TÜRK MASALLARI

EN GÜZEL TÜRK MASALLARI

EN GÜZEL TÜRK MASALLARI



KELOĞLAN’IN KURNAZLIĞI

Ben, ben iken; develer tellal, köpek, hamal iken. Leylek ile kedi, yolda giderken, kurbağa tüccar, sıçan berber iken. Yılan urgan, hırka yorgan iken; babam beş yaşında, ben on beşimde iken. Ben, babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, Keçiler koyunları a kırpar, sivrisinek saz çalar­ken. Ben su içer, develer elekten geçer iken. Tilki haklı ile haksızı seçer, ben de o sırada arpa biçer iken. Eşek mih­mandar, tavşan ile kaz hükümdar iken. Bir var­mış bir yokmuş, Evvel za­man içinde padişahın bir kızı varmış. Bu kız, on dört c beş yaşlanndaymış. Günle bir gün, has bahçedeki havuzun başında oturup gergef işliyormuş. Parmağındaki yüzüğünü çıkarıp, gergefin üzerine koymuş. Bir güvercin, pırrr diye uçarak gelmiş ve yüzüğü kaptığı gibi kaçmış, Kız, güvercine bütün kalbiy-: olmuş. Ertesi gün, yine bahçede gergef işlerken, dan bileziğini çıkarıp gergefinin üzerine koymuş. rcin, tekrar gelmiş ve bileziği de kapıp kaçmış. Kız, cine olan aşkından yemeden içmeden kesilmiş, gündüz, her dakika güvercini düşünür olmuş, gün, bahçeye çıkmış ve gene havuzun başına ;. İşlediği sırma işlemeii mendili gergeften çıkarıp, a koymuş, Sonrada, havuzun kenarına oturmuş ve a gelecek mi diye güvercini düşünmeye başlamış, o sırada güvercin uçup gelmiş ve sırma işlemeli iili kaptığı gibi kaçmış. Kız, ağlayarak köşke koşup, na çıkmış ve yatağına yatmış; üzüntüden, gözü ayı görmez olmuş, Dadısı, onu bu halde görünce: ian sultanım, size ne oldu? Niçin böyle ağiıyorsu-diye sormuş.

Kız:

Dadıcığım, ben de neden böyle olduğumu bilmiyo-Birkaç gündür, üzerimde bir ağırlık var, Çok hastayım, ş. Dadı, kızın bu haiini padişaha bildirmeyi uygun bul-Gidip kızın hasta olduğunu padişaha haber vermiş. ;ah, biricik kızının hasta olduğunu öğrenince çok üzül-Hemen hocaları, hekimleri çağırtmış, Ama hiçbiri kızın inin ne olduğunu anlayamamış, adişahın veziri: Padişahım, kızınızın hastalığının çaresi, hekim ile hoca ile bulunmaz. Bir hamam yaptırmalısınız, Hamama gelenler, parasız yıkanmalı ve başından geçenleri anla­tıp öyle gitmeli, Belki bu yolla kızınızın derdine bir çare bulunur, demiş. Padişah, hemen emredip bir hamam yaptırmış, Bu hamamda yıkanan her dertlinin, derdine deva bulacağını halka duyurmuş. Derdi olan çok oldu­ğu için, duyanlar akın akın hamama gelmiş. Derdinden kurtulup, başından geçenleri de anlatıp çıkıp, gitmiş.

Keloğlan da duymuş bu hamamı, Kötürüm bir anası varmış. Anasına:

- Ana, padişah bir hamam yaptırmış, Kim o hamam­da yıkanırsa, iyileşiyormuş. Haydi, seni de götüreyim, de­miş.

Bu işe, pek aklı yatmayan kadın:

- Haydi oradan keloğlan! Ben sağımdan, soluma

dönemiyorum ki; oraya nasıl giderim? demiş,

Keloğlan:

- Ben seni sırtımda taşırım, anacığım. Sen hiç merak etme, demiş.

Ertesi gün, anasını sırtına alan keloğlan, düşmüş yol­lara. Üç beş adım gittikten sonra, anasına:

- Ana, sen biraz şurada otur. Ben gidip, bir su içe­yim, diyerek anasını bir konağın kapısının önüne oturt­muş, Oraya gitmiş, buraya gitmiş içecek bir yudum su bulamayıp biraz daha gitmiş. Bir de bakmış ki bir horoz, sırtında bir testi su taşıyor. Keloğlan, horozun suyu nere­ye götürdüğünü merak edip, takılmış peşine. Horoz ön­de, keloğlan arkada gide gide bir kale duvarının dibine gelmişler. Keloğlan, bakmış ki duvarın dibinde bir delik; horoz bu delikten içeri girmiş, Horoz girer de keloğlan girmez mi hiç? O da ne yapıp edip delikten geçmiş. Karşısında büyük bir saray görmüş, ama içinde hiç kim­se yokmuş. Başlamış sarayı gezmeye. Geze geze büyük bir odaya gelmiş. Elbet buranın bir sahibi vardır, diye düşünerek oradaki bir dolabın içine saklanmış. Keloğlan dolaba girer girmez, üç tane güvercin gelmiş. Güver­cinler, silkinince birbirinden güzel üç kız ortaya çıkmış:

- Aman çok geç kaldık! Neredeyse şahımız gele­cek! Hemen yemeği hazırlayalım, demişler. Sonra da te­laş içinde, biri ortalığı süpürmüş, Biri, sofrayı kurmuş, Biri de yemekleri getirmiş. İşlerini bitirdikten sonra, odadan çıkıp gitmişler.

Kızlar çıkınca birbirinden güzel, mis gibi kokan ye­mekleri gören keloğlan, dolaptan çıkmış:

- Beni kim görecek? Şu yemeklerden biraz yiyeyim, diyerek hevesle sofranın başına oturmuş. Tam elini nar gibi kızarmış bir tavuğa uzattığında, öyle bir tokat inmiş ki, nereden geldiğini anlayamamış. Eli davul gibi şişmiş, Keloğlan, neye uğradığını şaşırmış. Yemekten vazgeç­miş ve korku içinde tekrar dolaba saklanmış. Akşam olunca, bir güvercin gelmiş. Silkinip, yakışıklı bir delikan­lıya dönüşmüş, Keloğlan, saklandığı dolaptan delikanlıyı seyrediyormuş. Delikanlı, sofradaki yemekleri yemiş ve karnını doyurmuş. Sonra kalkıp, bir çekmeceyi açmış, Çekmeceden bir yüzük, bir bilezik, bir de sırma işlemeli mendil çıkarıp:

- Ah Nigar'ım! Bu yüzüğü taktığın eller, bu bileziği tak­tığın kollar sağ mı? diyerek ağlamaya başlamış, Sırma işle­meli mendile, gözyaşlarını silmiş, Sonra, hepsini yine çek­mecenin içine koymuş ve yatağına girip, uyumuş.

Keloğlan, buradan kurtulmak için sabahı iple çek­miş, Neyse, uzatmayalım, Gün ağarır ağarmaz, delikan­lı yine bir güvercin olup, pencereden uçup gitmiş.

Keloğlan, sarayda kimsenin kalmadığını anlayınca, tekrar o girdiği delikten çı­karak doğru annesinin yanına gitmiş. Kadıncağızı bıraktığı yerde, iki gözü iki çeşme ağlar bulmuş, Anasının gönlünü alıp, onu tekrar sırtına almış ve doğru hamama götürmüş, Keloğ­lan ve anası, bir güzel yıkanmışlar. Anası kötürümlükten, keloğlan da kellikten kurtulmuş.

Tam hamamdan çıkacakları sırada:

- Gelin, başınızdan geçen her şeyi anlatın da öyle gidin, diyerek onları alıp kızın yanına götürmüşler.

Keloğlan, kıza bir gün önce başından geçenleri an­latmış,

Kız:

- Aman kardeşim! Beni o güvercini gördüğün sara­ya götürürsen, sana bu hamamı bağışlarım! demiş. Ke­loğlan, kızı alıp saraya götürmüş. Horozun geçtiği delik­ten geçip, saraya girmişler. Keloğlan, bir gece önce sa­bahladığı dolaba kızı saklamış. Burada beklemesini söy­leyip, gitmiş.

Akşam, üç güvercin yine gelmiş. Silkinip üç kız ol­muşlar ve:

- Şehzademiz şimdi gelir! diyerek etrafı temizlemişler ve yemek hazırlamışlar.

Az sonra, kızın yüzüğünü, bileziğini ve gergefindeki sırma işlemeli mendilini kapıp kaçan güvercin, pırrrr diye uçarak pencereden odaya girmiş. Şöyle bir silkinip, ayın on dördü gibi bir delikanlı oluvermiş.

Oturup yemeğini yedikten sonra, yine çekmeceyi açmış. İçinden yüzüğü, bileziği ve mendili çıkarıp:

- Ah Nigar'ım! Bu yüzüğü, bu bileziği takan eller, kol­lar sağ mı? Senin yüzünü bir daha görebilecek miyim? diyerek ağlamaya başlamış, Sırma işlemeli mendille göz yaşlarını silerken, kız saklandığı dolaptan çıkmış. Hasreti ile yandığı sevgilisini yanında gören delikanlı, gözlerine inanamamış:

- Nigar'ım, sen buraya nasıl geldin? diye sormuş, Kız, olup bitenleri anlatınca, delikanlı:

- Sevgilim, doğduktan üç gün sonra periler beni ka­çırıp, buraya getirdiler, Beni, padişahları yaptılar. Şimdi benim yanımdan hiç ayrılmıyorlar. Sadece günde iki sa­at yalnız kalıyorum, Sarayda iste­diğin gibi gez, dolaş; hiç kork­ma, Ama akşam olunca jk gene saklan. Periler seni 0^ görecek olurlarsa, ikimizi -A de öldürürler, Yarın, peri­ler beni iki saatliğine yal­nız bıraktıkları zaman seni, anamın konağına götürürüm. Ama benim anam, biraz merhametsiz dir, Dadım ise çok iyi yüreklidir. Onlar beni hiç tanımazlar. Seni, konağın kapısında bırakırım.

Kapıyı çalar:

- Sokakta kaldım! Bahtiyar beyin başı için, beni içeri alın, diye yalvarırsın. Seni, mutlaka içeri alırlar. Her gün gelip, odanın penceresine konar ve seni görürüm, demiş,

Delikanlının dediği gibi, kız ertesi gün gidip konağın kapısını çalmış. Dadı, kapıyı açıp da kızı görünce, deli­kanlının anasına haber vermiş.

Kadın:

- Kim bilir, kimin nesidir? diyerek eve almak istememiş.

Ama delikanlının dadısı, kızın yalvarmasına dayana­mamış. Hanımından gizli onu içeriye almış ve bir odaya saklamış, Sabah, delikanlı pencerenin önüne gelmiş ve "Nigâr'ım," diye kıza seslenmiş.

Dadı, bunu duyunca doğru hanımının yanına gitmiş ve kendisinden habersiz kızı içeri aldığını söylemiş. Bahti­yar beyin, kızla pencerenin önünde konuştuğunu anlat­mış. Ama delikanlının annesi, ona inanmamış. Kendi gö­züyle görüp, kulağıyla duymak istemiş ve ertesi sabahı beklemiş,

Kadın ertesi sabah, kızın odasının kapısının arkasına saklanmış. Bahtiyar bey, güvercin kılığında gelip pence­reye konmuş ve kızla konuşmaya başlamış, Delikanlının annesi, o zaman dadının doğru söylediğini anlamış, Oğ­lunun, bu kızı gerçekten sevdiğini görüp, odaya girmiş ve kızın gönlünü almış.

Bahtiyar beyi, perilerin elinden kurtarmak için bir ça­re bulmuşlar,..

Bahçedeki servi ağacının dallarını, zehirli iğnelerle doldurmuşlar. Ertesi gün, Bahtiyar bey pencereye ko­nup, silkinmiş ve yakışıklı bir delikanlı olmuş. Kızla konuş­maya başlamış,

Kız, zaman kazanmak için lafı uzattıkça uzatmış ve iki saati geçirmiş. Delikanlının hâlâ dönmediğini gören periler, toplanmışlar ve Bahtiyar beyi gözetlemek için bahçedeki servi ağacının dallarına konmuşlar. Ama zehirli iğnelere değdikçe, birer ikişer ağacın dibine dökül­müşler.

Delikanlının aklı başına gelip, vaktin geçmiş olduğu­nu anlayınca:

- Aman sultanım, ben ne yaptım? Periler, gelirlerse ikimizi de öldürürler! diye telâşlanmış. Bu telaşla, etrafına bakınca servinin altında yatan ölü perileri görmüş.

Sevincinden ne yapacağını şaşıran delikanlı:

-Sultanım, sen beni perilerin elinden kurtardın! diye­rek kızın boynuna sarılmış.

Delikanlının anası ile dadısı, odaya girip onları se­vinç içinde kucaklaşırken bulmuşlar.

Yıllarca özlemini çektiği evlâdına kavuşan kadın, ağlasın mı, gülsün mü bilememiş. Ne yapacağını şaşır­mış. Hem oğlunu, hem de kızı sevgi ile bağrına basmış, Ondan sonra da kırk gün kırk gece düğün yapıp, ölün­ceye kadar hep bir arada yemişler içmişler, sefa sür­müşler.

Onlar muratlarına ermişler. Mangala kömür, bizlere ömür demişler.

Gökten üç elma düşmüş. Tavuklar başına üşüşmüş, hepsini yemişler, Allah'a şükür demişler. Onlar muratları­na erdiler, biz de erelim demişler.

MEHMET HAN

Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellâl iken, pireler berber iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, sür sürenin, var varanın, bağa destursuz girenin, âlemin başına ço­rap örenin, boş yere öfkelenenin, durup dururken güle­nin, baykuşu çok olurmuş, Ak sakal, kara sakal, pembe sakal, çember sakal, keçi sakal, berber elinden yeni çık­mış taze, taptaze sakal, Kasap olsam sallayamam satırı, nalbant olsam nallayamam katırı, hamam açsam dost ahbap hatırı. Hiç birisi kârım değil benim, Doğru söz, gü­zel söz, derken başıma yıkıldı hamam, Dereden, siz ge-lin.Tepeden ben. Sandıktan siz çıkın, sepetten ben. Tah­ta merdiven, taş merdiven, toprak merdiven. Ellerimde eldiven çıktım taş merdivenden, Bir beyaz perde, per­deyi kaldırdım, köşede bir hanım oturmuş. Şöyle ettim, böyle ettim hanımın tabanının altına bir fiske vurdum. Su paluzesi gibi titriyor. Gün bitiyor, söz bitmiyor. Ne yapa­lım, ne edelim? Kısa kesip masalımıza girelim.

Evvel zaman içinde, bir padişah varmış. Padişahın üç oğlu, üç de kızı varmış. Günlerden bir gün, padişah hastalanıp yataklara düşmüş, Hekimler, hocalar, ilâçlar, dualar para etmemiş. Ölümün yaklaştığını anlayan padişah, üç oğlunu yanına çağırarak şöyle demiş:

- Yakında öteki dünyaya göç edeceğim. Ben öl­dükten sonra, mezarımın başında üç gün, üç gece kim bekler ve düşmanımı öldürürse yerime o geçsin. Kızları­mı da her kim isterse onlarla evlendirin,

Birkaç gün sonra padişah hayata gözlerini yummuş ve büyük bir törenle, gözyaşları arasında gömülmüş. He­men o gece büyük oğlu, babasının mezarının başına gitmiş, Gece yarısına kadar orada beklemiş. Derken uzaklardan, insanın tüylerini diken diken eden bir ses duymuş. Neredeyse korkudan küçük dilini yutacakmış, büyük oğlan. Pabuçlarını kaptığı gibi soluğu sarayda al­mış. Saraydakilere başına gelenleri anlatarak, korktuğu için mezarın başında bekleyemediğini söylemiş.

Ertesi gece, ortanca oğlan gitmiş babasının mezarının başına. O da ağabeyi gibi gece yarısına kadar bek-i lemis. Ve tıpkı ağabeyi gibi,! o korkunç sesi duyunca soluğu sarayda almış. Tabii ertesi gün, sıra küçük oğlana gelmiş Küçük oğlan, beline hançe sokup babasının mezarının t gitmiş. Tam gece yarısına doğru, o da korkunç bir ses duymuş. O da korkmuş ama, babasının isteğini yerine getirmek için sesin geldiği yöne doğru ilerlemiş, Bir de ne görsün? Ağzından, burnundan alevler fışkıran bir ej­derha! Hemen hançerini çekmiş ve ejderhayı oracıkta öldürmüş. Ancak, saraydakilerin kendisine inanması için, ejderhanın kulağını kesmek istemiş. Ama, bir türlü dev hayvanın kulağını bulamamış. Çünkü, ortalık çok karanlıkmış; göz gözü görmüyormuş, Bir ışık bulmak için, etrafına bakınırken uzakta yanan titrek bir mum ışığı görmüş, Işığa doğru ilerlemeye başlamış. Bir de bakmış ki, köşede yaşlı bir adam yan gelip oturmuş. Elinde iki yumak varmış. Biri kara, diğeri akmış. Karayı topluyor, akı açıyormuş.

Adı, Mehmet han olan genç şehzade meraklanıp sormuş:

- Baba, elindeki yumaklarla ne yapıyorsun? Yaşlı adam:

- Oğlum, demiş. Benim işim, gücüm budur. Geceyi toplayıp, gündüzü salıyorum, demiş.

Mehmet Han:

- Benim işim daha bitmedi, demiş ve yaşlı adamın elini kolunu bağlamış,

Şehzade, ışığa doğru yürümeye devam etmiş. Bir kalenin dibine gelmiş. Bakmış ki, kırk kişi orada kös kös oturup duruyor.

- Hey! Ne yapıyorsunuz burada? diye sormuş. Adamlar:

- Biz kırk haramileriz. Amacımız kaleyi soymak. Ama, bir türlü yolunu bulup kaleye tırmanamıyoruz! demişler. Mehmet Han:

- Siz, bana bolca çivi bulun, ben sizi kaleye çıkartı­rım, demiş.

Adamlar, koşup bir sepet dolusu çivi getirmişler, Şehzade, eline bir çekiç alıp çivileri duvara çaka çaka kalenin ta tepesine çıkmış.

Kırk haramilere, yukarıdan:

- Siz de benim çıktığım gibi, teker teker kaleye tır­manın! diye seslenmiş.

Kırk haramiler, onu dinleyip birer birer kaleye tırman­maya başlamışlar,

Mehmet Han, yukarı çıkanın başını kesip bir kenara atmış. Kırkını da öldürdükten sonra, kaleyi şöyle bir dolaşmaya çıkmış. Büyük bir saraya varmış. Kapıyı açıp, sa­raydan içeriye girmiş. Bir de bakmış ki, kocaman bir yı­lan bir direğe sarılmış duruyor. Hemen hançerini çekip, yılanı öldürmüş. Ama, hançeri o kadar hızlı vurmuş ki; di­reğe saplanan bıçağı, ne kadar uğraştıysa da yerinden oynatamamış. Fazla oyalanmadan merdivenleri birer ikişer çıkıp, sarayın üst katına gelmiş, Karşısına çıkan ilk kapıyı açınca yatakta güzel bir kızın uyuduğunu görmüş. Kapıyı yavaşça kapamış ve yanındaki odanın ka­pısını açmış. Orada da güzel bir kız, mışıl mışıl uyuyormuş, O kapıyı da yavaşça kapatıp, üçüncü bir kapıyı açmış. Tunçlarla kaplı bu odada da çok güzel bir kız uyumaktaymış, Kız, diğer kızlardan çok daha güzelmiş. Şehzade, bir görüşte aşık olmuş ona,

Mehmet han, göreceklerini gördükten sonra kale­nin üstüne çıkmış ve çaktığı çivilere basa basa aşağıya inmiş. Elini kolunu bağladığı adamın yanına gelmiş.

Adam:

- Aman oğlum! demiş. Nerelerde kaldın? Herkesin uyumaktan bir yerleri ağrıdı,

Mehmet Han, yaşlı adamın elini ayaklarını çözünce, o da başlamış ak yumağı sarmaya, Böylelikle Mehmet Han ejderhayı öldürdüğü yere vardığında gün iyice ısı­rmış, Mehmet Han, hemen kılıcıyla ejderhanın kulağını kesip torbasına koymuş ve saraya dönmüş, O yokken, büyük kardeşini padişah diye tahta oturtmuşlar! Hiç se­sini çıkarmamış, başından geçenleri de kimseye anlat­mamış. Birkaç gün sonra, saraya bir aslan gelmiş, Doğ­ruca padişahın huzuruna çıkarak büyük kız kardeşiyle evlenmek istediğini söylemiş,

Padişah:

- Ben, kardeşimi bir hayvana vermem! demiş. Ama, Mehmet Han:

- Babamızın vasiyetini unutuyorsunuz! diyerek abla­sını, kolundan tutup aslana vermiş.

Aslan, kızı aldığı gibi saraydan uzaklaşıp gitmiş, Erte­si gün, bir kaplan gelerek ortanca kız kardeşini padişahtan istemiş, Padişah, bu isteğe de çıkmış. Ama, Mehmet iE Han'ın zoru ile ortanca kız kardeşlerini de kap-lana vermişler. Ondan 1 sonraki gün de bir kartal saraya gelip, padişahtan küçük kız kar­deşini istemiş. En küçük kardeşlerini de Mehmet Han'ın zoruyla kartala ver­mişler, Kartal, kızı alıp götürmüş.

Biz, kalenin içindeki saraya gelelim:

O saray, bir padişahın sarayıymış. Padişah, sabah bahçede dolaşırken direkteki yılan ölüsüne rastlamış. Adamlarına emir vererek, yılan ölüsünü kaldırtmış ve hançeri güçlükle yerinden çıkartarak hazinesine koy­muş, Padişah, gene dolaşırken kale dibinde yatan ha­ramilerin ölüsüne rastlamış,

Baş vezirine:

- Benim sarayıma girip hançeriyle yılanı öldüren, düşmanımız değil dostumuzmuş, demiş. Baksana kırk ta­ne eşkıyayı öldürmüş. Eğer o olmasaydı bu haramiler, sarayımı soymuş olacaklardı!

Padişah, kırk haramileri kimin öldürdüğünü buimak için çok uğraşmış, ama bulamamış.

Padişah:

- Bir hamam yaptıralım! Herkes, bu hamamda para­sız yıkansın! Hamama giren herkes, aranır, Hançerin kını kimde çıkarsa, yılanı da kırk haramileri de öldüren odur, diye emir vermiş. Hamam yapılmış. Duyanlar gelip yı­kanmaya başlamışlar. Kısa bir süre sonra hamamda yı­kanmayan hiç kimse kalmamış. Baş vezir, padişaha:

- Şahım, demiş. Bu hamamda sadece geçenlerde ölen komşu padişahın üç oğlu yıkanmadı. İsterseniz on­ları davet edelim.

Bu fikir, padişahın da hoşuna gitmiş ve hemen onla­rı davet etmiş. Mehmet Han ve iki ağabeyi hamama gelmişler. Mehmet Han'ın elbiseleri arasında hançerin kını bulunmuş. Padişah, hemen Mehmet Han'ı huzuruna çağırtıp:

- Evlât, demiş. Sen, bana büyük bir iyilik yaptın. Ca­nımı, malımı, mülkümü kurtardın. Şimdi, dile benden ne

dilersen!

Mehmet Han:

- Hakanım, demiş. Senden bir şey dilemem, ama küçük kızını isterim.

Padişah:

- Oğlum, benden çok güç bir şey istedin, demiş. Dilersen sana ortanca ya da büyük kızımı vereyim. Ama, küçük kızımı vere- , mem. Çünkü, onu benden 1 "Rüzgâr Dev" istemişti. Ben, razı olmadım ve Rüzgâr Dev, bir zarar vermesin diye kızımı tunçtan bir odaya ka­padım. Rüzgâr dev, hiçbir güçle yok edilemeyecek bir yaratıktır. Onun için, gel vazgeç bu sevdadan!

Mehmet Han, ısrar etmiş:

- Ne olursa olsun, ben küçük kızınızı istiyorum! demiş.

Padişah, delikanlının çok kararlı olduğunu görünce, küçük kızının Mehmet Han ile evlenmesine izin vermiş.

İki genç, büyük bir törenle evlenmişler. Mehmet Han, rüzgâr dev eşine bir zarar vermesin diye, onu sara­yının en sağlam, en iyi, penceresi, kapısı sıkı sıkıya örtülü odasına yerleştirmiş. Ve yanından hiç ayrılmamış,

Günlerden bir gün, Mehmet Han eşine:

- Sultanım, demiş. Şimdiye kadar yanından hiç ayrıl­madım. İzin verirsen, ormanda bir saat kadar avlanayım.

Kız, her ne kadar:

-Aman şehzadem! Beni yalnız bırakma! diyeyalvar-mışsa da sonunda:

- Peki. Ama, sakın bir saatten fazla ormanda kalma! demiş.

Mehmet han, silâhlanıp atına atlayarak ormana ava gitmiş, Rüzgâr dev, günlerden beri Mehmet Han'ın saraydan ayrılmasını bekliyormuş. Hemen saraya girmiş ve Mehmet Han'ın eşini kaptığı gibi, bir anda kendi sa­rayına uçurmuş, Mehmet Han, saraya geldiğinde kara haberi öğrenmiş. Atına atlayarak, eşinin babasının sara­yına gitmiş, Durumu anlatmış.

Padişah:

- Oğlum, demiş. Ben sana söylemiştim! O hınzır rüz­gâr dev, kızımı kaçırdı! Yapacak hiçbir şey yok artık!

Büyük bir üzüntüye kapılan Mehmet Han, kendini yerden yere atarak ağlamaya başlamış, Padişah:

-Yapma oğlum! demiş. Sana diğer kızlarımdan biri­ni vereyim.

Mehmet Han:

- Hayır Şahım, demiş, Ben ne yapıp, ne edip eşimi rüzgâr devin elinden kurtaracağım.

Ve atına atladığı gibi yola çıkmış.

Az gitmiş, uz gitmiş, Dere, tepe düz gitmiş, Günlerden bir gün, bir ovada ilerlerken bir köşk görmüş, Bu köşk, büyük kız kardeşinin köşküymüş. Mehmet Han, atı­nı köşke doğru sürmüş. Köşkün pencerelerinden birin­den Mehmet Hanın büyük kız kardeşi, dışarıyı seyredi-yormuş. Bir atlının dörtnala köşke doğru yaklaştığını gö­rünce, çok şaşırmış. Çünkü, buralara yabancılar gel-mezmiş. Atlı, köşke yaklaştığı zaman kız, gelenin kardeşi olduğunu anlamış. Hemen kapıyı açarak, onu karşıla­mış, Sarmaş dolaş olmuşlar.

Ancak, akşam olup da hava kararınca ablası Meh­met Han'a:

- Kardeşim, demiş. Şimdi kocam aslan gelir. Ne de olsa bir hayvan. Belki sana zarar verebilir. En iyisi seni saklayayım.

Kardeşini, güvenli bir yere saklamış. Akşam olunca, aslan gelmiş. Mehmet Han'ın ablası, kocasının ağzını aramak için sormuş:

- Sevgili eşim, eğer kardeşlerimden biri bizi ziyarete gelseydi, nasıl karşılardın?

Aslan, homurdanarak konuşmuş:

- Büyük kardeşin gelirse, bir pençe darbesiyle onun canını alırdım. Ortanca kardeşin gelse onun da canını cehenneme gönderirdim. Ama, küçük kardeşin Meh­met Han gelse, sabaha kadar ellerimin üstünde uyuturdum, Çünkü, seni bana o verdi. O bana öz kardeşim kadar yakındır! demiş, Kız, gülerek:

- Öyleyse müjde! demiş, Küçük kardeşim Mehmet Han, burada!

Aslan:

- Hani nerede? Haydi, getir göreyim! demiş.

Kadın, hemen Mehmet Han'ı saklandığı yerden çı­kartarak aslanın yanına getirmiş.

Dereden tepeden konuştuktan sonra aslan:

- Sevgili Mehmet Han, nereden gelip nereye gidi­yorsun? diye sormuş.

Mehmet Han da başından geçenleri anlatmış, Bu­nun üzerine Aslan:

- Rüzgâr devin adını, ününü ben de duydum. Ama, nerede olduğunu bilmiyorum. Hem, sen onunla başa çı­kamazsın. Gel, vazgeç bu işten! demiş.

Ama, Mehmet Han aslana kararının kesin olduğunu, ölse bile bu işten vazgeçmeyeceğini söylemiş. O gece, orada kalmış, Ertesi sabah, atına atladığı gibi çıkmış ge­ne yollara.

Az gitmiş, uz gitmiş. Karşısına gene bir köşk çıkmış. Köşkün penceresinden bakan bir kız, acaba tozu du­mana katarak gelen bu atlı kimdir, diye merakla bakı­yormuş. Bu köşk de Mehmet Han'ın kaplan ile evlenen ortanca kız kardeşininmiş! İki kardeş, sevinçle kucaklaş­mışlar.

Akşama doğru, kız:

- Sevgili kardeşim, demiş. Birazdan kaplan gelecek. Sana, bir zararı dokunabilir. Onun için en iyisi seni sakla­yayım.

