayırlığa vardıkları zaman kurdu, bir ağacm altında uyurken bulmuşlar. Öyle horluyormuş ki, ağacın dalları titriyormuş. Anne keçi, kurdu uzun uzun seyretmiş. Karnında bir şeylerin kıpırdadığını, oradan oraya hareket ettiğini görmüş.

Aman Allah'ım! Yoksa yavrularım hâlâ sağ mı? de­miş.

Anne keçi ve küçük oğlak, bir çare bulmuşlar. Kü­çük oğlak, eve kadar koşa koşa giderek makası, iğne ve ipliği getirmiş. Anne keçi, canavarın karnını yarmış. Daha küçük bir yarık açılır açılmaz oğlaklardan biri, ka­fasını dışarı çıkarmış. Bir parça daha yarınca altısı da ar­ka arkaya fırlayıp çıkmışlar. Hepsi de canlı ve sapasağlammışlar, Meğer kurt, aç gözlülüğü yüzünden onları çiğnemeden yutmuş. Hepsi sevgili annelerinin boynuna sarılmışlar. Sevinçle hoplayıp, sıçramaya başlamışlar. Anne keçi, demiş ki:

Haydi bakalım, şimdi gidin ve taş toplayıp getirin. Uyanmadan şu kötü kalpli kurdun karnına dolduralım.

Yedi oğlak, çabucak taşları bulup getirmişler; kur­dun karnını tıka basa taşlarla doldurmuşlar. Sonra

Anne keçi, hemen kurdun karnını dikmiş. Bu arada kurt hiçbir şey fark etmemiş, uykusundan uyanmamış, Bir süre sonra kurt, uyanmış ve ayağa kalkmış, Karnı taşla dolu olduğu için çok susamış. Bir pınarın başına gidip, su içmek istemiş. Yürürken karnındaki taşlar çarpışmaya, takır tukur sesler çıkarmaya başlamış. Kurt:

Çok garip! Karnımda bir şeyler oluyor. Yuttuğum oğlaklar sanki birer taş olmuş! demiş. Pınar başına varın­ca, suya doğru eğilip içmek istemiş. Fakat, karnındaki taşlar yüzünden suya yuvarlanmış. Boğulup gitmiş. Yedi oğlak, bunu görünce koşa koşa gelmişler:

Kurt öldü! Kurt öldü! diye bağırıp, anneleriyle bera­ber el ele tutuşup, pınarın etrafında hoplayıp dans et­mişler.

Kurbağa Kral

Bir varmış bir yokmuş. Çok eskiden, bir kral yaşarmış. Bu kralın, birbirinden güzel kızları varmış, Ama en küçüğü o kadar güzelmiş ki, gökyüzündeki güneş bile ne zaman bu kızı görse, hayran olurmuş.

Kralın sarayının yakınlarında büyük, karanlık bir or­man varmış. Bu ormandaki yaşlı bir ıhlamur ağacının al­tında, bir kuyu varmış. Havanın çok sıcak olduğu günler­de prenses, ormana gider; bu serin kuyunun başına otu­rurmuş. Canı sıkıldığında oynamak için de yanına bir al­tın top alırmış. Bu topu, havaya atıp tutarmış. Bu, kızın en sevdiği oyunmuş,

Gel zaman, git zaman. Günün birinde prenses, ha­vaya attığı altın topu yakalayamamış, Top, yere çarp­mış ve yuvarlana yuvarlana doğruca kuyuya düşmüş. Prenses, topun arkasından baka kalmış. Top gözden kaybolmuş, Kuyu o kadar derin, o kadar derinmiş ki, di­bi görünmüyormuş. Kız, ağlamaya başlamış. Ağladıkça ağlıyor, bir türlü üzüntüsü geçmiyormuş. Kız, böyle hıçkı-ra hıçkıra ağlarken, biri seslenmiş:

Neyin var, güzel prenses? Öyle acı acı ağlıyorsun ki, kim duysa dayanamazdı hıçkırıklarına.

Kız, sesin nereden geldiğini anlamak için etrafına bakmış; ıslak, çirkin kafasını sudan çıkarmış bir kurbağa görmüş:

Ooo! Sen miydin kurbağa? demiş. Altın topum su­ya düştü de ona ağlıyorum.

Kurbağa:

Artık ağlama! demiş, Ben,topunu kuyudan çıkara­bilirim, ama topu çıkarıp getirirsem bana ne verirsin?

Kız:

Ne istersen sevgili kurbağa, demiş. Elbiselerimi, in­cilerimi, elmaslarımı hattâ basımdaki altın tacı bile veri­rim.

Kurbağa:

Elbiselerini, incilerini, elmaslarını, altın tacını iste­mem. Sadece beni sevmeni ve benimle arkadaş olma­nı istiyorum. Masanda yanında oturup, altın tabağın­dan seninle beraber yemek yememe, bardağından iç­meme ve seninle aynı yatakta uyumama izin verirsen kuyuya iner, altın topunu çıkarırım, demiş. Kız:

Elbette! Topu bana getirirsen istediklerinin hepsi için, söz veriyorum! demiş.

İçirîden de şunları geçirmiş: "Ahmak kurbağanın saçmalıklarına da bak! Kurbağa ile insan, hiç arkadaş olur muymuş?"

Kurbağa, prensesin verdiği sözü du­yunca, kuyuya dalmış. Biraz sonra ağzındaki topla yukarı çıkmış ve topu çayıra fırlatmış.

Prenses, en sevdiği oyun-i cağını tekrar görünce çok sevinmiş. Topu alıp, koşarak evine gitmiş,

Kurbağa arkasından ba­ğırmış:

Bekie, beni de götür! Ben senin gibi koşamam ki!

Fakat kurbağanın, var gücüyle kuvak kuvak diye ba­ğırması hiçbir işe yaramamış, Kız kulak bile asmamış, arkasına bile bakmadan eve koşmuş. Zavallı kurbağayı unutuvernniş. Kurbağacık da tekrar kuyunun dibine inmiş.

Ertesi sabah prenses, bütün ailesiyle birlikte sofrada oturup altın tabağından yemeğini yerken mermer merdivenlerden şırıp şırap, şırıp şırap diye birinin çıktığını duymuşlar. Az sonra, kapı çalınmış:

Küçük prenses, kapıyı aç! diye seslenmiş kapıdaki,

Kız, gelenin kim olduğunu görmek istemiş ve kapıya koşmuş. Kapıyı açar açmaz karşısında kurbağayı gör­müş. Kapıyı hızla kapamış ve sofraya dönüp yerine otur­muş. Korkudan tir tir tiîriyormuş, Kral, kızının çok korktuğunu görünce:

Neden korktun kızım? demiş. Yoksa kapının önünde ki bir dev mi? Seni alıp götürmek mi istiyor? diye sormuş.

Kız:

Hayır, demiş. Bir dev değil; pis bir kurbağa!

Kurbağa senden ne istiyor kızım?

Ah babacığım! Dün, ormanda kuyunun başında oturup oynuyordum, Altın topum suya düştü. Çok ağla­dım. Bu kurbağa, onu çıkarıp bana getirdi. Çok ısrar et­tiği için, ben de onunla arkadaş olacağıma söz verdim. Onun sudan çıkabileceğini hiç ummamıştım. İşte, şimdi dışarıda ve içeri girmek istiyor!

Kurbağa, kapıyı yeniden çalmış ve seslenmiş:

Kralın küçük kızı, aç kapıyı gireyim! Dün, kuyunun başında bana verdiğin sözü yerine getir! Kralın küçük kı­zı, aç kapıyı gireyim!

Bunun üzerine kral:

Verdiğin sözü tutmalısın, demiş, Git, ona kapıyı aç!

Kız, gitmiş ve kapıyı açmış, Kurbağa, zıplayarak içe­ri dalmış. Kızın peşinden masaya kadar gelmiş; orada bekleyip:

Kaldır beni, yanına al! demiş. Prenses, babasının bakışlarını görünce, kurbağayı sandalyeye çıkartmış. Kurbağa, masanın üstüne çıkmak isteyince mecburen onu da yapmış,

Kurbağa, kıza:

Altın tabağını yanaştır, beraber yiyelim demiş.

Kız, mecburen yapmış. Kurbağa , şapur şupur yeme­ğini ye'miş. Fakat, prenses onunla aynı tabaktan yemek­ten iğreniyormuş. Lokmalar kızın boğazına dizilmiş, Kur­bağa, demiş ki:

Karnımı tıka basa doyurdum, yorgunum. Haydi, be­ni odana götür, İpek yatağını düzelt de yatıp uyuyalım,

Prenses, ağlayarak:

Baba! Bu yapış yapış ve ıslak kurbağadan tiksiniyo­rum! Ona dokunmaya bile cesaret edemezken, nasıl olur da bu kurbağayı o güzel ve temiz yatağımda yatı­rabilirim?

Bu sözleri duyan kral, sinirlenmiş:

Başın beladayken sana yardım eden birinden tiksinmemelisin! demiş. Kız, İstemeye istemeye kurbağayı iki parmağıyla tutup, odasına götürmüş; bir köşeye bı­rakmış. Kız, yatağa girince kurbağa da yanına gelmiş:

Yorgunum, demiş. Ben de senin gibi rahat rahat uyumak istiyorum. Beni yatağına al, yoksa gidip baba­na söylerim.

O zaman kız, çok sinirlenmiş. Kurbağayı tutup, bütün gücüyle duvara fırlatmış:

Al sana rahatlık! Seni pis kurbağa seni! demiş.

Fakat kurbağa yere düşer düşmez; çok yakışıklı ve güler yüzlü bir prense dönüşmüş. Yakışıklı prens, kötü kalpli bir cadı tarafından büyülenerek bir kurbağaya çevrildiğini kıza anlatmış, Güzel prensesten başka kim­senin kendisini kuyudan kurtaramayacağını söylemiş, Sabah olunca, birlikte prensin ülkesine gitmeye karar vermişler. Sonra da uyumuşlar.

Ertesi sabah, güneş onları uyandırdığı sırada sekiz be­yaz at koşulu bir araba gelmiş. Atların başlarında beyaz devekuşu tüyleri varmış. Altın zincirlerle arabaya bağlıy-mışlar. Arkada genç prensin uşağı sadık Heinrich duruyor­muş. Efendisi, bir kurbağaya döndüğünden beri sadık Heinrich'in kalbi, acı içindeymiş. Yüreği acıdan, keder­den çatlayıp dağılmasın, diye kalbinin etrafına demirden üç tane çember koydurmuş,

Araba, genç prensi ülkesine geri götürmek için gelmiş. Sadık Heinrich, ikisini de kucaklayıp arabaya yerleştirmiş. Kendisi de arkaya oturmuş. Prensi sağ salim gördüğü için çok mutluymuş. Yolculukları sırasında Prens, arkasında bir çatırtı duymuş; sanki bir şey parça-lanıyormuş. Bunun üzerine arkasına dönüp seslenmiş:

Heinrich, araba mı kırıldı? Bir baksana!

Merak etmeyin sevgili prensim, sakın korkmayın! Siz, kuyunun dibinde iğrenç bir kurbağa olarak yaşar­ken, dayanılmaz acılarla kıvranırken kaibim; yüreğime sardığım çemberlerden biriydi bu kırılan!

Yolda ilerlerlerken bu çatırtı bir daha, bir daha ol­muş. Her defasında prens, araba kırıldı sanmış. Halbuki bunlar, sadık Heinrich'in yüreğindeki çemberlerin kopup parçalanışıymış. Çünkü efendisi kurtulmuş.

Prens ve prenses, saraya vardığında herkesin onları

karşılamaya geldiğini görmüşler.

Evlenip, sonsuza kadar mutlu yaşamışlar.

Kül Kedisi

Zengin bir adamın karısı, hastalanmış. Kadın ölmek üzere olduğunu anlayınca, biricik kızını yanına çağırmış:

Yavrum, demiş. İyi kalpli ve uslu olursan, Allah da­ima seninle beraber olacaktır. Ben seni cennetten seyredeceğim, seni koruyacağım!

Bunları söyledikten sonra da gözlerini kapamış ve öl­müş. Kız, her gün annesinin mezarına gider, gözyaşı -kermiş; iyi kalpli ve uslu bir kız olmaya çalışırmış.

Kış gelince karlar, mezarlığın üzerini beyaz bir örtü ile kaplamış. İlkbaharda güneş bu kardan örtüyü kaldırdığı sırada babası bir başka kadın ile evlenmiş.

Kadının, iki kızı varmış. Kızlar görünüşte güzellermiş ama, kalpleri hem kötü, hem de karaymış. Kız için, kötü günler başlamış.

Kızlar, her zaman:

Bu aptal kız, hep yanımızda mı oturacak böyle? İn­san yediği ekmeği hak etmeli! Cehennem olsun bura­dan şu hizmetçi kılıklı şey! diyorlarmış. Kızın güzel elbise­lerini üzerinden çıkarıp almışlar. Soluk, eski bir elbise giy­dirmişler. Ayaklarına birer takunya geçirmişler:

Aman şu prensese de bakın! Ne de süslüymüş! di­ye onunla alay etmişler, Kızcağıza mutfakta, sabahtan akşama kadar en ağır işleri yaptırıyorlarmış. Gün doğ­madan kalkar, su taşır, ateşi yakar, yemek pişirir, bulaşık­ları yıkarmış. Üstelik üvey kardeşleri, ona türlü eziyetler yapar, onunla dalga geçerlermiş. Küllerin içine bezelye­leri, mercimekleri dökerler; kız da şikayet etmeden otu­rup, bunları ayıklarmış. Akşamları yorgun argın düşünce de ona bir lokma ekmek vermezlermiş. Zavallı kız, oca­ğın başında küllerin arasına uzanıp yatarmış. Bu yüzden üstü başı her zaman tozlu, kirli olduğu için ona "kül kedi­si" adını takmışlar,

Gel zaman, git zaman. Bir gün babaları panayıra gi­decekmiş, Üvey kızlarına "Size ne alayım?" diye sormuş, Büyük kız:

Süslü elbiseler isterim! demiş. Diğeri:

İnciler, elmaslar! demiş.

Ya sen ne istersin, kül kedisi?

Babacığım, eve dönerken şapkanıza takılan ilk dal parçasını bana getirir misiniz?

Adam iki üvey kızına süslü elbiseler, inciler, elmaslar almış. Dönüşte bir korudan atla geçerken şapkasına bir fındık dalı takılmış, Bu dalı kırmış ve yanına almış. Eve ge­lince üvey kızlarına istedikleri şeyleri vermiş, Kül kedisine de fındıklıktan kopardığı dalı vermiş, Kül kedisi, teşekkür etmiş. Doğru annesinin mezarına gitmiş; bu dalı mezarın üstüne dikmiş. Sonra gözyaşlarıyla o dalı sulamış, Da! git­tikçe büyüyüp, güzel bir ağaç olmuş.

Kül kedisi, günde üç defa bu ağacın altına gider, gözyaşla­rını akıtarak dua edermiş.

kuş gelip dallara konarmış, Kiz, bir şey isterse kuş daldan aşağı atarmış.

Günün birinde kral, üç gün, üç gece süren bir eğlence düzenlemiş

Bu eğlenceye, ülkedeki bütün güzel kızlar davetliymiş. Kralın oğiu, bu kızların arasından birini seçip, onunla evlenecekmiş, İki kız kar­deş, kendilerinin de bu törene davet edildiğini duyunca sevinmişler. Hemen kül kedisini çağırmışlar:

Saçlarımızı tara! Pabuçlarımızı fırçala! Tokalarımızı tak! Kralın sarayındaki eğlenceye gidiyoruz! demişler.

Kül kedisi, onların istediklerini ağlaya ağlaya yapmış. Çünkü o da bu eğlenceye gitmek istiyormuş. Üvey annesine gidip yalvarmış, yakarmış, izin istemiş, Kadın:

Hayır kül kedisi! demiş. Şu kirin pasınla eğlenceye mi gideceksin? Ne elbisen var, ne de pabucun! Bir de dans mı etmek istiyorsun?

Kız, durmadan yalvarıp yakarınca:

Bak, bir tencere dolusu bezelyeyi küle döktüm. İki saat içinde bunları ayıklayıp toplarsan eğlenceye gide­bilirsin! demiş.

Kız, arka kapıdan bahçeye çıkmış:

Sevgili güvercinler! Kumrular! Gökyüzünün bütün kuşları gelin, bana yardım edin! Şunları ayıklayalım. İyile­ri şu kaba! Kötüleri de çöpe! diye bağırmış.

Mutfağın penceresinden içeriye önce iki beyaz gü­vercin girmiş; arkalarından kumrular, onlardan sonra da gökteki bütün kuşlar pır pır uçarak gelmişler, külün etra­fına dizilmişler. Güvercinler küçücük kafalarını eğerek tık tık tık tık diye işe koyulmuşlar, Diğer kuşlar da tık tık tık tık diye iyi bezelye tanelerini ayıklayıp tencereye doldur­muşlar, Daha bir saat bile geçmeden bitirmişler. Kuşlar uçup gittikten sonra, kız tencereyi üvey annesine götür­müş. Artık düğüne gidebileceği için seviniyormuş.

Fakat kadın:

Hayır, kül kedisi, demiş. Elbisen yok! Dans edemez­sin! Herkes seninle alay eder!

Külkedisi ağlayınca:

İki tencere dolusu bezelyeyi bir saat içinde küllerin arasından ayıklayabilirsen gidersin! demiş.

Kadın, iki tencere bezelyeyi küllerin içine boşaltır­ken, "Nasıl olsa başaramayacak." diye düşünüyormuş. Kız, arka kapıdan bahçeye çıkmış:

Sevgili güvercinler! Kumrular! Gökyüzünün bütün kuşları! Gelin bana yardım edin de şunları ayıklayalım! İyileri şu kaba! Kötüleri çöpe!

Mutfağın penceresinden içeriye, önce iki beyaz gü­vercin girmiş, Arkalarından kumrular, onlardan sonra da gökteki bütün kuşlar pır pır uçarak gelmişler, külün etra­fına dizilmişler.

Güvercinler küçücük kafalarını eğerek tık tık tık tık diye işe koyulmuşlar. Diğer kuşlar da tık tık tık tık, diye iyi bezelye tanelerini ayıklayıp tencerelere doldurmuşlar. Daha yarım saat bile geçmeden is bitmiş, kuşlar uçup gitmişler. Kız, tencereleri üvey annesine götürmüş. Artık eğlenceye gidebileceği için seviniyormuş. Fakat kadın:

Bunların hiçbiri işe yaramaz. Gidemezsin! Çünkü el­bisen yok, dans edemezsin. Yanımızdayken senden utanırız! demiş.

Sonra da arkasını dönmüş; İki kibirli kızıyla birlikte çı­kıp, gitmiş.

Kül kedisi, evde yalnız kalınca annesinin mezarına, fındık ağacının altına gitmiş:

Sallan, silkin minik ağaç! Üstüme altın, gümüş saç! demiş. Kuş, ağaçtan aşağı sırma işlemeli bir Bk elbise ve gümüş bir ayakkabı atmış. Kız, aceleyle giyinmiş ve eğlenceye gitmiş. Kül kedisini bada kızın elini bırakmamış. O gece sadece kül kedisi ile dans etmek İstemiş. Kız, akşama kadar prens ile dans et­miş. Eve dönme zamanı gelince, Prens:

Ben de seninle birlikte geleceğim! demiş,

Kimin kızı olduğunu öğrenmek istiyormuş. Kız, bir ko­layını bulup oradan, kaçmış. Güvercinliğe saklanmış. Prens, kızın çıkmasını bekliyormuş. Tam o sırada kül kedisi­nin babası gelmiş. Prens, ona yabancı bir kızın güvercinli­ğe girdiğini söylemiş, ihtiyar içinden "Sakın bu kız kül kedisi olmasın?" diye geçirmiş. Güvercinliği yıkmak için kazmay­la balta getirmişler ama, içinde kimseyi bulamamışlar.

Üvey annesi, kızları ile eve döndüğünde, kül kedisini kirli elbiseleriyle küller içinde yatar bulmuşlar. Bacanın içinde donuk ışıklı bir yağ lâmbası yanıyormuş. Küi kedi­si, güvercinliğin arkasından atlayıp kaçmış. Koşa koşa doğru fındık ağacına gitmiş. Orada güzel elbiseleri çı­karmış, mezarın üzerine koymuş. Kuş da bunları alıp gö­türmüş. Sonra soluk renkli entarisini giymiş, mutfağa girip küllerin yanına oturmuş.