Kardeşini, bir yere gizlemiş. Çok geçmeden kaplan gelmiş. Mehmet Han'ın ortanca kız kardeşi, kaplana sormuş:

- Şimdi kardeşlerimden biri köşke gelseydi, ne ya­pardın?

Kaplan, homurdanarak cevap vermiş:

- Büyük kardeşinle, ortancası gelselerdi parça par­ça ederdim. Ama, küçük kardeşin Mehmet Han gelsey­di, sabaha kadar dizlerimin üstün­de yatırırdım. Çünkü, seni bana o verdi,

Kız, hemen Mehmet Han'ı gizlediği yerden çıkartarak kaplanın ya­nına getirmiş:

- İşte, Mehmet Han, demiş,

Kaplan, karısının kardeşini çok iyi karşılamış,

Ne ikram edeceğini, nasıl davranacağını şaşırmış:

- Sevgili kardeşim, demiş, Nereden geldin, nerelere gidiyorsun. Anlat bakalım?

Mehmet Han, başına gelen olayları, rüzgâr devin karısını nasıl kaçırdığını baştan sona anlatınca, kaplan:

- Vallahi kardeşim, demiş. Ben de rüzgâr devin adı­nı, sanını, ününü duydum. Ama, nerede yaşadığını bil­miyorum. Yalnız beni dinleyecek olursan, onu aramak­tan vazgeç. Başına bir iş gelmesin, demiş.

Ama, Mehmet Han kararını vermiş bir kere, Dinleme­miş kaplanı. O gece kaplanlarda kaldıktan sonra, erte­si sabah atına atladığı gibi çıkmış yollara. Orası benim, şurası senin, demeden gitmiş, gitmiş. Beklemek zordur, ama masallarda zaman çabuk geçer.

Bir ovada karşısına bir köşk daha çıkmış. Burası da küçük kız kardeşinin köşküymüş.

Kız, pencereden Mehmet Han'ı görünce:

- Ah sevgili kardeşim! Nerelerden geldin? diye se­vinçle aşağı inerek onu karşılamış.

Sarmaş dolaş olmuşlar, Akşama kadar sohbet etmişler. Akşam, hava kararınca kız:

- Sevgili ağabeyim, demiş. Birazdan kartal gelecek. Ne de olsa bir hayvan. Sana, bir zararı dokunmasın.

Onun için, seni saklayayım,

Ağabeyini, bir yere gizlemiş. Çok geçmeden kartal, kocaman kanatlarını çırpa çırpa köşke inmiş.

Kız, kartala:

- Sevgili eşim, diye sor­muş. Kardeşlerim buraya gelseydi, ne yapardın?

Kartal:

- Eğer büyük ve ortan­ca kardeşlerin gelseydi, pençelerime taktığım gibi yedi kat gökyüzüne çıkartır, sonra

da bırakırdım onları. Küçük kardeşin gelseydi, onu kanatlarımın üstünde misafir ederdim, de­miş.

Kız, ağabeysini sakladığı yerden çıkartmış, Kartalın yanına getirmiş.

Kartal:

- Vay sevgili kardeşim, demiş. Buralara kadar nasıl gelebildin, hiç korkmadın mı?

Mehmet Han, başından geçenleri ve rüzgâr devi bir bir anlatmış kartala.

Kartal:

- Oğlum, demiş. Rüzgâr devin sarayı buradan yedi dağ ötededir. Oraya gitmen hem çok zor, hem de çok tehlikelidir.

Mehmet Han, diretmiş:

- Kararım kesindir kartal. Ya öleceğim ya da rüzgâr devi öldürüp, karımı kurtaracağım,

Kartal, bakmış ki Mehmet Han sözünden dönecek gibi değil:

- Peki, demiş. Yalnız, sakın ona görünme. Eğer seni görürse, hemen öldürür. Hiç gözünün yaşına bakmaz. Hem rüzgâr devin, nereden gelip, nereye gideceği hiç belli olmaz. Adı üstünde: Rüzgâr dev! Kendini iyi kolla!

Genç şehzade, geceyi kartalın köşkünde geçirmiş. Sabah, şafakla beraber düşmüş yollara. Bir dağ, iki dağ, üç dağ, dört, beş, altı derken yedinci dağa varıp ulaş­mış. Dağın taa tepesinde uçsuz bucaksız bir saray, rüz­gâr devin sarayı! Uğraşa, didine en sonunda saraya varmış, Bir de ne görsün, karısı pencerede değil mi?

Kadın, Mehmet Han'ı birden bire karşısında görün­ce hem şaşırmış, hem sevinmiş, hem de çok korkmuş:

- Aman şehzadem! Buralara kadar nasıl geldin? Rüzgâr dev, seni görmesin! Öldürür, demiş.

Mehmet Han, pencerenin altına gelerek kollarını açıp:

- Sevgili eşim! demiş, Hiç korkma, hemen atla; seni, buralardan kurtarayım.

Prenses, pencereden Mehmet Han'ın kollarına atla­mış ve:

- Rüzgâr dev, üç günlük uykusuna yattı, hemen bu­radan kaçalım! demiş.

Mehmet Han, eşini atın terkisine alarak dörtnala, sa­raydan uzaklaşmış. Aradan üç gün geçmiş. Rüzgâr dev, uykusundan uyanmış,

Kızın odasının kapısına gelerek:

- Sultanım, kapıyı azıcık aç ta yüzünü bir kez olsun bana göster! diye yalvarmış.

Bir süre bekledikten sonra, odadan hiç ses seda çık­madığını fark etmiş. Kapıyı kırıp, içeri girmiş, Her şeyi an­layan, rüzgâr dev:

- Hele biraz daha yol alın, bakalım benim elimden kurtulabilecek misiniz? diye söylenmiş. Oturup, biraz dü­şündükten sonra, kalkıp Mehmet Şah ile eşinin peşine düş­müş. Çok geçmeden yetişip, yakalamış onları ve hiç acı­madan Mehmet Han'ın başını gövdesinden ayırıvermiş.

Zavallı prenses, rüzgâr deve:

- Madem, onu hiç acımadan öldürdün, bari başını ve vücudunu atının heybesine koy, Belki birisi görür, acı­yıp gömer. Buralarda kalırsa kurtlara, kuşlara yem olur, demiş,

Dev, kızın istediğini yapmış. Kız, atın iki gözünü öp­tükten sonra:

- Yâ! Güzel at, onu evine götür! demiş.

_ At, dört nala oradan uzaklaşmış, Rüzgâr

dev, kızı aldığı gibi bir solukta saraya gö­türmüş. Kız, kızgınlığından odasına kapanmış. Dev, ne kadar yalvarıp yakardıysa da, eskiden olduğu | gibi, ona yüzünü bile göster­memiş.

Mehmet Han'ın atı, küçük kız kardeşinin köşküne gitmiş,Kız, abeysinin atının kapıya geldiğini görünce, endişeyle dışarıya koşmuş. Heybede kardeşinin ölüsünü görünce, in­ci gibi gözyaşları dökerek ağlamaya başlamış.

Akşam, kartai eve geldiğinde karısının gözlerinin ağ-iamaktan şiştiğini görünce sormuş:

- Suitanım, nedir bu haiin? Niçin ağladın bu kadar?

Kız, Mehmet Han'ın ölüsünü gösterince, kartal bütün olup biteni anlamış. Kuşların kralı kartal, hemen her tara­fa haber salmış. Yeryüzünde ne kadar kuş varsa sarayı­na toplamış,

- Ey kuşlar! Aranızda cennet bahçesine gideniniz var mı? Kim gittiyse, yanıma gelsin!

Bir kuş:

- Efendim, üç dağ, iki ova, dört göl ve beş nehir öte­de çok yaşlı bir akbaba var. Belki o gitmiştir, demiş.

Kartal:

- Hepiniz sarayıma geldiğiniz halde o niçin gelme­di? diye sorunca kuş:

- Sayın kralımız, akbaba çok yaşlıdır. Buraya kadar gelemez, demiş,

Kartal:

- Biriniz, sırtına bindirip getirsin! diye emredince güç­lü kuvvetli, kocaman bir kuş yola çıkmış.

Çok geçmeden, yaşlı akbabayı sırtına alıp, kartalın huzuruna çıkartmış.

Kartal:

- Ey akbaba! Sen, hiç cennet bahçesine gittin mi?

Saçları dökük, gözlerinin ışığı sönmüş, boynu bükük yaşlı akbaba, kanadıyla kel başını kaşımış. Biraz düşün­dükten sonra:

- On iki yaşlarımdayken, bir kere gitmiştim, demiş. Kartal:

- Öyleyse gene git ve bana bir şişe cennet suyu al! diye emir vermiş.

Akbaba:

- Ben oraya kadar nasıl uçarım? demiş. Kartal:

- Buraya kadar nasıl geldiysen, öyle! demiş.

Yaşlı akbaba, gene o güçlü kuvvetli kuşun sırtına | binmiş. Cennet bahçesine gidip, oradan bir şişe cennet | suyu getirmiş. Kartal, Mehmet Şahın kesik başını gövde­sinin üstüne düzgünce koymuş. Kesik yerlere cennet su­yunu, dikkatlice sürmüş. Şehzade, bir uykudan uyanır gi­bi, canlanıp kendine gelmiş.

- Ben neredeyim? diye şaşkın şaşkın etrafına bakınmış. Kartal:

- Oğlum, ben sana söylemedim mi? demiş. Bu dev, seni sağ bırakmaz! diye, Başını gövdenden ayırmış! Atı­nın heybesinin içinde bulduk! Gel, vazgeç bu işten. Dev, seni yakalarsa gene öldürür.

Fakat, Mehmet Şah "İlle de tekrar gideceğim!" diye tutturunca, Kartal:

- Madem bu kadar istiyorsun, git. Ama, oraya varır varmaz hemen karını alıp kaçmaya kalkma. Ne yap, ne et devin sırrını öğren! Belki, bu sır sayesinde rüzgâr devi öldürür ya da etkisiz bir hale getirebilirsin! demiş.

Mehmet Şah, atına atladığı gibi rüzgâr devin sarayı­nın yolunu tutmuş, Karısını, yine pencerede beklerken bulmuş, Kartalın, onu nasıl canlandırdığını anlattıktan sonra:

- Ben, karşı ki dağların ardında saklanacağım. Sen, bir yolunu bulup rüzgâr devin tılsımını öğren, demiş,

Prenses, Mehmet Şah gittikten sonra, kendisini gör­mek için kapıya gelen rüzgâr deve:

- Çekil, git karşımdan! demiş. Üç gün, üç gece uyu­yor, bir gün uyanık kalıyorsun! Sonra gene üç gün, üç gece uyuyorsun! Bu odada tek başıma kalıyorum! Ne­redeyse canım sıkıntıdan pat diye patlayacak!

Dev, uzun zamandan beri kendisiyle tek kelime bile konuşmayan kızın söylediklerini işitince çok sevinmiş:

- Aman Sultanım, demiş, Emret, ne istersen yapa­yım. Seni eğlendireyim; yeter ki canın sıkılmasın.

Kız:

- Senden ne isteyeyim! Dev bir rüzgârsın sen. Senin ne eğlencen oiur ki. Gezip dolaşırsın sadece! Senin tılsı­mın nedir? Bana göster de bari senin ne olduğunu an-iayayım. O zaman belki canımın sıkıntısı biraz olsun aza­lır, demiş.

Dev:

- Sultanım, benim tılsımım çok uzaklardadır, Hem, oraya kimse gidemez. Buradan çok uzakta bir ada var. Adada bir öküz, öküzün karnında altın bir kafes, altın ka­fesin içinde bir beyaz güvercin vardır. İşte, benim tılsı­mım bu beyaz güvercindir.

Rüzgâr dev, prensesin kendisini merakla dinlediğini fark edince, tılsımını anlatmaya devam etmiş:

- Mehmet Şahın, küçük kız kardeşinin köşkünün kar­şısında yüce bir dağ vardır. Bu dağın tam tepesindeki çeşmeye, her sabah su içmek için kırk tane deniz aygırı gelir. Eğer birisi, bu aygırlardan birini, su içerken - sudan başını kaidırıncaya kadar- nallayıp, eyerleyip, yular ta­kıp, üstüne binebilirse, o aygır üzerindeki adamın her di­leğini yerine getirir, İstediği yere de götürür, demiş.

Kız, öğreneceklerini öğrendikten sonra:

- Hadi canım! Böyle garip tılsım mı olurmuş! diyerek kapıyı devin suratına kapatmış.

Prenses, rüzgâr devin tılsımını olduğu gibi Mehmet şaha anlatmış. Mehmet Şah, vakit kaybetmeden küçük kız kardeşinin köşküne gitmiş. Devin tılsımını, kartaia an­latmış, Kartal, beş tane kuş çağırarak:

- Fazla oyalanmadan Mehmet Şahı karşıdaki dağın tepesindeki çeşmeye götüreceksiniz. Aygırlardan biri su içerken, nallayıp, eyerleyip, yular takıp, Mehmet Şahı üstüne bindireceksiniz, demiş,

Kuşlar, hemen Mehmet Şahı dağın tepesine çıkart­mışlar. Çeşmenin başına pusu kurup beklemeye başla­mışlar. Derken kırk aygırdan biri, çeşmeye yanaşıp su iç­meye başlamış. Kuşlar ve Mehmet Şah, hemen hareke­te geçmişler. Deniz aygırı, sudan başını kaldırmadan nallanmış, eyerlenip yular takılmış ve Mehmet Şah üstü­ne binmiş.

Aygır, konuşmuş:

- Emret sultanım! Mehmet Şah:

- Beni, rüzgâr devin tılsımının bulunduğu adaya gö­tür, demiş,

Mehmet Şah, gözünü açıp kapayıncaya kadar ken­disini adada bulmuş. Deniz aygırının yularından tutarak, adada dolaşmaya başlamış. Karşısına yaşlı bir adam çıkmış.

- Oğlum, sen bu ıssız ada­ya nerelerden geldin? diye sormuş.

Mehmet Şah:

- Gemim battı, ben de yüze yüze bu adaya çıktım. Peki, sen kimsin? demiş.

Adam:

- Ben, rüzgâr devin uşağı­yım, Burada yaşıyorum, Rüzgâr devin burada bir öküzü var. Ona bakarım. Sen de bana yardımcı olur musun? demiş.

Mehmet Şah, bu teklifi kabul ederek adamın yanın­da çalışmaya başlamış. Görevi, öküzün su içtiği havuzu suyla doldurmakmış. Birkaç gün bu şekilde çalışmış, Bir gün, yaşlı adam yokken bir kenara yığılı şarap fıçılarını havuza boşaltmış. Devin öküzü, susayınca su niyetine havuzdaki şarabı içmiş. Birkaç adım attıktan sonra, saklanıp yere düşmüş. Mehmet Şah, hemen öküzün karnını yarıp içindeki altın kafesi çıkarmış. Bir köşeye gizlediği deniz aygırına binerek:

- Rüzgâr devin sarayına gidelim! demiş.

Demesiyle birlikte kendisini rüzgâr devin sarayında, eşinin karşısında bulmuş.

Prenses:

-Aman Şehzadem! demiş, Hemen kaçalım, dev uy­kuda,

Hemen deniz aygırına atlayıp, yola çıkmışlar. O sırada rüzgâr dev uyanmış. Bakmış ki, prenses yok:

- Eyvah, Mehmet Şah gene kaçırdı onu! Ben gösteri­rim şimdi ona, diye düşmüş peşlerine. Çok geçmeden de yetişmiş.

Prenses, devin rüzgarını hissedince:

- Eyvah! Rüzgâr dev bize yetişti! demiş. Mehmet Şah:

- Şimdi ne yapacağız! Yetişirse, beni gene öldürür! demiş.

Deniz aygırı:

- Korkmayın! Kafesteki beyaz güvercinin kafasını ko­partırsanız, hiçbir şey olmaz, demiş.

Mehmet Şah, hemen kafesteki beyaz güvercinin başını gövdesinden ayırıvermiş. Kopartmasıyla rüzgâr dev, korkunç gürültüler çıkartarak ölmüş.

Mehmet Şah ve prenses, ilk önce kartalın, sonra kaplanın, sonra da aslanın köşklerine uğramış. Her biriy­le görüşüp helâlleşmiş. Sonra da eşinin babasının sarayı­na gitmişler. Padişah, kızını ve damadını tekrar karşısın­da görünce sevincinden deliye dönmüş. Kızı ve Meh­met Şah için, yeniden kırk gün, kırk gece süren büyük bir düğün düzenlemiş,

Mehmet Şah'ın kahramanlığı, bütün ülkelerde du­yulmuş. Sarayına döndüğü zaman, halk onu büyük bir sevgiyle karşılamış. Vezirler kurulu, babasının dileğini ye­rine getirdiği için, Mehmet Şah'ı büyük oğlanın yerine padişah ilân etmişler.

Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.

DİLRÜKÜŞ HANIM

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde. Develer iken, pireler berber iken. Ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken. Devler, cüceler, padişahlar, şeh-za deler, krallar, prensler, prensesler, bir çalgı bir kıya­met. Herkes Tanrıya emanet, ülkelerden birinde yaşa­yan üç yoksul kız kardeş varmış. Üç kardeş, her gece sa­baha kadar dikiş diker, nakış işler, pamuk bükermiş. Seri bah içlerinden biri, bunları götürüp pazarda satarmış.

Padişah bir gün, üç gün boyunca geceleri ışık yakıl-mamasını, her kim yakarsa şiddetli bir şekilde cezalandırılacağı­nı duyurmuş. Bu emrini tellâllar aracılığıyla, bütün ülkeye du­yurmuş.

Zavallı kız kardeşler, bu duyuru karşısında şaşırıp kalmışlar. Eğer, gece çalış­mazlarsa pazarda satacak bir şeyleri olmaz ve aç kalırlarmış. Çaresiz, pencerelere kalın perdeler takıp titrek bir mum ışığı altında çalışmaları­na devam etmişler.

Bu yasağın üçüncü gecesi,

padişah yanına iki adamını almış ve emrinin dinlenip dinlenmediğini kontrole çıkmış, Şehirde dolaşırken, kızla­rın evinin önünden geçiyormuş. O sırada kızlar, gene tit­rek bir mum ışığı altında dikiş dikip, nakış yapıp, pamuk büküyorlarmış. Aksilik bu ya, perdelerden biri hafifçe aralıkmış. Padişah, mum ışığını görünce küplere binmiş. Ama, yanındakiler:

- Padişahım, acele etmeyelim, Bakalım, sizin buyru­ğunuzu dinlemeyenler kimlermiş, demişler.

Padişah, bu teklifi kabul etmiş. Pencerenin altına yaklaşarak evi dinlemeye başlamışlar.

Kızlar, her şeyden habersiz hem işliyor, hem de ara­larında dertleşiyorlarmış. Büyükleri:

- Ah, ne olurdu sanki. Padişahın aşçısı ile evlensem de bol bol yemek yesem, demiş.

Ortanca:

- Ben de terzisi ile evlensem de her gün, yeni yeni el­biseler giysem, demiş.

En küçüğü:

- Ben, padişah ile evlenecek olsaydım, güldükçe güller açan, ağladıkça inciler dökülen çocuklar doğu­rurdum, demiş.

Padişah, bunda bir hayır var, diye düşünmüş, Ertesi 9ün, üç kız kardeşi sarayına çağırtmış, Büyük kız aşçı ile, ortanca terzi ile ve küçük kız da padişah ile kırk gün, kırk gece süren bir düğünle evlenmişler. Büyük kız istediği yemeklere, ortanca elbiselere ve zamanı gelince küçük kız da nur topu gibi bir oğlan, bir de kız çocuğa kavuş­muş. Ablaları, doğan çocukların gerçekten gülünce güller açtığını, ağlayınca ortalığa inciler saçtığını görün­ce, onu hem kıskanmış, hem de rahatları bozulur diye : korkmuşlar, Saray ebesinin avucuna paralar dökerek:

- Ne yaparsan yap, ama bu iki çocuğu yok et! Perili midir, cinli midir, nedir? Hepimizin başına bir dert ge-tirmesinler, demiş,

Ebe:

- Siz merak etmeyin, ben bu işin çaresine bakarım, demiş,

Ebe, padişahın iki bebeğini, iki tane köpek yavrusuyla değiştirmiş, Çocukları, şehir dışında, bir bahçeye bırakmış, Padişah, karısının iki köpek yavrusu doğurduğu­nu duyunca, hiddetinden küplere binmiş, Zavallı kadını şehrin orta yerinde yarı beline kadar toprağa gömdüre­rek cezalandırmış. Kadıncağız, ne olduğunu anlama­dan ağlar dururmuş.

Biz, gelelim zavallı iki bebeğe. Hain ebenin, bebek­leri bıraktığı yer, yoksul bir bahçıvanın bahçesiymiş. Bahçıvan, çiçek yetiştirerek hayatını kazanıyormuş. Adam, bahçede gezerken bir kutunun içinde iki bebek bulunca:

- O kadar istedik, çocuğumuz olmadı! Herhalde bu iki bebeği, bize yüce Tanrı gönderdi, demiş.

Yoksul bahçıvan, kızla oğlanı aldığı gibi, sevinçle ku­lübesine koşmuş. Bahçıvanın karısı, bir göğsünü kıza, bir göğsünü oğlana vermiş, Allah tarafından kadına süt

gelmiş, İki bebek başlamışlar şapur şupur kadıncağızın memelerini emip, karınlarını doyurmaya.

Aradan çok geçmemiş, oğlan gülmüş etrafta güller açmış. Kız, ağlamış her gözyaşı birer inci tanesi olup or­talığa yayılmış.

Bahçıvan ve karısı: Tanrı'ya şükürler olsun! Hem iki evlât sahibi, hem de zengin olduk, diye sevinmişler.

Bahçıvan, mevsimi olmadığı halde açan rengârenk gülleri sepetine doldurduğu gibi padişahın sarayına götürmüş. Padişah, mevsimsiz yetiştirirlen gülleri görünce çok şaşırmış, Hepsini salın alarak, saray halkına dağıtmış. Bahçıvana:

- Bu gülleri böyle mevsırrtsiz yetiştirmeyi nasıl başardin? diye sormuş.

Bahçıvan, çocuklardan hiç bahsetmeden:

- Uğraştım, didindim, Tanrının izniyle başardım sulta­nım, demiş.

Ama, kentin orta yerinde yarı beline kadar gömülü ablaları, her şeyi anlamışlar,

Ebeyi çağırıp:

- Bu güller, o çocukların işi. Hani sen onları kuş uç­maz, kervan geçmez, ıssız bir yere bırakmıştın! Demek ki yaşıyorlar! Ne yap, ne et nerede olduklarını öğren! Yok­sa her şey ortaya çıkacak! demişler.

Ebe, telâş ve korku içinde çocukları bıraktığı bahçe­ye koşmuş. Bir de bakmış ki bahçıvanın karısı biri oğlan, öteki kız iki çocuğu emziriyor, Yanına yaklaşıp:

- Maşallah kızım, bu çocuklar ne kadar da gürbüz, demiş. Bahçıvanın karısı, saf saf:

- Anacığım, yıllarca Tann'ya bir çocuğum olsun diye yalvardım, yakardım olmadı.

Ama, bir gün kocam bahçenin yanında, derenin kenarında bir kutu içinde bunları buldu.

Çocukları kutudan alıp, göbeklerini kestim. Göğüs­lerime süt geldi, emzirdim. Kundaklayıp uyuttum. O gün bugündür büyütüyorum, demiş.

Ebe:

- Evlâdım, duyduğuma göre, oğlan güldüğü zaman bahçede güller açıyor, kız ağlayınca ortalığa inciler saçılıyormuş. Hattâ, kocan bu güllerden saraya getirerek padişaha sattı, demiş.

Kadın, gene saf saf kötü yürekli ebeyi doğrulamış:

- Evet, nineciğim. Dediklerin doğrudur.

Ebe, etrafına kuşkulu gözlerle baktıktan sonra bahcıvanın karısına iyice yaklaşıp:

- Bak evlâdım, sana bir sır vereyim. Bu çocuklar bü­yülüdür. Eğer, peri padişahı onların sizin elinizde olduğu­nu öğrenirse senin de kocanın da başına ummadığınız kötülükler gelebilir Hayatınızdan bile olursunuz. Onun için, ne yapıp yapıp bu çocukları başınızdan defedin, demiş.

Ebenin anlattıklarından korkan kadın, akşam koca­sına olanı biteni anlatmış, Adam da, çok korkmuş. Dü­şünmüş, taşınmış en sonunda çocukları alarak uzaktaki bir mağaraya bırakmış. Ağlaya sızlaya evine dönmüş.

Çocuklar, hiçbir şeyden habersiz mağarada aksamı etmişler. Akşam, karanlık çökmeden mağaraya iki yav­rusuyla birlikte bir dişi geyik gelmiş. İki insan yavrusunu görünce pek hoşuna gitmiş ve kendi yavrularıyla birlikte onları da emzirmeye başlamış.

Masallarda zaman çok çabuk geçer. Çocuklar, ge­yiğin sütünü eme eme sekizer yaşlarına gelmişler. O vak­te kadar kız ağladıkça ortalığa dökülen inciler, mağara­nın yarısını doldurmuş. Oğlan güldükçe açan güller, mağaranın etrafını cennete çevirmiş. O zamana kadar hiç insan görmedikleri için, çocuklar konuşmayı öğrenememişler. Birbirleri ile el kol işaretleriyle anlaşmışlar. Günler­den bir gün, mağaralarının dışında da bir dünya olabileceğini düşünmüşler. Oğlan, bir gün geyiğin gittiği yolu izleyerek şehrin yolunu öğrenmiş. Şehre inince kurulan

pazarları, alışveriş yapan, konuşan insanları görmüş. Dil; bilmediği için, hiçbir şey anlamamış. Kuyumcunun camından bakarken, incilere karşılık yiyecek içecek verili diğini öğrenmiş. Hemen bir inci verip, kendisi ve kardeşi için giyecek, yiyecek almış. Mağaraya dönmüş ve iki j kardeş elbiseleri giyinip, yiyecekleri güle oynaya yemiş­ler. Çocuk, kardeşine kentte öğrenebildiği dili öğretme­ye başlamış.

Ertesi gün oğlan, yanına birkaç inci alıp düşmüş şe­hir yoluna, Pazara giderek yiyecek ve giyecek bir şeyler alıp, dönmüş mağaraya. Günler bu şekilde birbirini ko1valaya dursun, oğlan da kız da konuşmayı öğrenmişler. Oğlan, şehirde kendisine bir çok arkadaş edinmiş. Onlar gibi ata binmeyi, avlanmayı öğrenmiş. On dört yaşına j gelince usta bir avcı olmuş.

Bir gün oğlan ormanda avlanırken, padişah onu görmüş.

Yanındakilere:

- Ne güzel bir çocuk! Hemen kim olduğunu öğrenin! demiş.

Uşaklardan biri, hemen çocuğun yanına yaklaşıp:

- Beyim, maşallah ne kadar çok hayvan avlamışsı­nız? diye, söze başlamak istemiş,

Oğlan:

-Tanrı'nın yarattığı çok, Avlanmak için size de yeter, bana da! Deyip atıyla oradan uzaklaşmış,

Padişah, saraya dönmüş. Çocuğa olan tutkusun­dan, padişahı ateşler basmış, Hastalanıp yataklara düş­müş, Hekim başına:

- Avda gördüğüm ço­cuk yüzünden beni ateşler bastı, yataklara düş­tüm, demiş.

Padişahın bu sö­zü, kötü kalpli iki kız kardeşin kulaklarına gitmiş. Hemen ebeyi çağırtıp:

- Padişahın hastalanmasına sebep olan, olsa olsa kendi oğludur. Hemen onu ve kız kardeşini bulup ortadan kaldır, Yoksa her şey anlaşılır ve pa­dişah üçümüzün de kellesini uçurur! demişler.

Ebe:

- Ama, nasıl olur! Bahçıvan, onları ıssız bir mağaraya bırakmıştı. Aradan bunca yıl geçti. Açlıktan şimdiye ka­dar çoktan ölmüş olmaları gerekir, Ama, gene de gidip bakayım, demiş.

Ebe, mağaranın yolunu tutmuş. Mağaraya gelince güller ve inciler arasında oturan kızı görmüş.

Kız:

- Hoş geldin nineciğim! diye, ebeyi karşılamış. Ebe:

- Ah kızım, dağ başındaki bu mağarada tek başına mı yaşıyorsun?

- Hayır, nineciğim. Bir de erkek kardeşim var.

- Gündüz burada canın sıkılmıyor mu?

- Hayır, niçin sıkılacakmış? Burada kendi kendime eğleniyorum,

- Peki, kardeşin seni çok sever mi?

- Sevmez oiur mu? Kardeşim tabii!

- Öyleyse sana bir şey söyleyeyim, Akşam, erkek kardeşin gelince avaz avaz ağla. O, sana ne olduğunu sorduğu zaman, nazlan ve daha çok ağla. Tabii senin üstüne düşecek, gene ne olduğunu, niçin ağladığını so­racaktır, O zaman, ben Dil Rüküş Hanımın dikenini iste­rim, diye tuttur. Dünyada ondan eğlenceli şey yoktur, demiş.

Kız:

- Peki nineciğim, demiş, Doğrusu Dil Rüküş Hanımın dikenini çok merak ettim.