Ertesi gün, eğlence tekrar başlayıp da evdekiler gi­dince, kül kedisi yine fındık ağacına koşmuş:

Sallan, silkin minik ağaç! Üstüme altın, gümüş saç! demiş. Kuş, dünkünden daha gösterişli bir elbise atmış. Kız, bu elbiseyi giyip eğlenceye gidince, herkes güzelli­ğine hayran kaimış. Prens de onu bekiiyormuş. Hemen

elinden tutmuş. Sadece onunla dans etmiş. Başkaları da onunla dans etmek istediğinde:

O benim dans arkadaşım! diyormuş,

Akşam olunca kız gitmek istemiş. Prens tekrar peşine takılmış. Hangi eve girdiğini görmek istiyormuş, Fakat kız, yine kaçmış; evin arkasındaki bahçeye girivermiş. Bah­çede güzel, kocaman bir ağaç varmış. Üzerinde nefis armutlar salianıyormuş. Kız, tıpkı dallar arasındaki bir sin­cap gibi, ağaca tırmanmış, Prens, onun nereye gittiğini anlayamamış. Kül kedisinin babası da bahçede dolaşıyormuş, Prens, onu görünce:

Yabancı kız, kaçıp gitti. Galiba armut ağacının te­pesine çıktı! demiş,

Babası-, içinden: "Bu kül kedisi olmasın sakın!" demiş. Balta getirtmiş ve ağacı kesmiş. Ağacın üzerinde kimse yokmuş. Mutfağa leri baloya gitmiş. Kül kedisi, koşarak annesinin mezarına gitmiş ve ağaca seslenmiş:

Silkin, sallan minik ağaç! Üstüme altın gümüş saç!

Kuş, o gece kül kedisine öyle bir elbise atmış ki, o gü­ne kadar böyle süslü ve böyle göz kamaştırıcı bir elbise kimsede görülmemiş. Pabuçları da som altından işleme-liymiş, Onu görenler, şaşkınlıktan ne diyeceğini bilememiş. Prens, o gece de yalnız onunla dans etmiş. Akşam olunca kül kedisi, birdenbire kaçıp gitmiş. Prens, yine peşinden koşmuş, ama yetişememiş, Prens, bu son ge­ce bir kurnazlık düşünmüş. Bütün merdivenlere zift sür­dürmüş, Kız, merdivenlerden koşarak inerken, sol aya­ğındaki pabucu yapışıp kalmış. Prens, eğilip bu tek pabucuyerden almış.

Prens, ertesi sabah bu pabuçla birlikte kül kedisinin babasına gitmiş:

Bu pabuç hangi kızın ayağına uyarsa onunla evle­neceğim! demiş.

Bu sözleri işitince kız kardeşlerin ikisi de çok sevinmiş, Çünkü ayaklan çok güzelmiş. Büyük kız pabuçla birlikte odaya gitmiş, ayağına giymek istemiş. Annesi de yanın­daymış. Fakat kızın baş parmağı bir türlü pabuca sığmamış. Bunun üzerine annesi kızına bir bıçak vermiş:

Parmağını kes! demiş. Kraliçe olursan yürümene gerek kalmayacak!

Kız, parmağını kesmiş. Ayağını zorla pabuca sokmuş, Acıdan, dişlerini sıkarak dışarı çıkmış, Prens, onu atına bin­dirmiş. Yolları mezarlığın yanından geçiyormuş. Fındık ağacının dallarına konmuş, iki güvercin seslenmişler:

Pabuç çok dar! İçi kan dolu! Evde bekler seni asıl nişanlın!

Prens, kızın ayağına bakmış. Gerçekten de kanların aktığını görmüş. Geri dönmüş ve kızı evine götürüp bırakmış. Asıl nişanlısının bu kız olmadığını söylemiş. Bu se­fer diğer kız kardeşe pabucu giydirmek istemişler. Kızın parmakları, rahatça pabuca girmiş ama topuğu fazla gelmiş, Bunun üzerine annesi, bir bıçak vermiş:

Topuğundan bir parçasını kes! Kraliçe olunca yü­rümene gerek kalmayacak zaten! demiş.

Kız, topuğundan bir parça kesmiş, Ayağını zorla pa­buca sokmuş. Dişlerini sıkarak, prensin karşısına çıkmış. Ayakkabıların olduğunu gören prens, kızı atına bindirip yola çıkmış. Fındık ağacının önünden geçerlerken, dallardaki iki güvercin seslenmiş:

Pabuç çok dar, içi kan dolu. Evde bekler öz nişanlı!

Oğlan, kızın ayağına bakmış. Pabuçtan kanların ak­tığını, beyaz çorabı kıpkızıl boyadığını görmüş. Geri dö­nüp, onu da evine bırakmış:

Bu da nişanlım değil; başka kızınız yok mu? demiş. Adam:

Hayır, demiş, Yalnız, ölen karımdan olan küçük bir kül kedim var. Ama, o sizin nişanlınız olamaz ki!

Prens, kül kedisini de yukarı yollamalarını istemiş. Fa­kat, üvey anne:

Hayır, hayır, demiş. Üstü başı çok kirli! Bu kılıkla gö­rünmesi doğru değil!

Fakat, prens ısrar edince kül kedisini çağırmışlar, Kk, içeri girip, yerlere kadar eğilerek, prensi selâmlamış. Oğ­lan, kıza sırmalı pabucu uzatmış, Kız, bir iskemleye otur­muş. Ayağındaki kaba takunyaları çıkarmış ve som al­tından işlemeli pabucu giymiş. Pabuç, tam kül kedisinin ayağına göreymiş.

Prens, onun dans ettiği kız olduğunu anlamış:

İşte asıl nişanlım! demiş.

Üvey annesi ve kız kardeşleri çok şaşırmışlar, Öfkele­rinden sapsarı olmuşlar.Prens, kül kedisini atına bindir­miş. Birlikte fındık ağacının önünden geçerlerken iki be­yaz güvercin seslenmiş:

Pabuç uydu, İçi de kansız. Nişanlındır işte bu kız.

Kuşlar, uçup kül kedisinin omuzlarına konmuşlar. Kül kedisi ve prensin düğünü, çok güzel olmuş. Düğüne, kül kedisinin babası ve üvey annesi de gelmiş. Genç nişan­lılar kiliseye giderlerken, üvey kız kardeşlerden büyüğü sağda, küçüğü solda vuruyormuş, Güvercinler ve kum­rular da arkalarında mutlulukla uçuşuyorlarmış.

Henzel İle Gretel

Büyük ve yemyeşil bir ormanın kenarında bir kulübe varmış, Bu kulübede yaşayan oduncu ile karısının, iki ta­ne de çocuğu varmış. Oğullarının adı Henzel, kızlarının adı da Gretel'miş. Oduncu çok fakirmiş. Günün birinde, ülkede kıtlık olmuş. Oduncu kuru ekmeği bile bulup ge­tiremez olmuş,

Bir akşam, yatağına uzanıp kendi kendine düşün­celere dalmış. Üzüntüsünden, yatağın içinde dönüp durduğu sırada içini çekip karısına demiş ki:

Ne yapacağız? Bu zavallı yavrularımızı nasıl besle­yeceğiz?

Kadın cevap vermiş:

Yarın sabah erkenden çocukları, ormanın en sık yerine götürürüz, Bir ateş yakarız, ellerine birer parça ek­mek veririz. Sonra da eve döneriz; onları yalnız başlarına ormanda bırakırız. Çocuklar kendi başlarına evin yolunu bulamazlar, Böylece onlardan kurtulmuş oluruz.

Adam:

Hayır, ben bunu yapamam! Çocuklarımı, orman­da yalnız bırakmaya içim nasıl dayansın? Çok geçme­den yabani hayvanlar onları parçalar.

Kadın kocasına:

Hadi oradan budala! Eğer yapmazsak dördümüz de açlıktan öleceğiz! O zaman biçtiğin tahtaları bize tabut yapmakta kullanırsın, demiş, Bu fikri, kocasına ka­bul ettirinceye kadar ona rahat vermemiş.

Adamcağız:

Fakat zavallı yavrulara acıyorum! demiş.

Açlık yüzünden çocukların da gözlerine uyku gir­memiş; üvey annelerinin, babalarına söylediği sözleri duymuşlar. Gretel ağlayarak:

Şimdi biz ne yapacağız? demiş. Henzel:

Sus Gretel, demiş, üzülme! Ben ne yapacağımı bi­liyorum.

Karı koca, uykuya dalar dalmaz Henzel, ceketini giymiş ve yavaşça kapıyı açmış dışarı çıkmış, Ay ışığı her tarafı aydınlatıyormuş. Evin önündeki çakıl taşlan pırıl pı­rıl parıldıyorlarmış. Henzel, eğilmiş ve çakıl taşlarını toplamış. Ceketinin cebini bu taşlarla tıka basa doldurmuş. Eve dönmüş ve Gretel'e:

Üzülme sevgili kardeşim, rahat rahat uyu, Allah bi­zi yalnız bırakmaz, demiş; yatağına uzanmış. Sabah, or­talık ağarmaya başlarken kadın gelmiş ve çocukları uyandırmış:

Kalkın bakalım miskinler! demiş. Ormana gidip, odun toplayacağız.

Sonra ellerine birer dilim ekmek vermiş:

İşte, öğlen yiyeceğiniz ekmek, Öğlen olmadan bun­ları yiyip bitirirseniz karışmam. Sonra akşama kadar aç dolaşırsınız! demiş.

Gretel, ekmekleri cebine saklamış. Çünkü, Henzel'in cepleri taşla doluymuş, Ondan sonra hep birlikte orma­na doğru yürümeye başlamışlar. Biraz gittikten sonra Henzel durup durup, başını arkaya çevirerek evlerine bakmaya başlamış. Bunu gören babası:

Ne diye durup durup arkana bakıyorsun Henzel? Dikkat et, taşlara takılıp düşeceksin, demiş.

Henzel:

Beyaz kedime bakıyorum babacığım, demiş, Da­mın üstüne oturmuş bana "güle güle" diyor da.

Kadın, bunu duyunca:

Budala! demiş. O gördüğün kedi değil; doğan gü­neş, bacanın arkasından görünüyor.

Aslına bakılırsa Henzel de kediye bakmıyormuş. Ce­bindeki parlak çakıl taşlarını tek tek yola bırakıyormuş.

Ormana girdikleri zaman baba:

Haydi bakalım çocuklar, odun toplayın. Üşümeyin diye size bir ateş yakayım!

Henzel ile Gretel, çalı çırpı toplayıp getirmişler; ko­caman bir yığın yapmışlar. Çalıları tutuşturmuşlar. Alevler yükselmeye başlayınca kadın, çocuklara demiş ki:

Haydi ateşin başına oturun da dinlenin bakayım çocuklar! Biz ormana gidip odun keseceğiz. İşimiz bitin­ce gelir, sizleri alıp götürürüz.

Henzel ile Gretel, ateşin karşısına oturmuşlar. Öğlen olunca ekmeklerini yemişler. Ormandan gelen balta seslerini duydukları için babalarının yakın bir yerde olduğunu sanmışlar, Halbuki duydukları bu ses balta sesi değilmiş. Bu bir dalmış. Babalan bu dalı kuru bir ağaca bağlamış. Rüzgâr estikçe dal sallanıyor, ağaca çarptıkça "tak, tak" diye sesler çıkarıyormuş. Çocuklar, uzun zamandır bekledikleri için uykuları gelmiş, Yorgunluktan gözleri ka­panmış. İkisi de derin bir uykuya dalmışlar.

Uyandıkları zaman ortalık kapkaranlıkmış. Gece ol­muş.

Gretel, ağlayarak:

Şimdi ne yapacağız; ormandan nasıl çıkacağız? demeye başlamış. Henzel, onu yatıştırmaya çalışarak:

Ay doğuncaya kadar bekleyelim, Ondan sonra yolumuzu buluruz, demiş.

Ay gökte yükselince Henzel, küçük kız kardeşinin elin­den tutmuş; çakıl taşlarına baka baka yürümeye başla­mış. Taşlar, karanlıkta pırıl pırıl parlayarak, çocuklara yol gösteriyormuş. Çocuklar, bütün gece yürümüşler. Ortalık ağarırken evlerine varmışlar. Kapıyı çalmışlar. Kadın ka­pıyı açıp da karşısında Henzel ile Gretel'i görünce:

Sizi yaramazlar sizi! demiş. Şimdiye kadar ormanda ne yaptınız bakayım? Artık sizin dönmeyeceğinizi sanmıştık, Fakat, babaları çok sevinmiş. Çünkü, onları or­manda bıraktığına çok pişman olmuş. Aradan çok za­man geçmemiş. Kuraklık devam ediyormuş; yoksullukla­rı daha da artıyormuş. Çocuklar, bir gece annelerinin

babalarına şöyle dediğini duymuşlar:

Yine kıtlık başladı. Evde yarım ekmekten başka bir şey kalmadı. Yakında hepimiz açlıktan öleceğiz, Bu çocukları başımızdan atmalıyız. Onları bu sefer ormanın daha kuytu yerine götürelim. O zaman yolu bulamazlar. Başka çaremiz kalmadı.

Bu sözler adamın içini sızlatmış. Kendi kendine:

Son lokmamı da çocuklarımla paylaşacağım, diye düşünmüş. Fakat kadın, dediğinden dönmüyor, adamı durmadan zorluyormuş. Adam, daha fazla dayanama­mış, kabul etmiş.

Çocuklar, bütün konuşulanları duymuşlar. Anne ve babaları, uykuya dalınca Henzel yine yataktan kalkmış. Dışarı çıkıp, çakıl taşlan toplamak istiyormuş. Fakat kapı kilitliymiş. Henzel, dışarı çıkamamış. Kız kardeşini teselli etmiş:

Ağlama Gretel, rahat uyu. Tanrı bize yardım eder, demiş.

Sabah, erkenden kadın gelmiş ve çocukları yatak­tan kaldırmış. Ellerine birer parça ekmek vermiş. Bu sefer verdiği ekmek daha azmış. Ormana giden yolda Hen­zel, cebindeki ekmeği ufalayıp geçtiği yerlere dökme­ye başlamış.

Babası:

Henzel, neden duruyorsun? Yürüsene!

Henzel:

Kuşuma bakıyorum, demiş, Damın üstüne oturmuş; bana "güle güle" diyor da.

Kadın:

Budala! O gördüğün güvercin değil; doğan gü­neş!

Fakat Henzel, ekmek kırıntılarını yola serpmeye de­vam etmiş.

Kadın, çocukları orma­nın ta içlerine kadar gö­türmüş. Bugüne kadar buralara hiç gelmemiş­ler. Odun toplayıp, bü­yük bir ateş yakmışlar.

Anne:

Burada oturup, bi­zi bekleyin. Yorulursanız uyuyabilirsiniz. Biz orman­da odun keseceğiz. Ak­şam üzeri gelir, sizi alıp götürürüz, demiş.

Öğle vakti Gretel, ek­meğini ortasından bölmüş ve kardeşine vermiş, Bir par­çasını da kendisi yemiş. Sonra uykuya dalmışlar.

Çocuklar, ancak ortalık karardıktan sonra uyanmış­lar. Henzel, küçük kız kardeşine:

Ay doğuncaya kadar bekle Gretel, O zaman serptiğim ekmek kırıntılarını görürüz ve evimizin yolunu buluruz, demiş.

Ay doğunca çocuklar ayağa kalkmışlar, fakat ek­mek kırıntılarını bulamamışlar. Çünkü ormanlarda, kırlar­da dolaşan binlerce kuş kırıntıları yemiş,

Henzel:

Korkma, nasıl olsa yolumuzu buluruz, demiş. Bütün gece ve ertesi gün sabahtan akşama kadar dolaşmış­lar. Ama, ormandan dışarı çıkamamışlar, Karınları çok acıkmış. Yerde buldukları birkaç yemiş tanesinden baş­ka yiyecek bir şeyleri yokmuş, Çok yorgun oldukları için yürüyecek halleri de kalmamış. Bir ağacın altına uzan­mışlar, uykuya dalmışlar.

Çocuklar, üç günden beri evlerinden ayrılarmış. Tek­rar yürümeye başlamışlar. Fakat gittikçe ormanın derin­liklerine gidiyorlarmış. Öğle vakti bir ağacın dalına kon­muş güzel, bembeyaz bir kuş görmüşler. Bu kuş o kadar güzel ötüyormuş ki çocuklar, durup onu dinlemişler. Kuş, kanatlarını çırpmış; önlerinden geçmiş. Çocuklar, kuşu takip etmeye başlamışlar. Kuş, uçup bir dala konuyor ve bekliyormuş. Çocuklar, koşup kendisine yetişince yeniden kanatlanıyormuş. Nihayet kuş, küçük bir evin önü­ne varmış, damına konmuş, Çocuklar, eve yaklaşınca bu evin duvarlarının ekmeklerden, çatısının ise çörekler­den yapıldığını görmüşler. Evin pencerelerinde cam yerine akide şekerleri varmış.

Henzel:

Haydi içeriye girelim ve karnımızı doyuralım! demiş. Ben çatının bir parçasını yiyeceğim Gretel, istersen pencerelerden birini de sen ye!

Henzel uzanmış ve tadına bakmak üzere, saçaktan bir parça koparmış. Gretel ise pencereye yaklaşarak camını kırmaya başlamış. Onlar böyle uğraşırken içer­den ince bir ses duyulmuş:

Evimi kim kemiriyor?.Bu tıkırtı da ne? Çocuklar:

Rüzgâr! Rüzgâr! demişler. Ellerindeki parçaları iş­tahla yemeye devam etmişler. Çatıdan aldığı parça çok hoşuna gittiği için Henzel, iri bir dilim daha kopar­mış. Gretel de pencereden ikinci bir parça daha sök­müş ve yere oturarak, yemeye başlamış. Bu sırada kapı birdenbire açılmış: Çok ihtiyar bir kadın, koltuk değnek­lerine dayanarak dışarı çıkmış. Henzel ile Gretel, o kadar çok korkmuşlar ki, ellerindekiler yere düşmüş. Kocakarı, başını sallayarak:

Aman ne sevimli çocuklar! demiş. Sizi buraya kim getirdi bakayım? Haydi, içeriye gelin. Size benden hiç­bir zarar gelmez, korkmayın! Çocukları, ellerinden tutup, eve götürmüş. Evde onlara güzel yiyecekler ikram et­miş: Süt, sekerli çörekler, elmalar, cevizler.,. Sonra bem­beyaz örtülü iki güzel yatak sermiş. Henzel ile Gretel, ya­taklarına uzanmışlar. O kadar rahatmış ki, çocuklar ken­dilerini cennette sanmışlar.

Kocakarı çocuklara çok iyi davranıyormuş ama, as­lında kötü bir cadıymış, Çocukları kandırıp, onları yermiş. Bu şeker ve çörekten yapılmış kulübeyi de, onları avla­mak için yaptırmış, Yakaladığı çocukları öldürür, sonra pişirip yermiş. Cadıların gözleri kırmızı olur, O yüzden uza­ğı göremezler. Fakat hayvanlar gibi, bir insanın yaklaştı­ğını sezerler.

Henzel ile Gretel, eve yaklaştıkları zaman cadı kah­kahalar atıp:

Bu akşamki yemeğim geliyor! demiş.

Sabah erkenden, daha çocuklar uyanmadan ya­taktan kalkmış, Çocukların mışıl mışıl uyuyuşlarını, al al ol­muş tombul yanaklarını seyretmiş. Kendi kendine mırıl­danmış:

Bunlar tam dişime göre birer lokma olacaklar!

Sonra Henzel'i kuru elleriyle yakalamış; küçük bir kü­mese götürmüş ve kümesin kapısını kilitlemiş. Sonra da Gretel' in yanına gitmiş ve kızcağızı sarsarak uyandırmış:

Kalk bakayım miskin! diye bağırmış. Kalk da eve su taşı! Kümese kapattığım kardeşine bir şeyler pişir de biraz semirsin. fyice yağlandıktan sonra onu yiyeceğim,

Bunları duyan Gretei, ağlamaya başlamış. Fakat elinden bir şey geimiyormuş. Kötü kalpli cadı, ne derse yapmak zorundaymış,

Zavallı Henzel'e en güzel yemekler pişirîliyormuş. Gretel'e de artıklardan başka bir şey vermiyormuş. Her sabah cadı kümesin yanına gidip:

Henzel, parmağını dışarı çıkar da bakayım, semir-din mi? diye sesleniyormuş.

Fakat Henzel, kümesin içinde bulduğu bir kemik par­çasını uzatıyormuş. Gözleri iyi görmeyen kocakarı, bunu Henzel'in parmağı sanıyormuş. Çocuğun bir türlü yağ­lanmadığını görerek şaşırıyormuş,

Aradan dört hafta geçtiği halde Henzel'in hâlâ se-mirmediğini gören cadının sabrı tükenmiş. Artık daha fazla beklemek istemiyormuş. Bir sabah:

Gretef, çabuk ol! Su taşı! Henzel ister zayıf olsun, is­ter semiz. Yarın onu kesip pişireceğim, demiş.