Kötü kalpli ebe, mağaradan uzaklaşmış, Akşam, av­dan dönen çocuk bir de bakmış ki kız kardeşi, iki gözü iki çeşme ağlıyor. Ne olduğunu, niçin ağladığını sorduysa da, kız cevap vermemiş.

Durmadan ağlıyormuş, Oğlan, kardeşine yalvararak:

- Ne istersen yapacağım, ne dilerse yerine getirece­ğim! Ne olur, ağlama, diye yalvarmış.

Kız:

- Kardeşim, ben Dil Rüküş Hanımın dikenini istiyorum.

Eğer, onu bulup getirmezsen ağlaya ağlaya kendi­mi öldürürüm, demiş.

Çocuk, şaşırmış:

- Kardeşim, benden hiç bilmediğim, duymadığım bir şey istedin, Ama, madem ki bu kadar çok istiyorsun, elimden geleni yaparım. Dünyanın öbür ucunda da ol­sa Dil Rüküş Hanımın dikenini bulup, sana getireceğim, demiş,

Çocuk, sabah erkenden şehre gitmiş, Güzel silâhlar ve güçlü bir at satın almış. Atın heybesini, yiyecek ve içeceklerle doldurmuş, Mağaraya dönüp, yiyeceklerin yarısını kız kardeşine bırakmış. Dil Rüküş Hanımın dikenini bulmak için, düşmüş yollara.

Az gitmiş, uz gitmiş, Dere tepe düz gitmiş. Altı ay, bir güz gitmiş, Gide gide bir peri padişahının, ülkesine ulaşmış. Bu üikede, karşısına kuş açmaz kervan geçmez, yı­lan bağırsağını sürmez çok tehlikeli yerler çıkmış. Amal kız kardeşine söz verdiği için, bütün engelleri teker teker aşmış, En sonunda yol, iz olmayan bir ovada bulmuş I kendisini. Ovanın ortasında çok güzel, kocaman bir sa ray varmış. Sarayın önünde de kocaman bir dev yatn yormuş.

Çocuk, atını sürüp hemen devin yanına yaklaşmış. Atından atlayarak devin ellerini öpmüş:

- Dünya ahret benim anam ol! demiş.

Bu sözler ve oğlanın kibar davranışı devin çok hoşu-? na gitmiş:

- Ben, seni yerdim ama, benim elimi öptün, Sen d benim dünya ahret oğlum ol. Söyle bakalım, derdin njj dir? Buralara kadar niçin geldin?

Çocuk, hikâyesini anlatmış. Dil Rüküş Hanımın dikeni­ni bulması için, devden yardım istemiş.

Dev:

- Oğlum, ben ülkemin sınırlarını korumakla görevli- | yim. O söylediğini hiç duymadım. Akşam, çocuklarım gelince onlara sorarım, Eğer, onlar da biliniyorlarsa seni | ortanca kardeşimin yanına gönderirim demiş. Sonra öl çocuğa bir tokat atıp, onu bir lokma haline getirmiş ve | dişinin kovuğuna saklamış.

Akşam, gök gürültüleri, şimşekler ve yıldırımlar ara­sında devin çocukları çıkıp gelmişler. Gelir gelmez de:

- Anacığım, insan kokusu alıyoruz! diye homurdan­maya başlamışlar.

Dev:

- Hadi canım! Sizin korkunuzdan buralara hiç insan gelir mi? Kim bilir akşama kadar ne kadar kurdun, kuşun kanına girdiniz? Dişlerinizin arasını yoklayın hele! demiş.

Kocaman sopalarla dişlerini karıştırmışlar. Birinin ağzın­dan bir hayvan kellesi, birininkinden budu fırlamış.

Dev, sormuş:

- Bakın evlâtlarım! Eğer bir insan gelip benim elimi öpse, ben de onu dünya ahret evlâtlığa kabul etsem, sizler ne yapardınız?

Çocukları:

- Onu, dünya ahret kardeşimiz diye bağrımıza ba­sardık! diye cevap vermişler.

Bu cevap üzerine dev, dişinin kovuğuna sakladığı Çocuğu çıkartmış. Bir tokatla onu insan şekline sokmuş.

Çocuk, devin oğullarını karşısında görünce korkmuş. Ama, onlar bu sevimli ve güzel çocuğa çok iyi davran­mışlar, Kardeşleri olarak kabul etmişler, Çocuk, onlara da Dil Rüküş Hanımın dikenini sormuş, Aksilik bu ya, onlar da tanımıyorlarmış dil rüküşü. Dev, oğulları ile birlikte çocuğu ablasına yollamış.

Ablası, oğlanın derdini dinledikten sonra şöyle demiş:

- Oğlum, dil rüküşü sana kim öğretti? O, yüz bin büyü yapılarak saklan­mış, yüz binlerce kişinin ölümüne sebep olmuş büyük bir hazi­nedir. Dil rükü­şü ele geçirip, dikenini almana imkan yok! Boşu boşuna ca­nından olma, demiş.

Ama, çocuk o kadar yalvarmış, o kadar yakarmış ki, dev dayanamayıp:

- Peki oğlum, demiş. Benim evimin önünden geçen yoldan yürü. Karşına kör bir kuyu, ondan sonra da bir or­manlık çıkar. Ormanda, avlanıp canlı canlı birkaç kuş ya­kala. Kuyunun başına dönüp, kuşları buradan içeriye at.

Kuyuya doğru eğilerek:

"Anahtarı verin!" diye bağır. Kuyudan sana bir anah­tar atılır, Anahtarı al ve günbatısına doğru ilerle. Karşına kocaman bir mağara çıkar. Hemen içeri gir, Sağ elinle, birden bire saldırarak eline ne geçerse al. Ve arkana bakmadan geriye dön. Anahtarı kuyuya at, Eğer, arka­na bakarsan işin biter. İşte, sana söyleyeceklerim bu ka­dar, Tanrı, yardımcın olsun!

Çocuk, deve teşekkür etmiş ve yola çıkmış. Devin söylediği gibi, anahtarı almış, mağaranın kapısını açmış, sağ eliyle eline ne geçirdiyse kaparak arkasına bakma­dan kör kuyuya dönüp anahtarı içeri atmış. Ve atını dizginleyerek, altı ay bir güz koşturup kendi mağarasına ulaşmış, Bir de ne görsün? Mağaranın ağzında koca­man bir diken varmış, Dikenin her dalında ayrı renkte, ayrı biçimde öten yüzlerce kuş. Bir eğlence, bir neşe ki sözle anlatılamaz. Oğlan, çektiği onca eziyeti bir anda unutmuş.

Kız kardeşi de bunca eziyete katlanıp kendisine Dil Rüküş Hanımın dikenini armağan ettiği için, çocuğun boynuna sarılıp;

- Benim canım kardeşim! diye ona teşekkür etmiş,

Kız, mağaradaki günlerini Dil Rüküş Hanımın dikeni sayesinde eğlenerek geçire dursun, günlerden bir gün oğlan, ormanda avlanmaya çıkmış. Padişah ile karşılaş­mış. Çocuk, padişahı gene cin çarpar gibi çarpmış. Ta­lihsiz baba, yataklara düşmüş.

Kötü kalpli kızlar, padişahın aynı çocuk yüzünden ikinci defa hastalandığını duyunca korkuya kapılarak ebeyi çağırtmışlar.

Ebe, gene mağaranın yolunu tutmuş, Bakmış ki kız, Dil Rüküş Hanımın dikeninde şakır şakır öten kuşları dinle­yerek eğleniyor, hemen yanına yaklaşmış. Kız, onu tanı­yıp davet etmiş, ikramda bulunmuş,

Ebe:

- Kızım, Dil Rüküş Hanımın dikeni de bir şey mi. Sen kardeşinden esas. Dil Rüküş Hanımın aynasını iste, O öy­lesine sihirli bir aynadır ki, ona baktığın zaman neyi, her kimi istersen görürsün, demiş,

Kız, yine bir ağlamadır tutturarak akşama kadar ma­ğaranın içini incilerle doldurmuş. Akşam olup kardeşi gelince, dil rüküşün aynasını istemiş. Eğer getirmezse, ağlaya ağlaya kendisini öldüreceğini söylemiş.

Çocuk, Dil Rüküş Hanımın dikenini nasıl getirdiyse, aynasını da aynı yolla getirmiş. İki kardeş, gerçekten de aynaya bakarak ne ister, kimi dilerlerse görebiliyorlar-mış, Kız, diken ve ayna ile eğlene dursun oğlan bir gün avda gene padişah ile karşılaşmış. Padişah, evlâdı oldu­ğunu bilmediği bu çocuk yüzünden hastalanarak ya­taklara düşmüş. Kötü kardeşler, ebeyi çağırıp durumu anlatmış ve:

- Bu çocuğu ortadan kaldırmazsan ne sana, ne de bize rahat yok! demişler.

Ebe, mağaraya giderek kıza, kardeşinden Dil Rüküş Hanımı istemesini öğütlemiş.

Kız, akşam olunca ağlaya sızlaya kardeşine:

- İle de Dil Rüküş Hanımı isterim! diye tutturmuş. Ço­cuk, bunun imkânsız olduğunu anlatmak istemişse de, kız ağlamasını kesmemiş, Çocuk, çaresiz Dil Rüküş Hanı­mı getirmek için yollara düşmüş. Doğruca büyük Devin yanına gidip, her şeyi anlatmış; yalvarmış, yakarmış.

Dev:

- Oğlum, bunu başarmak çok güç. Ama, madem bu kadar istiyorsun anlatayım:

Kuyudan anahtarı alıp mağaranın kapısını açar ve içeri girersin. Önüne düz ve karanlık bir yol çıkar. Arkana bakmadan ilerlersin, Bir hayli gittikten sonra, aydınlığa çıkarsın. Bir servilikte taş kesilmiş yüzlerce insan karşına çıkar. Onlar, Dil Rüküş Hanımı almaya çalışırken taş kesi­lenler. Sakın onlara bakma ve ilerle. Dil Rüküş'ün sarayı­nı görür görmez, "Dil Rüküş" diye bağırırsın. Ondan sonra ne olacağını bilemem. Şansın açık olsun, oğlum, demiş,

Oğlan, deve teşekkür ettikten sonra doğruca kuyu­ya gitmiş, Anahtarı almış ve mağaranın kapısını açmış. Karanlık bir yolda ilerlemiş. Selviliğe gelmiş ve taş kesilen insanları görmüş, Dil rüküşün sarayını görür görmez "Dil Rüküş!" diye bağırmış.

Dizlerine kadar taş kesilmiş. Bir kere daha "Dil Rüküş" diye bağırmış.

Göbeğine kadar taş kesilmiş. Gene bağırmış "D:l Rü­küş!"

Bu sefer, boğazına kadar taş kesilmiş. Son bir gayretle

Rüküş!" diye bağırınca tepesine kadar taş olmak ereyken Dil Rüküş, sarayından dışarı fırlamış. Elindeki tasla bahçedeki havuzdan su almış. Suyu serper serpmez çocuk, taş kesilmekten kurtulmuş.

- Ne istiyor­sun? diye çıkışmış. Bir kere geldin di­kenimi aldın! İkinci­sinde gelip aynamı da aldın! Bunlar da yetmedi, gene gel

Ah, sen o suçsuz annene dua et! Yoksa, taş olur gi-iin. Şimdi ne istiyorsun? Söyle bakalım! pocuk, hiç çekinmeden:

Seni istiyorum, demiş. Alıp götüreceğim, Rüküş, bu cesur çocuğa o anda gönlünü kaptı.

Şimdi, beni iyi dinle. Ben, gidip saraydan bohçamı jheylânımı alıp buraya geleceğim. Kaçtığımız anla-nlaşılmaz, sarayda kızılca kıyamet kopar. Sen, sakın ip arkana bakma, demiş.

Oğlan:

- Yalnız, taş kesilen adamları canlandırmanı istiyo­rum, demiş.

Dil Rüküş Hanım, çocuğun bu isteğini kabul etmiş, Saraydan öte berisini, bohçasını ve küheylânını alıp gel­miş. Aceleyle taş heykellerin üstüne altın taşla su döküp, hepsini diriltmiş. Küheylâna atladıkları gibi, çıkmışlar yo­la. Kaçtıkları anlaşılınca, sarayda kıyamet kopmuş! Kop­muş ama, hiç arkalarına bakmadıkları için onlara hiçbir şey olmamış. Doğru mağaraya gelmişler. Kız kardeşi, onları karşılamış; öpüşüp, koklaşmışlar.

Üçü birlikte, mağarada neşe içinde yaşıyorlarmış. Çocuklar, anne babalarının kim olduğunu bilmiyormuş, Dil Rüküş Hanım, peri padişahının kızıymış.

Dil Rüküş Hanım, bir gece çocuğa:

- Yarın ava git. Padişah, seni görecek ve sarayına çağıracak. Mutlaka bu daveti kabul et, Ancak, davete bahçelerin arasından bir alayla gitmek istediğini söyle, demiş.

Çocuk, ertesi gün aya gitmiş. Dil Rüküş Hanımın söy­ledikleri olmuş, Çocuk, padişahın davetini, bir şartla ka­bul etmiş.

Çocuğun saraya gideceği gün, üçü de erkenden kalkmışlar. Kahvaltıdan sonra dil rüküş, ellerini çırparak:

- Of, lala gel, demiş.

Bir dudağı yerde, bir dudağı gökte kara derili bir belirmiş. Dil Rüküş Hanıma:

- Emret sultanım! demiş. Dil Rüküş:

- Çabuk git ve babamın küheylânlarından birini gelemiş.

Dev, birkaç dakika sonra yanında gösterişli bir ku­lanla mağaranın kapısında belirmiş.

Dil Rüküş, çocuğu küheylâna bindirip bahçelerin ara-yollamış. Çocuk, bir de ne görsün, bir alay insan onu liyor. Küheylânın gösterişi, çocuğun mücevherlerle j elbiseleri herkesin gözlerini kamaştırmış. Çocuk, etra-akilere selâm vererek saraya doğru ilerlemiş,

Sarayda da aynı şekilde büyük törenlerle karşılan-Şerefine, büyük şölenler verilmiş; oyunlar oynanmış, ı bu sırada, küheylân üç kere kişnemiş. Dil Rüküş'ün, eden tembih ettiği gibi, çocuk padişahtan müsa-' istemiş. Üç gün sonra, padişahın mağaraya gelmestemiş ve saraydan ayrılmış.

Rüküş, padişahın kendilerini ziyaret edeceği gün nden kalkmış.

.alasından, çocukların anasını gömüldüğü yerden rtıp, mağaraya getirmesini istemiş,

Zavallı kadını, sihirli ilâçlarla çok kısa bir zaman için-sski durumuna getirmiş. Güzel elbiseler ve mücev-srle donatmış. Ama ne anaları çocuklarını, ne de çocuklar analarını tanıyorlarmış.

Padişah, ziyaret günü adamlarıyla mağaraya gi­dince şaşkınlıktan dona kalmış, Çünkü, mağa­ranın yerinde pencereleri altın çerçeveli, pı­rıl pırıl muazzam bir saray duruyormuş. Ka­labalık bir çalgıcı takımı, padişahı karşılamış. Tören bitip, ziyafet sofrasına otu-rulmuş. Dil Rüküş, padişaha başından sonuna kadar her şeyi anlatmış. Ger­çeği öğrenen padişah, pişmanlık için­de gözyaşfarına boğulmuş, Böylece, padişah suçsuz eşine, zavallı kadın çocuklarına, çocuklar da analarına ve babalarına kavuşup bayram etmiş­ler. Padişah, eşinin kız kardeşlerini ve ebeyi öldürerek cezalandırmak istemiş. Ama, iyi kalpli eşi buna engel ol­muş, Dil rüküş ve çocuk, evlenmişler. Hep birlikte, hayat­larının sonuna kadar mutluluk içinde yaşamışlar,

CİĞERİ KAPAN ÇAYLAK

Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur sa­man içinde, develer tellal, pireler berber iken, Biz pata­tes çocukları, lahana tarlasında soğan kardeşlerle kav­ga eder iken, domates, patlıcan, biber bizi ayırmış.

Turp lafa karışmıştı ki, işte o sırada bir kadın kızına bir­kaç kuruş verip:

- Git bana çarşıdan bir ciğer al. Sonra da gölde yı­kayıp, bana getir, demiş,

Kız, gidip ciğeri almış. Gölün kenarına gelip, yıkamış. ram o sırada bir çaylak, ciğeri kaptığı gibi kaçmış. Kız, çaylağın arkasından:

- Çaylak! Ciğerimi geri ver! Yoksa annem beni do­zer! diye bağırmış,

Çaylak da:

- Bana arpa getirirsen, ben de sana ciğerini veririm, demiş.

Kız, hemen tarlaya koşmuş:

- Tarla, bana arpa ver. Arpayı çaylağa vereyim. Çaylak, bana ciğerimi versin de anama götüreyim, demiş.

Tarla:

- Allah'a dua et de biraz yağmur versin. Ben de sa­cı arpa vereyim, demiş.

Kız, diz çöküp:

- Allah'ım bana yağmur ver, ben tarlaya vereyim. ırla bana arpa versin, ben de çayiağa götüreyim. aylak ciğerimi geri versin, Ben de anama götüreyim, ye dua etmiş.

Oradan gecen birisi, kızın yanına yaklaşıp ona: -Tutsüsüz dua olmaz, Aktardan tütsü alıp yak da öyle dua et, demiş. Kız, aktara gidip:

- Aktar, bana tütsü ver. Tanrı'ya dua etmek için, ya­kayım. Tanrı bana yağmur versin, ben tarlaya dökeyim. Tarla bana arpa versin, ben çaylağa serpeyim, Çaylak bana ciğerimi versin, ben anama götüreyim, demiş.

Aktar:

- Sen bana bir kundura getir, ben de sana tütsü ve­reyim, demiş.

Kız, kunduracıya gitmiş:

- Kunduracı, bana kundura ver, aktara vereyim, Ak­tar, bana tütsü versin, ben Tanrı'ya dua etmek için ya­kayım, Tanrı bana yağmur versin, ben tarlaya dökeyim, Tarla bana arpa versin, ben çaylağa serpeyim. Çaylak bana ciğerimi versin, ben anama götüreyim, diyerek kunduracıdan kundura istemiş.

Kunduracı da:

- Sen bana öküz derisi getir, ben de sana kundura vereyim, diyerek onu göndermiş.

Kız, kalkıp bir dericiye gitmiş:

- Derici, bana deri ver, ben kunduracıya vereyim. Kunduracı bana kundura versin, ben aktara vereyim. Aktar, bana tütsü versin, ben Tanrı'ya dua etmek için ya­kayım. Tanrı bana yağmur versin, ben tarlaya dökeyim.

Tarla bana arpa versin, ben çaylağa serpeyim. Çaylak bana ciğerimi versin, ben anama götüreyim, diyerek dericiden deri istemiş.

Derici:

- Sen bana öküz postu getir, ben de sana deri vereyim, demiş.

Kız, bir öküze gidip:

- Öküz, bana post l|ver, ben dericiye vereyim. Derici, bana deri versin, ben kundura­cıya vereyim. Kunduracı bana kun­dura versin, ben aktara vereyim. Aktar, bana tütsü versin, ben Tann'ya dua etmek için yakayım, Tanrı bana yağmur versin, ben tarlaya dökeyim. Tarla bana arpa versin, ben paylağa vereyim. Çaylak bana ciğerimi versin, anama götüreyim, diyerek öküzden post istemiş.

Öküz:

- Sen bana saman getir, ben de sana post vereyim, demiş.

Kız, doğruca öküzün sahibine gidip:

- Sen bana saman ver, ben öküze vereyim. Öküz bana post versin, ben dericiye vereyim, Derici bana deri ver­in, ben kunduracıya vereyim, Kunduracı bana kundura versin, ben aktara vereyim. Aktar, bana tütsü versin, ben Tanrı'ya yakayım. Tanrı bana yağmur versin, ben tarlaya dökeyim. Tarla bana arpa versin, ben çaylağa serpeyim, Çaylak bana ciğerimi versin, ben anama götüreyim, di­yerek öküzün sahibinden saman istemiş,

Öküzün sahibi:

- Sen bana bir öpücük ver, ben de sana saman ve­reyim, demiş.

Kız:

- Aman, bîr öpücük vereyim de şu gürültüden kurtu­layım! demiş ve öküzün sahibine bir öpücük verip bir çu­val saman almış. Samanı öküze verip, postu almış. Pos­tu dericiye verip, deri almış. Deriyi kunduracıya verip, kundura almış. Kundurayı aktara verip, tütsü almış. Tüt­süyü yakıp, Tanrı'ya dua etmiş. Yağmur yağıp, tarlaya dökülmüş. Tarlada arpa yetişmiş, kız, arpayı alıp çayla­ğa serpmiş. Ciğeri alıp, anasına götürmüş. Anası da ci­ğeri pişirip bir güzel yemiş.

Kırk oktan, kırk saptan, yakası karpuz kabuğundan; düğmesi turptan, atlar yarışmış, taylara karışmış,

Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine,

KARGA

Zamanın birinde bir adam varmış. Bu adam, kuşları avlayıp satarak geçinilmiş, Adamın bir oğlu varmış. dünlerden bir gün, adam hastalanıp ölmüş. Oğlu, babasının ne ile geçindiğini bilmezmiş.

Bir gün anasına:

- Ana, babam ne iş yapardı? Eğer yapabilirsem biz de o işle geçiniriz, demiş.

Anası:

- Oğlum, senin baban kuş tu­tup satarak bizi geçindirirdi, demiş.

Oğlan:

- Babam kuşları neyle tu­tardı? diye sormuş.

Anası da:

- Oğlum, tavan arasında ba­banın bir kapanı var, onunla tutar­dı, demiş.

Oğlan, tavan arasına çıkıp kapanı almış. Kıra gide-ek, bir ağacın üstüne kapanı kurmuş. Derken efendim, Dir karga gelip kapana tutulmuş. Oğlan, ağaca çıkıp ;apanı almış.

Karga, oğlana yalvararak:

- Beni serbest bırakırsan, sana güzel kuşlar yollarım. !en de onları yakalayıp, satarsan çok para kazanırsın, temiş. Oğlan, karganın yalvarmasına dayanamayıp onu bırakmış,

Kapanını yeniden kurmuş ve ağacın altında bekle­meye başlamış. Uzaktan bir kuş gelerek kapana yaka­lanmış.

Hemen ağaca çıkan çocuk, kuşu görünce güzelliği­ne vurulup:

- Ne kadar güzel bir kuş, diye sevinmiş ve hayranlık­la bakıp, dururken karga gelip oğlana:

- Haydi bu kuşu götür ve padişaha sat. Sana çok para verir, demiş.

Oğlan, kuşu bir kafese koymuş ve doğru padişahın sarayına gitmiş.

Padişah, kuşu çok beğenip almış. Oğlana, bir sürü para vermiş. Oğlan, sevinerek paraları alıp evine gitmiş. Padişah, kuşa bir altın kafes yaptırıp içine koymuş; bü­tün gün bu kuşla eğlenip, hoşça vakit geçiriyormuş. Pa­dişahın veziri, padişahı bu kadar çok mutlu edecek bir kuş getirdiği için, çocuğu çok kıskanmış.

Vezir, bir gün:

- Efendim, bu güzel kuşa altın kafes yakışmıyor. Ku­şunuza fildişinden bir köşk yaptırmalısınız, demiş.

Padişah:

- İyi, ama o kadar fildişini nerede bulabilirim? demiş. Vezir;

- Efendim, kuşu getiren fildişini de bulur, demiş. Pa-lişah, hemen oğlanı çağırtarak:

- Bana, bir köşk yapmak için fildişi getireceksin! diye mretmiş.

Oğlan:

- Aman padişahım! Ben o kadar fildişini nereden ulayım? demiş.

Padişah:

- Nerede bulursan bul! Sana, kırk gün izin! Eğer, bu­lmazsan kırk günün sonunda boynunu vurdururum!

emiş.

Oğlan, kara kara düşünerek evine dönmüş. Ağacın İtında dalgın dalgın oturan çocuğun omzuna konan arga:

- Ne düşünüyorsun? diye sormuş. Oğlan, her şeyi anlatmış.

Karga:

- Üzüldüğün şeye bak! Haydi, git, padişahtan kırk raba şarap iste, demiş,

Oğlan gidip:

- Padişahım, ben sizin istediğiniz fildişlerini gefirece-im, ama bana kırk araba şarap vermeniz gerekiyor, emiş.

Padişahın emriyle, oğlana kırk araba şarabı vermiş­ler. Oğlan, arabaları alıp giderken, karga gelmiş:

- Şimdi, arabaları şu dağın arkasındaki büyük çınar ağacının altına götür. Orada, kırk tane su yalağı vardır. Ne kadar fil varsa gelip o yalaklardan su içer. Sen bu şa­rapları yalakların içine doldur. Sonra da, bir yere gizle­nip bekle. Filler, susayınca oynayıp sıçrayarak gelir ve yalaklardaki şarapları içerler. Hepsi sarhoş olup düşünce, gidip fil­lerin dişlerini söker, padişaha götürürsün, deilmiş. Oğlan, arabaları EJJ çekerek dağı aşmış.',, Öğlene doğru, büyük çınar ağacının altına jjvarmış. Şarapları arabadan indirip, yalakla­ra boşaltmış. Bir ağacın arkasına gizlenerek, oturup bek­lemeye başlamış. Filler, uzaktan görünmüşler. Büyük bir gürültüyle gelip, yalakların etrafına doluşmuşlar, Bütün şarapları içip, bitirmişler. Az sonra hepsi yere düşmüş. Oğlan, hemen gidip, fillerin bütün dişlerini sökmüş. Son­ra, çuvallara doldurup arabaya yüklemiş ve padişaha götürmüş.

Padişah, fildişlerinden bir köşk yaptırarak kuşu içine coymuş, Ama kuşun sesi hiç çıkmıyormuş, Padişah:

- Bu kuş, çok güzel, ama niçin ötmüyor? diye merak ederken, veziri:

- Efendim, bu kuşun elbet bir sahibi vardır. Eğer, onu ulursak, kuş öter, demiş,

Padişah:

- İyide onu nerede buluruz? diye sormuş, Vezir:

- Efendim, fildişini bulan, onu da bulur, diye cevap vermiş.

Bunun üzerine padişah, hemen oğianı çağırtıp:

- Oğlum, bu kuşun sahibini bulmanı istiyorum! demiş. Oğlan:

- Padişahım, ben bu kuşu kırda yakaladım, Sahibinin im olduğunu bilmiyorum, demiş.

Padişah:

- Mutlaka bulacaksın! Yoksa seni öldürürüm! Haydi, ana kırk gün izin, demiş.

Oğlan, yine ağlayarak evine gelirken karga onu bulup:

- Neden ağlıyorsun? diye sormuş, Çocuk, olanları anlatınca karga:

- Ey şaşkın, bunun için ağlanır mı? Haydi, git padişah­tan bir gemi iste, ama geminin tayfaları kırk tane kızdan olacak, Geminin içine, güzel bir bahçe ve bir de hamam yaptırsın. Gemiyle gidip, kuşun sahibini bul, demiş,

Oğlan, padişaha gidip karganın dediği gibi bir ge­mi istemiş, Padişah, hemen oğlanın istediği gibi bir gemi yaptırıp ona vermiş, Oğlan, gemiye binmiş ve denizde ne tarafa gideceğini düşünüp duruyormuş.

Bizim karga, gelip imdadına yetişmiş:

- Gemiyi sağ tarafa çevir. Büyük bir dağ görünceye kadar git. Dağın yanına, gemiyi yanaştır. Bu kuşun sahi­bi, bir peridir. Her akşam, deniz kıyısında gezer. Sen onu görünce, hemen sandala bin ve yanına git, Geminin ne olduğunu bilmediği için, merak edip sana sorar. Gemi­yi görmek ister, Kızı alıp, gemiye getir. Bahçeyi, hamamı gezdirirken gemiyi yola çıkar, demiş.

Oğlan, gemiyle denize açılmış. Karganın dediği da­ğı görünce, gemiyi kıyıya yanaştırmış.

Aksam, periler:

- Haydi, deniz kıyısına gidelim, deyince hepsi top­lanmışlar.

Kıyıda dolaşırken, denizdeki gemiyi görmüşler:

- A, bu nasıl bir şey? Nereden gelmiş? diye seyredip dururlarken, oğlan onları görmüş ve sandala binip yan­larına gitmiş,

Kız:

- Sen kimsin? Denizdeki şey nedir? diye sormuş. Oğlan:

- Denizdeki bir gemidir. Ben de onun kaptanıyım, di­ye cevap vermiş.

Kız, oğlana:

- Aman kaptan, beni gemi­ye götür! Nasıl bir şeydir göre­yim, demiş,

Oğlan, kızı sandala bindirip gemiye getirmiş. Kız, se­vinerek bahçeyi gezmiş ve hamama girmiş:

- Buraya kadar gelmiş­ken, şu hamamda yıkanayım, diyerek soyunmuş.

Kız yıkanırken, oğlan da gemiyi yola çıkarmış. Gemi giderken, kız hamam­dan çıkmış:

- Çok geç oldu. Ben geri döneyim, diyerek dışarı çı­kınca bakmış ki, gemi gidiyor.

- Eyvah! Sen beni aldattın! Ben şimdi ne yapaca­ğım? diye ağlamaya başlamış.

Oğlan:

- Aman efendim, ben sizin için buraya geldim. Boş yere ağlamayın, demiş.

Neyse, sonunda padişahın şehrine dönmüşler. Top­lar atılıp, oğlanın geldiğini padişaha haber vermişler. Padişah, çok sevinmiş. Kız ve çocuk, saraya gelmişler, Padişah, kızı görür görmez âşık olmuş. Kızı gören kuş da başlamış ötmeye. Ötüşünü duyan herkes, kuşun sesine hayran olmuş. Padişah, kızla kırk gün kırk gece süren bir düğün ile evlenmiş, Kız bir gün, sancılanıp hastalanmış. Kızın, her zaman sancısı tutarmış. Bu hastalığının ilâcı, kı­zın daha önce yaşadığı yerdeymiş. Bu ilaç olmazsa, kı­zın sancısı geçmezmiş. Padişah, bunu duyunca hemen oğlanı çağırtıp:

- Hemen kızı getirdiğin yere git! Onun bir ilâcı var­mış, onu alıp buraya getir! demiş,

Oğlan, mecburen yine gemiye binip yola çıkmış. Bi­zim karga gelip, oğlana:

- Nereye gidiyorsun? demiş. Oğlan:

- Sultan hanımın ilâcını almaya gidiyorum, diye ce­vap vermiş.

Karga:

- Haydi yolun açık olsun, Oraya vardığın zaman, bir saray göreceksin; bu onun sarayıdır. Ben sana bir tüy vereceğim. Saraya vardığın zaman, kapının önünde iki aslanla karşılaşacaksın. Sana verdiğim bu tüy ile aslan­lardan birinin ağzına vurursan, sana bir kötülük yapmaz­lar, diyerek oğlana bir tüy vermiş.

Oğlan, tüyü alıp yoluna devam etmiş ve oraya var­mış. Karşısına çıkan saray, çok güzelmiş, Böylesi padi­şahta bile yokmuş. Sarayın kapısına gelince, karganın verdiği tüyle aslanların ağzına vurarak içeri girmiş.

Saraydaki kızlar oğlanı görünce, neden geldiğini hemen anlamışlar:

- Aman delikanlı, yoksa sultanımız öldü mü? diye sormuşlar.

Oğlan:

- Yok, ölmedi, ama hastalandı. Onun bir ilâcı var­mış, onu almaya geldim, demiş.

Kızlar, bir şişenin içindeki ilâcı hemen oğlana vermişler, Dğlan, tekrar gemiye binip, padişahın yanına dönmüş. Saraya girerken, karga da oğlanın omzuna konmuş, Birlikte îaraya girmişler ve padişahın huzuruna çıkmışlar,

Kız, ölü gibi yatıyormuş. İlâcı verir vermez, kız gözünü sçmış. Oğlanın omzundaki kargayı görünce:

- Hey gidi soysuz hey! En sonunda beni buralara düşürdün! Bu oğlanın katlanmadığı sıkıntı kalmadı. Sen hiç jtanmaz mısın? diye bağırıp çağırmaya başlayınca, padişah:

- Aman sultanım, ne oluyor size? diye sormuş, Kız:

- Padişahım, bu karga benim hizmetçimdir. Bir gün, beni çok kızdırdı. Ben de onu karga yapıp, serbest bı­raktım, O da bana, bu oyunu oynadı. Ben bir kötülük görmedim, ama onun yüzünden bu delikanlının çekme­diği kalmadı, dedikten sonra kargayı tekrar insana dön­dürmüş.

Karga, bir iki silkinip çok güzel bir kız olmuş. Kız, hiz­metçisini affetmiş ve padişaha:

- Padişahım, bu oğlanı evlât edin ve bu kızı da onunla evlendir, demiş. Padişah, güzel eşinin isteğini ye­rine getirmiş. Oğlanı, kendi evlâdı gibi görmüş ve kız ile evlendirerek, kırk gün kırk gece süren güzel bir düğün yapmış.

Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine,

SABIR TAŞI İLE SASIR BIÇAĞI

Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde fakir bir ka­dıncağızın, bir kızı varmış. Bu kız her gün gergef işler, ana­sı da çarşıda çamaşırcılık edermiş, Günlerden bir gün, kı­zın anası çamaşır toplamaya gitmiş. Kız, pencerenin önünde gergefini iştiyormuş.

Bir kuş gelip, gergefin üstüne konarak:

- Güzel kız, senin başına belâ gelecek, demiş ve uçup gitmiş.

Kız, çok şaşırmış ve aksam annesine gündüz olanları anlatmış,

Kızın annesi:

- Kızım, ben yarın da İlk evde olmayacağım. İli Sen, odaya gir ve ka­fi pıları, pencereleri sıkı H sıkı kapat. Ben gelinceye kadar oturup, Bf gergefini işle, demiş.

Sabah annesi gidince kız, odaya girmiş ve kapıları, pencereleri iyice kapayarak gergefini işlemeye başlamış,

Biraz sonra, nereden girdiyse kuş gelip, gergefin üzerine konmuş:

- Güzel kız, senin başına bir belâ gelecek, demiş ve uçup gitmiş,

Akşam olunca, kız daha çok meraklanarak olanları annesine anlatmış,

Annesi:

- Yarın, odayı iyice kapadıktan sonra yüklüğe gir ve bir mum yakıp gergefini orada işle, Kuş, oraya giremez, demiş.

Kız, annesi gittikten sonra kapıları, pencereleri daha sıkı kapamış. Bir mum yakmış ve gergefini de alarak yük­lüğe girmiş. Yüklüğün kapısını da içerden kilitleyerek, gergefini işlemeye başlamış.

Kuş yine kanatlarını çırparak gelmiş ve gergefin üstüne konmuş;

- Güzel kız, senin başına be­lâ gelecek, demiş ve uçup, git­miş.

Artık iyice endişelenen kız, gergef işlemeyi bırakmış. Sadece kuşun söylediklerini düşünmeye başlamış. Akşam, anası gelince, kız:

- Kuş bugün de geldi. Aman anacığım! Bunun bir çaresi yok mu? Eğer böyle giderse, merakımdan patlayacağım, diyerek anasına dert yan­mış,

Anası da:

- Ben artık bir yere gitmem. Burada bekler ve onu yakalarım, demiş, Ama kuşu bir daha koydunsa bul. On­lar kuşu beklerken, günün birinde komşuları gelip:

- Bugün eğlenceye gideceğiz. İzin ver de kızını da

götürelim. Hiç olmazsa, biraz gözü gönlü açılır, demiş.

Kızın anası:

- Ah komşu, ben bu sıralarda kızımı hiçbir yere gön-deremem, Çünkü bir kuş, üç gündür gelip kızımı korkut­muş, demiş.

Komşusu:

- Ayol sen kendini pabucu büyüğe okut, o nasıl söz? Biz bu kadar kişiyiz, artık bir kıza da bakamazsak, yazık­lar olsun bize, Sen hiç kaygılanma. Biz onu güzel güzel gezdirir, sonra da getiririz, diyerek allem edip, kallem edip kızı anasından almış.

Bunlar gitmişler, gezmişler ve eğlenmişler. Dönüşte bir çeşme başına gelmişler. Bütün kadınlar, çeşmeden su içtikten sonra kız da su içmek için çeşmenin başına gelmiş. Tam o sırada, kadınlarla kızın arasına koca bir duvar örülmüş, Öyle bir duvar ki, anlatılmaz. Anlatmak­la bitmez, geçit vermez bir duvar.

Kadınlar:

- Ah başımıza gelenleri gördünüz mü? Sen anası ka­dar mı bilirsin? Ne demeye elin kızını alıp da ateşte yak­tık? Hay taş olaydık da buralara gelmez olaydık! Ah ku-ruyası başımız! Anasına şimdi ne diyeceğiz, ne cevap vereceğiz? diye ağlaşmışlar.

Sonra kadınlar:

- Böyle ağlamakla başa çıkılmaz; gidelim bari ana­sına söyleyelim! O bizden iyi bilir! Elbet bir çaresini bulur, diyerek, doğru kızın anasının yanına varmışlar.

Kızın, anası:

- Bunlar gecikti, nerede kaldılar? diye endişeyle ka­pıda onları bekliyormuş.

Komşularını görünce:

- Kızım nerede? diye bağırmış.

Kadınlar, ağlaya sızlaya olanları anlatmışlar. Kızın anası:

- Ah, ben size demiştim, diyerek koşarak kızının ya­nına gitmiş. Kız, duvarın bir tarafında, annesi bir tarafın­da ağlamaya başlamışlar, Saatlerce ağlayan kız, so­nunda yorgunluktan uyuya kalmış. Sabah, uyanınca çeşmenin yanında koca bir kapı görmüş. Kız, kapıdan içeri girmiş. Karşısında muhteşem bir saray duruyormuş. Etrafına bakındığında, duvarda asılı kırk anahtar bul­muş. Kız, anahtarları saraya girmiş, Elindeki anahtarlar­la, otuz dokuz odanın kapısını açmış. Kiminde altın, ki­minde gümüş, kiminde mücevher, kısaca her oda de­ğerli mücevherlerle doluymuş. Sonunda kırkıncı odayı da açmış, Bu odada, yakışıklı bir delikanlı uyuyormuş, Delikanlının elinde bir yelpaze ve göğsünde de bir kâ­ğıt varmış, Kız, delikanlının yanına yaklaşıp, kâğıdı almış ve okumuş.

"Beni kırk gün okuyup üfleyene, bütün malımı bağış­layacağım. Eğer bu kişi bir kız ise, onunla evleneceğim."

Kız, abdest alıp delikanlının yanına oturmuş. Otuz dokuz gün boyunca, okuyup üflemiş. Kırkıncı günün sa­bahı, pencereden bakarken, bir Arap görmüş.

Kız:

- Şunu çağırayım da azıcık delikanlının yanında dur-

sun. Ben de gideyim, kendime çekidüzen vereyim, Çünkü bukalkacak, diyerek aap'ı yukarı çağırmış.

- Sen, bu delikan­lıya biraz oku üfle. Ben şimdi gelirim, demiş.

Arap, okuyup üflerken, kız da kendine çeki düzen veriyormuş. Arap, delikanlının göğsündeki mektubu okumuş. Tam bu sırada delikanlı uyanmış

ve kendisini kurtardığını sanıp, araba sarılmış. Kız, hazırlanıp yukarı çıkınca, Arap:

- Bak şuna, ben koca bir sultanken böyle geziyorum, Ama bu kız bir halayık parçası olduğu halde süs­lenmiş, diye kızı kovmuş. Delikanlı, kızı aşçı yapmış.

Delikanlı, bir gün Arap ve kıza:

- Ne istersiniz? diye sormuş. Çünkü ertesi gün bay-rammış. Arap, birtakım elbise istemiş, Kız, sarısabır taşı ile kara saplı bıçak isterim demiş. Delikanlı, ikisinin de iste­diklerini almış. Ama kızın, böyle tuhaf şeyler istemesine şaşırmış.

Kız, sabır taşı ile bıçağı almış ve mutfağa koymuş. De­likanlı, kızın bunlarla ne yapacağını çok merak ediyormuş. Gizlice kızın odasındaki dolaba saklanmış. Kız, gece yarısı bıçağı eline almış ve başından geçenleri sonuna kadar, sarısabır taşına anlatmış.

Kız, konuştukça sabır taşı köpürmüş, köpürmüş. Hikâ­ye bitince de patlamış.

Kız:

- Sarısabır, sarısabır, sen sarısabır olduğun halde patlarsan, ben insan olduğum halde nasıl yaşarım? de­miş. Bıçağı karnına saplayacağı sırada, delikanlı dolap­tan fırlayıp kızın elini tutmuş. Gerçeği öğrenen delikanlı, kırk gün kırk gece süren bir düğün yaparak kız ile evlen­miş.

Arap'a da:

- Kırk katır mı istersin, yoksa kırk satır mı? demiş.

Arap:

- Kırk satır düşman koynuna, kırk katır isterim ki, memleketime kavuşayım, demiş.

Arap'ı kırk katırın kuyruğuna bağlamışlar ve birer kamçı vurup katırları dağlara sürmüşler.

Onlar muratlarına ere dursunlar. Biz de kahve içelim, çubuk tüttürelim.

ÇİĞDEM ÇİÇEĞİ VE ŞEHZADE

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, yeni ca­mi içinde, abıhayat içince, ben kendimden geçince, bayırda "vak, vak"; "sultanım börek" diye bağıran bir dervişti, Lala, buna ermişti, Ben de bilmem ne işti, Ora­dan girdik bu yola, geldik geniş bir avluya. Oturduk bir kenara, başladık masala.

Bir varmış, bir yokmuş, Bir padişah varmış. Bu padişa­hın üç de oğlu varmış, O da insan değil mi? Padişah, bir gün hastalanmış, Yataklara düşmüş ve durumu gittikçe ağırlaşmış. Artık ömrünün sonuna geldiğini anlamış, Oğullarını yanına çağırtmış. Çocuklar, üzüntü içinde ba­balarının yatağının etrafına toplanmışlar.

Padişah, güçlükle konuşarak:

- Ben öldükten sonra, büyük oğlum padişah olacak. Canı istediği zaman, avlanmaya çıksın.

Ama ormanda bir üç yol ağzına geldiğinde, soldaki yola sapsın, Ne sağdakine, ne de ortadakine sapmasın, demiş.

Padişah, iki gün sonra ölmüş. Çocuklar, üzüntü içinde ağlamışlar.

Babalarının vasiyetini yerine getirip, ağabeylerini tahta geçir­mişler. Bir gün, padişahın canı sıkılmış, ava gitmeye karar vermiş. Atına binmiş ve ya­nına baş vezirini de aiıp yola çıkmış, Gide gide üç yol ağzına gelmişler, Çocuk, babasının söylediklerini hatırlamış. Ama diğer yollara sa­parsa, ne olacağını da çok merak etmiş,

Yanındaki vezirine:

- Acaba, babam niçin soldaki yola sapmamızı tem­bih etmişti? Öteki yollardan birine sapsak, ne olur ki? demiş,

Vezir:

-Sakın gitme! Elbet babanın bir bildiği vardır. Bakar­sın başına bir kaza gelir, etme eyleme, diyerek onu bı­rakmak istememiş. Ama padişah, laf dinlememiş ve onu orada bırakıp atını sağdaki yola sürmüş. Yol kenarında, çimenlerin arasında sarı bir çiğdem çiçeği görmüş. Çiğ­demin böyle vakitsiz açtığını görünce, onu koparmak için atını çiğdeme doğru sürmüş, Ama çiğdeme bir tür­lü yaklaşamamış. Çocuk, atını sürdükçe çiğdem uzak­laşmış. Çiğdem önde, çocuk arkada, gide gide epey­ce yol almışlar. Çocuk, başını kaldırınca bir mağaranın önüne geldiğini görmüş. Mağaranın önünde, dumanı tüten bir kazan sıcak pilav duruyormuş,

O sırada karnı acıkmış:

- Çiğdemi koparamadım, bari şu pilavdan birkaç lokma yiyeyim, diyerek atından inmiş. Tam pilavdan bir kaşık alacakken, mağaradan bir Arap çıkmış.

—Hey âdemoğlu! Selâmdan evvel, kelâm olmaz, Gel, seninle bir dövüşelim. Pilavı sonra yersin, demiş.

Çocuk da ne yapsın, Arap'la dövüşmeye başlamış. Bunlar, boğaz boğaza gelmişler. En sonunda Arap, ço­cuğu yenmiş ve hançerini çıkarıp çocuğun başını kes­miş. Atı da kişneyerek kaçmış.

Yol ağzında uzun zaman bekleyen vezir, bakmış ki çocuktan bir haber yok. Biraz daha bekleyip, saraya dönmüş. Olup bitenleri, kardeşlerine anlatmış. Ağabey­lerini, günlerce beklemişler, Gelmediğini görüp, ortan­ca kardeşin tahta geçmesine karar vermişler.

Aradan bir zaman geçtikten sonra, ortanca çocuk da ava çıkmak istemiş. Yanına vezirini alıp, yola koyulmuş. Gi­de gide o üç yol ağzına varmışlar, Çocuk, babasının vasi­yetini hatırlasa da:

- Gidip, bakayım ağabeyime ne oldu? diyerek, ağa­beyinin gittiği yola atını sürmüş.

Onun da önüne bir çiğdem çiçeği çıkmış. O da çiğdemi koparma­ya kalkıştıkça, çiğdem uzak­laşmış. Gide gide pilav kazanının başına gelmiş, O J da, ağabeyi gibi acıktığı için pilav kazanına yaklaşmış.

Tam o sırada Arap ortaya çıkıp:

- Hey âdemoğlu! Se­lamdan önce, kelâm olmaz. Gel, seninle bir dövüşelim. Pilavı sonra yersin, demiş,

Arap, onu da yenmiş ve hançerle başını kesmiş, Onun atı da kişneyerek kaçmış ve diğer atın yanına gitmiş.

Vezir, üç yol ağzında çocuğu beklemiş, beklemiş, Bakmış ki ne gelen var, ne giden:

- Padişahın başına bir şey geldi galiba? demiş ve saraya dönmüş.

Hem büyük, hem de ortanca çocuk dönmeyince, bu sefer de küçük çocuğu tahta geçirmişler.

Küçük padişah, bir süre sonra ağabeyleri gibi yanı­na vezirini alıp, yola çıkmış. Gide gide üç yol ağzına var­mışlar. Çocuk, ağabeylerinin gittiği yola sapmak İstemiş,

Vezir:

- Ağabeylerinin ikisi de bu yola saptı ve geri dönme­diler. Sen de gidersen, kim padişah olacak? demiş.

Ama genç padişah kararlıymış:

- Hem ağabeylerimi ararım, hem de bu yolda ne ol­duğunu görürüm, demiş.

Gide gide epeyce yol almış. Demeye kalmaz, atla­rın kişnemelerini duymuş. Çocuk, ağabeylerinin yakında olduklarını anlamış. O sırada, çiğdem çiçeğini görmüş ve çiğdemi koparmaya çalışmış. Çocuk yaklaştıkça, çiğdem kaçmış. Çocuk, çiğdemin peşinde gide gide en sonunda pilav kazanının yanına gelmiş.

Çok yorulup, karnı acıktığı için:

- Şu pilavla karnımı doyurayım, diyerek atından in­miş ve kazanın başına gelmiş, Kaşığını, tam pilava dal­dıracağı sırada mağaradan Arap çıkarak:

-Şehzadem, selâmdan evvel kelâm olmaz. Gel, se­ninle yiğitçe bir dövüşelim. Ondan sonra pilavı ye, helâl olsun, demiş. Çocuk, Arap ile dövüşmeye başlamış.

Şehzadenin bildiği, tılsımlı bir dua varmış. Bu duayı oku­yunca, Arap'ın elleri tutmaz, gücü kuvveti yetmez ol­muş ve kılıç elinden düşmüş. Şehzade, Arap'ı tuttuğu gi­bi yere yıkmış ve hançerini çekip öldürmüş, Bir de bak­mış ki, çiğdem hâlâ orada duruyor. Eğilip çiğdemi ko­partmış ve kavuğuna takmış. Atına atlayıp, ağabeyleri­nin atlarını da alarak, vezirin yanına dönmüş. Vezire ba­şından geçenleri anlatıp, ağabeylerini Arap'ın öldürdü­ğünü söylemiş.

Padişah, saraya dönmâm dükten sonra, kavuğundan çiğdemi çıkarmış ve bir bardağın içine koymuş. Bardağı da su ile doldurup rafın üzerine koymuş. Sonra da yatıp, uyumuş.

Padişahın, bir âdeti var­mış. Hizmetçiler, her gece yatağının başucuna lokum, şerbet, altın şamdan ve ayakucuna da gümüş şamdan koyarlarmış, Sonra da şamdanları yakarlarmış.

Padişah uyuduktan sonra, gece yarısı çiğdem bar­daktan çıkmış, Silkinip, bir kız olmuş ki eşi benzeri hiçbir yerde görülmemiş. Öyle güzelmiş ki, bakmaya doyui-mazmış, Kız, padişahın lokumlarını yemiş, şerbetini içmiş, başucundaki altın şamdanı ayakucuna, ayakucundaki gümüş şamdanı da başucuna koymuş. Padişahı, iki yanağından öperek yine çiğdem olmuş.

Az sonra uyanan padişah, bir de bakmış ki lokumla­rı yenmiş, şerbetleri içilmiş ve şamdanların yerleri değiş­miş. Bu işi kimin yaptığını merak ederek, sabaha kadar düşünmüş. Sabah olunca da hizmetçileri çağırıp:

- Bu akşam, benim odama kim girdi? diye sormuş.

Hizmetçiler:

- Padişahım, kim girecek? Kimse girmedi! demişler. Padişah, inanmamış; bu işe bir türlü akıl erdirememiş. Ak­şam, padişah yine yatıp uyumuş, Lokumlar, şerbetler ha­zırlanmış ve şamdanlar yerlerine konup mumlar yakılmış. Hizmetçiler, işlerini bitirince odanın kapısını çekip çıkmışlar. Gece yarısı, padişah uyurken çiğdem yine canlanıp, bir kız olmuş. Padişahın yanına gelip lokumlarını yemiş, şerbe­tini içmiş, şamdanların yerlerini değiştirmiş ve padişahı iki yanağından öptükten sonra yine çiğdem olmuş. Sabah uyanan padişah, lokumların yenmiş, şerbetin içilmiş, şam­danların yer değiştirmiş olduğunu görünce öyle sinirlenmiş ki; yapmadığını, söylemediğini bırakmamış.

Neyse, uzatmayalım meseleyi, çatlatalım kestaneyi. Padişah, o akşam uyumadan beklemeye karar vermiş, O gece de bardaktan çıkan çiğdem, bir silkinişte kız olur. Padişahın lokumlarını yemiş, şerbeti içmiş, şamdan­ların yerini değiştirmiş ve sonra da padişahın yanaklarını öpmek için eğiimiş. Padişah, gözlerini açıp kızı bileğin­den yakalamış.

Padişaha:

- Yalvarırım, beni bırak, demiş. Padişah, ömründe hiç bu kadar güzel bir kız görmemiş, Onu görür görmez, aşık olmuş, Kızı, kaybetmek istemediği için, hemen bar­dağın içindeki çiğdemi parçalamış, Böylece tılsımı bo­zulan kız, bir daha çiğdem olamamış ve padişahın ya­nında kalmış.

Padişah ve çiğdem kız, birbirlerini öyle çok sevmiş­ler, birbirlerine öyle bir âşk ile bağlanmışlar ki, iki dünya bir araya gelse de ayrılmamaya karar vermişler. Kırk gün kırk gece düğün yapıp, muratlarına ermişler.

Düğüne giden bir adama, bir tabak helva ve bir ta­bak da kemik vermişler. Helvayı dişinin kovuğuna kıstır­mış, kemiği heybesine koymuş, Heybesi kâğıttan, eşeği­nin ayakları mumdanmış. Giderken bir yangına rastla­mış. Eşeğin ayakları erimiş, heybedeki kemikleri köpekler yemiş. Adam, dişinin kovuğundaki helvanın tadıyla ye­tinmiş.

KIRKLAR HAMAMI

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde. Vaktin bir zamanında, zamanın bir anında, bir padişahın bir oğlu, bu oğlanın da bir lalası varmış. Lalası, şehzadeyi bir dakika bile yanından ayırmazmış. Şehzade, bir gece rüyasında çok güzel bir kız görmüş. Kalbini bu kıza kaptır­mış. Kız, "kırklardan" mış, Bu yüzden, ona kim sevdalanırsa, sevdasından çıralar gibi yanıp tutuşur, yataklara düşer­miş. Şehzade, başka bir gece gene rüyasında bu kızı görmüş. Oğlan ağlayınca, kız:

- Ağlama! Beni görmek is­tiyorsan, kırklar hamamına gel, demiş,

Ertesi sabah, şehzade lalasına:

- Canım lalacığım, kırklar hamamı nerededir, biliyor musun? diye sor­muş.

- Aman şehzadem, bunu sana kim söyledi?

O zaman şehzade, gör­düğü rüyayı lalasına anlatmış.

Lala;

- Sen hiç üzülme şehzadem. Ben sana o kızı bulurum. Ama, bunu hiç kimseye söyleme, çünkü kız kırklardan, yani o bir peri. Belki, sana bir kötülüğü dokunur, demiş.

Ertesi gece lala, doğruca kırklar hamamına gitmiş. Daha hamamın kapısından adımını atar atmaz, zavallı lalayı sille tokat dövmeye başlamışlar, Ama, lala hiç al­dırmadan ta göbek taşına kadar ilerlemiş ve oturmuş. Bir iki dakika sonra, hamamın kubbesi gök gürültüsünü andıran bir sesle açılmış, Lala, korkmuş ama, belli etme­miş. Derken, şehzadenin âşık olduğu kız hamama gel­miş. Lalayı hiç görmüyormuş gibi bileziğini, küpelerini çı­kartarak göbek taşına koymuş. Başlamış yıkanmaya. La­la, kızın bileziklerini ve küpelerini almış. Gene dayak yiye yiye hamamın kapısına gelmiş. Hamamdan çıkar çık­maz, tabana kuvvet saraya doğru koşmaya başlamış. Saraya gelince, hemen şehzadenin yanına gitmiş. Lala, hamamdan aldıklarını şehzadeye göstermiş.

Şehzade:

- Lalacığım, bu bilezikleri ve küpeleri nasıl da aldın? diye sormuş.

- Kırklar hamamında dayak yiye yiye göbek taşın­dan aldım, diye cevap vermiş lala.

Şehzade:

- Aman lala, ne olur hamama beni de götür!

Lala;

- Her şeyi yaparım ama, bunu yapamam. Sen benim yediğim dayağı yeseydin, aklını kaçırırdın. Ama, bir gün seni kızın yaşadığı yere götürürüm. Kızı, gizlice seyreder­sin. Sakın, onlara görünme. Yoksa, sen de kırklara karışır, onlar gibi peri olursun! Bir daha ne ananı, ne padişah babanı, ne de beni göremezsin, demiş. Şehzade:

- Lalacığım, yeter ki sen beni götür. Sen ne istersen yapacağıma söz veriyorum, demiş.

Bir gece, gizlice saraydan çıkmışlar, Gide gide, bir bahçeye varmışlar. Lala, şehzadeyi bir ağacın arkasına saklamış. Kendisi de onun yanı başına gizlenmiş. Biraz son­ra, nazlı nazlı kanat çırparak kırk güvercin bahçeye inmiş. Bahçede, kocaman bir havuz varmış. Hangi güvercin ha­vuza dalarsa, ay parçası gibi güzel bir kız olup çıkıyormuş. Şehzade, rüyasında gördüğü kızı hemen tanıyarak:

- Lala, lala, şu en öndeki benim sevdalandığım kız, demiş.

Lala, şehzadenin ağzını kapayarak:

- Sakın konuşma oğlum! Bizi duyacak olurlarsa, hep­si güvercin olup kaçarlar. Biz de buradan bir daha dışa­rıya çıkamayız, demiş.

Şehzade, hemen susmuş. Kızlar, bir ziyafet sofrası ha­zırlamışlar bahçede. Yiyip, içmeye başlamışlar. Yemek­ten sonra şehzadenin sevdiği kız, bir testi şerbet getirmiş,

Kupalara doldurarak:

- Beni sevenin aşkına! diye hep birlikte içmişler. Son­ra da oynamaya başlamışlar. Oyun bittikten sonra, hepsi soyunup havuza girmiş. İşte, bu sırada kurnaz lala şehzadenin sevdiği kızın elbiselerini gizlice almış, Kızların yıkanması bitince, birer ikişer güvercin olup havalanmış­lar, Şehzadenin sevgilisi, elbiselerini aramış durmuş. Bula­mayınca, üzüntüden gözlerinden inci gibi yaşlar süzül­müş. Kızın ağlamasına dayanamayan şehzade, saklandığı yerden çıkmış. Kız, karşısında şehzadeyi görünce:

- Aman şehzadem, kulun kurbanın olayım! Elbisele­rim sendeyse bana ver! demiş.

Şehzade, yemin ederek elbiseleri almadığını söylemiş. Kız:

- Burada senden başka kimse olmadığına göre, sen almış olmalısın. Ne olur, ver onları bana! diye ısrar etmiş.

Şehzade:

- Ben senin sevdanla yanıp tutuşurken, sen eğlen­mekten başka hiç bir şey düşünmüyorsun,

Benimle evleneceğine yemin et, elbiselerinin nere­de olduğunu söyleyeyim, demiş.

Kız:

- Peki, seninle evleneceğime yemin ederim! demiş.

Demiş ve arkasından ortalığı öyle bir rüzgâr kasıp kavurmuş ki o güzelim bahçe ve havuz yok olmuş,

Kız:

- Eyvah! Şehzadem, beni bütün kardeşlerimden ayırdın! Şimdi, ben de senin gibi bir insan oldum, demiş,

Şehzade:

- Sevgilim, senin elbiselerini lalam almıştı.