Zavallı gretei, mecburen su taşımış. İçi parça parça oluyor, gözlerinden yaşlar boşanıyor ve yanaklarından aşağı dökülüyormuş:

Tanrım bize yardım et! diye dua ediyormuş, Keşke, bizi ormandaki yabani hayvanlar yeseydiler de karde­şimle beraber ölseydik!

Cadı, bunları duymuş:

Boşuna konuşma! diye bağırmış. Sana kimse yar­dım edemez!

Ertesi sabah, erkenden Gretei dışarı çıkarak su dolu kazanı ocağa koyup, ateşi yakmış.

Kocakarı:

Önce ekmek pişirelim. Ben fırını kızdırdım, hamuru da yoğurdum! demiş. Zavallı Gretet'i fırına doğru itmiş. Fırının ağzından alevler çıkıyormuş. Cadı kadın:

Gir içeri bakalım, fırın iyice ısınmış mı? Ekmekleri sü­rebilir miyiz?

Cadı, Gretei fırına girince kapısını örtüp, zavallı kız­cağızı kızartmak istiyormuş, Fakat Gretei, cadının ne yapmak istediğini anlamış:

Fırına nasıl girileceğini bilmiyorum ki! demiş. Cadı:

Aptal kız! diye bağırmış. Fırının ağzı o kadar büyük ki, ben bile içeri girebilirim. İşte, bak! demiş ve fırına yaklaşarak kafasını içeri sokmuş.

Bunu fırsat bilen Gretei, kadının arkasına geçip öyle bir tekme atmış ki, cadı fırının içine düşmüş. Gretei, he­men fırının demirden kapağını kapayıp sürgülemiş. Ka­dının acı çığlıklarını umursamayan Gretei, koşarak ora­dan uzaklaşmış. Hain cadı, cayır cayır yanarak cezasını bulmuş, Gretei, hemen kümesin kapısını açıp bağırmış:

Henzel, kurtulduk! İhtiyar cadı öldü! Henzei, kapısı açılan kafesten bir kuş gibi, hemen dışarı fırlamış. Ço­cuklar sevinçten çılgına dönmüşler. Birbirlerinin boynu­na sarılıp, öpüşmüşler,

Artık cadıdan korkmalarına gerek kalmamış, Cadı­nın evine girmişler. Evin her köşesinde inciler, değerli taş­larla dolu sandıklar varmış. Ceplerini bunlarla doldur­muşlar, Gretei de önlüğünü doldurmuş.

Henzel:

Hemen buradan gitmeliyiz. Bu cadılar ormanın­dan çıkmalıyız, demiş.

Birkaç saat yürüdükten sonra büyük bir nehrin kena­rına gelmişler, Henzel:

Karşıya geçemeyiz ki, demiş. Ne bir köprü, ne de bir geçit var. Bir sandal bile yok!

Gretei:

Bak şurada bir ördek yüzüyor. Rica edersek belki bizi karşıya geçirir, demiş. Ördeğe seslenmiş:

Kuzum ördek, canım ördek, Ne köprü var, ne de geçit. Bizi beyaz sırtına alır mısın?

Ördek yanlarına gelmiş,

Henzel, hayvanın sırtına binmiş.

Kız kardeşini de kucağına oturtacakmış, Gretei:

Hayır, demiş, Ördek ikimizi birden taşıyamaz. En iyi­si bizi teker teker karşıya geçirsin.

İyi kalpli ördek, öyle yapmış. İkisi de sağ salim karşıya geçince, ördeğe teşekkür edip, yollarına devam etmiş­ler, Uzun bir zaman yürüdükten sonra ormanda, geçtik­leri yerleri gitgide tanımaya başlamışlar. Nihayet uzaktan babalarının evini görünce koşmaya başlamışlar. Eve gi­rince hemen babalarının boynuna atılmışlar. Zavallı adam, çocuklarını ormanda bırakıp döndüğü günden beri hiç rahat yüzü görmemiş. Bu arada karısı da ölmüş,

Gretei, önlüğünü açınca inciler ve değerii taşlar odanın ortasına yayılmış. Henzel de cebindekilerı avuç avuç boşaltmış. Babaları, gözlerine inanamamış. Çok şa­şırmış, Çocuklar, başlarından geçen her şeyi anlatmışlar.

O günden sonra bütün üzüntüleri, bütün sıkıntıları so­na ermiş. Baba ile çocukları bir daha hiç ayrılmamış. Neşe içinde bir arada yaşamışlar.

On İki Kardeş

Kral ve kraliçenin, on iki tane oğullan varmış. Günün birinde kral, karısına demiş ki:

Eğer doğuracağın on üçüncü çocuk kız olursa, on iki oğlumuzu öldürmeliyiz. O zaman kızımız daha zengin olur ve krallık da yalnız ona kalır,

Tam on iki tane de tabut yaptırmış. Kral, tabutları bir odaya koydurup, kapısını kilitlemiş. Anahtarı da kraliçe­ye vermiş. Bu sırrı kimseye söylememesi için sıkı sıkı tem­bih etmiş.

Kraliçe, üzüntüsünden bütün gün oturup gözyaşı döküyormuş. Annesinin yanından hiç ayrılmayan en kü­çük oğlu Ben amin, annesine sormuş:

Anneciğim, neden bu kadar üzgünsün? Annesi;

Sevgili çocuğum, demiş. Sebebini söyleyemem, Fakat Benjamin, o kadar çok ısrar etmiş ki, kadın odanın kapısını açarak, her şeyi oğluna anlatmış.

Sevgili Benjamin'im, demiş. Bu tabutları, baban se­ninle ağabeylerin için yaptırdı. Eğer bir kız doğurursam hepiniz öldürüleceksiniz.

Kadın, anlatırken durmadan ağlıyormuş. Küçük oğ­lan, annesini teselli etmek için:

Sevgili anneciğim, ağlama! demiş. Biz başımızın çaresine bakarız. Buradan kaçıp gideriz.

Kadın:

Ağabeylerinle beraber ormana git ve saklan. Her gün, sırayla yüksek bir ağaca çıkıp sarayın kulesini göz­leyin. Eğer, bir oğlan doğurursam kuleye beyaz bir bayrak çektiririm. Beyaz bayrağı görünce saraya dönebilir­siniz. Ama, bir kız çocuğum olursa, kırmızı bayrak çektiri­rim. O zaman buralarda hiç durmayın, kaçıp kurtulun. Allah yardımcınız olsun! Her gece sizler için dua edece­ğim. Kışın sıcak bir yer bulmanız için, yazın sıcaklardan hastalanmamanız için Allah'a yalvaracağım! demiş.

Kraliçe, bütün oğullarıyla vedalaştıkfan sonra, on iki kardeş ormana gitmişler, Yüksek bir meşe ağacına nöbetleşe tırmanarak sarayın kulesini gözetlemeye başlamışlar.

Aradan on bir gün geçmiş. O gün sıra Benjamin'deymiş. Kulede bir bayrağın dalgalandığını görmüş. Bayrağın rengi beyaz değil, kırmızıymış. Bu, hepsinin öl­mesi anlamına geliyormuş.

Ağabeyleri bunu duyunca çok üzülmüş.

Bir kız yüzünden hepimizin ölmesi gerekiyor, öyle mi? O halde biz de intikam almak için yemin ediyoruz; nerede bir kız bulursak kanını akıtacağız, demişler.

Bu yemini ettikten sonra, ormana kaçmışlar. Orma­nın en karanlık yerine geldikleri zaman sihirli, bomboş bir kulübe bulmuşlar:

İşte, burada kalacağız! demişler, Kardeşleri Benjamin'e dönerek:

Benjamin, sen içimizde en küçük ve en zayıf olanımızsın. Bunun için evde kalacaksın; ev işlerini sen yapa­caksın, Bizler de ormanda avlanırız! demişler.

O günden sonra oğlanlar, ormanda avlanmış; tav­şan, yabani geyik, kuş, güvercin ne bulurlarsa vurup, eve getiriyorlarmış. Benjamin de bu yiyecekleri güzelce pişiriyormuş ve karınlarını doyuruyorlarmiş. On iki kardeş, tam on yıl bu kulübede yaşamışlar,

Kraliçenin dünyaya getirdiği kız, bu arada büyümüş; iyi kalpli, güzel bir kız olmuş. Al­nının ortasında altın bir yıl­dız varmış. Bir gün, saray­da dolaşırken eski bir san­dık bulmuş. Merak edip, sandığın kapağını açmış, Sandığın içinde on iki ta­ne erkek gömleği varmış, Gidip, annesine sormuş:

Bu on iki gömlek ki­min? Babama göre çok kü­çük.

Annesi içini çekerek demiş ki:

Sevgili yavrum, bu gömlekler senin on iki ağabeyi­nin gömlekleridir.

Kız sormuş:

On İki ağabeyim nerede? Bugüne kadar onlardan bahsettiğinizi hiç duymamıştım.

Anne:

Onların nerede olduklarını ancak Allah bilir. Herhalde dünyanın bir köşesinde dolaşıp duruyorlardır! demiş.

Kızı elinden tutarak bir kapının önüne götürmüş. Ka­pının kilidini açmış ve on iki tane tabutu göstererek:

Bu tabutlar ağabeylerin için yapılmıştı ama, onlar daha sen doğmadan gizlice kaçtılar, demiş.

Sonra da her şeyi başından sonuna kadar anlatmış. Kız:

Sevgili anneciğim ağlama! Gidip ağabeylerimi arayacağım, demiş,

Kız, on iki gömleği almış ve yola çıkmış. Büyük orma­na girmiş. Bütün gün, ormanda yol aldıktan sonra ak­şam üzeri sihirli kulübeye varmış. Kapıyı açıp, içeri girmiş. Kulübenin içinde bir oğlan varmış. Çocuk sormuş:

Nereden geliyorsun? Sen kimsin?

Kızın güzelliğini, üzerinde güzel elbiseleri ve alnında parlayan yıldızı görerek şaşırmış.

Kız:

Ben bir prensesim. On iki ağabeyimi arıyorum. On­ları bulmak için dünyanın öbür ucuna bile gideceğim, demiş. Ağabeylerinin on iki gömleğini oğlana göstermiş,

Benjamin, kızın kendi kardeşleri olduğunu anlamış:

Ben senin en küçük ağabeyin Benjamin'im, demiş.

Kız, sevinçten ağlamaya başlamış. Benjamin de ağ­lamış. Büyük bir sevgi ile kucaklaşmışlar, öpüşmüşler.

Benjamin:

Sevgili kardeşim, dikkatli olmamız gerek, Biz ara­mızda sözleşmiştik: Karşımıza çıkacak her kızı öldürecek­tik. Çünkü, bir kız yüzünden krallığımızdan ayrılmak zo­runda kalmıştık,

Kız:

Eğer on iki ağabeyimi kurtarabileceksem seve se­ve ölmeye hazırım! demiş.

Oğlan:

Hayır, sen ölmemelisin, demiş. Ağabeylerim gelin­ce şu fıçının içine girersin. Ben onları ikna ederim, demiş.

Kız, ağabeysinin dediğini yapmış, Gece diğerleri av­dan dönmüşler, yemekleri hazırmış. Oturup yemek yer­lerken sormuşlar:

Ne var, ne yok? Benjamin:

Hiçbir şeyden haberiniz yok mu?

Hayır!

Siz ormandasınız. Ben ise evde kalıyorum. Ama ben sizden fazla şey biliyorum.

Ağabeyleri bağırmışlar:

Hadi anlatsana! Benjamin:

Karşınıza çıkan kızı öldürmeyeceğinize söz verir mi­siniz? diye sormuş.

Ağabeyleri:

Peki Benjamin, tamam söz. Hadi ama anlat baka­lım! dermişler.

O zaman oğlan:

Kız kardeşimiz burada, demiş. Fıçının kapağını açıp, kızı çıkarmış. Prenses, süslü elbiseleri ve alnındaki yıldızla ortaya çıkmış, Bu kız çok güzel ve zarifmiş. Onu görünce hepsi çok sevinmiş. Kardeşlerinin boynuna sa­rılarak öpmüşler; onu çok sevmişler,

O günden sonra kız da Benjamin'le evde kalmış. Ona yardım etmiş. Diğer kardeşleri de ormana gider, yemek için geyikler, kuşlar, güvercinler tutarak getirirlermiş. Ben­jamin ile kız bunları pişirirlermiş, Kız, yemek pişirmek için odun toplar, ot toplarmış. On bir kardeş dönüp geldikle­ri zaman, yemek hazır olurmuş. Kız evi siler, süpürür ve temizlermiş. Bir arada mutlu yaşıyorlarmış. Günün birinde, gene iki kardeş evde güzel bir yemek pişirmişler, Bütün kardeşler toplanınca sofra başına oturmuşlar, yemişler, içmişler. Hepsi neşe içindeymiş. Oturdukları sihirli kulübe­nin önünde küçük bir bahçe varmış. Bu bahçede on iki tane zambak açarmış. Kız, ağabeylerini sevindirmek için bu on iki zambağı koparmış. Yemekten sonra her birine bu çiçeklerden birer tane vermeyi düşünüyormuş, Fakat kız bunları koparır koparmaz on iki kardeş birer karga oluvermiş, ormandan uçup gitmişler. Oturdukları kulübe İle bahçe de ortadan kayboluvermiş. Zavallı kızcağız, bu ıssız ormanda yapayalnız kalmış. Etrafına şaşkın şaş­kın bakınırken, bir kocakarı ortaya çıkmış. Kadın:

Yavrum, ne yaptın sen? Niçin on iki zambağı ko­pardın? Onlar senin ağabeylerindi. Şimdi birer kargaya dönüştüler. Bundan sonra da hep karga olarak kala­caklar! demiş.

Kız ağlayarak demiş ki:

Onları kurtarmak için hiçbir çare yok mu? Kocakarı:

Hayır, demiş. Dünyada bunun bir tek çaresi var ama, onu da sen beceremezsin.

Kardeşlerini kurtarmak için tam yedi yıl dilsiz kalman lâzım. Bu yedi yıl içinde ne konuşacaksın, ne de güleceksin. Yedi yıl boyunca bir tek kelime bile konuşursan, bütün emeklerin boşa gider. Ağabeylerin, bu tek kelime yüzünden derhal ölürler.

Kız, kardeşlerini kurtarmak için her şeyi yaparmış. Yo­la çıkmış ve yüksek bir ağaç arayıp, bulmuş. Ağaca çıkıp, oturmuş. Eline aldığı örgüyü örmeye başlamış. Ne konuşuyor, ne de gülüyormuş.

Gel zaman, git zaman. Günün birinde bir krai, or­manda avlanıyormuş. Kralın, iri bir tazısı varmış. Köpek, kızın oturduğu ağaca doğru koşmuş. Etrafında zıplayarak dolaşmaya, havlayıp uiumaya baş­lamış. Krai ve adamları da köpeğin peşin­den ağacın altına gelmişler. Alnında al­tın bir yıldız parıldayan prensesi gören kral, ona aşık olmuş, Kıza, kendisine eş olmak isteyip istemediğini sor­muş. Kız, hiç karşılık vermemiş ama, başını hafifçe sallamış. Bunun üzerine kral, ağaca çıkmış ve kızı aşağı indir­miş. Atına bindirerek evine

götürmüş. Kral ve kızın düğünleri, çok güzel olmuş, Fakat gelin ne gülüyor, ne de konuşuyormuş. Kral ve kız, bir­kaç yıl boyunca çok güzei günler geçirmişler. Kralın kö­tü kalpli annesi, genç kraliçeyi çekiştirmeye, kötüleme­ye başlamış.

Günün birinde oğluna:

Bu gelin ahlâksız, terbiyesiz bir dilenci kızıymış, İçin­de gizli bir kötülük olmadığı ne malûm? Haydi diyelim ki dilsizdir, konuşamıyor, Anladık ama hiç olmazsa gülse bari, Gülmeyen insanın kalbi kötülükle dolu olur.

Önceleri kral, bunlara inanmak istememiş. Ama an­nesi hiç durmadan oğlunun başının etini yiyor, kızcağıza o kadar çok iftiralar atıyormuş ki!

Sonunda kral da bu sözlere kanmış. Kızı öldürtmeye karar vermiş, Sarayın avlusunda büyük bir ateş yakılmış.

Kızı bu ateşte yakacaklarmış, Kral, sarayın penceresinden yaşlı l gözlerle bakıyormuş, Çünkü, kızı hâlâ seviyormuş, Kızı ate­şin ortasındaki direğe bağ-I lamışlar. Ateş, kızın elbise-I lerini tutuşturduğu sırada, yedinci yıl tamamlanmış. Birdenbire havada kanat jf sesleri duyulmuş. On iki t karga gelip yere konmuş­lar. Ayakları toprağa değer değmez on iki tane erkek oluvermişler, Oğlanlar koşarak ateşi dağıtıp söndürmüşler. Sevgili kız kardeşlerini kurtarmışlar. Onu kucaklamışlar, öpmüşler. Kız, ağzını açarak konuşmaya başlayınca niçin dilsiz oldu­ğunu, niçin gülmediğini krala anlatmış.

Kral, kızın suçsuz olduğunu öğrenince çok sevinmiş. Ondan sonra hepsi bir arada, ölünceye kadar mutluluk içinde yaşamışlar.

Dansta Parçalanmış Pabuçlar

Bir kralın, birbirinden güzel on iki tane kızı varmış. Kız­lar, büyük bir odada hep birlikte kalıyoriarmış. Ya­takları yan yanaymış, Akşam olup, kızlar odalarına çekilince kral, kızlarının kapısını kilitlermiş, Fakat, sabah kapıyı açtığı zaman pabuçlarının dans etmekten paramparça olduklarını görürmüş. Bunun nasıl olduğuna

Günün birinde kral, kızlarının geceleri nerede dans ettiklerini bulana kızlarından birini vereceğini, ölümün­den sonra da kendi yerine kral yapacağını ilân etmiş, Fakat üç gün, üç gece içinde bunu öğrenemeyeni de öldüreceğini bildirmiş,

Çok geçmeden bir prens ortaya çıkmış.

Kızların, nereye gittiğini öğrenebilirim, demiş. Ak­şam olunca, kızların odasının hemen yanındaki odada beklemeye başlamış. Kızların, odasını da kilitlememişler. Saatler geçmiş ama, ortalıkta ne bir ses, ne de bir hareket varmış. Çok geçmeden oğlanın göz kapakları o ka­dar ağırlaşmış ki, dayanamayıp uyuyakalmış, Ertesi sa­bah uyandığı zaman, on iki kızın yine dans ettiği anlaşıl­mış. Çünkü pabuçlarının altlarında yine delikler varmış.

İkinci, üçüncü akşamlar da böyle geçmiş, Bunun üzerine krai, hfç acımadan prensi öldürtmüş. Ondan sonra da birçok kişi kızların nereye gittiğini öğrenmeye çalışmış, Fakat bir türlü öğrenememişler. Bu yolda can vermişler,

Gel zaman, git zaman.,. Aradan yıllar geçmiş. Günün birinde bir askerin yolu kralın bulunduğu şehre düşmüş. Sa­vaşta yaralandığı için, artık askerlik yapamıyormuş. Yolda karşısına bir kocakarı çıkmış, Nereye gittiğini sormuş:

Doğrusunu istersen ben de bilmiyorum, demiş. Şa­kadan:

Prenseslerin nerede dans ettiklerini öğrenerek, kral olmak istiyorum! demiş.

Kocakarı:

Bu, o kadar da zor değil, demiş. Yalnız, akşamları sana verilen şaraptan içmemelisin. Uyuyormuş gibi yap­malısın! Sonra ona küçük bir manto vermiş:

Bu mantoyu giyince görünmez olursun. On iki kızın arkasından her yere gidebilirsin!

Asker, kocakarının bu öğütlerini dinledikten sonra, cesaretlenmiş. Doğru krala gitmiş. Bu işi yapmak istedi­ğini ona bildirmiş, Onu da diğerleri gibi hoş karşılamışlar. Güzel elbiseler giydirmişler. Akşam olunca da odasına götürmüşler. Yatağa gireceği sırada kızların en büyüğü, ona bir bardak şarap getirmiş. Asker, daha önceden çenesinin altına bir sünger bağlamış. Şarabı, ağzına gö­türüp içermiş gibi yaparak, bu süngere dökmüş. Yatağına uzanmış. Bir süre sonra, derin bir uykudaymış gibi hor­lamaya başlamış. Kralın on iki kızı, bu horultuyu duyup, gülüşmüşler,

Büyük kız:

Adamcağızın emeklerine yazık oldu, demiş, Bu da tatlı canından olacak.