Ama, şimdi ortalıkta yok. Acaba, nereye gitti? demiş, Kız:

- Şehzadem, artık iafanı arama. Eğer, benim elbise­lerimi yakmış olsaydın, o zaman lalanı kaybetmezdin, Şimdi, benim elbiselerimi ona giydirdiler. O bir peri oldu ama, ben kurtuldum.

Şehzade, sevgilisine kavuşup, [alasını kaybettiği için çok üzülmüş.

Kız:

- Şehzadem, sen nasıl lalanı kaybettiysen, ben de insan olunca dadımı kaybettim. Ama üzülme, Dadım, mutlaka beni arayıp, bulacaktır. O zaman, lalanı ona anlatırım. Bir çaresini buluruz, demiş.

Şehzade, kızın sözleriyle teselli olmuş ve onunla be­raber saraya dönmüş. Şehzade ve kız, odalarında otu-ruyorlarmış. Kızın dadısı, bir güvercin olup, penceresine konmuş ve kıza:

- Ey sultanım, benden nasıl ayrıldın? Şimdi, ben sen­siz ne yaparım? demiş,

Kız:

- Sevgili dadıcığım, şu bahçedeki havuza gir ve şeh­zademin lalası neredeyse onu bana çağır, demiş.

Dadı:

- Sultanım, arkadaşları onun yanından hiç ayrılmı­yorlar, Onu alıp buraya getirecek olsam, beni öldürür­ler. Sonra sana hasret, senden tamamen ayrı kalırım. Ama, onu yalnız başına görürsem, belki buraya getire­bilirim, demiş,

Şehzade:

- Dadıcığım, ne yaparsan yap onu buraya getir. Hiç olmazsa, bir kez yüzünü göreyim, demiş.

Dadı, uçup gitmiş. Aradan birkaç gün geçtikten sonra dadı, şehzadenin lalasını bulmuş ve demiş ki:

- Şehzade, senin için çok ağlıyor. Seni biraz olsun görmek için, benden yardım istedi. Ne yapıp, edip seni gitmeliyiz?

Lala:

- Sana çok teşekkür ederim. Bir gece, kimselere gö­rünmeden şehzademe gideriz. Birkaç dakikalığına da olsa onu görmüş, üzüntüsünü dindirmiş olurum. Ama, çok dikkatli olmalıyız. Kısa bir zaman aralarından ayrıl-sam, arkadaşlarım beni sorup duruyorlar. Benim şehza­deye gittiğimi öğrenirlerse mutlaka öldürürler, demiş.

Masalı çok uzatmayalım, pişmiş aşa su katmayalım, Çok yükseklerde, pek alçaklarda yatmayalım. Bir gece, lala ve dadı güvercin olup, şehzadenin bahçesine gel­mişler. Bahçedeki havuza girince iala bir erkek, halayık ise bir kadın olmuş, Şehzadenin sevgilisi, lala ile dadısını içeri almış. Onlara, insan elbiseleri vermiş, giyinmişler,

Şehzade de onların havuz başına bıraktıkları elbise­leri, ateşe atıp, yakmış.

Elbiseler ateşte yanınca dadı ve lala:

- Eyvah yandık, mahvolduk! diye bağırıp, bayılmışlar,

Bayılmışlar ya, şehzade ile kız ikisini de ayıltmış. Artık m kurtulduklarını söyleyince, iki­si de rahat bir nefes almış. Çok mutlu olmuşlar, Her şey yoluna girince, şehzade kızla, lala da dadı ile evlenmiş, Düğünleri, tam kırk gün kırk gece sürmüş.

Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.

SİHİRLİ AYNA

Çok, çok eskiden üç oğlu olan bir padişah yaşarmış. Padişahın, sihirli bir aynası varmış. Her sabah yatağın­dan kalkar kalkmaz, aynaya bakarmış. Aynaya baka­rak, o gün neler olacağını öğrenirmiş, Bir gün, aynaya bakmayı unutmuş. Aynaya bakmadığı aklına gelince, odasına geri dönmüş. Ama ayna yerinde yokmuş! Te­lâşla, her yeri aramış, Ama bir türlü bulamamış. O gün, üzüntüden eli ayağı tutmaz, ne iş yapacağını bilemez olmuş.

Düşünüp dururken, oğulları gelip:

- Baba, derdin nedir? Bugün, çok dalgınsın, demişler, Padişah:

- Oğullarım, bugün aynamı kaybettim. Bu yüzden üzgünüm, demiş,

Oğulları:

-Eğer, izin verirseniz gidip aynanızı bulalım, demişler ve babalarını teselli etmişler,

Çocuklar, babalarının izniyle aynayı bulmak için yo­la çıkmışlar. Giderlerken yanlarına, bol bol para almış­lar.

Gide gide bir üç yol ağzına gelip, durmuşlar. Her yo­lun başında, bir dikili taş varmış. Sağdaki taşın üzerinde, "Bu yol, bir hana gider", ortadaki yolun başında "8u yol bir hamama gider." ve soldaki yoiun başında da nBu yoldan giden dönemez." yazıyormuş.

Büyük kardeş, han yoluna. Ortanca kardeş, hamam yoluna. Küçük kardeş de giden dönmez, yoluna sap­maya karar vermiş. Birbirlerinden ayrıldıktan sonra, kimin geri dönebildiğini anlamak için yüzüklerini bir taşın altı­na saklamaya karar vermişler, Kim önce dönerse yüzü­ğünü, taşın aitından alacakmış. Aralarında sözleşerek, yüzüklerini bırakıp yola çıkmışlar,

Küçük oğlan, gide gide bir dağ başına varmış. Bak­mış ki, bir dev anası oturmuş helva yapıyor. Oğlan, kork­tuğu halde deve yaklaşmış ve nazik bir şekilde:

- Kolay gelsin anacığım! demiş ve devin elini öpmüş. Dev anası:

- Oğlum, sen bana çok nazik ve saygılı davrandın. Bana, 'anacığım' demeseydin seni yerdim, demiş. Oğlan:

- Sen de bana 'oğulcuğum' demeseydin, ben de seni kılıcımla keserdim, diye karşılık vermiş.

Dev anası:

- Oğlum, nereden gelip nereye gidiyorsun? Buraya neden geldin? diye sormuş,

Oğlan:

- Anacığım, ben padişahın oğluyum. Babamın ay­nası kayboldu, onu arıyorum, demiş.

Dev anası:

- Oğlum, o aynayı devler çaldı. Şu dağın arkasında bir bağ vardır; aynayı çalan devler, orada yaşarlar. Sen şimdi oraya git. Gittiğin zaman, devleri göreceksin. Eğer, gözleri açıksa uyuyorlar demektir, O zaman hiç korkma, aynayı al. Ama bağın içindeki elmaslarla ve yakutlarla donatılmış ağaçlara sakın dokunma! Sonra yakalanırsın, demiş.

Oğlan, dev anasına teşekkür ederek yola çıkmış, Gi­de gide dev anasının söylediği bağı bulmuş, Biraz yak­laşınca, devierin yattığını görmüş, Devlerin gözleri, ateş gibi yanıyormuş, Oğlan, uyuduklarını görünce aynayı aramaya başlamış. Sonunda aynayı bulup, tam oradan ayrılacakken dalları elmaslarla ve yakutlarla dolu ağaçları görmüş.

Karanlıkta ışıl ışıl parlayan ağaçlara yaklaşıp:

- Nasılsa mışıl mışıl uyuyorlar, beni nereden görecek­ler? Şu dallardan bir tane koparayım, diyerek elini uza­tınca devler uyanmış. Oğlanın etrafını sarmışlar.

Onu yakalayıp:

- Sen, ne cesaretle buraya gelip, aynamızı ve ağaçlarımızı çalmaya kalkarsın? diye gürlemişler.

Hepsi, çok öfkeliymiş, Oğlan, korkudan zangır zangır titreyerek yalvarmaya başlamış,

Devler:

- Eğer, Arap'ın kılıcını bize getirirsen, seni bırakırız, demişler,

Oğlan, hemen kabul etmiş ve dev anasının yanına

dönmüş, olanları anlatmış.

Dev anası:

- Oğlum, ben sana demedim mi? Niçin onların ağaçlarına dokundun? Şimdi ne yapacaksın? demiş.

Oğlan:

- Aman anacığım! Bana yardım et! diye yalvarmış. Dev anası:

- Biraz ileride büyük bir saray vardır. Sarayın bir kapı­sı açık, bir kapısı kapalıdır. Kapalı kapıyı aç, açık olanı da kapat ve içeriye gir, Kapının sağında bir aslan göre­ceksin; önünde et durur. Solunda da bir köpek göre­ceksin, Onun önünde de ot var. Otu aslana, eti de kö­peğe vererek doğru yukarı çık, Arap, odasında yatar ve kılıcı duvarda asılıdır. Kılıcı hemen oradan al ve çıkıp bu­raya gel. Ama sakın kılıcı kınından çekme, demiş.

Oğlan, dev anasına teşekkür etmiş ve yola çıkmış. Az gitmiş, uz gitmiş. Dere, tepe düz gitmiş ve sonunda saraya ulaşmış. Kapalı kapıyı açmış, açık kapıyı kapat­mış. Aslana otu, köpeğe eti vermiş ve yukarı çıkmış. Arap'ın yattığı odaya girerek, duvarda asılı duran kılıcı alıp saraydan dışarı çıkmış ve koşmaya başlamış.

Yarı yola gelince:

- Artık, beni yakalayamaz! Bakalım şu kılıcın içinde ne var? deyip kılıcı, kınından çıkarmış.

O anda Arap, oğlanın yakasından yakalayıp:

- Seni gidi seni! Benim sarayıma gelip kılıcımı alırsın ha? Ben, şimdi sana gör bak neler yapacağım! diyerek oğlanı alıp, sarayına götürmüş.

Dev anası, daha önceden oğlanı uyarmış. Arap onu yakalarsa, kırk gün boyunca çeşitli şeyler öğretirmiş. Sonra da "Öğrendin mi?" diye sorarmış. Dev, oğlanı sa­kın "öğrendim" dememesi için sıkı sıkı tembih etmiş.

Arap, oğlana türlü beceriler ve kılıktan kılığa girme­nin yollarını öğretmiş,

Sonra da:

- Öğrendin mi? diye sormuş, Oğlan, her seferinde de:

- Öğrenmedim, diye cevap vermiş. Aradan kırk gün geçtikten sonra, Arap:

- Haydi oradan! Ben de seni, adam sandım. Senin, hiç bir şey öğreneceğin yok! Bana peri padişahının kızı­nı getirirsen, seni bırakırım, demiş.

Oğlan, canını kurtarmak için, kabui etmiş ve dev anasının yanına dönmüş; olanları dev anasına anlatmış.

Dev anası:

- Arap'ın istediği kız, bir şehirde oturur. Ama o şehir­de hiç erkek yoktur. Oraya kimse giremez. O kız, tılsımlı­dır. Kızın oturduğu şehre, bir erkek girecek olursa tılsımı bozulur.

İşte, bu yüzden de şehirde sadece kızlar yaşıyor. Hem, devler ji hem de Arap bu kıza âşıktır, Yıllardır onu ellerine geçir­li mek için uğraştılar. Ama tılsımı yüzünden hiçbiri şehre giremedi, Senin, oraya nasıl gideceğini ben de bilemiyorum. Arap'tan hiçbir marifet öğrenmedin mi? • demiş.

— Kuş kılığına girmeyi öğrendim, demiş oğlan. Dev anası:

- Tamam, şimdi bir kuş olup doğru o kızın yaşadığı şehre uçarsın, Sarayın içinde bir havuz, havuzun üzerin­de de taş oymalı bir kafes vardır.

Gidip, o kafesin üzerine konarsın. O zaman kızın tılsı­mı bozulur ve sana yalvarmaya başlar, Onu alıp, Arap'a götürürsün, Böylece sen de bu dertten kurtul­muş olursun, demiş,

Oğlan, hemen bir kuş olmuş ve şehre gitmiş, Sarayın penceresinin önüne konunca, kız onu görmüş.

Kız, hizmetçilerine:

- Ne kadar güzel bir kuş! Pencereleri açın, belki içe­ri girer de yakalarız, demiş.

Hizmetçiler, pencereleri açmışlar. Kuş içeri girip, doğru havuzun üzerindeki kafese konmuş. Konduğu an­da da kızın tılsımı bozulmuş.

Kuşun, bir erkek olduğunu anlayan kız:

- Ademoğlu, şimdi ben de senin gibi oldum, demiş. Oğlan silkinip, eski haline dönmüş.

Kız, artık tılsımı bozulduğu için her tarafa haberciler göndermiş; isteyenlerin şehre girebileceğini duyurmuş. Bu oğlanla evlenmek istediğini de babasına söylemele­rini emrederken, oğlan:

- Olmaz sultanım! Benim babam, bir padişahtır, Dü­ğünümüzü, bîzim sarayımızda yapalım, demiş.

Kızla beraber yola çıkmışlar. Arap'ın sarayına yak­laştıkları zaman, kız nereye götürüldüğünü anlamış. Ağ­lamaya, bağırmaya başlamış.

Oğlan:

- Sultanım, ben seni vermezdim, ama başımı kurtar­mak için seni Arap'a götürmek zorundayım, demiş.

Saraya geldiklerinde Arap, oğlanın kızı getirdiğini görüp:

- Gelme, gelme! Ben senden korktum! Benim, bunca yıldan beri uğraşıp alamadığım kızı sen aldın. Kim bilir, bana neler yaparsın? Kız da senin olsun, kılıç da, Yeter ki yanıma gelme! demiş.

Oğlan, kılıcı ve kızı alıp sevinç içinde devlerin yaşa­dığı bağa gitmiş, Devler, oğlanın kızı ve kılıcı getirdiğini görünce, onlar da:

- Gelme, gelme! Biz, senden korktuk! Sen hem Arap'ın kılıcını, hem de kızı almışsın! Biz bile, onların hak­larından gelemedik, Kim bilir, sen onlara ne yaptın? Kız

da, kılıç da, ayna da, kopardığın allar da senin olsun! diye bağırmışlar.

Oğlan, dev anasının i yanına dönmüş. Ona, İ yaptığı iyilikler için teşek­kür etmiş. Sonra da dev anasına veda edip, sarayı­na doğru yola çıkmışlar. Üç yol ağzına gelmişler. Oğlan, taşı kaldırıp bakınca yüzüklerin orada olduğunu görmüş. Tam o sıra­da, kardeşleri de gelmiş. Ama tanınmayacak bir hal-deymişler. Üstleri başları kirli ve yırtık pırtıkmış. Neyse, bir­birlerine kavuşunca kucaklaşmışlar. Büyük oğlanlar, ay­nayı küçük kardeşlerinin bulmasını kıskanmışlar. Bu yet­miyormuş gibi, yanında da güzel bir kız varmış. Biraz otu­rup dinlendikten sonra susadıklarını söylemişler. Küçük kardeşlerini de yanlarına alarak, su aramaya çıkmışlar, Kızı, orada bırakmışlar. Biraz gittikten sonra, az ileride büyük bir kuyu görmüşler. Bu kuyunun ağzında, demir bir kapak varmış. Küçük oğlana:

- Sen, aşağıya inip şu kaba su doldurursun. Su kabı­nın ucuna da ip bağlarız ve dolunca yukarı çekeriz. Sonra da ipi sarkıtıp, seni çekeriz, demişler,

Oğlanın beline bir ip bağlayıp, kuyuya sarkıtmışlar. Oğlan inince kabı suyla doldurmuş. Ağabeyleri, suyu yukarı çekmişler. Sonra da oğlanı kuyuda bırakıp, kuyu­nun kapağını kapatmışlar. Oğlan, kuyuya atıyla gelmiş, Ağabeyleri, atı orada bırakıp, kızın yanına dönmüşler.

Kız, oğlanın nerede olduğunu sorunca:

- O biraz gezecek, Haydi, biz yola çıkalım, O arka­mızdan yetişir, demişler.

Onlar, gide dursunlar; oğlan, çaresizlik içinde ağla­maya başlamış. O da orada ağlaya dursun. Ağabeyle­ri, babalarının sarayına varmışlar.

Padişah:

- Küçük kardeşiniz nerede? diye, endişeyle sormuş. Onlar da:

- O bizden ayrıldı, bir daha bulamadık, Nereye gitti­ğini bilmiyoruz, demişler.

Neyse, padişah aynayı görünce oğiunu unutmuş, Aynasına kavuşmanın sevinciyle gözü başka bir şey gör­mez olmuş. Kızı, büyük oğlu ile evlendirmiş ve kırk gün, kırk gece düğün yapılmış. Bu arada, oğlanın gözleri ku­yunun içinde ağlamaktan kör olmuş. At da aç susuz, ku­yunun kapağına ayağıyla vura vura, ağlamaktan kör olmuş, Neyse, günlerden bir gün at kuyunun kapağını kırmış; başını kuyunun içine doğru eğip, kişnemiş. Oğlan, atının orada olduğunu görünce biraz kendine gelmiş ve bu sevinçle biraz güçlenmiş. El yordamıyla, kuyunun ağ­zına tırmanmış, O sırada iki kuş gelmiş. Kuşların biri oğla­nın sağ, biri de sol omzuna konmuş. Kuşlardan biri:

- Yere düşen tüyümü, şu oğlan bulup gözüne sürse gözleri açılır, demiş.

Diğeri de:

- Kanadımdan düşen tüyü bularak şu atın gözlerine sürse, onun da gözleri açılır, demiş.

Oğlan, kuşdili bildiği için kuşların öterek söylediği bu sözleri anlamış. Hemen, elleriyle yerleri yoklamaya ve tüyleri aramaya başlamış, Tüyün birini bulup kendi göz­lerine, öbürünü de bulup atın gözlerine sürmüş. İkisinin de gözleri iyileşmiş. Atına atladığı gibi, doğru babasının sarayına gitmiş, Padişah, oğlunu görünce çok sevinmiş; onu bağrına basmış. Nerelerde olduğunu sorunca, oğ­lan da başına gelenleri bir bir anlatmış, Bunu duyan pa­dişah, büyük oğullarını o şehirden kovmuş. Kızı da küçük oğlu ile evlendirip, kırk gün kırk gece süren güzel bir dü­ğün yapmış.

UÇAN HALI

Evvel zaman içinde, iki kardeş varmış. Büyüğünün adı, Ahmet; küçüğünün adı ise Mehmet'miş. Anaları, babaları öldükten sonra kalan malları aralarında pay­laşmışlar. Mehmet, biraz akılsızmış. Ahmet, anasından babasından kalan mallaria bir dükkân açmış, Mehmet de orada burada yemiş, içmiş, gezmiş. Paralarını har vurup, harman savurmuş,

Sonunda, bütün parasını bitirmiş ve Ahmet'e gidip:

- Hiç param kalmadı, Bana biraz para verir misin? demiş. Ahmet, kardeşine acıyıp paraları vermiş. Meh­met, parasını bitirince gene gelip istemiş. Ahmet vermiş, o harcamış, Bu şekilde, uzun bir süre devam etmiş, Ah­met, bakmış ki kurtuluş yok dükkânını kapatmış. Mısır'a gitmek üzere köprüye gitmiş ve gemiye binmiş.

O sırada, Mehmet yine para istemek için Ahmet'in dükkânına gitmiş. Dükkânın kapalı olduğunu görünce, komşularına sormuş ve ağabeyinin Mısır'a gittiğini öğren­miş. Hemen köprüye koşmuş ve Mısır'a giden gemiyi sor­muş. Onu aramak için, gemiye binmiş. Ahmet, kardeşine görünmemek için gemide sakianmış. Gemi, yelken aça­rak yola koyulmuş. Ahmet, gemi hareket ettikten sonra saklandığı yerden çıkmış. Bir de bakmış ki kardeşi karşısın­da duruyor.

Ahmet'in canı çok sıkılmış, ama yapacak bir şey ol­madığı için birlikte Mısır'a kadar gitrnişier.

Mısır'a vardıklarında gemiden inip, limanda dolaş­maya başlamışlar.

Ahmet, kardeşine:

- Mehmet, sen burada bekle. Ben, iki at bulup gele­yim, demiş ve oradan kaçmış.

Mehmet beklemiş, beklemiş ve Ahmet'in gelmedi­ğini görünce yola çıkmış. Az gitmiş, uz gitmiş; dere, tepe düz gitmiş. Sonunda, bir dağın eteğine varmış, Üç kişi, kavga ediyormuş,

Yanlarına yaklaşmış:

- Neden kavga ediyorsu­nuz? diye sormuş.

Onlar:

- Biz, üç kardeşiz, Babamız ölünce, bize bir külah, bir kırbaç ve bir de halı bıraktı. Bunları, ara­mızda nasıl paylaşacağı­mızı konuşurken, kavga çıktı, demişler.

Mehmet:

-Bu yüzden kavga etmeye utanmıyor musunuz? demiş.

Onlar:

- Külah, kamçı ve halı sihirlidir, Külahı giyen, görün­mez olur. Halıya oturup, kırbaçla vurunca istediğin yere gidebilirsin, demişler.

Mehmet:

- Ben, bir ok yapacağım, Siz de bana bir ağaç bu­lun. Oku uzağa fırlatacağım. Hanginiz, oku bulup getirir­se bunları ona veririm, demiş.

Adamlar, hemen bir ağaç bulup getirmişler. Meh­met, ağacı kesip biçmiş, yontmuş ve bir ok yapmış. Son­ra oku bütün gücüyle atmış. Kardeşlerin üçü birden, okun arkasından koşuşmuşlar. Onlar gider gitmez, Meh­met külahı başına takmış ve halının üzerine oturup kam­çıyı vurmuş.

Halı, diie gelmiş:

- Emret! demiş, Mehmet:

- Beni ağabeyimin yanına götür, demiş.

Halı şimşek gibi fırlayıp, havalanmış. Bir şehre gelince süzülüp, yere inmiş. Mehmet, halıdan inmiş ve şehirde dolaşmaya başlamış.

Bir tellal:

- Padişahımız, geceleri kaybolan kızının nereye gitti­ğini öğrenen cesur bir delikanlıyı kızıyla evlendirecek! Başaramayanların başını vurdurarak cezalandıracak! diye bağırıyormuş.

Mehmet, hemen ortaya çıkmış:

- Ben öğrenebilirim, demiş. Onu, hemen padişahın huzuruna çıkarmışlar. Padişah, onu kızının odasına sak­lamış. Gece olunca, kız odasına girip yatmış, Mehmet, saklandığı yerden kızı gözetlemeye başlamış.

Kız, bir iki saat sonra kalkmış ve Mehmet'in yanına gelmiş. Elindeki iğneyi, Mehmet'in ayağına hafifçe ba­tırmış, Mehmet, sesini çıkarmayınca da uyuduğunu san­mış. Kız, bir şamdan alıp, odasındaki gizli bir kapıdan çık­mış. Mehmet de kalkıp, gizlice onu takip etmeye başla­nmış. Kız, bir Arap'ın başında taşıdığı altın bir tepsinin üze­rine oturmuş, Mehmet, külahını takıp, görünmez olmuş, Tepsinin üzerine sıçramış ve kızın yanına oturmuş. Tepsi sallanınca, Arap:

- Aman efendim, ne yapıyorsunuz? Az daha düşeçektiniz! demiş.

Lalacığım, kımıldamıyorum bile, demiş.

Arap, yürü­dükçe başına ağırlık çökmüş:

- Efendim, bu gece ne oluyor? Çok ağırsınız, boy­num kopacak, demiş.

Kız:

- Her akşam nasılsam, yine öyleyim, demiş.

Neyse, az sonra bir bağa gelmişler. Ağaçların bütün dalları altınlar ve elmaslarla doluymuş. Mehmet, ağaç­tan bir dal koparıp, cebine koymuş, Ağaçlar, bağırarak:

- İnsanoğlu canımıza kıydı! demişler. Arap:

- Aman sultanım! Bu gece bize neler oluyor? diye sormuş.

Kız:

- Lalacığım, bu akşam odama bir keloğlan koydu­lar. Neler oluyor bilemem ki! Her halde onun rüzgârına uğradık, diye cevap vermiş.

Gide gide bir bağa daha varmışlar. Buradaki ağaç­lar, gümüşler ve zümrütlerle doluymuş. Mehmet, yine bir dal koparıp cebine koymuş. Bütün ağaçlar, yeri göğü inleterek:

- İnsanoğlu canımıza kıydı! diye bağrışmışlar.

Kız ve Arap, bir köprüye varmışlar, Mehmet, tepsi­den atlamış ve köprünün kenarından bir parça koparıp cebine sokmuş.-Yine yerler zangır zangır sallanarak, bağrışmış, Uzatmayalım, kız ve lala bir saraya varmışlar.

Mehmet, arkalarından saraya girmiş. Sarayın kapısına dizilen hizmetçiler, kızı karşılamışlar ve inmesine yardım etmişler, Hizmetçiler elmas, inci ve zümrüt işlemeli bir çift terlik getirip kızın önüne koymuşlar, Mehmet, terliğin te­kini alıp cebine sokmuş, Kız, teriiğin bir tekini giymiş, son­ra da ötekini aramaya başlamış. Bulamayınca, hizmet­çiler hemen bir çift daha getirmişler. Mehmet, gene

bunlardan birini daha alıp cebi­ne sokmuş,

Kız sinirlenmiş:

- Aman terlik filân flk istemem! diyerek yürüyüp içeriye girmiş,

Bir odanın kapısını m açmışlar, Mehmet, kızın arkasından odaya girmiş. Odada, bir dudağı yerde bir dudağı gökte bir Arap oturuyormuş.

Arap:

- Sultanım! Nerede kaldın? Ne zamandan beri seni bekliyorum. Niçin böyle geç geldin? diye sormuş. Kız:

—Aman efendim, bu akşam bize bir hal oldu. Biz de ne olduğunu bilemiyoruz. Babam, bu akşam odama bir keloğlan koydu. Buraya gelinceye kadar, neler oldu, neler! diye anlatmaya başlamış.

Arap:

- Endişelenmene gerek yok. Baksana ortada bir şey yok. Ne olacak sanki? demiş.

Arap, hizmetçilerine emir vererek, sultana bir şerbet getirilmesini istemiş. Hizmetçiler, elmaslar, billurlar içinde bir kupa şerbet getirmişler. Kıza verecekleri sırada, Meh­met kupaya vurduğu gibi kupayı yere düşürüp kırmış.

Arap hizmetçi, şaşırarak:

- Aman bu gece bize neler oluyor? diye bağırmış. Bunun üzerine kız:

- Efendim, şerbet falan istemem! Bu akşam, başıma bir iş gelmeden bir an önce şuradan gideyim, demiş, Arap, yine emirler verip yemekler getirtmiş. Kız ile Arap, sofraya oturmuşlar ve yemek yemeye başlamışlar, Meh­met de onlarla beraber yiyormuş.

Arap:

- Sultanım, tabağın bu kenarından ben yiyorum, şu kenarından da sen yiyorsun, diğer kenarından yiyen kim acaba? diye sormuş.

Sormuş, ama kız nereden bilsin! Neyse yemeyi ye­mişler, arkadan hoşaf gelmiş, Mehmet, kızın önündeki kaşığı alıp cebine sokmuş. Ne olduğunu anlayamayan hizmetçiler, bir kaşık daha getirmişler, O da ortadan kaybolunca bir üçüncü kaşığı kızın önüne koymuşlar. Üçüncü kaşık da yok olunca, kız hoşafı içmekten de vazgeçmiş.

Bu gece acayip olaylar olduğunu gören Arap:

- Efendim, sahiden de bu gece ortalıkta bir şeyler dönüyor; vakit geçirmeden saraya dönün, diyerek lala­yı çağırmış.

Kız, yine lalanın başında taşıdığı tepsiye binip gitmiş, Mehmet, orada kalmış, Arap'ın odasında asılı duran kı­lıcı almış ve bir vuruşta Arap'ın kafasını vücudundan ayırmış.

Arap, peri padişahıymış, Ölünce, sarayın içinde bir gürültü, bir patırtı kopmuş:

- Eyvah, insanoğlu padişahımızın canına kıydı! diye çığlıklar ortalığı kaplamış.

Mehmet, bu gürültüleri duyunca hemen saraydan çıkmış ve sihirli halısına oturmuş. Kamçıyı halıya vurunca,

halı:

- Emret, demiş. Mehmet:

- Beni hemen sultanın odasına götür, demiş,

Kızdan önce gelip, sanki hiç oradan ayrılmamış gibi yi­ne yatağına yatmış. Aradan epeyce zaman geçtikten sonra, kız gelmiş. Oğlanın, hala uyuduğunu görünce:

- Seni gidi kel seni! Beni bu akşam çok rahatsız ettin, diyerek elindeki iğneyi oğlanın ayağına batırmış. Oğlan­dan ses çıkmadığını görünce, uyuduğunu sanmış. Ses­sizce yatağına girip, yatmış.

Sabah Mehmet'i, padişahın huzuruna çıkarmışlar, Padişah:

- Oğlum, ne gördün? Söyle bakalım! demiş. Mehmet:

- Efendim, gördüklerimi burada söyleyemem. Bütün halkı, meydana toplayın, Sultan hanım, bir kafesin için­de yanımda dursun. O zaman, bütün gördüklerimi anla­tıp, herkese duyuracağım, demiş.

Padişah, onun dediği gibi herkesi toplamış. Meh­met, sarayın balkonuna çıkmış ve yüksek sesle, kızın odasına girdiği andan başlayıp, sabah oluncaya kadar neler gördüyse hepsini birer birer anlatmış.

Kız, onun söylediklerini yalanladıkça sözlerini ispatla­mak için cebine soktuğu şeyleri teker teker çıkarmış ve halka göstermiş, Ahmet de oradaymış, Kardeşine gö­rünmemek için, bir ağacın arkasına saklanmış, Meh­met, uzaktan ağabeyini görmüş. Sözlerini bitirince de hemen kalkıp ona doğru koşmuş, Ahmet, kardeşinin ne­ler anlattığını duyamıyormuş, Kendisi hakkında bir şeyler söylediğini sanmış ve korkup, kaçmaya başlamış. O kaçmış, öteki kovalamış. Sonunda, Mehmet ağabeyini yakalamış. Onların koşuştuklarını gören padişah, adam­larını yollamış ve onları yanına getirtmiş.

Padişah:

- Neden kaçıyordun? dîye sormuş,

Ahmet, kardeşinden çektiklerini padişaha bir bir an­latmış, Padişah, kızının nereye gittiğini öğrenen Mehmet ile kızını evlendirmek istemiş,

Mehmet:

- Kızınız ile ağabeyim evlenmen, O bunu hak ediyor, demiş,

Padişah, kızını Ahmet ile evlendirmiş. Kırk gün, kırk gece düğün dernek kurmuş, Mehmet, ağabeyinden ayrılmamış ve ölünceye kadar onun yanında kalmış.

GÜL GÜZELİ

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, bir var­mış, bir yokmuş. Develer tellâl iken, eşek natır iken, sıçan berber iken, gugukçuk terzi iken, tosbağa ekmekçi iken. Hamama vardım, hamamın tası yok. Peştamalın ortası yok. Ben anamın beşiğini, tıngır mıngır sallar iken. Bir var­mış, bir yokmuş, Bir değirmencinin kara kedisi varmış. Bir padişahın da üç kızı varmış, Kızların biri kırk yaşında, biri otuz, en küçüğü de yirmi yaşındaymış. Kırk yaşındaki kız, bir gün babasına mektup yazmış. Mektubun altına da kendi adını değil, küçük kardeşinin adını yazmış ve gön­dermiş. Mektupta: "Ablalarımın biri otuz, diğeri kırk yaşı­na girdi. Onları hiç kimseye vermedin. Ben de onlar gi­bi, kocaya varmayacak mıyım?" yazıyormuş.

Padişah, mektubu okumuş ve düşünmüş, taşınmış. Sonrada, kızlarını yanına çağırıp:

- Kızlarım, şimdi sırayla ok atmanızı istiyorum. Ok her nereye düşerse, orası sizin kısmetiniz olacak, demiş,

Önce büyük kız oku atmış. Ok vezirin oğlunun köşkü­ne düşmüş. Padişah, kızını vezirin oğluna vermiş. Ortan­ca kızın attığı ok, şeyhülislâmın oğlunun köşküne düş­müş. Onu da vermiş. En küçük kız, okunu atmış. Ok bir külhancının kulübesine düşmüş, Padişah, bunu sayma­mış, Bir daha attırmış; yine oraya düşmüş, Kız, üç kere at­mış; üçünde de oraya düşmüş,

Padişah, sinirlenip:

- Ne yapalım, senin lâyığın buymuş! Bak, büyük kar­deşlerin sabrettiler ve muratlarına erdiler. Sen ise onların en küçüğüyken sabredemedin ve bana mektup yaz­dın! İşte, sonunda belanı buldun! Bunu o külhancıya gö­türün! Hiçbir şey de vermeyin! diye kovmuş.

Kızı, götürüp külhancıya vermişler.

Külhancı ile kız, evlenmişler. Günler, aylar geçmiş, Çok yoksul oldukları için, ne dertleri ne de sıkıntıları bit­miş. Kış gelince, bunları bir düşüncedir almış. Koca kışı bu kulübede nasıl geçireceklerini düşünüp, duruyorlar-mış.

En sonunda kız, külhancıya:

-Sizin hamamcıya gidip rica etsen de kışı geçirince-ye kadar, bize bir yer verse nasıl olur? demiş. Külhancı, gidip hamamcıyla konuşmuş. Hamamcı, onlara acımış ve kalacak bir yer vermiş,

Uzatmayalım, külhancıyla kar'sı oraya yerleşmişler.

Aradan bir zaman geçtik­ten sonra, nur topu gibi bir kızları olmuş. Tam o sı­rada duvar çatlamış ve içinden üç peri kızı çık­mış.

Peri kızları, kadının odasını silmiş süpürmüş­ler. Her tarafı düzeltip, ter­temiz yapmışlar. Kadını, yatağına yatırmışlar; bebeği de kundaklamışlar. Giderlerken, perilerden biri:

- Bu güzel bebeğin adı, Gülsen. Ağladıkça inci dök­sün, demiş.

Diğeri:

- Güldükçe güller açsın, demiş.

Sonuncusu da:

- Yürüdükçe cayır, çimen bitsin, demiş ve üçü bir­den ortadan kayboluvermiş.

Külhancı, yorgun argın eve dönmüş. Bir de bakmış ki, bir kızı olmuş; karısı da tertemiz bir odada, süslü püslü bir yatakta yatıyor,

Adam, şaşkınlık içinde:

- Aman hanım, sana ne oldu? Bunları nereden bul­dun? diye sormuş.

Kadın, her şeyi olduğu gibi anlatmış, Neyse, zaman su gibi akıp, geçmiş. Kız büyüyüp, on iki yaşına girmiş, Güzellikte bu dünyada eşi olmayan, görenin âşık oldu­ğu bir kız olmuş. Kız, güldükçe güller açılıyor, ağladıkça inciler dökülüyor, yürüdükçe bastığı yerde çayır çimen bitiyormuş. Öyle bir güzel ki, hiç kimse görmemiş. Kızın güzelliği dilden dile dolaşıyormuş. Padişahın karısı da bu kızı duymuş. Kızı, oğluyla evlendirmek istiyormuş. Şehzade, bu kızı daha önceden rüyasında görüp, âşık olmuş.

Annesi, onu bir gün yanına çağırıp:

- Oğlum, güzelliği dillere destan bir kız var, Bu kızı, sana istemeye gideyim mi? demiş.

Şehzadenin, utancından nazlandığını gören annesi, onun da istediğini anlamış.

Valide sultan, yanına yardımcısını da alarak kızı iste­meye gitmiş, Kızın annesi ve babası, baş üstüne demiş­ler ve kızlarını vermişler. Valide hanımın yardımcısının da çok güzel bir kızı varmış. Biraz o kızı andırıyormuş. Bu ka­dın, kendi kızının şehzadeyle evlenmesini istiyormuş. Kı­zın gelin gideceği gün, ona tuzlu yemekler yedirmiş. Ya­nına bir testi su ile bir torba almış. Kendi kızını da yanına almış. Gelinin arabasına binip, yola çıkmışlar. Kız, yolda çok susamış ve kadından su istemiş.'

Kadın:

- Gözünün birini çıkarırsan, sana bir bardak su veri­rim, demiş.

Kız, susuzluktan yandığı için, gözünün birini çıkarıp suyu içmiş. Biraz sonra bir bardak daha istemiş.

Kadın:

- Diğer gözünü de çıkarırsan veririm, demiş. Kız, di­ğer gözünü de çıkarıp suyu içmiş, Kadın, kızın gözlerini saklamış ve kızı da torbanın içine koyup, bir dağ başına bırakmış. Gelinliği de kendi kızına giydirmiş ve saraya gitmişler..

Neyse, padişah oğlunu kırk gün, kırk gece düğün ve eğlencelerle evlendirmiş. Şehzade, gelinin duvağını açınca düşünde gördüğü kız olmadığını anlamış. Biraz benzediği için sesini çıkartmamış, ama şüphelenmiş. Rü­yasında gördüğü kız güldükçe güller açılır, ağladıkça

inciler saçılır, yürüdükçe çayır çimen bitermiş. Ama bu kızda ne gül varmış, ne inci, ne çimen.

Bu arada, kız dağ başında kendi kendine ağlarmış, Ağladıkça inciler dökülüp, torbanın içi incilerle dolmuş. O gün, ırmağa çöp dökmeye gelen çöpçü, birinin ağ­ladığını duymuş.

Çöpçü, korkup:

- İn misin, cin misin? diye seslenmiş. Kız:

- Ne inim, ne de cin! Senin gibi bir insanım! demiş.

Çöpçü, çuvalın ağzını açınca iki gözü de olmayan kızı evine götürmüş. Çöpçü ve karısının, hiç çocukları yokmuş. Bu yüzden, kızı çok sevmişler ve kendi kızları gi­bi görmüşler. Kıza çok iyi bakmışlar, ama kız gözleri ol­madığı için çok üzülüyormuş; durmadan ağlıyormuş. Kız ağladıkça, evin her yanına inciler dökülüyormuş, İncile­ri toplayan çöpçü, başka bir iş yapamaz olmuş. Parasız kaldıkça, incileri götürüp satıyormuş. Aradan günler geçmiş. Kız, üzüntüsünü biraz unutmuş, Güldüğü za­man, güller açıyormuş.

Kız:

- Baba, al bu gülü ve sarayın önünde sat. "Gül sata­rım, hiç görülmemiş gülüm var!" diye bağır. Eğer, bir ka­dın gülü almak isterse, "Bir göze veririm," de.

Adam, gülü alıp doğru sarayın önüne gitmiş:

- Gül satarım! Görülmemiş güzellikte güllerim var! diye bağırınca kızın anası duymuş.

- Şu gülü alıp, kızımın başına takayım. Şehzade gö­rünce, kızımı sevdiği kız sansın, demiş. Çöpçüyü çağırmış:

- O güle kaç para istiyorsun? demiş. Çöpçü:

- Bu gülü parayla satmıyorum. Bir göze veririm, demiş.

Kadın, kızın gözlerinden birini getirip çöpçüye vermiş ve gülü almış; kızının başına takmış. Şehzade, gülü görünce:

- Bu gül benim sevdiğim kızın güllerinden. Bunda bir iş var, demiş,

Çöpçü, gözü alıp doğru kıza getirmiş. Kız, gözünü yerine koyup, Allah'a yalvararak dua etmiş. Gözü yine eskisi gibi olmuş. Kızın yüzü gülünce, güller açmış,

Çöpçü, gülü almış ve sarayın önüne gitmiş. Sokakta bağırmaya başlayınca, kadın duyup:

- Şehzade kızımı biraz sevmeye başladı, Şu gülü de alayım, daha çok sevsin, demiş.

Çöpçü, yine;

- Bir göze veririm, demiş. Kadın, sakladığı diğer gö­zü de çöpçüye vermiş. Çöpçü, gözü alıp kıza getirmiş.

Kız, onu da yerine koymuş ve tüm kalbiyle dua etmiş, Uzatmayalım, kızın gözleri eskisinden de iyi olmuş. Gün­lerden bir gün, sokağa çıkmış. Güldüğü yerde güiler açılıp, bastığı yerde otlar biterek yürüyormuş. Gözlerini çıkaran kadın, onu görünce neye uğradı­ğını şaşırmış. Telaş içinde çöpçünüı evine koşmuş:

- Aman senin kızın çok tuhaf! Sakın o bir cadı olmasın? diye çöp­çüyü korkutmuş, Adam, biraz saf ol­duğu için kadına inanmış.

Kadın:

- Bu kızın tılsımını öğrenip, bana söylersen sana yardım ederim, de­miş.

Kız eve dönünce çöpçü, kıza:

- Kızım, senin tılsımın nedir? diye sormuş. Kızın aklına bir kötülük gelmediği için:

- Babacığım, ben bir insanım, ama periler bana yar­dım ediyorlar, Benim tılsımım, büyük dağdaki geyiktir. Eğer o ölürse, ben de ölürüm, demiş.

Kötü kalpli kadın, sabah erkenden gizlice gelmiş, Çöpçüden, kızın tılsımını öğrenmiş ve hemen saraya dönmüş,

Kızına elemiş ki:

- Kızım, sen mahsustan hastaymış gibi yap. Gerisini bana bırak, demiş.

Kız, annesinin söylediklerini yapmış. Şehzade, he­men hekimleri çağırmış. Kızın annesi, hekimlerden birini kandırmış ve ona:

- Siz, şehzadeye "Büyük dağdaki yüreğini, hanımınıza yedirir-seniz iyi olur." dersiniz, demiş.

Kötü kalpli kadının, bütün i işleri yolunda gitmiş. Şehzade, adamlarını gönderip geyiği 1 vurdurmuş, Hemen yüreğini mJS çıkartıp, kıza yedirmişler. Ge­yik ölünce, kızcağız da ölmüş. Geyiğin yüreğinin ucunda kır­mızı bir mercan varmış, Kız, yüreği yerken o mercan yere düşmüş, ama kimse görmemiş, Günler, aylar son­ra bu kızın bir çocuğu olmuş, Bu bebek, şehzadenin rü­yasında gördüğü kız gibi, ağladıkça inciler dökülüyor, güldükçe güller açıiıyormuş, yürüdükçe çimenler biti­yormuş. Şehzade, bir gece rüyasında o kızı görmüş, Kız:

- Şehzadem, benim canım sarayın merdivenlerinin altında duruyor. Karının doğurduğu çocuk, benim tılsı­mım olan geyiğin yüre£,.nden olmuştur, demiş. Şehza­de, uykudan uyanmış ve kızın söylediklerini düşünmüş. Merdivenlerin altına gidip aramış, taramış ve sonunda güzel bir mercan bulmuş. Mercanı alarak yukarı çıkmış ve masanın üzerine koymuş.

Aradan yıllar geçmiş ve çocuk, büyümüş, Oynar­ken, masanın üzerindeki o mercanı almış, O sırada peri­ler, çocuğu alıp kızın mezarına götürmüşler. Çocuk, elin­deki mercanı kızın ağzına koyunca kız canlanmış. Şeh­zade, çocuğunun kaybolduğunu anlayınca her yerde aramış, ama bulamamış. O gece rüyasında, çocuğu ile sevdiği kızı aynı mezarda görmüş, Korku içinde uyanmış. Hemen, rüyasında gördüğü mezarlığa gitmiş. Mezarı açınca, çocuğu ile sevdiği kızı bulmuş. Onları dışarı çı­karmış. Kız, başından geçenleri olduğu gibi anlatmış.

Hep beraber saraya dönmüşler. Şehzade, karısını ve kötü kalpli annesini başka bir şehre sürdürmüş. Kız ile ev­lenip, kırk gün kırk gece düğün yapmışlar. Çöpçüyü ve karısını, yanlarına almışlar.

OK

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde. Develer tellâl iken, pireler berber iken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken. Bir ev aldım çatısı yok. Bir kız al­dım urbası yok. Beyimin tasası hiç yok. Uzun ok, kısa ok.

Okları atacak delikanlı pek çok. Çektim yayımı, attım okumu. Ok bir gitti, bir gitti, vınlaya, çınlaya. Altı ay bir güz, dere tepe düz gitti,

Bir varmış, bir yokmuş. Zamanın birinde bir padişa­hın, üç oğlu varmış. Günlerden bir gün, padişah hasta­lanıp yataklara düşmüş ve çok geçmeden de ölmüş. Eee, padişah demek, taht ve saltanat demek. Üç oğlu, ben padişah olacağım, sen olacaksın, diye birbirleriyle kavgaya girişmişler. Padişahın baş veziri bakmış ki, bu işin sonu yok:

- Çocuklar! demiş. Boşuna kardeş kavgasına düş-. meyin. Zaten yoksul bir ülkeyiz. Bu kavgalardan hem siz­ler, hem de ülkemizin halkı zararlı çıkar,

Şehzadeler:

- Sen, babamıza ve ülkemize bunca yıl baş vezirlik yaptın, Bizim ve ülkemizin iyiliği için konuşuyorsun. Peki, kim padişah olacak? Nasıl seçelim?

Baş vezir:

-Yarın, üçünüz de ok meydanına gelin. En güzel ok­larınızı, en gergin yaylarınızı getirin, Oku en uzağa kim atabilirse, ülkenin padişahı o olur.

Şehzadeler, baş vezirin bu teklifini kabul etmiş. Sa­bah olunca, ok meydanına gitmişler. Şehzadeler, sıray­la yaylarını çekip oklarını atmışlar, Büyüğün oku, çayırlık bir yere düşmüş. Ortancanınki, ondan biraz uzak bir bayıra düşmüş. En küçüğünün oku ise bir çalılığa düşmüş, Şehzadelerden her biri, okunu ara­maya çıkmış. Küçük şehzade, akşama doğru bir çalılığa varmış. Bakmış ki oku çalılık­ların arasında. Acaba bu­rası nasıl bir yerdir, diye et­rafa bakınırken ileride ya­nan bir ışık görmüş. Merak edip, ışığa doğru yürümüş. Çok geçmeden karşısına kocaman bir saray çıkmış. Sarayın önünde, kırk kişi bekliyormuş. Gidip selâm verdikten sonra:

- Bir bir saydım sizleri, tam kırk kişisiniz. Bu sarayın önünde ne arıyorsunuz? Siz kimsiniz? diye sormuş.

Adamlar:

- Biz hırsızız, Şu saraya girebilmek için, günlerdir uğ­raşıyoruz. Ama, bir türlü başaramadık! demişler.

Çevik yapılı küçük şehzade, sarayın duvarına tır­manmayı başarmış, Adamlara, bir ip sarkıtarak:

- Haydi! demiş. Sırayla tırmanın!

Hırsızlar, sarayın duvarına tırmanmaya başlamış. Şeh­zade, duvara çıkan hırsızı öldürüp, sarayın bahçesine atıyormuş, Kırkını da bu şekilde öldürdükten sonra, sara­yın içini gezmeye başlamış. Sarayın üç büyük odasında, üç güzel kız uyuyormuş. Kızların en küçüğüne aşık olmuş, Kızın odasını işaretlemek için, belindeki hançeri çıkarmış ve olanca gücüyle kızın yattığı odanın kapısına sapla­mış. Fazla zaman kaybetmeden sarayına dönmüş.

- Vezirler kurulu, toplanmış. Oku en uzağa atanın, en küçük şehzade olduğunu açıklamışlar. Onu, padişah ilân etmişler.

Biz, üç güzel kızın sarayına gidelim. Kızların babaları, bir padişahmış.Padişah, sabah kalkınca küçük kızının odasının kapısındaki hançeri görmüş. Hançeri çekip çı­kartmak için, çok uğraşmışsa da, bütün çabalarına rağ­men küçük şehzadenin hançerini yerinden oynatama-.mışlar. Padişah, dört bir yana haberler salarak:

- Hançeri kim yerinden çıkartırsa, küçük kızını ona vereceğini, duyurmuş,

Ama, gelenlerin hiç birisi hançeri çıkaramamış. Han­çeri çıkartmayı denemeyen, sadece bizim üç kardeşler kalmış, Onlar da denemek için gelmiş. Büyük oğlan, çekmiş ama çıkartamamış. Ortanca da çıkartamamış. Ama, küçük şehzade hançerini bir hamlede kapıdan söküp almış ve kınına yerleştirmiş.

Kızların babası:

- Oğlum, ben sözünde duran bir adamım; küçük lazım senindir, Evlenip mutlu bir hayat yaşayın, demiş. Küçük şehzade:

- iyi ama, demiş. Benim iki kardeşim daha var. Padişah:

- Ortanca kızımla büyüğünü de onlarla evlendiririm. Böylelikle üç düğün bir arada yapılmış olur, demiş,

Çok geçmeden hazırlıklar yapılmış ve üç kardeş, üç kızı yanlarına alarak büyük bir kervan halinde kendi ülkelerine doğru yola çıkmışlar. Yolda, rüzgar gibi görün­mez bir yaratık, küçük kızı şehzadenin ak küheylanının terkisinden aldığı gibi kaçırmış. Bu yaratık, görünmeyen bir devmiş,

Şehzade, şaşkınlığı geç­tikten sonra kardeşlerine:

- Siz yolunuza de­vam edin. Ben, kızı bu­lana kadar dönmem, demiş.

Kervan, yola de­vam ede dursun. Şeh­zade, düşmüş sevda­landığı kızın peşine.

Az gitmiş, uz gitmiş dereler, tepeler dümdüz gitmiş. Burası neresi? Kalimera deresi. Bilmem etmem, kimseyi ele tanımam diye diye bizim genç şehzade gitmiş de gitmiş. Aklında, fikrinde sevdiği kız. Amacı, ille de ille onu bulmak, ona kavuşmak. Gide gide, bir düzlüğe ulaşmış. Karşına bir dev anası çıkmış, Bu dev anası, şehzadenin sevdalı olduğu kızı kaçıran devin annesiymiş.

Şehzade:

- Eyvah! Bu kadın, belki de beni parçalayıp, yer! di­ye, koşup dev anasına sarılmış.

- Ah anacığım! Ben, çok dertli bir insanım! Ne olur bana yardım et! demiş. Başından geçenleri anlatmış.

Dev anası;

- Eyvah! demiş. Senin sevdiğin kızı, kaçıran benim oğlumdur! Senelerdir onu kaçırmak için fırsat kollardı. Demek ki, senin elinden almayı başardı. Hani, o gördü­ğün kırk hırsız vardı ya, Onlar, kızı kaçırıp oğluma getireceklerdi. Ama, ben oğlumu pek sevmem.

Onun için, sana yardım edeceğim, Onu bulmak isti­yorsan, sekiz saat yürü, sekiz ulu ağacı geç, sekiz pınar­dan su iç. Karşına, benim büyük kardeşimin sarayı çıkar. Onunla konuş ve selâmımı söyle. Belki, sana bir yardımı dokunur.

Şehzade, dev anasına teşekkür ettikten sonra yolu­na devam etmiş.

Dev anasının kardeşini bulmuş:

- Sevgili anacığım, size ablanızın selâmı var. Beni, si­ze gönderdi, demiş.

Dev anasının, kardeşi:

- Buyur evlât, ne istiyorsun? diye sormuş. Şehzade, başından geçenleri ona da anlatmış. Dev anasının ablası:

- Oğlum, senin evleneceğin kızı kaçıran dev, üç gün önce buradan geçti, Onun yaşadığı yere gitmen çok zor, Ama, yapabilirsen kolay bir yolu daha var.

Oğlan:

- Nedir anacığım?

- Buradan dört gün uzaklıktaki adaya git. O adada, dört gün bekle. Dört günde bir deniz aygırları yavrularıy­la birlikte karaya çıkarlar, Avucuna bir pamuk alıp, on­lardan birini yakala ve buraya getir. Biz de onu, dört gün besleyip büyütürsek; üzerine binip, sevdiğin kızı ge­ri alabilirsin.

Oğlan, dev anasına teşekkür edip, hemen yola çık­mış. Deniz kenarına gitmiş. Orada dört gün beklemiş. Beşinci gün, deniz aygırları denizden karaya çıkmaya başlamışlar. Oğlan, bunlardan bir tanesini elindeki pa­mukla yakalamış. Doğruca dev anasının ablasının yanı­na götürmüş, Yavru deniz aygırını, dört gün beslemişler, Beşinci gün, dev anası aygıra:

- Bu oğlanı, sevdiği kızı kaçıran devin yanına götü­rebilir misin? diye sormuş.

Aygır:

- Götürürüm, ama onun sevdiği kızı babamın sırtın­da kaçırdılar. Ben, babamdan hızlı koşamam. Dev, onun sırtına binerse hemen bize yetişir. İkimiz de hayatı­mızdan oluruz. Onun için, şehzade sırtıma bindiği za­man eiine bir iğne alsın. Eğer, babam bize yetişirse iğne­yi bana batırır. Ben de can havliyle daha hızlı uçar, ba­bama yakalanmam, demiş,

Deniz aygırının söylediği gibi, şehzade elinde bir iğ­neyle atlamış aygırın sırtına. Çok geçmeden, devin ya­şadığı yere varmışlar. Dev uyuyor, kız bir kenarda oturu­yor, bindikleri aygır da bir kenarda otluyormuş.

Kız, şehzadeyi görünce:

-Aman şehzadem! Hemen buralardan gidelim! Uy­kudan uyanırsa bizi öldürür, demiş,

Şehzade, kızla birlikte deniz aygırına atlayıp, oradan uzaklaşmış. Onların kaçtıklarını gören deniz aygırının ba­bası, başlamış acı acı kişnemeye. Dev, uyanınca kızın kaçtığını anlamış. Hemen aygıra atladığı gibi, düşmüş peşlerine, Küçük deniz aygırının dediği gibi, babası çok hızlı uçuyormuş. Çok geçmeden, onlara yetişmiş. Şehzade, arkasına bakmış, Dev, onlara ha yetişti, ha yetişe­cek. Hemen iğneyi çıkartıp, aygıra batırmaya başlamış.

Aygır, can havliyle öyle bîr koşmuş, öyle bir uçmuş ki, sormayın. Babası ve dev, az sonra gözden tamamıyla kaybolmuşlar.

Şehzade ve kız, dev anasının yanına gelmişler. Dev anası:

- Oğlum, artık hiç korkma, demiş. Dev, bir daha size hiç bir şey yapamaz. Şimdi birlikte saraya dönün. Ama, bu iyiliğimin karşılığı olarak, senden her gün bir kuzu iste­rim. Eğer göndermezsen, bir gece gelir ikinizi de "hop" diye yutarım, demiş.

Şehzade, dev anasına teşekkür ettikten sonra sara­yına doğru yola çıkmış. Sabaha doğru saraya varmışlar, Herkes, şehzade ve eşini büyük bir merak içinde bekli-yormuş. Sağ salim geldiklerini görünce, çok sevinmişler. Hemen düğün hazırlıklarına başlamışlar. Üç kardeş, üç gün üç gece süren, çok güzel bir düğünle evlenmiş. Hepsi de çok mutluymuş.

Genç padişah, ülkesini yönetmeye başlamış. Başla­mış, ama bu arada dev anasına verdiği sözü unutup, her gün bir kuzu göndermemiş. Bir, iki, üç derken dev anası küplere binmiş. Bir gece, padişah ile karısı uyku­dayken saraya gelmiş. Onları, kendi evine götürmüş. Padişah ile eşi, uyandıklarında kendilerini dev anasının yanında bulmuşlar. Padişah, o zaman dev anasına ver­diği sözü hatırlamış. Dev anası, padişaha:

- Ben, sana o kadar iyilik yap­tım! Sen ise, işin biter bitmez bana verdiğin sözü unuttun! Şimdi, ister misiniz ikinizi birden hop diye yutup yiyeyim? demiş,

Padişah, hatasını anlayıp:

- Aman anacığım, demiş. Bu se­ferlik canımızı bize bağışla! Eğer, bizi affedersen saraya gi­der gitmez şimdiye kadar göndermediğim kuzuların hep­sini bir sürü halinde sana gönderirim! Bundan sonra her gün, güzel bir kuzu yollarım! Eğer yollanmazsam, gene bizi yakalar, yersin!

Dev anası, padişah bu şekilde konuşunca diyecek bir şey bulamamış. Onları bırakmış, Padişahla karısı, ge­ne yollara düşmüş. Gitmişler, gitmişler yorgunluktan bir ağaç gölgesine sığınıp oturmuşlar. İkisi de öyle yorul­muş, öyle yorulmuş ki, çok geçmeden derin bir uykuya dalmışlar, Onlar uyuklaya dursunlar. O sırada padişahın karısını kaçıran dev gelmiş. Kadıncağızı kucakladığı gibi, kaçmış. Padişah, uykudan uyanınca bir de bakmış ki ka­rısının yerinde yeller esiyor. Telaş içinde bir o yana bak­mış, bir bu yana, Az ileride bir kuyu görmüş. Başını uza­tıp, kuyuya bakmış. Kuyudan, birtakım gürültüler, çalgı çengi sesleri gelmiş, Kuyunun içinden, süslü püslü bir kuş çıkmış. Padişahı karşısında görünce;

- Ey, yiğit! Buralarda ne arıyorsun? diye sormuş.

Padişah:

- Ben bir yabancıyım. Buralarda dolaşırken kuyunun içinden bazı sesler duydum, demiş.

Süslü püslü kuş:

- Kuyunun içinde peri padişahının oğlu evleniyor, düğünü var. Ben de onlara su taşıyorum, demiş.

Padişah:

- Çok merak ettim. Acaba, ben de kuyunun içine girip bu düğünü göremez miyim?

Kuş:

- Ben şimdi gidip su alıp geleceğim, demiş. Eğer be­ni beklersen, bir yolunu bulup seni kuyuya indirebilirim.

Padişah, kuşun dediğini yapıp, kuyunun başında beklemiş.

Az sonra kuş gelmiş. Padişaha:

- Şimdi seni aşağıya indireceğim, Fakat, orada seni gören herkes birbirine girip "Aramıza bir insanoğlu gel­di!" diye, etrafına üşüşürler, Sen de "Aman periler padi­şahı beni kurtar. Derdime de çare bul!" dersen, perilerin padişahı hem seni kurtarır, hem de derdine çare bulur, demiş.