Kızlar, dolapları ve sandıkları karıştırıp, en güzel elbi­selerini çıkarmışlar. Aynanın önüne geçerek süslenmiş­ler. Bu akşam da dansa gidebileceklerine sevinmişler. Yalnız kızların en küçüğü:

Siz seviniyorsunuz ama, bu akşam içimde bir sıkıntı var. Sanki bir aksilik olacak gibime geliyor! demiş.

Ablaları:

Sen çok korkak bir kızsın zaten. Unuttun mu? Kaç tane prens bu uğurda, canlarından oldu. Bu askere uy­ku ilâcı bile içirmeme lüzum yoktu. Budala, bir kere uyu­duktan sonra nasıl olsa uyanamaz.

Kızlar, hazırlandıktan sonra önce askerîn odasına gi­rip bakmışlar. Askerin gözleri sımsıkı kapalıymış. Hiç kıpırdamıyormuş.

Kızlar, her şeyin yolunda olduğuna inanmışlar. Bu­nun üzerine, kızların en büyüğü yatağına gidip, eliyle vurmuş. Yatak hemen yerin altına inmiş. Açılan delikten içeri önce büyük kız girmiş. Arkasından öbür kızlar da gi­rerek gözden kaybolmuşlar.

Kızları gizlice gözetleyen asker, daha fazla bekleme­miş. Mantosunu omzuna almış; sonuncu kızın arkasın­dan o da deliğe girmiş. Asker, merdivenlerden inerken en arkadan giden küçük kızın eteğine basmış. Kız korka­rak bağırmış:

O da ne? Eteğimden kim çekiyor? Büyük ablası:

Ne kadar da korkaksın, demiş. Eteğin bir taşa takıl­mıştır,

Kızlar yollarına devam etmişler. Merdivenin altındaki çok güzel bir ağaçlık yola varmışlar. Bu ağaçların yaprakları gümüştenmiş. Pırıl pırıl parlıyorlarmiş. Asker, bura­ya geldiğini ispat edecek bir işaret olsun diye ağaçtan bir. dalkoparmış. Dalı koparırken ağaçtan, korkunç bir ses çıkmış. Kızların en küçüğü, yine bir çığlık atmış;

Bu da ne? Gürültüyü duymadınız mı? Büyük ablası:

Prenslerimizi yakında kurtaracağımız için şenlik fi­şekleri atılıyor galiba! demiş.

Başka bir ağaçlık yola gelmişler. Buradaki ağaçların yapraklan ise altındanmış. Nihayet üçüncü bir ağaçlık yola varmışlar. Bunların yaprakları elmastanmış. Asker, her ağaçtan birer dal koparmış, Her defasında da bü­yük bir gürültü duyuluyormuş,

Gide gide büyük bir gölün kenarına varmışlar. Gölde, on iki tane küçük kayık duruyormuş, Her kayıkta gü­zel bir prens oturuyormuş. Prensler, on iki kız kardeşi bek­liyorlarmış. Prenslerden her biri, kızlardan birini almış. Asker, en küçük kızın kayığa atlamış.

Prens, kıza sormuş:

Anlayamadım, bugün kayık neden bu kadar ağır-laştı? Kürekleri çok zor çekiyorum.

Kız sormuş:

Acaba neden? Sanki hava sicakmış gibi, yanıyorum.

Göiün karşı tarafında güzel, pırıl pırıl bir şato görünü-yormuş, Bu şatodan, neşeli müzik sesleri geliyormuş. Kayıkla karsıya geçmişler, şatoya girmişler. Prenslerden her biri sevgilisiyle dans etmeye başlamış. Asker de görün­meden onlarla birlikte dans etmiş. Kızlardan biri şarap kadehini eline alınca asker, bu şarabı içiyormuş. En kü­çük kiz, kadehi ağzına götürünce içinde şarap olmadı­ğını görüp, yine korkmuş. Fakat en büyük ablası onu hemen susturmuş. Kızlar, sabahın saat üçüne kadar dans etmişler. Hepsinin pabuçları parçalanmış. Bu yüzden dansı bırakmışlar. Prensler, kızları tekrar kayıklara bindire­rek karşıya geçirmişler. Asker, bu sefer en büyük kızın ka­yığına binmiş.

Kendi kıyılarına varınca kızlar prenslere veda etmişler. Ertesi akşam tekrar buluşmak üzere sözleşmişler. Sarayın merdivenlerine geldikleri zaman asker en önden koşup. yatağına girmiş. On iki kız yorgun argın yukarı ç,k,nca as­ker, tekrar horlamaya başlamış. Bunu duyan kızlar:

Bundan da korkumuz kalmadı! demişler.

Sonra güzel elbiselerini çıkarıp, dolaplarına asmışlar Dans ederken parçalanan pabuçlarını yataklarının altı­na bırakmışlar, uykuya dalmışlar.

Ertesi sabah asker, hiçbir şey söylemek istememiş Bu acayip oyunu bir daha görmek istiyormuş. Bunun için ikinci, üçüncü geceler de kızlarla birlikte gitmiş. Her şey bınncı gecedeki gibi olmuş. Kızlar, her gece pabuçlar, parçalanıncaya kadar dans etmişler. Üçüncü gece as­ker, kanıtlamak için, oradan bir de kadeh alıp getirmiş, Üçüncü günün sonunda kral, askeri huzuruna ça-ğırtmış. Asker, ağaçlardan kopardığı üç dalla, prenslerin sarayından getir­diği kadehi yanına alarak kralın hu­zuruna çıkmış. On iki kız, kapının ar­kasından içeriyi dinliyormuş. Kral:

Kızlarımın geceleri nereye git­tiklerini öğrendin mi? diye sormuş.

Asker:

Evet, kral hazretleri, Yeraltında­ki şatoda oturan on iki prensle dans etmeye gidiyorlar! diye cevap ver-

miş. Gördüklerini bir bir anlatmış. Sözlerini ispat etmek için getirdiği şeyleri göstermiş.

Bunun üzerine kral, kızlarını çağırtmış. Askerin sözleri­nin doğru olup olmadığını sormuş. Kızlar, inkâr etmenin bir faydasının olmayacağını anlamışlar. Hepsi doğruyu söylemişler. O zaman kral, kızla- ::i: rından hangisiyle Ben artık genç biri değilim. Kızlarınızın en büyüğüyie evlen­mek istiyorum! demiş.

Aynı gün, kız ve

askerin düğünleri yapılmış. Kralın ölümünden sonra as­kerin kral olacağı da herkese duyurulmuş,

Prenslere gelince; onlar da, kızlarla dans ettikleri ge­ce sayısı kadar cezalandırılmışlar.

Parmak Çocuk

Yaşlı terzinin bir oğlu varmış. Bu çocuk o kadar küçük, o küçükmüş ki, boyu bir elin baş parmağı kadarmış. Bu yüzden ona "parmak çocuk" derlermiş. Ama parmak çocuk çok cesurmuş.

Bir gün babasına demiş ki:

Babacığım, ben dünyayı dolaşmak istiyorum. Bu­nun için uzaklara gideceğim!

Babası;

Sen küçük bir çocuksun. Yabancı ülkelerde tek başına nasıl yaşarsın? demiş. Ama parmak çocuğu ka­rarından döndürememiş. Kendini koruması için, uzun bir iğneden kılıç yapmış.

Yolculuğa çıkarken bu kılıcı da yanına al! demiş.

Parmak çocuk, yola çıkmadan önce anne ve ba­bası ile birlikte son defa akşam yemeği yemek istemiş, Annesinin akşam yemeği için neler pişirdiğini merak edip mutfağa gitmiş. Yemek hazırmış. Tencere ocağın üzerinde duruyormuş. Parmak çocuk annesine sormuş:

Neler pişirdin anneciğim? Annesi:

Git, kendin bak işte! demiş.

Parmak çocuk, ocağa tırmanmış ve tencerenin içi­ne bakmış. Fakat, aniden yemeğin buharı onu almış, yukarı doğru uçurmuş. Bacadan dışarı çıkarmış. Buhar ile günlerce havada uçmuş uçmuş. Sonra tekrar yere inmiş. Artık başka bir ülkedeymiş. Günlerce gezmiş, dolaşmış. Bir adamın yanında iş bulup, çalışmaya başla­mış. Ama, ustanın karısının yaptığı yemekleri pek beğenmiyormuş.

Bir gün kadına demiş ki;

Bayan, bize daha iyi yemek vermezseniz çıkıp gi­derim. Hem de yarın sabah erkenden evinizin kapısına tebeşirle yazarım:

"Bol patates, bir parça et, Kalın burada sağ, selâ­met!" Ustanın karısı çok kızmış:

Daha ne istiyorsun sanki bücür? demiş.

Bir sopayı kapıp, çocuğa vurmak istemiş, Fakat par­mak çocuk, hemen bir yüksüğün altına kaçmış. Başını uzatıp, kadına dil çıkarmış. Kadın, yüksüğü kaldırmış; ço­cuğu yakalamak istemiş ama, parmak çocuk bir bez parçasının arasına saklanmış. Kadın bezin kıvrımlarını açıp onu ararken oğlan, masanın yarığına girmiş. Başını dışarı çıkarıp:

Ustanın karısı ceeee! demiş.

Kadın, başına vurmaya uğraşırken parmak çocuk, çekmecenin altına kaçmış, Sonunda kadın, onu yaka­layıp, kapı dışarı atmış.

Parmak çocuk, yola çıkmış. Günlerce yürüdükten son­ra, büyük bir ormana varmış. Karşısına haydutlar çıkmış, Haydutlar, kralın hazinesini çalmak istiyorlarmış..

Parmak çocuğu gören bir haydut:

Bu küçücük çocuk anahtar deliğinden girebilir. Bize kapıları açar, demiş. İçlerinden biri seslenmiş:

Hey bana bak ufaklık! Bizimle birlikte kralın hazine­sini çalmak ister misin? Anahtar deliğinden içeri dalıp, paraları dışarı atabilirsin!

Parmak çocuk düşünmüş, taşınmış; sonunda:

Evet! demiş.

Onlaria beraber saraya gitmiş. Kapının altını üstünü gözden geçirmiş. Aralık bir yer olup olmadığını araştır­mış. Az sonra, geçebileceği kadar genişlikte bir aralık bulmuş. Hemen içeri girmek istemiş, ama kapının önün­de duran nöbetçilerden biri onu görmüş.

Arkadaşına seslenmiş:

Şurada sürünüp duran çirkin örümceğe de bakın! Dur şunu çiğneyivereyim.

Diğeri:

Bırak zavallı hayvanı! demiş.

Nöbetçilerden kurtulan parmak çocuk, kapının ara­lığından sürünerek hazineye ulaşmış. Pencereyi açmış, Haydutlar bu pencerenin altında bekliyorlarmış. Parala­rı birer birer aşağıya atmaya başlamtş. Bu sırada kralın, hazinesini görmek için geldiğini görmüş. Hemen bir yere saklanmış. Kral paralarının eksildiğinin farkına varmış.

Paralarını kimin ve nasıl çaldığını anlayamamış. Çünkü kilitler ve sürgüler yerli yerlerinde duruyorlarmış.

Kral dışarıdaki iki nö­betçiye:

Dikkat edin! Paraları­mı çalmak isteyen biri var! demiş.

Parmak çocuk, yeni­den işe koyulunca nöbet­çiler içeriden firing, tiring ti-ring, tiring diye sesler geldi­ğini duymuşlar. Hırsızı yaka­lamak için, hemen içeri koşmuşlar. Fakat onların geldiğini duyan parmak ço­cuk, hemen üstünü altın paralarla örtmüş, Bir taraftan da nöbetçilerle alay ediyormuş:

Buradayım! Buradayım! diye sesleniyormuş. Nö­betçiler, sesin geldiği tarafa koşarken o da başka bir kö­şeye kaçıp, başka bir paranın altına saklanıp:

Hey! Buradayım ben! diye bağırıyormuş. Nöbetçi­ler de oraya koşuyorlarmış. Böylece onları deliye çevir­miş, yorulup gidinceye kadar, adamları oradan oraya koşturmuş, durmuş. Sonra da paraların hepsini birer bi­rer dışarı atmış. Sonuncuyu olanca kuvvetiyle fırlatmış, kendisi de bu paranın üzerine sıçramış; parayla birlikte pencereden aşağı inmiş.

Sen çok büyük bir kahramansın, bizim elebaşımız olur musun? demişler.

Parmak çocuk, onlara teşekkür etmiş. Fakat önce dünyayı görmek istediğini söylemiş. Paraları bölüşmüş­ler. Parmak çocuk, onlardan bir tek altın istemiş. Çünkü daha fazlasını taşıyamıyormuş. Sonra kılıcını tekrar beli­ne bağlamış ve haydutlara veda edip, yola koyulmuş. Yolculuğu boyunca, birkaç işe girmiş. Fakat, hiçbirini sevmemiş. Nihayet bir handa uşak olmuş ama, hizmet­çi kızlar ondan hoşlanmamışlar. Çünkü onlar kendisini göremedikleri halde, parmak çocuk onların gizlice yap­tıkları her şeyi görüyormuş. Kilerden bir şeyler çaldıklarını hancıya haber verirmiş. Hizmetçi kızlar, ona bir oyun oy­namaya karar vermişler.

Bir gün, hizmetçilerden biri bahçede otları biçerken parmak çocuğu otların arasında oynarken görmüş. Onu da beraber biçmiş, otlarla birlikte büyük bir torba­ya koyup, gizlice ineklerin önüne atmış. İri ve siyah bir inek, parmak çocuğu otlarla beraber yutmuş. İneğin midesine inen çocuk, çok korkmuş. Çünkü, burası kap-karanlıkmış ve ısiakmış. İneği sağarlarken parmak ço­cuk, içerden seslenmiş:

Fıstık fıstık fişte. Doldu kova İşte!

Ama süt sağılırken çıkan gürültüden bu ses duyul­mamış. O sırada ev sahibi ahıra girmiş:

Yarın şuradaki inek kesilecek! demiş.

Bunu duyunca parmak çocuk korkmuş. Avazı çıktığı kadar bağırmış:

Önce beni çıkarın! İneğin içindeyim!

Adam, bu sesi duymuş ama, nereden geldiğini an­layamamış:

Neredesin? demiş, Parmak çocuk:

Siyah ineğin içindeyim! demiş.

Adam bundan bir şey anlayamamış, çıkıp gitmiş.

Ertesi sabah, inek kesilmiş, Parmak çocuk, çok şans­lıymış, Çünkü, inek parçalanırken bıçak ona değmemiş. Ama, sucukluk etlerin arasına karışmış. Kasap, gelip işe başlarken oğlan avazı çıktığı kadar bağırmış:

Çok fazla kesme! O kadar çok kesme! Etlerin ara­sında ben varım!

Kıyma bıçaklarının gürültüsünden bu sesi duyan ol­mamış. Zavallı parmak çocuk, büyük bir tehlike içindey­miş, Fakat tehlike insanların kuvvetini artırır, derler. Ço­cuk, kıyma bıçaklarının arasından öyle bir fırlayış fırlamış ki kendisine bir şey olmamış. Ama, kaçıp gidememiş. Yağlarla birlikte bir sucuğun içine tıkılmış. Burası çok darmış. İslenip, kuruması için sucuğu bacanın içine asmış­lar. Burada beklerken çok sıkılmış. Nihayet kış gelince

onu bacadan indirmişler. Çünkü müşterilerden biri su­cuk istiyormuş. Hancı kadın sucuğu dilimlerken parmak çocuk, boynu kesilmesin diye başını uzatmayarak ken­dini korumuş. Sonra da dışarı fırlamış. Kırlarda dolaşırken, karşısına bir tilki çıkmış. Tilki, onu bir nefeste yutuvermiş.

Parmak çocuk:

Aman Bay tilki! diye seslenmiş. Beni serbest bırakın ne olur? Beni yemekle doymazsın ki!

Doğru söylüyorsun, de­miş. Sen karnımı doyur-mazsın. Babanın evinde-i ki tavukları bana verir-j sen, seni bırakırım!

Parmak çocuk:

Seve seve, demiş. Tavukların hepsi senin olan. Yemin ediyorum!

Bunun üzerine tilki, onu bı­rakmış; evine kadar götürmüş. Ba­bası, sevgili minik oğlunu tekrar görünce bütün tavukla­rını seve seve tilkiye vermiş. Parmak çocuk:

Babacığım sana güzel bir altın getirdim! demiş. Al­tını babasına uzatmış,

Peki ama, zavallı tavukları tilkiye niçin verdin sanki?

Hay budala hay! Babalar için çocuğu, evdeki ta­vuklardan daha kıymetlidir de ondan!

Ormandaki Ev

Issız bir ormanın kenarındaki küçük bir kulübede, fakir bir oduncu yaşarmış. Oduncunun, karısı ve üç de kızı var­mış. Bir sabah yine ormana giderken karısına demiş ki;

Bugün öğle yemeğimi, büyük kızla gönder. Çünkü öğleye kadar işimi bitiremem.

Kız yolunu şaşırmasın diye, bir torba darı alıp yollara serpeceğim, demiş.

Güneş ormanın tepesine kadar yükselince kız, bir tas çorbayla yola çıkmış. Fakat ormanda, kırlarda uçuşan serçeler, çayır kuşları, ispinozlar, kara tavuklar, kanarya­lar darı tanelerini çoktan toplayıp yemişler bile. Bu yüz­den kız yolu bulamamış. Gün batıp, gece oluncaya ka­dar yoluna devam etmiş. Gecenin karanlığında ağaç­lar uğulduyor, baykuşlar ötüyormuş. Kız, korkmaya baş­lamış.

O sırada uzakta, ağaçların arasında parlayan bir ışık görmüş: demek burada yaşayan birileri var! Geceyi bu­rada geçirebilirim! diye düşünmüş; ışığa doğru ilerlemiş.

Çok geçmeden evin önüne varmış, kapıyı çalmış. İçeriden boğuk bir ses:

Gel! diye bağırmış,

Kız, evin karanlık sofasına girmiş. Odanın kapısını vur­muş.

Aynı ses:

Gir içeri gir! demiş. Kız, kapıyı açıp içeri girmiş. Be­yaz saçlı, uzun beyaz sakallı bir adam, masanın başında oturuyormuş. Adam, elleriyle yüzünü kapamış.

Ak sakalı, masanın üzerinden yere kadar uzanıyor-muş, Sobanın yanında bir horoz, küçük bir tavuk, alaca tüylü bir inek yatıyormuş. Kız, başından geçenleri ihtiyar adamg anlatmış, Geceyi burada geçirmek için, ondan izin istemiş. Adam hayvanlara seslenmiş:

Güzel tavuk, güzel horoz, alacalı güzel inek! Siz ne dersiniz?

Hayvanlar:

Duks! diye cevap vermişler. Bunun anlamı, "Bizim için sakıncası yok." demekmiş,

Bunun üzerine ihtiyar, kıza dönerek:

Burada her şey var! Haydi ocağa git, bize akşam yemeği pişir! demiş. Kız, mutfakta ne aradıysa bulmuş. Güzel bir yemek pişirmiş, ama hayvanları hiç düşünme­miş, Doldurduğu tabaklan, masaya getirip koymuş, Ak saçlı ihtiyarın yanına oturmuş, karnını iyice doyurduktan sonra:

O kadar yorgunum ki, demiş. Uyumak istiyorum, yatak nerede?

Hayvanlar seslenmişler:

Yedin, içtin. Bizleri,hiç düşünmedin. Geceyi nere­de geçirirsen geçir!

Bunun üzerine ihtiyar adam:

Merdivenlerden yu­karı çık. Orada iki yataklı bir oda göreceksin, O yatakları düzelt, beyaz keten çarşafları yay. Biraz sonra ben de gelip yatarım! demiş.

Kız yukarı çıkmış. Yatakları düzeltip çarşaflarını yay­dıktan sonra ihtiyarı beklemeden, birinin içine girip uzanmış, Biraz sonra ak saçlı adam da, yukarı çıkmış. Elindeki mumu kızın yüzüne tutmuş ve başını sallamış, Kı­zın derin uykuda olduğunu görünce yerdeki kapağı aç­mış, Kızı, odanın altındaki mahzene indirmiş.

Akşam olunca, oduncu evine dönmüş, Bütün gün aç kaldığı için karısına çıkışmaya başlamış.

Kadın:

Benim suçum yok! elemiş, Büyük kızla, sana yemeR göndermiştim. Herhalde yolunu kaybetti. Sabah dönüp gelir.

Oduncu, güneş doğmadan kalkmış. Yine ormana gidecekmiş. Bugün de öğle yemeğini ortanca kızın ge­tirmesini istemiş:

Yanıma bir torba mercimek alıyorum. Taneleri daha iridir. Kız, bunları daha iyi görür, yolunu şaşırmaz! demiş.

Öğle üzeri kız, yemeği alıp yola çıkmış. Fakat merci­mekler ortada yokmuş. Ormandaki kuşlar bunları da, yi­yip bitirmişler. Kızcağız, bütün gün ormanda dolaşıp durmuş. Akşam olunca o da ihtiyar adamın evine var­mış. İçeri girmiş ve yiyecek bir şeyler, yatacak bir yer is­temişi Ak saçlı adam yine hayvanlara sormuş:

Güzel tavuk, güzel horoz, alacalı güzel inek! Ne dersiniz buna siz?

Hayvanlar, aynı cevabı vermişler:

Duks!

Ak saçlı adam, ondan da yemek yapmasını istemiş, Kız, güzel yemekler pişirmiş. ihtiyar adamla birlikte yemiş, içmiş; fakat hayvanları düşünmemiş.

Yatacağı yeri sorunca hayvanlar:

Yedin, içtin! Bizleri düşünmedin! Geceyi nerede geçirirsen geçir! demişler. Kız, uykuya dalınca ihtiyar adam gelmiş. Onu da mahzene indirmiş.

Üçüncü gün, sabah oduncu karısına demiş ki:

Bugün bana yemeği küçük kızla gönder! Küçük kı­zım her zaman usludur, söz dinler. Herhalde dosdoğru yolunda gider. Diğer haylaz kardeşleri gibi ormanda dolaşıp durmaz.

Fakat annesi, küçük kızını göndermek istemiyormuş:

Sevgili yavrumu da mı kaybedeyim? demiş. Adam:

Merak etme, demiş. O yolunu kaybetmez! Bu sefer yollara bezelye serpeceğim. Bunlar mercimekten daha iridirler. Yolunu kaybetmez.

Fakat kız, kolunda bir sepetle yola çıktığı zaman kuş­lar, bezelyeleri yiyip bitirmişler bile. Kızcağız, nereye gideceğini şaşırmış, Üzüntü içindeymiş, Babasının acıka­cağını, yiyecek bir şey bulamayacağını, gecikirse anneciğinin merak edeceğini düşünüyormuş.

Nihayet ortalık kararınca uzaktaki ışığı görmüş. Or­mandaki evin yanına varmış. Geceyi orada geçirmesini güler yüzle rica etmiş, Ak sakailı adam, yine hayvanlara sormuş:

Güzel tavuk, güzel horoz, alacalı güzel inek! Ne dersiniz buna siz. Onlar, hep bir ağızdan Duks! demişler,

Bunun üzerine kız, önünde hayvanların yattığı sobaya doğru gitmiş. Tavukla horozun parlak tüylerini okşamış; alaca İneğin alnını hafif hafif kasımış. İhtiyarın isteği üzerine güzel bir çorba pişirmiş. Tasa koymuş ve sofraya getirmiş.

Kız:

Ben karnımı doyururken bu hayvancıklar aç mı kalsın? Dı­şarıdan onlara yiyecek getireyim! demiş. Dışarı çıkmış; arpa getirerek tavukla horozun önüne serpmiş. İneğe de bir kucak dolusu güzel kokulu saman vermiş:

Afiyetle yiyin sevgili hayvanlar! Susadığınız zaman içersiniz diye size serin su da getireyim! demiş. Bir kova su getirmiş.

Tavukİa horoz hemen kovanın kenarına sıçramışlar, gagalarını suya daldırmışlar; sonra kafalarını havaya kal­dırmışlar. Alaca inek de sudan kana kana içmiş. Hay­vanlar, yemlerini yiyince kız, ihtiyar adamın yanına gide­rek sofraya oturmuş. Ondan artan yemekleri yemiş. Çok geçmeden tavukla horoz başlarını kanatlarının arasına sokmuş, Alaca inek de gözlerini kapamış.

Bunun üzerine kız:

Artık biz de uyuyalım mı? Güzel tavuk, güzel horoz, alacalı güzel inek! Ne dersiniz? diye sormuş.

Hayvanlar cevap vermişler:

Duks! Sen bizimle birlikte yedin, içtin. Bizim iyiliğimi­zi, rahatımızı düşündün, Sana güzel geceler, rahat uyku­lar dileriz! demişler.

Kız, üst kattaki odaya çıkmış, Yatakları düzeltmiş ve tertemiz örtüler örtmüş. İşi bitince ihtiyar adam gelmiş, yataklardan birine yatmış. Ak sakalı, ayaklarına kadar uzanıyormuş. Kız, ikinci yatağa girmiş, duasını etmiş ve uykuya dalmış. Küçük kız, gece yarısına doğru uyanmış, Evin içinden bazı gürültüler geliyormuş. Kapılar kendili­ğinden açılıyor, duvarlar yumruklanıyormuş. Tavanın ki­rişleri yerlerinden fırlayacak gibi sallanıyormuş. Dışarıda, sanki merdiven yıkılıyormuş gibi büyük bir gürültü olmuş, Az sonra daha kuvvetli bir çatırtı duyulmuş. Bu sefer de evin damı çöker gibi olmuş. Nihayet sesler kesilmiş. Kıza hiçbir şey olmamış. Yatağından hiç çıkmamış, tekrar uy­kuya dalmış.

Sabah, uyandığı zaman bir de ne görsün? Büyük bir salonun ortasında yatıyormuş, Etrafındaki bütün eş­yalar pırıl pırıl parlıyormuş. Kız bîr saraydaymış, Duvar­larda yeşil ipekten perdelerin üzerinde altından çiçek­ler, fışkırıyormuş. Yatak fildişindenmiş. Üstündeki yorgan kırmızı kadifedenmiş. Yanında incilerle işlenmiş bir çiftterlik duruyormuş. Kız, bütün bunların rüya olduğunu sanmış, İçeriye çok şık giyinmiş üç uşak girmiş. Ne emret­tiğini sormuşlar,

Kız:

Gidin, demiş. Şimdi kalkıp, ihtiyara bir çorba pişire­ceğim. Güzel tavuğa, güzel horoza ve alacalı güzel ine­ğe de yem vereceğim,

Kız, ihtiyarın kalktığını sanıyormuş. Onun yatağına bakmış, Fakat, yatakta ihtiyar adamın yerinde yabancı bir erkek yatıyormuş. Dikkatle bakınca bu adamın hem genç, hem de çok yakışıklı olduğunu görmüş.

Adam uyanmış ve kıza gülümseyip:

Ben bir prensim, demiş. Kötü bir cadı beni ak saç-, ak sakallı bir ihtiyara döndürdü. Bir tavuk, bir horoz ve alacalı bir ineğe dönüşen üç uşağımdan başka hiç kim­sem yoktu. Eski halime dönmem için yalnız insanlara değil; hayvanlara karşı da iyi davranan temiz kalpli bir kızın yanıma gelmesi gerekiyordu, İşte, o kız sensin. Bu gece yarısı cadının yaptığı büyü, senin yardımınla bozuldu, Ormandaki küçük kulübe tekrar saraya dönüştü, demiş. Prens, üç uşağını kızın anne ve babasına yollamış. Onla­rı düğüne davet etmiş.

Kız:

Kız kardeşlerim kayboldu. Nerede olduklarını biliyor musun? diye sormuş,

Prens cevap vermiş:

Onları mahzene kilitledim. Sabah, ormana götürü­lecekler. Kötü huylarını düzeltinceye kadar bir kömürcü­ye hizmet edecekler, demiş.

Cücelerin Hediyeleri

Bir terzi ve bir kuyumcu, seyahat ediyorlarmış. Bir ak­şam, güneş dağların arkasında kaybolunca uzaktan bir müzik sesi duymuşlar. Ses gittikçe yaklaşıyormuş. İlk defa duydukları halde bu müzik o kadar hoşlarına gitmiş ki, bütün yorgunluklarını unutmuşlar; hızla yollarına devam etmişler. Ay doğduğunda bir tepeye varmışlar. Tepenin üzerinde bir sürü cüce varmış. Cüceler, el ele tutuşmuş­lar neşe içinde dans ediyorlarmış. Dans ederlerken, bir yandan da şarkı söylüyorlarmış. Az önce duydukları mü­zik buymuş. Dans edenlerin ortasında, cücelerden da­ha büyük bir ihtiyar oturuyormuş, Üzerinde rengarenk bir ceket varmış. Kar gibi ak sakalı göbeğine kadar uzanı-yormuş. İki yolcu, şaşkınlıkla oldukları yerde, dans eden neşeli cüceleri seyrediyorlarmış. İhtiyar cüce, onları gö­rüp yanlarına çağırmış. Dans eden cüceler, onlara yol vermişler. Kambur olan kuyumcu, çok cesur bir adam­mış. Hemen onlara yaklaşmış, Fakat terzi, biraz korkuyor-muş, geride durmuş. Ama bakmış ki herkes keyfinde, eğlencesinde, Ona da cesaret gelmiş, o da aralarına karışmış,

Cüceler, tekrar el ele tutuşup, şarkılar söyleyerek çılgın gibi hoplaya zıplıya dans etmeye başlamışlar, Bu sırada ih­tiyar, kemerindeki bir bıçağı çıkarmış ve bilemiş. Yabancı­lara bakmaya başlamış. Adamlar, korkmuşlar ama kaçıp gidememişler, İhtiyar cüce, kuyumcuyu yakalamış. Büyük bir el çabukluğu ile saçını sakalını tıraş etmiş.

Aynı şey terzinin de başına gelmiş. İhtiyar, güler yüz­le ikisinin de sırtlarını okşamış. Adamların korkusu geçmiş. İhtiyar, bir kenarda duran kömür yığınını parmağıyla gös­termiş; ceplerini bunlarla doldurmalarını işaretle anlatmış. İkisi de bunların ne İşe yarayacağını bilmedikleri hal­de; ihtiyarın dediğini yapmışlar. Sonra geceyi geçirecek bir yer aramak üzere yola çıkmışlar. Bir dereye geldikleri zaman manastırın saati gecenin on ikisini çalıyormuş.

Birdenbire müziğin sesi kesilmiş, Cüceler ortadan kaybolmuş. Tepe, ay ışığı içinde sessiz ve bomboş kal­mış, İki yolcu yatacak bir yer bulmuşlar. Kuru otların üze­rine uzanarak paltolarını üstlerine örtmüşler, O kadar yorgunlarmış ki, ceplerindeki kömürleri boşaltmayı bile unutmuşlar. Bir gürültü duyup, erkenden uyanmışlar. El­lerini ceplerine soktukları zaman gözlerine inanamamış­lar. Çünkü cepleri kömür yerine altınla doluymuş, Saçla­rı, sakalları da tekrardan uzamış. Artık ikisi de zengin ol­muş. Kuyumcu, aç gözlü bir adammış. Bunun için, cep­lerine daha çok kömür doldurmuş. Altınları da terzinin-kinden daha çokmuş.

Açgözlü kuyumcu, terziye:

Burada bir gün daha kalalım, Akşam olunca tepe­ye gidelim, ihtiyarın yanından bu sefer daha çok altın alalım! demiş. Terzi, buna razı olmamış:

Bu kadarı bana yeter. Ben memnunum. Şimdi eve dönüp, nişanlımla evleneceğim, demiş.

Fakat, arkadaşının ısrarlarına dayanamayıp bir gün daha orada kalmaya razı olmuş. Akşam kuyumcu, om­zuna birkaç torba daha asmış. Tepeye giden yola ko­yulmuş. Cüceleri şarkı söyleyerek dans ederken bulmuş. İhtiyar, gene onun saçını sakalını tıraş etmiş, kömürler­den almasını işaretle anlatmış. Fakat, o yalnız ceplerini doldurmakla kalmamış. Sevinç içinde geri dönmüş ve üzerine paltosunu ör­tüp yatmış. Sabah çok zengin bir adam olarak uyanmak hayaliyle uy­kuya dalmış. Gözlerini açar açmaz I ceplerini yoklamak için, yerinden fırlamış. Bir de ne görsün? Ceplerin­de kömürden başka bir şey yok­muş! Dünkü altınların da tekrar kömür olduklarını görünce kuyumcunun aklı başından gitmiş. Kömürleri karıştı-ra karıştıra simsiyah olan ellerini alnına götürmüş. Saçının da, sakalının da yerinde ol­madıklarını görmüş. Sırtındaki kambur da daha çok bü­yümüş. Aç gözlülüğünün cezasını çekiyormuş, Hüngür hüngür ağlamaya başlamış. Bu gürültülere uyanan iyi kalpli terzi, talihsiz arkadaşını tatlı sözlerle yatıştırmış:

Sen bu yolculukta bana arkadaşlık ettin, demiş. Bu parayı bölüşelim, demiş.

Zavallı kuyumcu, hayatının sonuna kadar o koca kamburunu sırtında taşımış. Çıplak kafasından kasketini çıkaramamış,

Akgül İle Algün

Fakir ve dul bir kadın, iki küçük kızı ile birlikte küçük bir kulübede yaşıyormuş. Kulübelerinin önünde, bir bah­çe varmış. Bahçede de iki gül fidanı dikiliymiş, Bunlar­dan biri beyaz, diğeri kırmızı güller açarmış. Kadının iki kızı, bu gül fidanlarına benzermiş. Birinin adı Akgül, diğeri­nin de Algüimüş, Bu kızlar çok uslu, çok çalışkan, çok terbiyeliymişler. Yalnız Akgül, kardeşinden daha sessiz, da­ha ağırbaşlıymış. Algül kırlarda, tarlalarda koşup oyna­mayı, çiçek toplamayı kuş tutmayı daha çok severmiş. Fakat Akgül evde, annesinin yanında oturur, ev işlerine yardım eder, işi bitince annesine kitap okurmuş.

İki kardeş, birbirlerini çok severlermiş, Bir yere gittikle­ri zaman hiç ayrılmazlar, el ele tutuşarak dolaşırlarmış.

Akgül, kardeşine:

Birbirimizden hiç ayrılmayalım! dermiş. Algül, he­men cevap verirmiş:

Ömrümüzün sonuna kadar.

Yavrularının böyle konuştuğunu duyan anneleri: - Her şeyi aranızda bölüşün, dermiş.

İki kardeş, yalnız başlarına ormanda dolaşırlar, ağaçlardan meyve toplarlarmış. Ormandaki hayvanlar onlara dokunmazmış. Hattâ onları görünce koşarak yanlarına gelirlermiş. Küçük tavşana, topladıkları otları elleriyle yedirirlermiş. Karaca, onların yanında otlarmış, Geyik, önlerinden sıçrayarak geçermiş. Kuşlar, dallara konup ötüşürlermiş. Ormanda oyalanıp da eve gecikir­lerse, hava kararınca yosunların üzerine yan yana uza­narak sabaha kadar uyurlarmış. Anneleri, bunu bildiği için hiç merak etmezmiş.

Günün birinde, geceyi yine ormanda geçirmişler. Sabahın ilk pembeliği onları uyandırdığı zaman yanla­rında oturan beyaz, parlak elbiseler giyinmiş güzel bir çocuk görmüşler. Çocuk, ayağa kalkmış ve gülümseye­rek onlara bakmış; bir şey söylemeden ormana dalmış, kaybolmuş.'Çocuklar, etraflarına bakındıkları zaman korkunç bir uçurumun kenarında uyuya kaldıklarını gör­müşler. Eğer karanlıkta bir iki adım daha atsalarmış bu uçuruma düşerek paramparça olacaklarmış. Anneleri, gördükleri çocuğun iyi çocukları koruyan bir melek ol­duğunu söylemiş.

Akgül ile Algül, kulübelerini o kadar temiz tutarlarmış ki, bakanların içi açılırmış. Yaz günleri Algül, evi düzeltir; her sabah, annesi kalkmadan yatağının yanına bir çiçek demeti koyarmış. Bu demetin içine, her gülden | bir tane koyarmış. Kış günleri Akgül, ateşi yakar, tence­reyi ocağa koyarmış. Bu tencere, sarı bakırdanmış. Fa­kat, her gün temizlendiği için altın gibi pariarmış. Ak­şamları kar yağarken annesi ona:

Haydi Akgül, git kapıyı kilitle! dermiş.

Sonra ocağın karşısına otururlarmış. Anne gözlüğü­nü takar, büyük bir kitap alır, onlara okurmuş. Kızlar, annelerini can kulağıyla dinler, oturdukları yerde örgü örerlermiş. Yanlarında yavru bir kuzu yatarmış. Arkaların­da bir tüneğin üstünde beyaz bir güvercin durur, başını kanatlarının altına sokarak uyufmuş.

Bir akşam yine böyle otururlarken biri: . - Beni içeri alın! der gibi kapıyı çalmış, Anne:

Algül, kapıyı aç. Herhalde, yatacak yer arayan bir yolcudur! demiş.

Algül, sürgüyü çekip kapıyı açmış. Gelenin fakir bir insan olduğunu sanıyormuş. Ama karşısında iri siyah kafasını, kapının aralığından içeriye sokmaya çalışan bir ayı varmış. Algül, avazı çıktığı kadar bağırıp kaçmış. Kuzu, acı acı melemeye, güvercin uçmaya başlamış. Ak­gül, annesinin yatağının arkasına saklanmış.

Ayı, dile gelmiş:

Korkmayın! Sizlere zararım dokunmaz! Dışarısı çok soğuk. Odanızda biraz ısınmaya geldim!

Anne:

Zavallı ayı! Ocağın yanına uzan ama, dikkat et de postun tutuşmasın! demiş. Sonra kızlarına seslenmiş:

Akgül! Algül! Çıkın, ayı size bir şey yapmaz! Niyeti kötü değil!

Bunun üzerine kızlar gelmişler. Onları gören kuzu ile güvercin de yanlarına yanaşmış, Artık hiçbiri ayıdan korkmuyorlarmış.

Ayı çocuklara:

Haydi çocuklar, de­miş, Kürkümdeki karları süpürün bakayım!

Kızlar, süpürge getir­mişler; ayının kürkünü iyi­ce temizlemişler, Ayı, ocağın önüne serilmiş, ke­yifli keyifli homurdanıyormuş.

Aradan çok geçmeden birbirlerine alışmışlar. Ço­cuklar, ayının tüylerini karma karışık ediyorlar, sırtına çıkıyorlar, küçük bir fındık değneğiyle bacaklarına vuruyor­lar, ayı homurdandıkça katıla katıla gülüyorlarmış, Ayı, şakalara ses çıkarmıyormuş. Ara sıra canı fazla yanarsa:

Aman Akgül, canım Algül! Nişanlını döve döve öl duruyorsun! diye bağırıyormuş.

Uykuları gelince, yataklarına yatmışlar. Anneleri, ayıya:

Sen, ocağın yanında yatabilirsin. Böylece soğuk­tan korunmuş olursun! demiş.

Ayı, sabah olunca teşekkür edip karların üzerinde yürüyerek ormana gitmiş. Artık her akşam aynı saatte eve gelip, çocuklarla oynuyormuş. Onlar da kendisine o kadar alışmışlar ki, kara tüylü arkadaşları eve dönme­den kapıyı sürgülemiyorlarmış. İlkbahar gelip ortalık yemyeşil olunca ayı, bir sabah Akgül'e demiş ki:

Artık gitmeliyim. Bütün yaz gelemem. Akgül sormuş:

Nereye gideceksin sevgili ayı?

Ormana. Hazinelerimi kötü huylu cücelerden koru­malıyım. Kışın yeryüzü donunca cüceler, toprağı delip yeryüzüne çıkamazlar. Güneş yeryüzünü ısıtınca onlar da toprağı delerler ve yeryüzüne çıkarlar. Hırsızlığa başlarlar. Ellerine geçirdiklerini bir daha bulmak mümkün değildir.

Akgül, ayının gitmesine çok üzülmüş. Ayı dışarı çıkar­ken, kürkü kapıya takılmış; bir tutam tüyü çivide kalmış. Akgül, bu tüylerin altın gibi parladıklarını görerek şaşır­mış. Fakat buna önem vermemiş. Ayı, az sonra ağaçla­rın arkasında kaybolmuş.

O gün anneleri, çocuklarını çalı çırpı toplamaları için ormana göndermiş. Ormanda, yere yıkılmış koca­man bir ağaç kökü görmüşler. Bu kütüğün bir kenarında otlar arasında bir şey hoplayıp zıplıyormuş Çocuklar, uzaktan bunun ne olduğunu anlayamamışlar. Kütüğe yaklaştıkları zaman ihtiyar, buruşuk yüzlü, uzun beyaz sa­kallı bir cüce görmüşler. Cü­cenin sakalı ağacın çatlak­larından birine sıkışmış. Cüce, küçük bir köpek yavru­su gibi oradan oraya sıçrıyormuş.

Kırmızı, ateş gibi gözle­riyle küçük kızlara dik dik bakıp seslenmiş:

Ne duruyorsunuz! Gelip de beni kurtarsanıza!