Kuş, onu kuyudan aşağıya indirmiş. Padişah, kuyu­nun dibine indiğinde, aşağıda kocaman bir bahçe gör­müş. Türlü ağaçlar, çiçekler, güller, sümbüllerle dolu cennet gibi bir bahçeymiş. Bin bir çeşit kuş cıvıltılarının arasında, bahçeyi hayranlıkla seyretmiş.

Kendisini görenler, etrafında çember olup:

- Bu insanoğlu, buraya nereden geldi? diyorlarmış, Padişah, kuşun dediğini yaparak:

- Ey peri padişahı, beni kurtar. Derdime çare bul, demiş.

Yanına gelen peri padişahı:

- İnsanoğlu, demiş. Buraya nasıl geldin?

Padişah, kendisini kuyuya indiren ve kuyuya su taşıyan kuşu göstermiş.

- Beni buraya bu su kuşu getirdi, demiş.

Peri padişahı, su kuşuna:

- Haydi bakalım! Bu insanı al ve istediği yere götür! Eğer, başınıza bir şey gelirse "Şahım" diye bağır. O za­man ben gelir, size yardım ederim, demiş,

Padişah, su kuşunun sırtına binip, havalanmış. Uç­muşlar, uçmuşlar, karısını kaçıran devin olduğu yere va­rıncaya dek yedi kat gökyüzüne havalanmışlar. Genç padişah, karısını kurtarmış ve birlikte kuşun sırtına binip, kaçmışlar. Onları gören devin aygırı, kişneyince dev uyanmış. Aygıra binmiş ve onları yakalamaya çalışmış. Ama, hiçbir yerde bulamamış. Evine geri dönmüş.

Padişah ve eşi, su kuşu ile birlikte peri padişahına git­miş. Ona her şeyi anlatıp, devden tamamen kurtulmak için yardım istemişler,

Peri padişahı:

- Birbirinizi, bundan böyle: "Şah meram" ve "Sade sultan" diye çağırın. Eğer böyle yaparsanız, dev sizi hiç bir zaman ele geçiremez. Ama sakın, birbirinizi eski ad­larınızla çağırmayın, demiş.

Padişah, peri padişahının elini öptükten sonra eşi ile birlikte kuyudan ayrılıp kendi sarayına dönmüş. Sarayda gene şenlikler yapılmış. Düğün, dernek kurulmuş. Çalgı­cılar çalmış, oyuncular oynamış,

Tam her şey yoluna girmişken, dev sessizce saraya girmiş. Odasında yalnız olan kadını tam kaçıracakken. O:

- Şah meram, çabuk gel! diye bağırmış. Padişah da:

- Ne var Sade sultan? der demez, dev bir anda taş kesilmiş, Yerinden kımıldayamaz olmuş.

Neyse uzatmayalım, pişmiş aşa su katmayalım. Taş kesilen devi, odadan çıkartarak bahçede bir havuzun önüne yerleştirmişler.

Aradan günler geçmiş. Kadın, bir gece, rüyasında bir derviş görmüş. Derviş:

- Kızım, demiş, Eğer, havuz başında gerçek adınızı söylerseniz, dev taşın içinden çıkar. Eğer, kocan elini ça­buk tutup devin üzerine havuzdan aldığı bir avuç suyu atarsa, taşın içindeki binlerce altın, elmas ve zümrüt ha­vuza dökülür. Devden de tamamen kurtulmuş olursunuz.

Kadın, ertesi gün rüyasını padişaha anlatmış,

Padişah, önce karşı çıkmış; sonradan dervişin söyle­diklerini yapmaya razı olmuş. Havuz başına inip, birbirle­rini gerçek adlarıyla çağırınca dev canlanmış. Ama, padişah telaştan şaşırmış. Havuzdan aldığı bir avuç suyu deve serpeceğine, hançerini çekip devin üzerine hü­cum etmiş. Dev, padişahın bileğini yakalayarak bükme­ye başlamış. Bir eliyle de zavallının boğazını sıkıyormuş.

Devin, kocasını öldüreceğinden korkan kadın, ava­zı çıktığı kadar:

- Şahmerdan! diye bağırmış.

Dev, havuzun içine yuvarlanıp tekrar taş olmuş. Her tarafından kanlar akmaya başlamış.

Aradan günler geçmiş. Bir gece, derviş gene kadı­nın rüyasına girmiş.

Şöyle demiş:

- Söylediklerimi yapmadınız. Bu yüzden, mücevherler yerine devden kanlar akıyor. En iyisi mi artık o kanlı havuza hiç gitmeyin.

Kadın, uyanır uyanmaz rüyasını padişaha anlatmış. Padişah, kanlı havuzun dört bir tarafına duvar ördür­müş. Oraya girmeyi yasaklamış, Padişah ve eşi, ömürle­rinin sonuna kadar mutlu yaşamışlar,

ŞAH YUSUF

Masal, masal matladı. İki sıçan atladı, Kurbağa ka­natlandı. Bit kadın, damdan düştü, Pire kadın, saçını ba­şını yoldu. Masal, masal maniki, tırnağı var on iki. On iki­nin yarısı, fındıkçının karısı, Masal, masal matitas, kaynanamın başı tas. Kuyuya indi çıkamaz, pır pır etti uçamaz.

Evvel zamanda, kalbur kazanda, bir varmış, bir yokmuş, Allah'ın kulu çok-muş, Bir memlekette fukara bir adamın, üç kızı varmış, Günlerden bir gün, evde yiyecekleri kalmamış. Kızlar, biraz iplik bük­müşler ve babalarına:

- Baba, şunları çarşıya gö­tür de sat. Akşama bize yiye­cek al, demişler.

Babaları, iplikleri alarak çarşıya gitmiş. Pazarda dolaşmış, dolaşmış, ama hiç kimselere saramamış. Hiç olmazsa iplik parasına vereyim, diye düşünürken karşısına bir Arap çıkmış;

- Baba, ne satıyorsun? demiş,

Yaşlı adam:

Oğlum, akşama kızlarıma ekmek pa­rası yapmak için bükülmüş iplik satı­yorum, demiş, Arap:

Bu iplikleri kim büküyor? diye sormuş.

- Kızlarım bükerler, ben satarım, demiş.

Arap, ona bir sürü para ve­rip iplikleri almış. Sonra da:

- Kızının birini bana verir mi­sin? demiş.

Adamcağız:

- Kızlarıma bir dan, demiş. Arap'ı peşine taka­rak evine kadar getirmiş,

Büyük kızına demiş ki:

- Seni bir Arap'a versem varır mısın? Kız:

- Arap'a varıp da ne yapayım? demiş.

Sonra ortancasına sormuş. O da ablası gibi cevap vermiş. En küçüğüne sormuş, Kızcağız:

- Ne yapayım, varırım. Hiç olmazsa siz de, ben de yoksulluktan kurtuluruz, demiş,

Arap, kızın babasına bir çu­val altın vermiş ve adamı sevin­direrek kızla beraber evden ayrılmışlar, Biraz gittikten sonra, Arap:

- Yum gözlerini, demiş, Kız, gözünü yummuş. Arap, aç deyince açmış. Bir de bakmış ki, büyük bir sarayın içinde. Hizmetçiler, kızın koluna girmiş, merdivenlerden yukarı çıkarıyorlarnnış. Kız, kendini cennette sanmış. Hiz­metçiler, onu üst katta elmaslarla, incilerle, mücevher­lerle döşenmiş; duvarları ve tavanı altın, gümüş yaldız­larla bezenmiş bir odaya çıkarmışlar. O, köşede oturur­ken, hizmetçiler de karşısında el pençe divan duruyor-larmış. Kıza, incilerle süslenmiş samur bir kürk ve altın pul­larla işlenmiş bir elbise getirmişler. Kızın üstünü değiştir­mişler, Uzatmayalım, akşam olunca bir sofra kurmuşlar ki, hani bir kuş sütü eksikmiş. Kız, yemeğini yemiş ve altın bir tepsi içinde gelen şerbetlerden içmiş, Sonra da otur­duğu yerde uyuya kalmış, Hizmetçiler, onu yatağına ta­şımışlar, Kız, sabaha kadar mışıl mışıl uyumuş. Masallar­da günler çabuk geçer. Kız, istediği önünde istemediği arkasında rahat bir hayat yaşıyormuş. Hizmetçiler, bir dileğini iki etmiyorlarmış. Böylece günler geçmiş. Kız, ba­basını ve kardeşlerini çok özlemiş.

Bir gün, onu buraya getiren Arap'a:

- Lala, beni birkaç günlüğüne kardeşlerime götür­mez misin? demiş.

Arap:

- Bana lala deme, benim adım Laklaka'dır, demiş.

Arap, o sarayın harem ağasıymış. Kız, o gün Arap'tan bir söz alamayınca, ertesi gün yine:

- Bir iki gün beni götür onların yanında bırak, diye yalvarmış.

Arap:

- Peki, yarın gideriz, diye söz vermiş. Arap, o akşam beye danışmış, Bey:

- Götür, ama sakın yanından ayrılma, diye tembih­lemiş.

Ertesi gün Laklaka, yanına bir çuval altın alarak, kıza:

- Yum gözünü, demiş. Kız, gözünü yummuş. Gözle­rini açtığında kendisini basının evinin önünde bulmuş, Hemen kapıyı çalıp, içeri girmiş. Kardeşleri ve babası, onu gördüklerine çok sevinmişler. Hasretle kucaklaşmışlar. Uzun uzun sohbet etmişler. Kızın babası, Arap'ın ver­diği para ile bir dükkân açmış; güzel güzel geçiniyorlarmış. Laklaka, adama bir sandık dolusu altın vermiş, O sı­rada, kız dışarı çıkmış.

Kardeşi, gizlice:

- Nasıl, rahatın yerinde mi? diye sormuş. Kız:

- Rahatım yerinde, ama gece bana bir şurup içiri-yorlar sızıp kalıyorum, diye cevap vermiş,

Kardeşi:

- Beyi hiç görüyor musun? demiş.

- Gittim gideli bu Arap'tan başka erkek görmedim, demiş.

Kızın kardeşi:

- Sana bir sünger vereyim de, gece şurubu getirdik­lerinde içiyor gibi usulca süngere dök, Mahsustan sızmış gibi yap; bakalım sana ne yapıyorlar, demiş.

Neyse, birkaç gün daha kaldıktan sonra, yine sara­ya dönmüşler. Kız, o akşam sarayda verdikleri şerbeti içi-yormuş gibi çenesinin altından koynundaki süngerin içi­ne akıtmış. Sonra da yalancıktan sızmış, Hizmetçiler, onu yatağına taşımışlar; güzelce yatırıp, çıkmışlar. Az sonra, odanın kapısı açılmış. İçeriye bey girmiş ve yatıp, uyuya kalmış. Kız, beyin iyice uyuduğundan emin olunca eline mumu alıp, beyin yüzüne bakmış. Yanında uyuyan bey, ayın on dördü gibi bir delikanlıymış. Gömleğinin aralı­ğından bir ışıltı görmüş. Kız, gömleği açıp bakmış. Bir de ne görsün? Beyin karnı altındanmış. Kız, şaşkınlık içinde beyi seyrederken mumun yağı beyin karnına damlamış. Bey, hemen sıçrayıp kalkmış. Karşısında, elinde mumla birdenbire kızı görünce:

- Demek bana oyun oynadın! Öyleyse, beni yedi yıl ayağında demir çarık, elinde demir değnekle ara, o zamanı bulursun, deyip, kaybolmuş.

Kız, kendine bir demir çarık, bir de demir değnek yaptırmış. Çarığı ayağına geçirip, değneği de eline ala­rak yola çıkmış. Az gitmiş, uz gitmiş. Dere tepe, düz git­miş, Bir de arkasına bakmış ki, bir arpa boyu yol gitmiş. Her neyse, var varanın, sür sürenin, parasız meyhaneye girenin, okka çömleği başında paralansın diyerek, bir başında boynuzu, ayağında mahmuzu, bir dev anasına rast gelmiş. Dev'e selâm vermiş, o da selâmını almış.

Dev:

- Nerden gelip, nereye gidiyorsun? diye ağzını yok-layınca, kız da, olduğu gibi her şeyi anlatmış.

Dev:

- Şah Yusuf, az önce ağlayarak buradan geçti. İleri­de bir dev var, ona sorarsın, demiş.

Kız, hemen kalkıp o devin yanına gitmiş, Ona selâm verip, şah Yusuf'u sormuş,

Dev:

- Şah Yusuf buradan geçti, ama nereye gittiğini bi­lemiyorum, demiş.

Kız, oradan ayrılıp yoluna devam etmiş. Bir devle karşılaşmış. Dev, sıcak bir fırının içine girmiş; memeleriyle fırını süpürüyormuş. Kız, selâm vermiş. Dev, selâmını al­mış.

Kız:

- Şah Yusuf buradan geçti mi? diye sormuş. Dev:

- Neden sordun? demiş.

Bu dev. Şah Yusuf'un teyzesiymiş. Kız, ona her şeyi

anlatmış,

Dev:

- Öyleyse, sen bizim ak­rabamız sayılırsın, İstersen yanımızda kal. Şah Yusuf, yedi yılda bir kere beni görmeye gelir. O zaman onu görürsün, demiş.

Kız, kabul etmiş ve de­vin ellerini öpmüş,

Dev:

- Benim kırk tane oğlum var; gelir, seni görürlerse yerler, diyerek kıza bir tokat vurmuş ve onu elma yaparak rafa koymuş.

Akşam olunca, devin çocukları gelmiş. Analarına:

- Burada insan eti kokuyor, demişler. Anaları;

- Oğullarım, burada insanoğlunun ne işi var? demiş.

Anaları:

- Şimdi buraya birisi gelse, bana selâm verip ellerimi öpse ve "Beni evlâtlığa alır mısın?" diye sorsa, ne yaparsınız?

Çocuklar:

- Artık bizim kardeşimiz olur, ona bir şey yapmayız, Güzel güzel geçiniriz, demişler.

Dev anası, elmaya bîr tokat atmış ve kıza:

- Git, ağabeylerinin ellerini öp, demiş.

Kız, devlerin ellerini öpmüş ve onların yanında yedi yılı geçirmiş. Yedi yıl dolunca, Şah Yusuf'un teyzesi:

- Şah'ın gelmesi yaklaştı. Biraz süslen, güzel elbiseler giy, Şah Yusuf gelince, su isteyecektir. Suyu içtikten sonra, bardağı alırken yalancıktan tutamamış gibi yapar ve bar­dağı düşürüp kırarsın, O zaman ben seni, dövmeye kalka­rım; bakalım Şah Yusuf seni seviyor mu? Eğer seni seviyor­sa, döverken bana engel olacaktır, diye öğütler vermiş.

Yedi yıl sonra, Şah Yusuf teyzesinin evine gelmiş, Şah Yusuf'ta bir keder, bir kaygı, bir tasa varmış ki, böylesi görülmemiş,

Teyzesi:

- Canım, niçin böyle bir tuhaf duruyorsun? Her za­man, çok neşeli olurdun. Şimdiyse büyük bir yas içinde­sin, Ne oldu? diye sormuş,

Şah:

- Bugün biraz hastayım, demiş. Ama dev, her şeyi anlamış. Yemek yerlerken. Şah su istemiş. Teyzesi, kızdan su istemiş. Kız, billur bardakla suyu getirip Şah'a vermiş. Şah, kızı karısına benzettiği için, suyu içerken kıza bakı­yormuş. Bardağı verirken kız, tutamamış gibi yapıp kır­mış. Dev, hemen yerinden fırlayıp;

- Gözlerin kör müydü, niye bardağı düşürdün? diye, kızı dövmeye başlamış.

Şah Yusuf, ayağa kalkıp:

- Aman teyze bir kazadır oldu! Benim hatırım için bağışla, diye yalvararak devin önüne geçmiş,

Dev:

- Haydi, defol! demiş ve kızı kovmuş. Şah Yusuf, teyzesine;

- Bu hizmetçiyi nereden aidin? Bana satar mısın? di­ye sormuş,

Teyzesi:

- Ah oğlum! O bana çok yardımcı oluyor, nasıl sata­rım, demiş.

Şah, birkaç gün teyzesinde kaldıktan sonra gitmiş. Yedi yılda bir gelen şah, üç ay sonra yeniden gelmiş.

Dev, kıza:

-Senin için geldi. Şimdi, biz sofraya oturduğumuzda sen yemek sahanını getirirken devir, demiş.

Yemeğe oturduklarında kız, devin öğrettiği gibi sa­hanı devirmiş. Dev, yine sofradan kalkıp:

- Seni sakar seni! Misafir olduğu zaman mı böyle ter­biyesizlikler yapıyorsun? Demiş ve kızın üstüne doğru yürümüş. Şah, teyzesine yalvararak:

- Aman teyzeciğim! Bu sefer de bağışla. Bir daha yaparsa, onun yerine beni döv, diyerek kızı kurtarmış.

Şah, birkaç gün kalıp, gitmiş. Dev, kıza:

- Şimdi, o dayanamaz yine geiir, O zaman sen kapıyı aç ve kim olduğunu söyle. Ona daha fazla üzüntü vermeyelim. O gelmeden güzel elbiselerini de giy, demiş.

Kız, bir gün pencereden bakarken uzaktan Şah Yu­suf'un geldiğini görmüş. Hemen giyinip, Yusuf'u karşıla­mış. Şah, içeri girince, kızı görür görmez karısı olduğunu anlamış. Ama bir türlü sormaya cesaret edememiş. Kız, şüphelendiğini anlamış ve her şeyi anlatmış. Şah Yusuf. hemen teyzesinin yanına gitmiş. Teyzesinin elini öperek, kızı götürmek için ondan izin istemiş,

Dev:

- Haydi, bu kadar çektiğiniz yeter. Evinize dönün, demiş.

Şah Yusuf, kızı alarak saraya dönmüş. Saraydakiler, onları gördükleri zaman çok sevinmişler. Çünkü Şah Yu­suf kızdan ayrıldığı günden beri kederinden hiç sarayına gelmemiş. Saraydakiler, öldü mü kaldı mı diye gece gündüz yas tutuyorlarmış, Şah, kırk gün kırk gece düğün yapıp kızla evlenmiş. Kız, babasını ve kardeşlerini de sa­rayına getirtmiş. Hep beraber, sonsuza kadar mutluluk içinde yaşamışlar,

NAR TANESİ

Bir varmış, bir yokmuş. Bir padişahın bir kızı varmış; adı da Nar Tanesiymiş. Bu kız o kadar güzelmiş ki, dün­yada bir eşi daha yokmuş, Padişahın karısı, bir Arap'a her gün giderek:

- Ay mı güzel, ben mi güzelim, sen mi güzelsin? diye sorarmış,

Arap:

- Hepsi de güzel, dermiş.

Kadın, kapıyı kapatarak çıkar gidermiş. Nar Tanesi, sarayda gezerken, Arap kızı görmüş ve ona âşık olmuş. Ertesi gün, padişahın karısı yine Arap'a sormuş.

Arap bu sefer:

- Efendim, ay da, sen de, ben de güzelim, Ama il­le Nar Tanesi, demiş,

Kadın:

- Eyvahlar olsun, Arap, kızı gördü. Şimdi, ben ne ya­pacağım? diye telaşlanmış.

Bir gün kıza:

- Haydi, seninle gezmeye gidelim, diyerek onu alıp sokağa çıkmış. Gide gide bir kıra varmışlar. Bir ağacın altında otururlarken, kız uyuya kalmış, Kadın, onu orada bırakmış ve saraya dönmüş. Nar Tanesi, uyandığında annesini yanında göremeyince çok korkmuş. Bağırıp, ağlamaya başlamış. Seslenmiş, seslenmiş, aramış, ama bulamamış. Ne yapacağını bilemeyen kız:

- Eyvah! Anam beni burada bırakıp nereye gitti? di­ye ağlayarak dünyayı ayağa kaldırmış. Nar tanesi, o gü­ne kadar hiç saraydan çıkmamış. Bu yüzden, nereye gi­deceğini bilememiş ve ağacın altında oturup, ağlamış.

O gün, üç kardeş ava çıkmış, gezinip dururlarken kı­zı bulmuşlar. Nar tanesi, onları görünce çok korkmuş, Ama çocuklar, onun haline acıyıp, kıza çok iyi davran­mışlar ve onu evlerine götürmüşler, Üçkardeş, gündüz ava çıkarlarmış. Nar tanesi, onların yemeklerini yapıp, evlerini temizliyormuş. Günlerini böyle geçirirlerken, bu kızın güzelliği her­kese yayılmış. Nar tanesinin ünü dilden dile dolaşıp, kızın annesi­nin kulağına kadar gitmiş, Kızının hayatta olduğuna çok sinirle­nen kadın, onu kurtların, kuşların yediğini sanıyormuş. Bir cadıya gitmiş.

Cadı, iki tane sihirli iğne yapmış ve kadına:

-Al bunları. Bu iğneleri kızın başına batırır-san ölür, demiş. Kadın, eski püskü elbiseler giymiş ve ta­nınmayacak bir kılığa girmiş, Eline de bir bohça almış ve kızın yaşadığı kulübeye doğru yola çıkmış.

Üç kardeş, ava giderlerken kapıyı kilitleyip giderler-miş. Kadın gelip, kızın kapısını çalınca, kız hiç sesini çıkartmamış,

Kadın:

- Kızcağızım, niçin kapıyı açmıyorsun? Ben Anado­lu'dan, oğullarımı görmeye geldim. Oğullarıma, hediye­ler getirdim. Hiç olmazsa onları al.

Kız:

- Kapıyı giderken kilitlediler teyzeciğim! Kadın:

- Kızım, senin de onlarla kaldığını duydum, Sana da iki tane iğne getirdim. Hiç olmazsa başını, şu anahtar deliğine yaklaştır da, bari iğneleri takayım, demiş, Kızın aklına bir kötülük gelmemiş ve başını deliğe yanaştırmış.

Kadın, iğneleri kızın başına batırınca, kız ölmüş. Ka­dın da oradan kaçmış,

Akşam, kardeşler avdan eve dönmüşler. Kapıyı açıp içeri girdiklerinde, kızın kapının önünde yattığını görmüşler. Kı­zın öldüğünü anfayınca, ağla­mışlar. Nar tanesini toprağa gömmeye kıyamamışlar. Altın bir tabut yaptırıp, kızı içine ya­tırmışlar. Tabutu bir dağın te­pesindeki iki ağacın arasına as­mışlar.

Bir şehzade, avlanırken ağaç­ların arasında bir tabut görmüş. Merak edip, tabutu in­dirmiş ve kapağını açmış. Dünya güzeli bir kızın yattığını görünce, ona âşık olmuş. Tabutu alarak sarayına götür­müş, Şehzade, tabutu odasına koydurmuş. Saraydan çıktığı zaman da odasının kapısını kilitliyormuş. Akşam odasına döndüğünde, sabaha kadar kızın yüzüne hay­ranlıkla bakıyormuş. Günler böyle geçe dursun, bir sa­vaş çıkmış. Padişah, sefere çıkmaya hazırlanıyormuş.

Vezirleri:

- Sizin yetişmiş oğlunuz varken, size gitmek yakışır mı? Savaşa, şehzadeyi gönderelim, demişler.

Uzatmayalım, padişah şehzadeyi çağırıp:

- Sefere sen çıkacaksın, oğlum. Haydi, hazırlan, de­miş. Şehzade, kızdan ayrılacağı için çok üzülmüş. Tabu­tun başına gitmiş ve kapağını açmış. O gece, sabaha kadar kızı seyretmiş ve ağlamış. Sabah, hazırlanmış ve odasını kilitlemiş. Ben yokken, bu kapıyı kimse açmasın diye de, tembih edip, gitmiş.

Şehzadenin bir nişanlısı varmış. Günlerden, bir gün saraya gelmiş ve nişanlısının odasına girmek istemiş. Uğ­raşmış, uğraşmış, ama açamamış. Sonunda, bir anahtar uydurarak kapıyı açmış. İçeri girince altın tabutu gör­müş. Kapağını açınca, kızın ölüsüyle karşılamış:

- Eyvah, şehzadenin sevgilisi varmış da ölmüş; bura­da gece, gündüz yüzüne bakarmış, diye kızın üstünü aramış. Saçlarındaki iğnenin birini görerek çıkarmış. İğne çıkınca, kız bir kuş olmuş ve pııır diye uçup gitmiş. Kız, şaşkınlık içinde tabutu kapayıp odadan çıkmış.

Aradan günler geçmiş ve şehzade seferden dön­müş. Hemen odasına girip, tabutu açmış. Kızı bulama­yınca, odadan fırlamış ve hizmetçilerine:

- Benim odama kim girdi? diye sormuş. Hizmetçiler, şehzadenin öfkesi karşısında tir tir titreyerek:

- Vallahi efendim, biz girmedik! Nişanlınız girmişti.

demişler. Şehzade, kim bilir onu nereye atmıştır, diye ara­mış, ama hiçbir yerde bulamamış. Üzüntüsünü kimseye belli etmiyormuş. Padişah, oğlu seferden geldiği için, ni­şanlısı ile evlendirmeye karar vermiş. Düğün, dernek kurul­muş. Neyse, onlar evlene dursunlar. Kuş, her sabah gelip, bir ağaca konarak bahçıvanı çağırıyormuş:

- Şehzadem ne yapıyor? diye sorarmış, Bahçıvan da:

- Şehzadem çok iyi, diyormuş. Kuş:

- Otursun, sağ olsun. Konduğum dallar kurusun, di-yip, uçar gidermiş. Bir gün, beş gün böyle geçmede ol­sun. Bahçıvan, şehzadeye gidip:

- Her gün, bahçeye bir kuş geliyor. Ağacın dalına konup, beni çağırarak sizi soruyor. Ben de iyi olduğunu­zu söylediğimde, "Sağ olsun, konduğum dallar kurusun." diyor, çıkıp gidiyor, Bu yüzden, bahçedeki ağaçların hepsi kuruyacak, demiş, Şehzade, buna bir anlam ve­rememiş. Kuşu yakalamak için, ağaçların dallarına tu­zak kurmuşlar Ertesi sabah, kuş gene gelmiş ve dala ko­nunca tuzağa yakalanmış. Şehzade, altın bir kafes yap­tırıp, kuşu içine koymuş. Karısı, bu kuşu tanımış ve ondan nasıl kurtulurum diye düşünmüş, taşınmış. Şehzade yok­ken, kuşun kafasını kopararak bahçeye atmış.

Şehzade, saraya döndüğünde kuşu göremeyince: - Kuşum nerede? diye sormuş,

Karısı:

- Kedi kuşu kaptı, yetişemedim, demiş.

Şehzade, her ne kadar çok üzülmüşse de yapabile­ceği bir şey yokmuş. Kuşun başı koptuğu zaman, bah­çeye akan kanlarından gül ağaçları büyümüş. Yaşlı bir kadın, günün birinde bahçıvandan çiçek istemiş, Bahçı­van, kanlardan biten güllerden koparmış ve kadına ver­miş. Kadın, gülleri evine götürünce bir bardağın içine koymuş. Birkaç gün sonra, bütün çiçekler solmuş, ama gül taptaze duruyormuş. Kadın, hala çok güzel görünen gülü bir kere koklamış. Gül, o anda bir kuş olup odanın içinde uçmaya başlamış,

Bunu gören kadın:

- Aman, bu nasıl şeymiş? İn midir, cin midir? diyerek, korkmuş, Kendini toparlayarak, kuşu yakalamış. Sevip ok-şarken, kuşun başında elmas gibi bir şey görerek, onu tu­tup çekmiş, Çekmesiyle beraber kuş, güzel bir kız olmuş,

Yaşlı kadın:

- Sen kimsin? diye sormuş.

Nar Tanesi, kadına her şeyi anlatmış, O gün, ikisi otu­rup dertleşmişler. Kadın, NarTanesi'nin anlattıklarını din­lerken çok üzülmüş ve ona yardım edeceğine söz ver­miş. Ertesi sabah, erkenden saraya giden kadın, şehza­deyi bulmuş. Şehzadeye, her şeyi anlatmış, Şehzade, o kadar çok mutlu olmuş ki,

Kadına, bir kese altın vererek:

- Aman nine! Sen o kızı sakla. Ben, bu gece senin evine gelirim, demiş. Kadın, sevinerek paraları alıp evi­ne dönmüş. Şehzadenin geleceğini kıza söylemiş. Kız, kendisine çekidüzen verip, şehzadeyi beklemiş. Şehza­de, gece yarısı kadının evine gelmiş. Kızı görür görmez, düşüp bayılmış. Neyse, su ve şerbet vererek ayırtmışlar. Şehzade, kızın kim olduğunu ve başına gelenleri öğren­miş. Şehzade, onu oradan alıp eve götürürken, yolda önlerine bir maymun çıkmış, Şehzade, bu yaramaz maymunu yakalamak için kovalamaya başlamış. May­mun, zıplaya sıçraya ağaçtan ağaca kaçmış, şehzade kovalamış. Bu arada kız, bekleye bekleye olduğu yerde uyuyakalmış. Kızın anası, altın tabutun kaybolduğunu duymuş. Nar Tanesi'nin ne olduğunu merak edip, şehir şehir gezerek kızı arıyormuş. Masal bu ya, o sırada kızın uyuduğu yere gelmiş. Bir de bakmış ki, kız oracıkta uyu­yor. Hemen, yanına yaklaşmış ve cadıdan öğrendiği büyüleri yapmaya başlamış.