Algül sormuş:

Küçük adam, ne oldu sana? Cüce, cevap vermiş:

Meraklı! Mutfak için şu ağaçtan bir parça yonga kesmek istedim, Bıçağımı kütüğe güzelce sokmuştum. Farkında olmadan güzel beyaz sakalımı sıkıştırdım, Kur­tulamıyorum! Şunlara bak! Bir de aptal aptal gülüyorlar. Ne zalim şeysiniz siz?

Çocuklar, çok uğraşmışlar; fakat sakalı bir türlü çe­kip çıkaramamışlar.

Bunun üzerine Algüi:

Of olmuyor İşte! Gidip, annemi çağırayım! demiş. Cüce, öfkeden köpürerek:

Hay kuş beyinli budala hay! diye bağırmış. Anne­nizi ne diye çağıracaksınız? Siz ne güne duruyorsunuz? Beni kurtarmak için aklınıza başka çare gelmiyor mu?

Akgül:

Dur, biraz sabırlı ol, demiş. Aklıma bir çare geldi.

Hemen cebinden makasını çıkarmış, sakalın ucun­dan kesmiş. Cüce kurtulur kurtulmaz, ağacın kökleri ara­sında duran altın dolu bir torbayı almış; dışarı çıkarmış:

Hödükler! Güzel sakalımı kestiniz ha! Bunun için si­ze bir de teşekkür mü edeceğim sanıyorsunuz! diye bağırmış. Sonra torbasını sırtlamış; çocukların yüzlerine bile bakmadan uzaklaşıp gitmiş.

Bir gün Akgül ile Algül, yemek pişirmek için balık tut­maya gitmişler, Derenin kenarına yaklaştıkları sırada, çekirgeye benzer bir şeyin suya hopladığını görmüşler, Koşa koşa yanına gitmişler. Geçen gün kurtardıkları sinir­li cüceymiş.

Algül sormuş:

Ne yapıyorsun? Balıklar gibi suyun dibine mi dalmayı düşünüyorsun? Cüce bağırmış:

Aklımı oynatmadım çok şükür! Görmüyor musu­nuz? Lanet balık beni suyun dibine çekmek istiyor. Dal­ga geçmeyi bırakın da beni kurtarın!

Meğer küçük cüce derenin kenarında balık tutuyor­muş. Aksilik bu ya! Rüzgâr sakalını oltanın ipine dolamış. Tam o sırada iğneyi yutan iri bir balık, cüceyi yakalamış ve kendine doğru çekmeye başlamış. Cüce sazlara, otlara tutunuyorsa da faydası olmuyormuş. Balık nereye çekerse o tarafa doğru sürüklenip duruyormuş.

Kızlar, tam zamanında yetişmişler, Cüceyi sımsıkı tut­muşlar. Sakalını oltadan kurtarmaya çalışmışlar. Fakat, sakalı oltaya öyle bir dolanmış ki çözmek mümkün de­ğilmiş. Yine makası çıkarıp sakalın ucunu kesmekten başka çare yokmuş. Cüce, bunu görünce bağırmaya başlamış:

Benim gibi yakışıklı bir adamın yüzünü, berbat ederek bir işe yaradığınızı mı sanıyorsunuz? Sizi gidi ser­semler! Keşke defolup gitseydiniz de beni bu hale sok-masaydınız! Cücenin, öfkeyle tepinip bağırdığını gören kızlar çok şaşırmışlar, Onun bu haline gülmeye başlamış­lar, Cüce, sazların arasında duran bir torba inciyi almış. Söylene söylene boyundan büyük torbayı sürükleyerek gitmiş. Bir kayanın arkasında kaybolmuş.

Ertesi gün anneleri, iğne, iplik, kordon, kurdele almak üzere kızları kasabaya göndermiş. Kasabaya giden yol, ormanın kenarındaki geniş bir çayırlıktan geçiyormuş. Güneş, gökyüzünde pırıi pırıl parlıyormuş. Kızlar, el ele tu­tuşup, neşeyle şarkılar söyleyerek kasabaya doğru yürüyorlarmış, Çocuklar, havada büyük bir kartalın stızüldüğünü görmüşler. Kartal, yakınlarındaki kayalardan birine konmuş. Tam o sırada birinin bağırdığını duymuşlar. Se­sin geldiği tarafa doğru koşmuşlar. Bir de ne görsünler? Kartal, huysuz cüceyi yakalamış, götürmeye çalışıyor. Çocuklar hemen cüceyi bacaklarından yakalamışlar. Kartal, cüceyi bırakıncaya kadar çekmişler. Az sonra cüce kendine gelince çatlak sesiyle bağırmaya, başla­mış:

Siz benden ne istiyorsunuz? Güzelim elbiselerimi paramparça ettiniz. Sizler ne utanmaz, ne kepaze şeylermişsiniz!

Sonra çok değerli taşlarla dolu bir torbayı alarak, kayaların arasından, mağarasına girmiş. Kızlar, onun bu nankörlüklerine alışık olduklarından, yollarına devam et­mişler. Kasabadaki işlerini bitirip, eve dönerlerken yine aynı yere gelmişler. Ortalıkta kimsenin olmadığını sanan cüce, torbasını açmış, içindeki değerli taşları yere yaymış. Batmakta olan güneşin son ışıkları bu taşlara vuru­yor, onları pırıl pırıl parlatıyormuş. Her taş bir başka renk­te parlıyormuş, Çocuklar, oldukları yerde kala kalmışlar. Bunları seyretmeye başlamışlar.

Cüce:

Ne bakıyorsunuz öyle? Maymun mu oynatıyoruz? diye bağırmış.

Kirli yüzü, öfkeden kıpkırmızı olmuş, Daha bir sürü kü­fürler de savuracakmış ama, birdenbire kuvvetli bir homurtu duyulmuş. Ormandan kara bir ayı, koşa koşa on­lara doğru geliyormuş. Cüce, korkudan hoplamış. Fakat mağarasına kaçmaya fırsat bulamamış. Çünkü ayı ya­nına gelmiş bile.

Bunun üzerine korkuyla bağırmış:

Aman ayı, canım ayı! Ne olur bana acıyın! Canı­ma kıymayın! Neyim varsa vereyim. Bakın şu değerli taş­lara. Benim gibi ufacık, çelimsiz bir cüceyi öldürmekle elinize ne geçer? Beni yemek isteseniz dişinizin kovuğu­na bile girmem. Şu iki hain çocuğu yakalayın. Sizin için iyi birer lokma olurlar. İkisi de, taze bıldırcınlara benziyorlar. Onları yiyin Allah aşkına!

Ayı, cücenin lâflarına kulak asmamış. Bu kötü kalpli, nankör cüceye pençesiyle bir vurmuş, Cüce kıpırdaya­maz olmuş. Çocuklar kaçışmışlar.

Ayı, arkalarından seslenmiş:

Algül! Akgül! Korkmayın! Durun! Beni bekleyin!

Kızlar, ayıyı sesinden tanımışlar. Oldukları yerde dur­muşlar. Ayı yanlarına gelir gelmez üzerindeki kürk sıyrılıp yere düşmüş. O zaman kızlar karşılarında çok güzel bir delikanlı görmüşler.

Oğlan:

Ben bir prensim! demiş. Hazi­nelerimi çalan bu lanet cüce, beni yabani bir ayı kılığına sokmuştu. Onu öldürünce ne eski halime döndüm. O da hak ettiği cezasını buldu işte!

Akgül prensle, Algül de prensin kardeşiyle evlenmiş, Cücenin mağa­rasına taşıdığı hazineleri aralarında paylaşmışlar, Anneleri de, çocuklarının yanında uzun yıllar mutlu, rahat yaşamış. İki gül fidanını da, yanında getirmiş, Fidanları, penceresinin önüne dik­miş; her yıl al, beyaz güller açmış.

Ormandaki Kocakarı

Evvel zaman içinde fakir bir hizmetçi kız, efendileriy-le birlikte büyük bir ormandan geçiyormuş. Ormanın ortasına geldikleri zaman, ağaçların arasından eşkıyalar çıkmış; ellerine geçirdiklerini öldürmüşler. Hizmetçi kız, korku ile kendini arabadan aşağı atarak bir ağacın ar­kasına saklandığı için, ölümden kurtulmuş, Eşkıyalar, değerli eşyaları toplayıp gitmişler,

Kız, bu korkunç felâketi görmüş. Bunun üzerine ağla­maya başlamış:

Şimdi ben ne yapacağım? Bu ormandan nasıl çı­kacağım? Burada in yok, cin yok, Tek başıma açlıktan ölüp gideceğim!

Ormanın içinde dolanıp durmuş, kendine bir yo aramış, fakat bulamamış.

Akşam olunca, bir ağacın altına oturmuş. Ne olursa olsun, bir daha buradan kalkmamaya karar vermiş.

O sırada güzel bir güvercin, uçarak kızın omzuna konmuş, Gagasında küçücük bir altın anahtar varmış. Anahtarı kızın eline bırakmış ve demiş ki:

Şurada ki büyük ağacı görüyor musun? İşte, onun üzerinde küçük bir kilit asılıdır. Bu anahtarla o kilidi aç, İçerde bol bol yemek bulacaksın. Bundan sonra da aç­lık çekmeyeceksin!

Kız, ağacın yanına gitmiş ve kilidi açmış; küçük bir tas sütle, içine doğramak için beyaz ekmek bulmuş, Bunlarla güzelce karnını doyurmuş. Sonra:

Çok yorgunum. Yatağım olsaydı ben de rahatça uyurdum! demiş,

Bu sözleri söyler söylemez beyaz güvercin tekrar gel­miş. Gagasında bir altın anahtar daha getirmiş:

Ağacın arkasındaki kilidi aç, Uyuman için bir yatak var! demiş. Kız, koca ağacın arkasına dolanıp, karanlık­ta el yordamıyla kilidi bulup, açmış: Güzel, yumuşacık bir yatak varmış içeride. Duasını etmiş, yatağa uzanıp uykuya dalmış.

Sabah beyaz güvercin, tekrar gelmiş. Bir anahtar daha getirerek:

Ağacın yanındaki kilidi aç. Güzel elbiseler bula­caksın! demiş.

Kız, kilidi açınca sırma işlemeli, elmaslarla, zümrütler­le, yakutlarla süslü elbiseler bulmuş. Bunlar o kadar göz kamaştırıcıymış ki, prenseslerin bile bu kadar güzel elbi­seleri yokmuş.

Kız, bu ormanda uzun zaman yaşamış. Beyaz güver­cini, her gün gelir; ona ne isterse verirmiş. Kızcağız, çok ra­hat ve mutluymuş, Günün birinde güvercin yine gelmiş:

Benim için bir şey yapar mısın?

Kız:

Elbette, seve seve yaparım! demiş.

Bunun üzerine güvercin demiş ki:

Seni küçük bir kulübeye götüre­ceğim. İçeri gireceksin, Orada, ocağın başında oturan ihtiyar bir kadın göreceksin. Sana "günaydın" diyecek. Sakın ona karşılık verme, Bırak istediğini yapsın, hiç aldırış etme! Kadının sağından geç. Bir kapı göreceksin. Bu kapıyı aç ve odaya gir. Odadaki masanın üzerinde, yığınla yüzük göreceksin. Pırıl pırıl parlayan, güzel taşlı yüzüklerin arasından en kötüsünü, en değersizini bulup al. Sonra da olanca hızınla koşarak bana getir!

Kız, kulübeye gitmiş ve içeri girmiş, içeride ihtiyar bir kadın oturuyormuş. Kızı görünce şaşırmış;

Günaydın yavrum, demiş. Fakat kız karşılık verme­miş. Doğru, odanın kapısına gitmiş.

İhtiyar:

Nereye gidiyorsun hey! diye bağırmış. Kızın eteğini tutmuş, durdurmak istemiş:

Burası benim evim. Oraya kimse giremez! diye ba­ğırmış,

Ama kız, hiç sesini çıkarmamış ve ihtiyar kadının elin­den kurtulup doğruca odaya girmiş. İçeride, masanın üzerinde bir yığın yüzük duruyormuş. Yüzükleri görünce kızın, gözleri kamaşmış, Kız, yüzükleri eliyle masaya yay­mış; içlerinden en kötüsünü, en gösterişsizini aramış ama bulamamış.

Kız, böyle aranıp dururken kocakarının dışarıda ses­sizce dolaştığını görmüş, Kadının elinde bir kuş katesi varmış. Evden kaçmak üzereymiş.

Kız, kocakarının yanına gitmiş. Kafesi elinden almış. Kız, kafesin içinde bir kuş olduğunu görmüş. Kuşun gaga­sında bir yüzük duruyormuş. Değersiz, çirkin bir yüzükmüş.

Kız bu yüzüğü almış, koşarak evden çıkmış,

Yüzüğü, beyaz güvercine vermek için ağaca koş­muş. Beklemiş, beklemiş ama gelen, giden olmamış. Yo­rulup, ağaca yaslanmış. Bu sırada ağacın yumuşama­ya, dallarının yere doğru sarkmaya başladığını fark et­miş. Dallar birdenbire onu sarıvermişler; iki kol olmuşlar. Kız, hayretle arkasına dönüp, bakınca ağacın yakışıklı bir Prens'e döndüğünü görmüş.

Prens:

Sen beni o kocakarının elinden kurtardın. O, kötü bir cadıydı, Beni, uşaklarımı ve atlarımı birer ağaca döndürmüştü, Her gün birkaç saatliğine beyaz bir güvercin oluyordum. O yüzük kocakarının elinde oldukça asla ye­niden bir insan olamayacaktım, Prens'in uşakları da, at­ları da kurtulmuşlar. Hepsi Prens'in etrafına toplanmışlar.

Sonra da hep birlikte ülkelerine dönmüşler. Kızla oğ­lan evlenmişler, sonsuza kadar mutlu yaşamışlar.

Köpek İli Serçe

Bir çoban köpeğinin, kötü kalpli bir sahibi varmış. Onu her zaman aç bırakırmış. Köpek, bu adamın yanın­da kalmaya daha fazla dayanamamış. Günün birinde başını alıp gitmiş, Yolda karşısına bir serçe çıkmış.

Ona demiş ki:

Köpek kardeş, niçin bu kadar üzgünsün?

Köpek:

Karnım aç. Yiyecek bir şeyim yok! demiş. Serçe:

Sevgili köpek, birlikte şehre gidelim. Orada karnını doyururum! demiş.

Bunun üzerine ikisi birlikte şehre gitmişler. Bir kasap dükkânının önüne geldikleri zaman serçe, köpeğe de­miş ki:

Sen burada dur, beni bekle. Sana şimdi bir parça et koparıp atarım,

Uçup, dükkânın içine girmiş. Bir gören olup olmadı­ğını anlamak için etrafına bakınmış. Küçük bir et parça­sını, düşürünceye kadar gagalamış, durmuş. Köpek, et parçasını kapmış, yiyip bitirmiş,

Serçe:

Şimdi de öbür dükkâna gidelim. Oradan sana bir parça et atayım, Onu da ye, karnını iyice doyur!

Köpek, ikinci et parçasını da yiyince serçe sormuş:

Köpek kardeş, doydun mu? Köpek:

Evet, demiş. Ete doydum ama bir de ekmek olsa, Serçe;

Pekâlâ, demiş. Şimdi onu da bulurum. Gel benimle.

Köpeği, bir fırının önüne götürmüş, Birkaç ekmek parçasını aşağı duşürünceye kadar, gagalamış, Köpek, biraz daha isteyince onu bir başka fırına götürmüş. Ora­da da birkaç ekmek parçası, gagalayarak düşürmüş, Köpek, bunları yedikten sonra serçe demiş ki:

Köpek kardeş, artık karnın doydu mu? Köpek:

Evet, demiş. Şimdi biraz da şehrin dışında dolaşalım.

Bunun üzerine ikisi de yola çıkmışlar; hava çok sıcak-mış, Bir müddet yol aldıktan sonra köpek demiş ki:

Yoruldum. O kadar çok uykum geidi ki. Serçe:

Pekâlâ, demiş. Haydi uyu. Ben de bir dala konayım.

Köpek, yolun üzerine boylu boyunca uzanmış; derin bir uykuya dalmış. Uzaktan, iki fıçı şarap yüklü üç atlı bir araba, köpeğe doğru yaklaşmaya başlamış. Serçe, kö­peğin kımıldamadığını, nerdeyse ezileceğini görüp haykırmış:

Arabacı! Köpeği çiğneme! Yoksa seni cezalandırı­rım!

Arabacı gülerek:

Sen mi beni cezalandıracaksın, demiş, Serçeyi küçümsemiş. Kamçısını şaklatıp, arabasını köpeğin üzerine sürmüş.

Köpek, tekerleklerin altında ezilmiş. Serçe, üzüntü içinde ağlayarak, bağırmış:

Sen, benim arkadaşımı çiğneyip öldürdün ama bu sana çok pahalıya mal olacak,

Arabacı:

Senin gibi zavallı, küçük bir serçenin bana ne zara­rı dokunabilir ki? demiş. Yoluna devam etmiş.

Serçe, gizlice arabanın tentesinin altına saklanmış; fıçılardan birinin mantarını gagalamaya başlamış. So­nunda

Dur bakalım daha bit­medi, demiş. Atlardan birinin, kafasına konarak gagala­maya başlamış. Arabacı, bunu görünce kazmayla ser­çeye vurmak istemiş. Fakat serçe, uçunca kazma atın ipini koparmış. At, var gücüyle kaçmaya başlamış.

Arabacı:

Aman Allah'ım, mahvoldum! diye bağırmış. Serçe:

Daha bitmedi, dur! demiş. Arabacı, iki atıyla yolu­na devam ederken serçe, tekrar tentenin altına sokul­muş. İkinci fıçının tıpasını da gagalamış. Fıçının içindeki şarap akıp gitmiş. Arabacı, bunun farkına varınca yine bağırmış:

Bittim Allah'ım! Serçe:

Dahası da var!

Bu sefer ikinci atın kafasına konarak, gagalamaya başlamış. Neye uğradığını şaşıran at, ipini koparıp kaçmfş. Arabacı:

Ah başıma gelenler! diye bağırmış, Kuş:

Dahası da var, demiş. Üçüncü atın başına konup, gagalamış. Arabacı öfkeyle oraya koşunca üçüncü at acı içinde sahibine bir çifte atıp, kaçıp kurtulmuş.

Arabacı öfkeyle:

Bittim ben artık! diye bağırmış. Kuş:

Dahası da var! Şimdi evini de yıkacağım! demiş.

Uçup gitmiş.

Arabacı, arabasını bırakarak, öfkeden köpürmüş bir halde evine koşmuş. Karısına:

Ah başıma gelenleri sorma! demiş. Bütün şaraplar akıp gitti! Atlarımın üçü de kaçtı!

Karısı:

Aman kocacığım, demiş. Evimize öyle kötü bir kuş geldi ki sorma. Dünyada ne kadar kuş varsa hepsini toplayıp getirmiş. Yukarda buğdaylarımızın üstüne kon­dular. Hepsini yiyip bitirdiler.

Adam, yukarıya çıkmış. Binlerce, yüz binlerce kuş ta­van arasında ki buğdayları, yiyip bitiriyorlarmış. Bu kuşların arasında serçe de varmış.

Arabacı:

Bittim, mahvoldum artık! diye bağırmış. Serçe:

Daha bitmedi, Yaptığın kötülüğü hayatınla öde­yeceksin! demiş,

Arabacı, bütün malını mülkünü kaybetmiş, Aşağıya, odasına inmiş. Dişlerini gıcırdata gıcırdata sobanın ar­kasına oturmuş.

Fakat serçe, pencerenin önüne gelerek ona seslen­miş:

Arabacı, yaptığının cezasını hayatınla ödeyeceksin!

Arabacı öfkeyle, kazmasını almış ve serçeye fırlatmış. Fakat kazma pencerenin camını paramparça etmiş; kuşa değmemiş. Serçe, içeri girmiş ve sobanın üstüne konmuş:

Arabacı, yaptığının cezasını hayatınla ödeyecek­sin! diye bağırmış, Arabacı, büsbütün çileden çıkmış. So­bayı paramparça etmiş. Odanın içinde serçeyi kovala­maya başlamış. Serçe, nereye konduysa arabacı oraya vurup, bütün eşyaları parçalamış. Aynalar, sandalyeler, masalar, en sonunda evin duvarları yıkılmış. Ama kuşa vuramamış. Sonunda kuşu eliyle yakalamış.

Karısı:

Şu kuşu öldüreyim mi? demiş. Arabacı:

Hayır, diye bağırmış. Kolayca ölmemeli, inleye inleye can vermeli, Onu yutacağım!

Kuşu almış, bir nefes­te yutmuş. Fakat serçe arabacının karnında çırpınmaya, uçmaya baş­lamış; adamın ağzına gelmiş, Başını dışarı kararak bağırmış:

Arabacı, yaptığının cezasını hayatınla ödeyeceksin! Arabacı kazmayı karısına uzatmış:

Şu ağzımdaki kuşa vur da öldür!

Kadın, kazmayı kuşa vurmak için indirince; kazma arabacının kafasına gelmiş; adam, ölmüş. Serçe de uçup gitmiş.

Arı Beyi

Günün birinde iki prens, dünyayı dolaşmak için yola çıkmışlar. Başlarına öyle şeyler gelmiş ki, bir daha evleri­ne dönememişler. Küçük kardeşleri Dummling, ağabey­lerini bulmak için aramaya çıkmış. Günlerce yürümüş; dağları, nehirleri ve ormanları aşmış. Nihayet onları bul­muş. Ağabeyleri, kardeşlerini görünce çok sevinip, boynuna sarılmışlar.

Dummling:

Annem ve babam sizi çok merak ediyor. Haydi evi­mize geri dönelim, demiş.

Ağabeyleri:

Dolaşıp, görmemiz gereken daha çok yer var. Haydi kardeşim, sen eve dönüp, anne ve babamıza bi­zi merak etmemelerini söyle, demişler.

Dummling:

O halde ben de sizinle geliyorum. Ağabeyleri onunla alaya başlamışlar:

Biz senden daha akıllı olduğumuz halde bir iş ba­şaramadık. Sen, bu budalalığınla dünyayı dolaşmak isti­yorsun öyle mi? demişler.

Sonunda, Dummling'in de kendileriyle gelmesini ka­bul etmişler. Üçü birlikte yola çıkmışlar. Bir karınca yuvasının başına gelmişler. Büyük oğlanlar, yuvayı bozarak karıncaların korkuyla nasıl kaçıştıklarını, yumurtalarını nasıl kaçırdıklarını görmek istemişler.

Fakat Dummling:

Hayvancağızlara dokunmayın! Onların yuvalarını bozmanızı istemiyorum! demiş. Tekrar yola çıkmışlar. Bir gölün kenarına varmışlar. Bu gölde çok, hem de pek çok ördek yüzüyormuş. İki büyük kardeş, bunlardan birkaçını tutup kızartmak istiyormuş. Fakat Dummling razı olmamış:

Zavallı ördeklere dokunmayın. Onları öldürmenizi doğru bulmuyorum! demiş.

Biraz ileride bîr arı yuvası görmüşler. Bu yuvanın içinde o kadar çok bal varmış ki, dışarı taşıyormuş. Ağabeyleri, ağacın altına ateş yakarak arıları dumanla boğmak, bal­ları almak isteyince Dummling, buna engel olmuş:

Siz ne yapıyorsunuz? Sakın onlara zarar vermeyin! demiş.

Sonunda bir saraya varmışlar. Bu sarayın ahırlarında bir sürü at varmış, Ama hepsi taş kesilmiş. Ortalıkta hiç kimseler görünmüyormuş. Üç kardeş, \sarayın bütün salonlarını dolaşmışlar. hayet en alt katta bir kapının önüne gelmişler. Bu kapının üzerinde üç tane kilit asılıymış. Kapının ortasında küçük bir pencere varmış. Bu delikten içeri bakmışlar. Oğlanlar, odanın içinde ak saçlı bir cüce görmüşler. Cüce, bir masa nın başında oturuyormuş. Oğlanlar, iki defa ses­lenmişler, Cüce duymamış. Nihayet üçüncü defa ses­lendikleri zaman cüce, ayağa kalkıp kilidi açmış. Ağzını açıp tek bir söz söylemeden onları, bir odaya götürmüş. Odanın ortasında üzerinde çeşitli yiyecekler olan büyük bir masa kuruluymuş, Yiyip içmişler. Sonra cüce, onlara ayrı yatak odaları göstermiş. Yatıp uyumuşlar. Ertesi sa­bah, ak sakallı cüce büyük oğlanın yanına gelmiş. Eliyle işaret ederek çağırmış. Onu taştan bir levhanın karşısına götürmüş. Bu levhanın üzerinde üç emir yazılıymış. Eğer bunlar yapılırsa büyü bozulacakmış.

Birinci emir şuymuş:

"Ormanda, yosunların altında prensesin incileri saklı, İnciler, bin tane. Bugün, güneş batmadan önce incile­rin tamamının bulunup, getirilmesi gerekiyor. Eğer, bir tanesi bile eksik olursa, onları arayan taş kesilecektir!"

Büyük oğlan, çıkıp gitmiş. Bütün gün aradığı halde, gün batarken ancak yüz tane inci bulabilmiş. Levhada yazılı olduğu gibi, taş kesilmiş. Ertesi sabah, ortanca oğ­lan gitmiş. Ancak iki yüz tane inci bulabilmiş ve o da taş kesilmiş. Sıra Dummling'e gelmiş, O da yosunların altında incileri aramış. Fakat, incileri bulmak çok zormuş. Nere­deyse akşam olmak üzereymiş. Bir taşın üzerine oturmuş ve ağlamaya başlamış, Bu sırada, yolculukları sırasında hayatlarını kurtardığı karıncaların kralı, beş bin tane karın­ca ile birlikte gelmiş. Çok geçmeden karıncalar, bütün incileri toplayıp getirmişler. Dummlimg'in önüne yığmış­lar.

İkinci emir şuymuş:

"Prensesin yattığı odanın anahtarını gölün dibinden bulup çıkarmak."

Dummling, gölün kenarına gelince hayatlarını kur­tardığı ördekler yüzerek gelmişler. Suyun dibine dalmış­lar; anahtarı bulup getirmişler.

Üçüncü emir ise bunların en zoruymuş:

"Uyumakta olan üç prensesten en gencini, en se­vimlisini tanımak."

Fakat, birbirlerine o kadar çok benziyorlarmiş ki, bu çok zormuş. Onları ayırmanın tek bir yolu varmış: Uykuya dalmadan önce, üçü de ayrı ayrı tatlılar yerlermiş. Biri bir şeker parçası yemiş. Ortancası, bir bardak şurup içmiş. En küçüğü de, bir kaşık bal yemiş. Bu sırada ateşten kurtardığı arıların beyi, içeri girmiş, Üç kızın da ağızlarını koklamış. Bal yiyen kızın dudağına konmuş. Böylece Prens, aradığı kızı bulmuş. Büyü bozulmuş. Uyuyan prensesler uyanmışlar, Taş kesilenler tekrar canlanmış. Dummling, en küçük ve en güzel prensesle evlenmiş, Kralın ölümünden sonra tahta geçmiş, Ağabeyleri de di­ğer prenseslerle evlenmişler.

Altın Kaz

Bir varmış, bir yokmuş, Bir adamın, üç oğlu varmış. En küçüğünün adı, Dummling'miş. Herkes onu hor görür; itip kakar, onunla alay edermiş.

Günün birinde büyük oğian, odun kesmek için or­mana gitmek istemiş. Acıkınca yesin diye annesi, yola çıkmadan önce çok lezzetli çörekler yapmış,

Oğlan, ormana gelince karşısına ak saçlı, ihtiyar bir cüce çıkmış. Selâm verdikten sonra:

Torbandaki çörekten bir parça verir misin? Suyun­dan bir yudum içeyim ne olur? Karnım çok aç, hem de çok susadım! demiş. Fakat akıllı oğlan:

Çörekle suyumu sana verirsem bana bir şey kal­maz. Haydi çek arabanı buradan! demiş.

Cüceyi, orada bırakıp yoluna devam etmiş. Bir ağa­cı kesmeye başlamış. Çok geçmeden balta koluna çarpmış. Oğlan mecburen eve dönmüş. Kolunu sardırmış,

Ormana gitme sırası ortanca oğlandaymış, Annesi ona da, çörekle bir şişe su vermiş, Onun da karşısına ak sakallı, ihtiyar cüce çıkmış; bir parça çörekle bir yudum su istemek için durdurmuş.

Ortanca oğlan, tedbirli davranarak:

Sana verirsem bana kalmaz: haydi çek arabanı! demiş.

Cüceyi olduğu yerde bırakmış, geçip gitmiş ama bu sözleri cezasız kalmamış. Ağaca birkaç defa vurur vur­maz baltayı ayağına çarpmış. Onu kaldırıp evine götür­müşler.

Bunun üzerine Dummling demiş ki:

Baba, bırak bir sefer de ben gidip odun keseyim! Babası:

Ağabeylerin bile sakatlandılar, Vazgeç, sen bunu beceremezsin! demiş. Fakat Dummling o kadar yalvar­mış ki, nihayet adam:

Haydi git öyleyse, demiş, başına bir iş gelsin de akıllan!

Annesi ona, bir ekmek ve bir şişe su vermiş. Oğlan, ormana varınca ak saçlı, ihtiyar cüce onun da karşısına çıkmış, selâm vermiş:

Çöreğinden bir parçasını versene, Şişenden bir yudum içirsene, Karnım çok aç, hem de çok susadım, demiş. Dummling:

Yanımda ekmek ve sudan başka bir şey yok. İster­sen şuracıkta oturup yiyelim,

Beraber oturmuşlar, Dummling, ekmeğini çıkarınca ne görsün? Âlâ bir çörek! Yemişler, içmişler.

Sonra cüce:

Hem iyi bir kalbin oldu­ğu için, hem de kendinde olanı başkalarıyla paylaştı­ğın için seni ödüllendirece­ğim. Şurada yaşlı bir ağaç var. Onu kesip devir, kökle­rinde bir şey bulacaksın! de­miş ve gitmiş.

Dummling, ağacı kesmiş. Ağaç devrilince köklerinin arasında oturan bir kaz görmüş, Bu kazın tüyleri som altındanmış. Oğlan, kazı kucağına al­mış ve bir hana gitmiş. Geceyi burada geçirecekmiş, Hancının, üç kızı varmış. Kızlar, kazı görünce bu acayip kuşun ne olduğunu merak etmişler. Altın tüylerinden bi­rer tane almak için can atmışlar.

Büyük kız:

Nasıl olsa bir fırsatını bulup, bir tüy koparabilirim, de­miş, Dummling, bir ara dışarı çıkınca kazı, kanatlarından yakalamış ama, parmakları yapışıp kalmış. Az sonra or­tanca kız gelmiş. Onun da aklında bir altın tüy koparmak­tan başka bir şey yokmuş, Fakat ablasına dokunur dokun­maz o da takılıp kalmış. Nihayet üçüncü kız da gelmiş. Ab­laları, onu görünce bağırmaya başlamışlar.

Çekil! Allah aşkına, yaklaşma! Ama kız bir şey an­lamamış:

Siz alıyorsunuz! Ben neden almayacakmışım? de­miş. Ablalarına dokunur dokunmaz o da takılıp kalmış. Bütün geceyi kazın yanında geçirmişler.

Ertesi sabah Dummling, kazı koltuğunun altına almış. Kaza takılı duran üç kız kardeşe aldırış bile etmeden çı­kıp gitmiş. Oğlan nereye gitse, kızlar da peşinden sürük­lenip duruyorlarmış, Kırların ortasında, karşılarına bir pa­paz çıkmış. Çocuğun peşine takılmış, giden kızları gö­rünce:

- Terbiyesiz kızlar! demiş. Ayıp değil mi? Kırların orta­sında, bu delikanlının peşine takılmak size yakışır mı?

Böyle diyerek küçük kızın elinden tutmuş. Geri çek­mek istemiş ama, kıza dokunur dokunmaz o da onlara takılı kalmış. O da, kızlar gibi oğlanın peşine düşmüş.

Çok geçmeden karşılarına kilisenin temizlikçisi çık­mış, Papaz efendiyi, üç kızın peşine takılıp giderken gör­müş, şaşırıp kalmış:

Aman papaz efendi, böyle telâşlı telâşlı nereye?

Bugün bir çocuğu vaftiz edeceğimizi unutmayın sakın! demiş,

Papaza doğru koşmuş, Cübbesinden yakalamış ve o da onlara takılı kalmış.

Bu beş kişi, böyle arka arkaya giderlerken iki köylü kazmalarıyla tarladan dönüyorlarmış.

Papaz, köylülere seslenerek:

Lütfen bizi kurtarın! Yapışıp kaldık, demiş. Fakat köylüler, hademeye dokunur dokunmaz onlar da takılıp kalmışlar. Böylece yedi kişi, Dummling ile kazın peşinden gitmeye başlamışlar.

Dummling, bir şehre varmış. Bu şehrin kralın bir kızı varmış. Bu kız, o kadar somurtkanmış ki, kimse onu güldüremezmiş, Bunun için kral bir ferman çıkarmış. Kızı kim güldürürse onunla evlendirecekmiş. Dummling, bunu duyunca kazını kucaklamış; peşindekilerle birlikte pren­sesin karşısına çıkmış. Kız, onları bu halde görünce kah­kahayla gülmeye başlamış. O kadar çok gülmüş ki, Bu­nun üzerine kız, Dummling'le evlenmek istemiş ama Kral Dummling'den hoşlanmamış. Türlü bahaneler bulmuş.

Bana öyle birini getir ki, bir mahzen dolusu şarabı içebilsin, demiş. Dummling'in aklına ak saçlı cüce gel­miş, Ondan yardım isteyebileceğini düşünmüş, Ormana geri dönmüş. Ağacı kesip devirdiği yerde, bir adamın suratını asarak oturduğunu görmüş,

Neden böyle üzgünsün? diye sormuş. Adam:

Çok susadım. Soğuk suyu midem kaldırmıyor. Bir fı­çı şarabı içip bitirdim ama, kızgın taşa bir damla su ne yapar ki?

Dummiing:

Öyleyse ben sana yardım edebilirim. Haydi, be­nimle gel, Kana kana içecek şarap bulacaksın! demiş. Onu, kralın mahzenine götürmüş. Adam, o kadar çok içmiş ki, karnı ağrımış. Daha akşam olmadan, mahzen­deki bütün şarapları içip bitirmiş.

Fakat kralın, buna canı sıkılmış. Bu pis oğlanın kızını alıp götürmesini hiç istemiyormuş. Bu yüzden, yeni şart­lar koşmuş. Bir tepe yüksekliğindeki ekmeği yiyip bitire­cek bir adam bulmasını istemiş, Dummiing, hemen or­mana gitmiş, Aynı yerde biriyle karşılaşmış, Adam, karnı­na bir ip sarıp duruyormuş. Çok üzgün görünüyormuş.

Bir fırın dolusu ekmek yedim ama insan benim ka­dar aç olursa yeter mi? Midem hâlâ bomboş; Açlıktan ölmemek için karnımı iple sarıp, sıkıştırıyorum! demiş. Dummiing, buna çok sevinmiş:

Kalk benimle gel! Tıka basa karnını doyuracaksın! demiş. Onu, saraya götürmüş. Kral, ülkesindeki bütün unları toplatıp, ekmek yaptırmış, Yapılan ekmekler, meydana yığıldığı zaman kocaman bir tepe oluşmuş.

Adam, ekmek tepesinden alıp yemeye başlamış, Gün sona ermeden, o koca tepe ortadan kaybolmuş. Dummiing, kraldan kızını istemiş. Fakat kral, kızını bu ço­cuğa vermemek için bir yol arıyormuş. Düşünmüş, taşın­mış ve Dummling'e:

Hem karada hem de denizde giden bir gemi ya­pıp getirirsen, kızım eşin olacaktır! demiş.

Dummiing, tekrar ormana gitmiş. Çöreğini verdiği ak saçlı cüce, orada oturuyormuş:

Senin iyiliğin için o kadar şarabı içtim; yığınla ek­meği yedim. Şimdi sana gemiyi de vereceğim. Bana karşı merhametli davrandığın için bunları yapıyorum! demiş. Oğlana, hem karada, hem denizde giden bir gemi vermiş. Kral, gemiyi görünce çok şaşırmış, Artık kı­zını vermemek için bir bahane bulamamış, Düğünleri çok muhteşem olmuş. Kral öldükten sonra memleket Dummling'e kaimış. Eşiyle birlikte huzur içinde uzun za­man yaşamış,

Çalınmış Heller

Bir adam, karısı ve çocuklarıyla birlikte öğle vakti sof­rada oturuyormuş. Bir arkadaşı da misafirliğe gelmiş. Hep beraber yemek yiyorlarmış. Saat on ikiyi vurunca yaban­cı, kapının açıldığını, beyazlar içinde, soluk yüzlü bir kü­çük çocuğun içeri girdiğini görmüş. Çocuk, çevresine bakmadan, hiçbir söz söylemeden, doğru yandaki odaya girmiş. Az sonra odadan çıkıp , geldiği gibi sessiz­ce kapıdan çıkıp gitmiş. Aynı durum, ikinci ve üçüncü gün de olmuş.

Sonunda yabancı adam, her öğle vakti odaya gi­den güzel çocuğun kim olduğunu sormuş, Adam:

Görmedim, kim olduğunu da bilmiyorum, demiş.

Ertesi gün, çocuk yine gelince yabancı onu baba­ya göstermiş; fakat adam çocuğu görmemiş. Anneyle çocuklar da bir şey görmemişler,

Bunun üzerine yabancı ayağa kalkmış, odanın kapı­sına gitmiş. Kapıyı, hafifçe aralayıp, içeriye bakmış.

O zaman çocuğun yere oturup, parmaklarıyla dö­şemenin aralıklarını kazdığını görmüş. Fakat yabancının kendisini izlediğini anlayınca kaybolmuş.

Yabancı, içeri dönüp gördüklerini anlatmış, çocuğu iyice tarif etmiş. O zaman anne onu tanımış.

Eyvah! Dört hafta önce ölen sevgili yavrum o!

Döşemeleri sökmüşler, iki heller bulmuşlar. Çocuk, paraları yoksul bir adama vermek için annesinden al­mış. Fakat "Bunlarla kendime bir simit alabilirim." diye düşünerek paraları saklamış. Şimdi mezarda rahat yüzü görmüyor, her öğle vakti paraları aramaya geliyormuş.

Anne ve babası, parayı bir yoksula vermişler, On­dan sonra çocuk bir daha görünmemiş.

Halinden Memnun Hans

Hans, efendisine yedi yıl hizmet ettikten sonra demiş ki:

Efendim, yıllardır sizin yanınızda çalışıyorum. Artık eve, annemin yanına dönmek istiyorum,

Adam:

Bana dürüstçe, namusunla hizmet ettin. Nasıl ça-lıştıysan öyie de para alacaksın! demiş.

Hans'a, kocaman bir altın vermiş. Hans, mendilini çı­karmış ve külçeyi içine sarmış. Çıkını omzuna vurmuş ve evinin yolunu tutmuş,

Evine dönerken, yolda bir atlı görmüş. Adam, güzel ve çevik bir atın üzerinde dimdik oturuyormuş, Keyfi de yerindeymiş. Hans bağırmış:

Ah ata binmek ne hoş şey! demiş. İnsan sandalye­ye oturur gibi ata biner. Ayakları hiç taşa takılmaz, Hem pabuç parasından kurtulur, hem de evine nasıl vardığı­nı anlamaz. Bunları duyan atlı durmuş:

Bana bak Hans, demiş. Öyleyse neden yaya yürü­yorsun?

Hans:

Ne yapayım, demiş. Eve kadar taşımam gereken bir külçem var. Hem de altın. Bu yüzden belimi de doğrultamıyorum. Omuzlarım acıyor.

Atlı:

Sana bir teklifim var, demiş. Ben sana atımı vere­yim, sen de bana külçeni.

Hans:

Kabul, ama baştan söyleyeyim ki, bunu taşımak çok zordur!

Adam, atından inmiş, altını almış, Hans'ın ata bin­mesine yardım etmiş; yuları sıkıca eline tutturmuş,

Hızlanmasını istedin mi dilini şapırdatıp hop, hop! demelisin, diye tembih etmiş.

Hans, ata binip de alabildiğine atı koşturmaya baş­layınca sevinçten içi içine sığmamış. Daha hızlı gitmek istemiş, Dilini şapırdatıp hop! hop! demiş, At tırısa kalk-mış. Hans, gözünü açıp kapayıncaya kadar kendini yerde, bir çukurun içinde bulmuş. Bu çukur, tarlalarla yolu ayırıyormuş. Bu sırada ineğini sürerek yoldan geçen bir köylü, koşup da tutmasaymış at Hans'ı çiğneyip geçe­cekmiş. Hans, kendini toplamış ve ayağa kalkmış, Fakat canı pek sıkılmış. Köylüye demiş ki:

Ata binmek hiç de güzel değilmiş. Hele de bunun gibi bir yabaniye binerse, Hem insanı sarsıyor, hem de öyle bir yere atıyor ki neredeyse boynunu kıracaktı. Bundan sonra bir daha biner miyim hiç, İneğiniz öyle mi ya! İnsan onun arkasından rahat rahat yürür. Ayrıca yağı, peyniri de cabası. Böyle bir ineği almak istersem ne ver­mem lazım?