Maymunu yakalayamayan şehzadenin aklına kız gelmiş:

- Eyvah, sevdiğimi sokaklarda bıraktım! diye, koşa koşa kızın yanına dönmüş.

Nar Tanesi'nin yanında gördüğü kadına;

- Sen kimsin?" diye sormuş.

Kadın:

- Oğlum, bu kız seninle mi? Onu böyle yalnız bırakıp da nereye gittin? Eğer ben gelmemiş olsaydım, kim bilir başına neler gelecekti! İyi ki çabuk geldin, diyince şehza­denin aklına bir şey gelmemiş. Hemen, kızı uyandırmış.

Kadına:

-Sen kimsin? demiş,

Kadın:

- Oğlunn, ben bir fakirim; kimseciğim yok, demiş, Şehzade:

- Haydi, benimle gel, Sen, bana İyilik yaptın, ben de sana ne istersen veririm, demiş. Kız, annesini sesinden tanımış. Gizlice, şehzadenin kulağına söylemiş. Şehza­de, kadına belli etmemiş ve beraber saraya gelmişler,

Şehzade, kendi karısını ve Nar Tanesi'nin annesini cezalandırmış, İkisini de ülkesinden kovmuş, Nar Tanesi ile şehzade, evlenmiş ve kırk gün düğün yapmışlar. Son­suza kadar mutlu yaşamışlar.

MERAM ŞAH İLE SADE SULTAN

İnlerin, cinlerin, perilerin ve devlerin top oynadığı, Şehzadelerin ve padişahların hüküm sürdüğü zamanlar­da yaşlı bir padişah yaşarmış. Bu padişahın, üç oğlu var­mış. GünlercJen bir gün, padişah hastalanmış ve birkaç gün sonra da ölmüş, Oğulları, aralarında tahta sen ge­çeceksin, yok efendim ben geçeceğim, diye kavgaya tutuşmuşlar. En sonunda, küçük oğlan demiş ki:

- Haydi! birer ok atalım; hangimizinki uzağa giderse, tahta o geçsin.

Diğerleri de, kabui etmiş ve oklarını alarak kıra çık­mışlar, Sırayla oklarını atmışlar, En büyük oğlanın oku, bir çayırlığa düşmüş, Ortancanınki de yine ondan uzak bir çayıra, en küçüğünün oku da bir çalılığa düşmüş. Şeh­zadeler, oklarının peşinden koşarak gitmekte olsunlar. Akşam olup, karanlık bastırmış. Şehzadeler, oklarını bul-'muş, ama birbirlerini kaybetmişler. Küçük şehzade, oku­nu almış ve etrafına bakınmış. Uzakta bir mum ışığı gör­müş ve merak edip bakmaya gitmiş. Bir de bakmış ki ko­caman bir saray; sarayın kapısında da kırk kişi bekliyor,

Şehzade, selâm verip:

- Siz kimsiniz? Neden, burada bekliyorsunuz? diye sormuş.

Adamlar:

- Biz, kırk haramileriz. Şu saraya, kaç yıldan beri gir­mek istiyoruz, ama bir türlü yolunu bulup giremiyoruz, di­ye cevap vermişler.

Şehzade, sarayın etrafında dolaşmış ve arkadaki bir duvara çıkmış:

- Haydi, siz de sırayla yukarı çıkın! diye seslenmiş.

Haramiler, uğraşa uğraşa güç bele, birer birer duva­ra çıkmışlar. Şehzade, her çıkanın başını kesmiş ve sara­yın bahçesine atmış, Onlardan kurtulduktan sonra, sa­rayın içine girmiş. Bütün odaları, sırayla dolaşmış. Üç odada bir birinden birer güzel, üç kız uyuyormuş. En çok beğendiği kızın odasının kapısına, belindeki hançerini çıkarıp saplamış. Oradan uzaklaşıncaya kadar sabah olmuş, Okunun düştüğü yere varıp, ondan sonra da kar­deşlerini bulmuş, Küçük şehzadenin oku, hepsinden uzağa düştüğü için onu tahta çıkarmışlar,

Şehzadenin girdiği ülkenin padişahı, sabah küçük kı­zının kapısına saplanmış hançeri görmüş. Çekip, çıkar­mak istemiş, ama bir türlü çıkaramamış, Adamlarını ça­ğırıp, çıkarmalarını emretmiş; onlar da çıkaramamışlar. Saraydaki herkes, hançeri çıkarmak için uğraşmış, ama olmamış. Padişah, bu işe bir anlam verememiş.

Sonra da bütün ülkede tellallarını dolaştırıp:

- Her kim, küçük sultanın kapısındaki hançeri çıkar­mayı başarırsa, Padişah kızını onunla evlendirecek! diye duyurmuş. Ülkede, ne kadar cesur ve güçlü delikanlı varsa gelmiş. Hiç kimse, hançeri yerinden çıkaramamış, Komşu ülkenin şehzadeleri de duymuş ve üçü birden oraya gelmişler. Büyük şehzade, hançeri çekmiş, ama çıkaramamış, Sıra ortanca şehzadeye gelmiş. O da çı­karamamış, En sonun da küçük şehzade hançeri çek­miş ve çıkarmış. Hançeri, belindeki kınına sokmuş.

Padişah:

- Oğlum, kimsenin başaramadığını sen başarama-dın. Kızım ile evlenebilirsin, demiş.

Şehzade:

- Padişahım, müsaade ederseniz diğer kızlarınızla da ağabeylerim evlensin, demiş.

Padişah:

- Onlara da büyük kızlarımı veririm, demiş.

Şehzadeler, her biri kızların birini alarak atlarına bin­mişler ve yola çıkmışlar.

Giderken, küçük şehzadenin evleneceği kızı, hava­dan rüzgâr gibi bir şey inip oğlanın kucağından kaçır­mış, Şehzade, kızın arkasından bakakalmış.

Hemen kardeşlerine:

- Haydi, siz gidin. Ben onu buluncaya kadar döne­mem, demiş.

Kardeşleri, buna çok üzülmüşler. Onlar da kardeşle­rine yardım etmek istemişler, ama şehzade kabul etme­miş, Ağabeyleri, bir tarafa, şehzade başka bir tarafa doğru yola çıkmışlar.

Şehzadenin evleneceği kızı kaçıran, rüzgâr devmiş-Eskiden beri, kıza aşıkmış, Uzun zamandır, kızı kaçırmak için, fırsat kolluyormuş, Şehzade, az gitmiş uz gitmiş, de­re tepe düz gitmiş. Bir dev anası ile karşılaşmış. Bu dev,

kızı kaçıran devin anasıymış, Şehzade, devi görünce korkmuş.

Yanına yaklaşıp:

- Kolay gelsin anacığım! Nasılsın, diye kibarca elleri­ni öpmüş.

Dev:

- Oğulcuğum, nereden gelip nereye gidiyorsun? diye sormuş, Şehzade, başına gelenleri dev anasına anlatmış.

Dev anası:

- Eyvah! Senin karını kaçıran benim oğlumdur. O kı­zı kaçırmak için yıllardır uğraşıyordu, Hani, görüp de başlarını kestiğin hırsızlar var ya? Onlar, kızı kaçırmaya çalışıyorlardı. Kızı onun elinden alman, çok zor. Nehrin kenarında küçük kardeşim yaşar; ona, benden selâm söyle. Belki o sana yardım edebilir, demiş.

Şehzade, dev anasına teşekkür edip, yola koyul­muş. Gide gide dev anasının kardeşinin yaşadığı yere varmış. Ona da kibarca davranmış ve her şeyi anlatıp, yardım istemiş.

Dev:

- Ben sana yardım edemem. Şu dağın arkasında, büyük kardeşim yaşar, Ona git, demiş.

Şehzade, yine yola çıkmış. Güç, bela dağı aşmış ve devin yaşadığı yere varmış.

Dev anasına her şeyi anlatıp, yardım istemiş. Dev:

- Evlâdım, senin karını kaçıran dev, buradan gidelı tam bir ay oldu. Onu yakalamak için, deniz kenarına git ve orada kırk gün bekle. Kırk günde bir, deniz aygırının yavruları karaya çıkar, Eline bir kucak pamuk alarak, onlardan birini yakalayabilirsin ve buraya getirirsin. Biz, onu kırk gün besleyerek büyütürüz. Ondan sonra üstüne binip aradığın kızı bulursun, demiş, Şehzade, hemen de­niz kenarına gitmiş, Kırk gün orada beklemiş. Kırk birinci gün, denizden aygır yavruları çıkmış. Şehzade, elini sür­meden pamuk ile yavrulardan birini kucaklayıp dev anasının evine getirmiş, Yavruyu kırk gün beslemişler.

Kırk gün sonra, dev anası aygıra:

- Bu oğlanı rüzgâr devin yanına götürebilir misin? demiş.

Aygır:

- Onun karısını kaçıran, benim babamdır. Ben, ne kadar hızlı gitsem de o bani yakalar. Ama şehzade, kızı kurtarıp sırtıma bindikleri zaman sırtıma bir iğne batırırsa, belki iğnenin acısıyla daha hızlı kaçabilirim, demiş.

Şehzade, eline bir iğne alıp, aygıra binmiş ve yola çık­mışlar. Aygır, onu rüzgâr deve götürmüş. Dev, kızın yanında uyuyormuş, Bindikleri aygır da çayırda otluyormuş.

Kız, şehzadeyi görünce, çok sevinmiş ve:

-Aman şehzadem, durmayıp gidelim. Dev uyanırsa bizi öldürür, demiş.

Şehzade, kızı almış ve aygıra binip, kaçmışlar. Onla­rın kaçtığını gören devin bindiği ay­gır, bir kere kişnemiş, Dev, kudan uyanınca bakmış k kız yok. Hemen aygıra bi­nerek, onların peşine düşmüş, Şehzade, dö­nüp arkasına bakmış, Dev, öfke içinde peşle­rinden geliyormuş. Nere­deyse, onlara yetişiyor-muş. Hani, elini uzatsa yakalayacakmış. Şehzade, iğneyi aygıra öyle bir batırmış ki, aygır uçmuş, uçmuş. Demeye kal­maz, dev anasının evine varmışlar. Dev, onlara yetişememiş.

Dev anası, onları görünce:

- Oğlum, simdi hiç korkma, Haydi, kızı al ve nereye gideceksen git. Ama yardımımın karşılığında senden, her gün bir koyun isterim. Eğer göndermezsen, bir gece gelip seni de, karını da yerim, demiş.

Şehzade, seve seve kabul etmiş ve ona teşekkür edip ülkesine dönmüş.

Şehzadenin döndüğünü gören kardeşleri, çok sevin­mişler. Hemen düğün hazırlıklarına başlamışlar. Kırk gün kırk gece düğün yapmışlar, Düğüne, derneğe dalan şehzade, dev anasına koyun göndermeyi unutmuş. O gece, şehzade ve karısı uyurlarken devanası gelip ikisini birden yataklarıyla beraber alıp götürmüş. Uyandıkları zaman, kendilerini dev anasının evinde bulmuşlar, O za­man, şehzadenin aklı başına gelmiş.

Dev anası:

- Ben, sana o kadar iyilik yaptım. Sen ise gittin gide-li bana hiçbir şey göndermedin. Şimdi ikinizi de yiyeyim mi? demiş.

Şehzade:

- Aman anacığım! Bizi bağışlarsan sana hemen ge­çen her gün için birer koyun yollarım. Eğer yollamaz-sam, bizi yersin, demiş ve dev anasını ikna etmiş.

Dev anasının evinden ayrılıp, yola çıkmışlar. Gide gi­de ağaçlık bir yere varmışlar. Çok yoruldukları için, bir ağacın altına oturmuşlar. Şehzade, başını kızın dizlerine yaslamış ve az sonrada uyuya kalmış. Rüzgâr dev de onları takip ediyormuş. Şehzadenin uyumasından yara­lanıp, kızı kaptığı gibi kaçmış. Şehzade uyandığında, bir de bakmış ki, karısı yok. Telaşla oturduğu yerden fırlamış ve her yeri aramış, aramış, ama bulamamış. Bir kuyunun başına gelmiş. Eğilip, kuyunun içine bakınca, dibinden gürültüler geldiğini duymuş. Merak edip, kulak kabartınca müzik sesi duymuş. Tam o sırada, kuyunun içinden bir kuş çıkmış,

Kuş, oğlanı görünce:

- Ey yiğit, sen burada ne arıyorsun? diye sormuş. Şehzade:

- Buradan geçerken, kuyunun içinden bir ses duy­dum. Acaba bu nedir diye bakıyordum,demiş.

Kuş:

- Burada peri padişahının oğlu evleniyor, düğün yapıyoruz, Ben de onlara su taşıyorum, demiş.

Şehzade:

- Ben de yanınıza gelebilir mi­yim? demiş.

Kuş:

- Ben, gidip su dolduracağım. Eğer, beni beklersen seni kuyuya indiririm, demiş.

Kuş, su alarak geri dönmüş ve:

- Şimdi, ben seni aşağıya indirdiğim zaman, periler birbirine girip, içimize âdemoğlu geldi diye başına üşü­şürler. Sen de, "Aman padişahım beni sen kurtar, derdi­min çaresini bul," dersin. O da "Derdin nedir?" deyince başına gelen her şeyi anlatırsın. O senin derdine çare bulur, demiş ve şehzadeyi kuyuya indirmiş. Şehzade, cennet gibi bir bahçeye inmiş. Bahçede her çeşit ağaç varmış. Yemyeşil ağaçların arasında, bin bir çeşit ve renkte çiçeklerin kokusu her tarafa yayılıyormuş, Bin bir çeşit kuş cıvıltıları arasında hayranlıkla bahçeyi dolaşan, şehzadenin başına periler toplanmış:

- İnsanoğlu, sen buraya sen nasıl geldin, demişler.

Şehzade, peri padişahının yanına gitmiş ve ondan yardım istemiş,

Peri padişahı:

- Ey oğul, sen bir âdemoğluysan buraya nasıl gel­din? diye sormuş, Şehzade, su taşıyan kuşun kendisini kuyuya indirdiğini anlatmış.

Padişah, o kuşa:

- Haydi, bu oğlanı al ve istediği yere götür. Eğer ba­şınıza bir şey gelecek olursa, 'şahım' diye bağır, Ben, sizi kurtarırım, demiş. Kuş, şehzadeyi sırtına bindirmiş ve ha­valanmış. Devin yaşadığı yere varınca, kızı aldıkları gibi uçarak yedi kat göğe çıkmışlar.

Aygır kişneyince, dev uyanıp aygıra binerek onları yakalamak istemiş. Ama hiç bir yerde bulamamış ve öf­ke içinde geri dönmüş. Kuş, onları kuyuya getirmiş.

Padişah:

- Senin adın Şah Meram, karının adı da Sade Sultan olursa, dev bir daha sizi yakalayamaz. Sakın, unutma­yın, demiş,

Şehzade ve karısı, peri padişahına teşekkür etmiş ve sarayına dönmüş. Onların geri geldiğini gören kardeşle­ri ve halk bayram etmişler.

Bir gece, rüzgâr dev kızı kaçırmak için, odalarına gir­miş. Tam o sırada kız uyanarak:

- Şah Meram, diye bağırmış. Şehzade:

- Ne var. Sade Sultan? demiş ve dev taş kesilmiş.

Devi, bahçedeki havuzun kenarına koymuşlar. Şeh­zade ve karısı, her gün havuz başında otururmuş. Bir gün, şehzade unutup, kızın eski adını söylemiş. O sırada, taşın orta yerinden çatladığını görmüşler ve akılları baş­larına gelerek:

- Şah Meram, diye seslenmiş, kız. Şehzade:

- Ne var, Sade Sultan'ım, diyince, taş kapanmış.

Bir gece, oğlan ile kız uyurlarken, kız rüyasında bir derviş görmüş.

Derviş:

- Kızım, eğer unutup da gerçek isimlerinizle birbirinize seslenirseniz telaşlanmayın. Taş çatladığı zaman, şehzade havuzun suyundan bir avuç alıp, taşın üzerine atsın, Havuzun içine, taşın içinden her zaman aftın ve elmas akar, Siz de bu devden kurtulursunuz, demiş.

Kız, uyanınca rüyasını şehzadeye anlatmış. Şehzade:

- İyi ama sultanım, ya yapamazsam? Ya o korkunç dev, seni yine kaçırırsa, demiş,

Yine bir gün, havuz başında otururlarken unutup, es­ki isimlerini söylemişler. Taş yarılıp, içinden dev çıkacağı zaman kız:

- Aman Şah Meram'ım! demiş.

Şehzade, suyu serpeceği yerde hançerini çekip de­ve saldırmış. Dev, taştan çıkmış ve şehzadenin bileğin­den yakalamış,

Şehzade, korkusundan:

- Aman Sade Sultan, demiş ve dev havuzun içine düşerek tekrar taş kesilmiş. Her tarafından kanlar akma­ya başlamış. Şehzade ve karısı, birbirlerine sarılmışlar ve korku içinde havuza akan kana bakmışlar. O sırada, kı­zın rüyasında gördüğü derviş gelip:

- Siz, benim dediğim gibi yapsaydınız, dev taş olup duracaktı. Kan yerine de elmas ve altın akacaktı. Sakın, "Keşke öyle yapsaydık" demeyesiniz; sonra bu taş gene dev olup sizin ikinizi de alır gider. Bir daha birbirinizi bu­lamazsınız, demiş ve ortadan kaybolmuş.

Şehzade:

- Sade Sultanım, biz bundan böyle havuz başına gelmeyelim, çünkü yine unutup yanlış bir şey yapacak olursak bir daha bu devin elinden kurtulamayız, demiş. Havuzun başına bir daha hiç gitmemişler. Bahçeye de kimseler çıkmıyormuş.

Yıllarca, havuzun içine kanlar akıp, durmuş. Bahçe­ye açılan kapının önüne, kalın bir duvar ördürmüşler, Şehzade ve kız, ömürlerinin sonuna kadar birbirlerinden

ayrılmamışlar.

KELOĞLANIN MACERALARI

Bir zamanlar, bir Keloğlan varmış. Keloğlan'ın yaşlı bir de anası varmış. Kadın, oğluna hangi işi verse yapmaz-mış; çok tembelmiş. Keloğlan, bir gün padişahın kızını görmüş ve ona âşık olmuş.

Anasına gidip:

- Ana, git bana padişahın kızını iste, demiş. Anası, gülsün mü, ağlasın mı; şaşırıp kalmış:

- Oğlum, senin ne paran, ne de dişin var! Hem pa­dişah, senin gibi bir keloğlana kızını verir mi? demiş.

Keloğlan:

- Elbette verecek. Sen git, hemen iste, demiş.

Kadın, oğlunun ısrarlarına dayanamayıp, bir gün kalkmış ve saraya gitmiş.

Padişahın huzuruna çıkıp:

- Efendim, benim bir oğlum var. Her gün, beni dövü­yor; ilie de padişahın kızını isterim diyor. Ben, artık da­yaktan usandım. Beni ister öldür, ister as; ne yaparsan yap, demiş.

Padişah:

- Hanım, git oğlunu bana getir, demiş. Kadın, eve gelip, Keloğlan'a:

- Padişah seni istiyor, demiş.

Keloğlan, bir hevesle saraya koşmuş. Padişah, bak­mış ki, bir Keloğlan. Ben, kızımı buna nasıl vereyim? diye, onu başından savmak İçin:

- Ben, sana kızımı veririm, ama bir şartla. Dünyada ne kadar kuş varsa, hepsini bana getirebilirsen kızım se­nindir, demiş.

Keloğlan, "Aman ben ne yaptım! Dünyanın bütün kuşlarını, nasıl toplarım! Eğer, bulamazsam kel kafacı-ğımdan da olurum! Hay, anamı göndermez olaydım! Ah, benim aptal kafam! En iyisi, buralardan kaçayım!" diye kara kara düşünüyormuş. Sonunda, bohçasını sırtı­na vurmuş ve yollara düşmüş.

Az gitmiş, uz gitmiş. Dere tepe, düz gitmiş. Sonunda, arkasına bir bakmış ki, bir arpa boyu yol gitmiş. Keloğ­lan, şarkı söyleye söyleye giderken bir dervişe rastlamış.

Derviş:

- Oğlum, nereye gidiyorsun? diye sormuş.

Keloğlan, dervişin yanına oturup, başına gelenleri bir bir anlatmış.

Derviş, bu keloğlanı çok sevmiş ve ona:

- Oğlum, kat dağının tepesinde ulu bir servi ağacı vardır. Servi ağacının altına oturup, bekle. Dünyanın bü­tün kuşları, o serviye konarlar. Sen "macun" dersen, kuş-iarın hepsi o ağaçta kalırlar, Onları toplayıp, padişaha götür, demiş.

Keloğlan, havalara uçmuş. Key­finden yerinde duramaz olmuş. Dervişin, elini öpmüş ve hemen yoia çıkmış. Oynaya zıplaya, bir şarkı tutturup kaf dağına varmış. Ulu servi ağacını bul­muş ve dibine oturup bekle­meye başlamış, Akşam olun­ca, ne kadar kuş varsa gelip serviye konmuş. İşte, o zaman keloğlan:

- Macun, diye bağırmış ve bütün kuşlar kıpırdayamaz olmuş. Keloğlan, neşe içinde sıray­la kuşları toplamaya başlamış:

- Güvercin, serçe, karga, saka, bülbül, turna, hey sen de gel bakalım güzel kuğu derken, hepsini toplamış ve doğru padişaha götürmüş.

Padişah, keloğlanın bu işi başardığını görünce çok şaşırmış. Hala, bu keloğlana kızını vermek istemiyormuş.

Düşünmüş, taşınmış ve sonunda:

- Keloğlan, başının kelini iyi et! Başında saç bitsin, ondan sonra gel sana kızımı vereyim, demiş,

Keloğlan, küskün küskün saraydan çıkmış ve evine gelmiş. Birkaç gün, evinde tembel tembel oturmuş.

Anası:

- Ah benim keleş oğlum, ben sana demiştim. Şimdi de böyle suratını asıp, oturursun işte, diyormuş.

Keloğlan, kara kara düşüne dursun. Padişah da kızı­nı vezirinin oğluna nişanlamış. Keloğlan artık gelmez di­ye, düğünlerini de yapmış. Zavallı keloğlan, padişahın kızı ile vezirin oğlunun evlendiğini duymuş ve gizlice sa­rayın tavan arasına çıkıp saklanmış. Onlar yattıktan son­ra, keloğlan:

- Şimdi, görürsünüz beni kandırmanın ne demek ol­duğunu! Macun, diye bağırınca ikisi birden yatağa ya­pışıp kalmışlar.

Sabah, gelin ile damadın hala odadan çıkmadığını görünce merak etmişler. Saat, dört olmuş, beş olmuş, ama onlardan hala ses çıkmamış, Hizmetçilerden biri, kapının deliğinden bakayım demiş, Keloğlan, hemen "macun" demiş ve adam kapıya yapışıp kalmış. Onu görüp, yanına gelende yapışmış. Yapışa yapışa, sarayın içinde uzun bir kuyruk olmuş. Neredeyse, sarayın içinde yapışmayan kimse kalmamış, Hep bir ağızdan, öyle bir feryat, figan bağırıyorlarmış ki, sormayın, Padişah, ne yapacağını bilememiş. Kalan adamlarını, büyücüye göndermiş. Bir çare bulsun diye, Gönderdiği adamlar, giderlerken bir kasap dükkânına uğramışlar,

Kasaba:

- Şu etten bize biraz ver, diye eti tutmuşlar. Kasap da:

- Şundan mı, bundan mı? diye etleri gösterirken, ke­loğlan, "macun" deyince hepsi etlere yapışıp kalmışlar.

Padişah, beklemiş, beklemiş, ama ne gelen varmış, ne de giden, Onları aramak için, sokağa çıkmış. Kasap dükkânının önünden geçerken, etlere yapışmış adamla­rını görmüş ve küplere binmiş. Padişah, onlara bağırarak:

- Ben sizi nereye yolladım! Burada ne arıyorsunuz! demiş.

Zavallı adamlar, etlere yapışmış halde padişahın karşısında zangır zangır titriyorlarmış.

- Aman padişahım, nasıl oldu anlayamadık! Bizi af­fet! dîye ağlaşırken. Padişah:

- Susun! Aptallar sizi, ben başımın çaresine bakarım! demiş ve doğru büyücünün evine gitmiş.

Büyücü, sihirli bir aynaya bakmış ve her şeyi görmüş, Padişaha demiş ki:

- Efendim, sizin kızınızı bir keloğlan istemiş, siz de verme­mişsiniz. İşte, bütün bu işler onun başının altından çıkmış.

Padişah:

- Aman büyücü, ne gerekiyorsa yap! Büyücü:

- Keloğlanın büyüsü çok güçlü, benim elimden bir şey gelmez, padişahım. Bunun çaresi kızınızı keloğlana vermenizdir. Yoksa ömür boyu kurtulamazsınız, demiş.

Padişah, çaresizlik içinde sarayına dönmüş ve adamlarını keloğlanın evine yollamış. Keloğlan bunu duyunca, saklandığı yerden çıkmış ve evine koşmuş. Keloğlan, adamların geldiğini görünce, anasına:

- Aman anacığım, beni sorarlarsa, uzun zamandır yok dersin. Beni bulmanın karşılığında do onlardan, bir kese altın iste, demiş.

Anası:

- Ah, keleş oğlum! Gene ne işler karıştırıyorsun?

Keloğlan:

- Sen, hiç merak etme anacığım, Yalnız benim de­diklerimi yap, Seni sarayda yaşatacağım, demiş.

O sırada kapı çalınmış. Kadın, kapıyı açmaya gider­ken, bir yandan da oğlunun sözlerine gülüyormuş.

Padişahın adamları:

- Keloğlan burada mı? diye sormuşlar Kadın:

- Ne yapacaksınız oğlumu, demiş, Adamlar:

- Padişahımız çağırıyor. Onu, kızıyla evlendirecek, demişler. Bunu duyan kadının ağzı, şaşkınlıktan bir karış açık kalmış. Sonra, kendine gelmiş ve oğlunun tembih­lediği gibi:

- Evde yok. Uzun zamandır, eve uğradığı yok, de­miş.

Adamlar:

- Aman nine, onu nerede buluruz? Kadın:

- Bilmem ki nereye gitti. Eğer, bana bir kese altın ve­rirseniz, oğlumu arar bulurum, demiş.

Adamlar:

- Aman nineciğim, sen yeter ki bul, demişler ve he­men bir kese altın vermişler.

Birkaç gün sonra, keloğlan saraya gitmiş. Onu, he­men padişahın huzuruna çıkarmışlar. Padişah, keloğlanı görünce:

- Aman oğlum, nerelerdesin? Kaç gündür, seni ara­maktan, bir hal olduk! demiş ve vezirini çağırmış. Keloğ­lanla kızını nikahlamış.

Keloğlan da:

- Çözül macun, çözül, deyince herkes kurtulmuş ve rahat bir nefes almış. Vezirin oğlu, yataktan kurtulunca, öyle bir kaçmış ki, arkasından kimse yetişememiş, Her­kes, çok mutluymuş. Kırk gün, kırk gece düğün yapmış­lar ve çalıp, oynamışlar.

YEDİ BAŞLI EJDERHA

Evvel zaman içinde bir padişah, bu padişahın da kırk tane oğlu varmış. En küçüğü on dört yaşındaymış. Şehzadeler, bütün günlerini avlanarak, kuş yakalayarak ve gezip, eğlenerek geçiriyorlarmış.

Günlerden bir gün, padişah oğullarını yanına çağı­rarak:

- Ne olacak sizin bu haliniz? Ben, sizi evlendirmeye karar verdim, demiş.

Şehzadeler:

- Emredersiniz babacığım, ama bizim gibi bir ana­dan bir babadan olma kızlar isteriz, demişler.

Padişah, adamlarını ülkenin dört bir tarafına gönde­rip, aynı ana babadan olan kırk tane kız aratmış. Adam­lar, her bir yeri aramışlar, taramışlar; otuz dokuz kız bu­lup, kırkıncıyı bulamamışlar.

Padişah, oğullarına:

- Çocuklarım, sizin istediğiniz gibi kırk kız bulunmu­yor, biri de başka oluversin, demiş. Şehzadeler, kabul etmemişler ve:

- Biz gider, kendimiz arar buluruz. Bize izin ver, demişler. Bunun üzerine padişah:

- Aman oğullarım, gitmeyin; nerede bulacaksınız? Başka illerde kendinizi harap edersiniz, dediyse de, oğ­lanlar inat etmişler.

Padişah da:

- İyi, öyleyse gidin, ama size üç nasihatim var. Bura­dan çıktığınız zaman, yolda giderken bir çeşmeye vara­caksınız; orada sakın yatmayın! Biraz daha ilerde, bir hana varacaksınız, orada da yatmayın! Bir kıra vardığı­nızda orada da yatmayıp, başka her nerede yatarsanız yatın.

Şehzadeler, hazırlanmışlar ve babalarının elini öpüp yola çıkmışlar.

O gün, akşama kadar dinlenmeden gitmişler. So­nunda, bir çeşmeye varmışlar.

Şehzadeler:

- Kırk kişiyiz burada. Ne olacak? Haydi, geceyi bura­