Köylü:

Mademki bu kadar istiyorsunuz, atınızla bu ineği değişirim, demiş.

Hans, kabul etmiş, Köylü, atın üzerine atlayıp, uzakla­şıp gitmiş. Hans, ineğini önüne katarak ağır ağır sürmeye başlamış. Bu alışverişten kârlı çıktığını düşünüyormuş:

Bir parça ekmek buldum mu tamam! İstediğim ka­dar süt ve tereyağı da yiyebilirim artık. Susadım mı ine­ğimi sağarım, sütünü içerim, İnsan dünyada daha ne is­ter? diyormuş.

Bir hana varmış. Yanında getirdiği yiyeceklerin hep­sini, büyük bir iştah ile yemiş. Öğle yemeğini de, akşamınkini de silip süpürmüş. Cebindeki son birkaç parayla da yarım bardak bira ısmarlamış, Sonra ineğini çekerek annesinin köyüne doğru yol almaya başlamış, Öğle vakti, hava iyice ısınmış, Hans'ın daha bir saatlik yolu varmış, Hava o kadar sıcakmış ki susuzluktan Hans'ın dili damağına yapışmış:

Şimdi ineğimi sağarım, sütünü içerim, demiş,

İneği cılız bir ağaca bağlamış. Yanında kova yok­muş. Deriden kasketini çıkarıp hayvanın altına tutmuş.

Uğraşmış ama, bir damla süt bile gelmemiş, Hans, bu sağma işinde beceriksiz olduğu için sabırsızlanan inek, kafasına öyle bir çifte savurmuş ki oğian tepe taklak ye­re yuvarlanmış. Zavallı hans, ne olduğunu anlayama­mış. Tam o sırada yoldan, çekçek arabasıyla küçük bir domuz götüren bir kasap geçiyormuş:

Bu gürültüler de ne? diye gelmiş. Zavallı Hans'ın kalkmasına yardım etmiş. Hans, olup bitenleri anlatmış. Kasap ona şişesini uzatmış:

Alın, için de bir parça kendinize gelin! demiş. An­laşılan inek süt vermek İstemiyor. Zaten yaşlı bir hayvan. Böylesi olsa olsa ya koşuma yarar, ya kasaba!

Hans:

Tamam, tamam! Ne güzel bir fikir! demiş. Böyle bir

hayvanı eve götürüp keser-' sem kim bilir ne kadar et çıkar? Ama ben inek etinden pek hoşlanmam. Bana yavan gelir. Ah in­sanın şöyle genç, körpe bir domuzu olsa. Onun lezzeti başkadır, Hele içi­ne baharat da karışırsa.

Kasap:

Hatırınız için değiştirmeye razıyım. İneğe karşılık domuzu size bırakacağım. Hans:

Hay Allah sizden razı olsun! demiş. İneği adama vermiş. Küçük domuzu almış. İpinden tutup, yola koyul­muş. İşinin, hep yolunda gittiğini düşünüyormuş. Nerede canını sıkacak bir şeyle karşıiaşsa çok geçmeden işleri tekrar yoluna giriyormuş, Az sonra bir delikanlı ile karşı­laşmış. Koltuğunun altında güzel, beyaz bir kaz varmış. Birbirlerine selâm vermişler, Hans, çok şanslı olduğunu, kârlı değiş tokuşlar yaptığını anlatmış. Delikanlı da kazı bir ziyafet için götürdüğünü söylemiş:

Tutup da kaldırsanıza hele, diye kazı kanatların­dan yakalamış. Bakın ne kadar ağır! Tam aitı hafta be­side kaldı. Kızartmasını kim ısırsa ağzının iki yanından yağlar fışkıracak.

Hans, kazı bir efiyle tartarak:

Evet, bayağı ağır, demiş. Ama, benim domuzum da yabana atılır cinsten değildir ha!

Bu sırada delikanlı, etrafına çekine çekine bakınmış. Sonra da:

Size bir şey söyleyeyim mi, demiş. Demin geçtiğim köyde muhtarın domuzlarından biri ahırdan çalınmış. Galiba bu o domuz. Etrafa adam salmışlar. Sizi domuz­la birlikte ele geçirirlerse kötü olur. Sizi hapse atarlar,

Zavallı Hans'ı bir korku almış:

Aman Allah'ım! demiş. Ne olur bana yardım edin! Buraları siz daha iyi tanırsınız. Domuzumu alın da kazınızı bana verin!

Delikanlı:

Doğrusu, başınıza bir felâket gelmesine sebep ol­mak istemiyorum! Tamam, demiş.

Domuzu, ipinden tutup yan yolların birine sürüp götür­müş. Zavallı Hans, rahatlamış bir halde koltuğunun altın­daki kazla memleketinin yolunu tutmuş. Kendi kendine:

İyice düşünecek olursam bu işten kârlı çıkan be­nim. Bir kere güzel bir kızartma, sonra bol bol yağ. Öyle hcrf bir uyku çeke­rim. Kim bilir an­nem ne kadar se­vinecek?

Son köye var­dığı zaman, orada bir bileyici görmüş. Adam bir taraftan çarkı çeviriyor, bir taraftan da şarkı söylüyormuş:

Makasları bilerken ince sesler duyarım; zaman ba­na uymazsa ben zamana uyarım!

Hans, durup adamı seyretmiş. Şarkısı bitince demiş ki:

İşiniz yolunda anlaşılan. Çalışırken ne kadar keyifli­siniz!

Bileyici:

Elbette, demiş, Sanat elde altın bir bileziktir, İyi bir bileyici ne zaman elini cebine atsa içinde para bulan bir adamdır. Bu güzel kazı nereden satın aldınız?

Satın almadım. Domuzla değiştim.

Ne, domuzu?

Bir ineğe karşılık aldım.

Peki, ineği?

Bir at verdim de aldım. -Atı?

Onun için de kocaman bir altın verdim.

Öyle ise altını?

Yedi yıllık hizmetimin ücretiydi. Bileyici:

O halde siz, her zaman işinizi bilen bir adammışsı-nız, demiş. Siz o kadar şanslısınız ki ayağa kaktığınızda cebinizden paralar dökülür.

Hans sormuş:

Bunun için ne yapmalıyım?

Benim gibi bir bileyici olmalısınız. Bunun İçin bir bi-leyi taşından başka bir şey lâzım değii, Gerisi kendiliğinden gelir, jşte bende bir tane var, ama biraz bozuk. Bu­na karşılık bana kazınızı verebilirsiniz. Olmaz mı?

Hans:

Bu da sorulur mu? demiş. Dünyanın en talihli ada­mı ben olacağım. Elimi cebime attıkça para bulacak olduktan sonra daha fazla ne düşüneyim?

Hemen kazı adama uzatmış, biieyi taşını almış. Bile­yici, yanında duran kocaman bir âdi taşı yakalamış:

İşte, demiş, Size gereken bir taş daha. Taşın üstüne istediğiniz kadar vurur, eski çivileri döve döve düzeltebilirsiniz. Bunu alın güzelce saklayın.

Hans, taşlan yüklenmiş ve sevinçle yola çıkmış. Göz­leri neşeden parlıyormuş:

- Galiba ben çok şanslıyım. Ne istesem oluyor, de­miş,

Hans, uzun zamandan beri ayakta olduğu için çok yorulmuş. Çok da acıkmış. Çünkü çantasında ne varsa, ineğin sevinciyle yiyip bitirmiş, Güçlükle yürüyebiliyormuş. Neredeyse olduğu yere yığılmak üzereymiş. Üstelik taşlar da gittikçe ağırlaşmaya başlamış, Salyangoz gibi sürünerek bir kuyunun başına gelebilmiş. Burada dinle­nip- su içmek istiyormuş. Taşları, dikkatle kuyunun kena­rına koymuş. Sonra yere oturmuş; su içmek için kuyuya eğilmiş. Bu sırada eğilirken taşlara değmiş. Taşların ikisi de kuyuya yuvarlanıvermiş. Hans, taşların kuyunun dibi­ne düştüklerini görünce sevinçle hoplamış. Hemen diz çökmüş. Başına belâ olan bu ağır taşlardan kendisini kurtardığı için, gözyaşlarıyla Tanrı'ya dualar etmiş:

Dünyada benim kadar talihli bir adam yoktur! di­ye bağırmış.

İçi rahat, bütün yüklerden kurtulmuş olarak fırlamış; eve, annesinin yanına varıncaya kadar koşmuş.

Altın ÇOCUKLAR

Bir zamanlar, çok fakir bir karı koca yaşarmış, Küçü­cük bir kulübelerinden başka şeyleri yokmuş. Tuttukları balıklarla karınlarını doyururlarmış. Günün birinde adam, balık avlamaya gitmiş; ağlarını suya atmış. Bek­lemeye başlamış. Biraz sonra ağına bir balığın takıldığını görmüş. Ağını, hızla sandalına çekmeye başlamış. Çe­kerken, çok heyecanlıymış. İçinden:

Bayağı ağır. Bu balıkla birkaç gün karnımızı doyura­biliriz, deyip seviniyormuş, Ağını sandalına çektiği zaman, içinden som altın bir balık çıkmasın mı? Adam şaşkın şaşkın balığa bakarken, balık dile gelmiş ve demiş ki:

Balıkçı, beni tekrar suya atarsan, oturduğun kulübeyi koskocaman bir saraya çeviririm!

Balıkçı şöyle demiş:

Yiyecek bir şeyim olmadıktan sonra sarayı ne ya­payım?

Altın balık:

Sarayın içi güzel yiyeceklerle dolu olacak. Yeter ki beni suya bırak.

Adam:

Tamam, istediğini yapacağım! demiş. Balık:

Ama bunun için bir şartım var: Bunu dünyada hiç kimseye söylemeyeceksin. Ağzından bir kelime bile kaçırırsan, hepsi yok olup gider.

Balıkçı, sihirli balığı suya bırakmış, evine dönmüş. Kulübesinin durduğu yerde koca­man ve güzel bir saray duru

Nasıl oldu da her şey birdenbire değişiverdi? diye sormuş. O kadar mutluyum ki!

Adam:

Evet, demiş. Ben de çok mutluyum. Ama, karnım çok acıktı. Haydi, bana yiyecek bir şeyler hazırla!

Kadın:

Yiyecek bir şeyimiz yok ki, demiş. Adam:

Merak etme, Şu büyük dolabı aç bakalım,

Kadın dolabı açmış: içinde çeşitli yemekler varmış, Kadın, sevincinden bir kahkaha atmış. Kocasına:

Canın ne istiyorsa söyle, şekerim, demiş.

Sofraya oturmuşlar, yemişler, içmişler. Karınları do­yunca, kadın sormuş,

Bütün bunlar nasıl oldu? Gözlerime inanamıyorum! Kocası demiş ki:

Bunu bana sorma. Söyleyemem, Eğer birine anla­tırsam her şey bir anda yok ofup gider.

Bunun üzerine kadın:

Pekâlâ, demiş. Güzel bir evimiz, yiyecek dolu bir dolabımız var, Ben de bunları kaybetmek istemiyorum. Fakat kadın, bu sözleri içinden gelerek söylememiş. Ge­ce, gündüz bunu düşünüyormuş, Kocasını durmadan sıkıştırıyormuş, Nihayet adam dayanamamış; başından geçenleri olduğu gibi anlatmış. Fakat balıkçı, sözlerinibitirir bitirmez o güzel sarayla, içindeki dolap ortadan kayboluvermiş. Karı koca kendilerini, tekrar o eski kulü­belerinin içinde bulmuşlar.

Adamcağız, tekrar balık tutmaya başlamış. Fakat talih kendisine bir daha yardım etmiş. Günün birinde al­tın balık tekrar ağına düşmüş. Balık, dile gelerek:

Beni, yine suya atarsan hem o sarayı, hem de yi­yeceklerle dolu dolabı geri veririm. Ama dilini tutacak­sın, bundan kimseye bahsetmeyeceksin. Sözünde dur­mazsan her şeyi elinden alırım!

Balıkçı:

Bu sefer dilimi tutacağım, demiş. Balığı sgya atmış,

Evde her şey eski haline dönmüş. Kadın, sevincin­den ne yapacağını bilemiyormuş. Ancak her şeyi öğ­renme merakı ona yine rahat vermiyormuş. Birkaç gün sonra bu işin nasıl olduğunu kocasına sormaya başla­mış; adamcağız uzun zaman dayanmış, Fakat kadın, o kadar çok ısrar etmiş ki dayanamamış, her şeyi anlat­mış. Anlatmış ama o anda saray ortadan kayboluver­miş. İkisi de kendilerini yine eski kulübelerinde buimuşlar.

Adam:

İşte, demiş, yaptığını beğendin mi? Şimdi yine aç kalıp, yokluk içinde yaşayacağız.

Karısı;

Nereden geldiğini bilmediğim bir zenginliği ne ya­payım. İçim rahat olmadıktan sonra, demiş.

Adamcağız, yine balık tutmaya gitmiş. Şans bu ya, altın balığı tekrar yakalamış. Balık yine dile gelerek:

- Anlaşıldı, senin elinden kurtulamayacağım. Ne ya­palım, bari beni evine götür. Aitı parçaya böl. Bu parça­lardan ikisini karına ver, yesin. İkisini atına ver, iki parçamı da toprağa göm. Bunu yaparsan sana faydası dokunur,

Adam balığı almış, eve götürmüş ve dediklerini yap­mış.

Gel zaman, git zaman, toprağa gömdüğü iki parça büyüyüp, iki altın zambak olmuş. At, altından iki tay doğurmuş, Karısı da, som altından iki çocuk dünyaya ge­tirmiş.

Çocuklar büyümüş uzun boylu, yakışıklı birer delikanlı olmuşlar. Zambaklarla taylar da onlarla büyümüşler.

Günün birinde çocuklar:

Baba, demişler. Biz altın atlarımıza binerek dünya­yı dolaşmak istiyoruz!

Balıkçının buna biraz canı sıkılarak:

Siz gittikten sonra, sizden haber alamazsam buna nasıl dayanırım? demiş.

Bunun üzerine çocuklar:

Şu iki altın zambak burada kalıyor. Onlara bakın; bizim durumumuzu öğrenirsiniz. Eğer, taptaze dururlarsa iyi olduğumuzu anlarsınız. Solarlarsa anlayın ki hastayız. Eğer, çiçekler kuruyup dökülürse öldüğümüzü anlarsınız! demişler. Çocuklar, atlarına atlayıp gitmişler. Bir hana varmışlar. Han kalabalıkmış, Handakiier, iki altın çocuğu görünce gülüşmeye, alay etmeye başlamışlar. İnsanla­rın, onlarla alay ettiklerini gören delikanlılardan biri çok üzülmüş ve gitmekten vazgeçmiş; geri dönerek eve, babasının yanına gelmiş. Fakat, diğer oğlan atına atla­yarak yoluna devam etmiş. Gide gide nihayet büyük bir ormana varmış, Atını ormana sürmek istediği sırada biri­leri ona seslenmiş:

Bu ormandan geçemezsiniz, demişler. Burası hay­dutlarla dolu, Size zarar verirler, Hem sizin, hem de atını­zın altından olduğunuzu görürlerse sizi sağ bırakmazlar,

Oğlan, bu sözlere kulak asmamış:

Bu ormandan mutlaka geçmeliyim, demiş.

Birkaç ayı postu alarak üstüne sarmış. Atını da post­larla sarmış, Artık ikisinin de, altından olduklarını kimse anlayamazmış. Oğlan, ormana dalmış. Ormanda, uzun zaman yol aldıktan sonra, çalıların arasında bir hışırtı duymuş. Birkaç kişi, aralarında konuşuyormuş.

Biri:

İşte biri geliyor! diye seslenmiş. Diğeri de:

Bırak yoluna gitsin. Baksana, sırtında ayı postu var. Yoksulun, çulsuzun biri. Nesini alacağız sanki?

Altın çocuk, atını sürmüş. Kimseden zarar görmeden ormandan çıkmış, Günün birinde bir köye gelmiş, Köyde dolaşırken, bir kız görmüş. Bu kız, o kadar güzelmiş ki, al­tın çocuk dünyada ondan daha güzel bir kız olamaz sanmış. Kıza aşık olmuş. Yanına gitmiş:

Seni çok sevdim, demiş. Benim karım oiur musun? Kız da, altın çocuğu görür görmez çok beğenmiş:

Olurum! demiş. Ömrümün sonuna kadar da sana sadık kalırım!

Hemen düğün hazırlıklarına başlamışlar. Kızın baba­sı, uzun zamandır evinden uzaklarda çalışıyormuş. O sı­rada eve dönmüş. Kızının düğün hazırlıkları yaptığını gö­rünce şaşırıp kalmış:

Damat nerede? diye sormuş.

Kendisine altın çocuğu göstermişler. Fakat oğlanın üzerinde, hâlâ ayı postu duruyormuş. Baba, onu görün­ce çok kızmış:

Ayı postlu bir adam benim kızımla evlenemez! di­ye bağırmış. Oğlanı öldürmeye kalkmış,

Kız, babasına yalvarmaya başlamış:

Aman babacığım! demiş, O artık benim kocam ol­du! Hem onu öyle çok seviyorum ki!

Nihayet adam biraz yatışmış. Fakat bu işe bir türlü ak­lı yatmamış, Ertesi gün, erkenden kalkmış. Kızının kocasını bir daha görmek, onun bir serseri olup olmadığını anla­mak istemiş. Sessizce, çocuğun yattığı odaya girmiş.

Yatakta yakışıklı, altından bir delikanlının yattığını, ayı postunun da odanın bir köşesine atılmış olduğunu görünce geri dönmüş:

İyi ki dün, kendimi tutmuşum. Yoksa çok pişman olurdum! demiş.

Altın çocuk, o gece rüyasında ava gittiğini ve güzel bir geyiği kovaladığını görmüş. Ertesi sabah, uyanınca nişanlısına:

Ben ava gidiyorum! demiş.

Kızın içine bir korku düşmüş, Gitmemesi için oğlana yalvarmış:

Başına büyük bir felâket gelebilir! Gitmeni hiç iste­miyorum, demiş,

Fakat oğlan:

Muhakkak gitmem lâzım! demiş. Hazırlanıp, orma­nın yolunu tutmuş. Aradan çok geçmeden karşısına rü­yada gördüğüne benzer, güzel bir geyik çıkmış. Hemen, silâhına davranmış. Fakat, geyik bir sıçrayışta oradan kaçmış. Oğlan hendekler, çalılar aşarak bütün gün ge­yiği kovalamış ama, her defasında geyik kaçmış. Altın çocuk, geyiği ararken küçük bir kulübe görmüş. Bu evde bir cadı yaşıyormuş. Oğlan, kapıyı çalmış. İhtiyar bir kadın, kapıyı açıp sormuş:

Bu koca ormanın ortasında, böyle geç vakit ne arıyorsun?

Oğlan:

Bir geyik gördünüz mü? demiş. Kadın:

Evet, demiş.

İhtiyar kadının arkasından çıkan bir köpek, vahşice havlayıp, saldırmak istemiş.

Oğlan köpeğe:

Dur! Yoksa seni öldürürüm, diye bağırmış. Cadı, bunu duyunca kızmış.

Ne? Köpeğimi mi öldüreceksin? diye haykırmış; o anda delikanlıyı taşa çevirmiş. Oğlanın zavallı nişanlısı boş yere günlerce yolunu beklemiş,

Aklıma gelen başıma geldi işte! demiş. Günlerce ağlamış.

Eve dönen diğer çocuk, altın zambaklara bakmaya gitmiş. Zambaklardan birinin birdenbire kopup düştüğü­nü görmüş:

Aman Allah'ım! diye bağırmış. Kardeşimin başına büyük bir felâket gelmiş! Hemen yola çıkmalıyım. Belki onu kurtarabilirim!

Babası:

Gitme, demiş, Seni de kaybedersek ne yaparız sonra?

Fakat oğlan:

Mutlaka gitmeliyim baba. Belki kardeşimi kurtara­bilirim! demiş.

Altın atına atlayarak yola çıkmış; kardeşinin taş kesi­lerek yattığı büyük ormana varmış. Cadı, evinden çık­mış; oğlana seslenmiş. Onu da kardeşi gibi taşa çevirecekmiş ama, delikanlı cadıya yaklaşmamış:

Kardeşimi diriltmezsen seni öldürürüm! demiş.

Cadı, korkup taşa dönen delikanlının yanına gitmiş, Parmağıyla dokununca oğlan canlanmış.

İki kardeş, birbirlerine kavuştukları için çok sevinmiş­ler; kucaklaşmışlar, öpüşmüşler. Sonra atlarına binerek ormandan çıkmışlar.

Oğlanlardan biri, nişanlısının yanına, diğeri de ba­basının evine dönmüş. Daha sonra Hans, nişanlısıyla evlenerek mutlu bir hayat sürmüş.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder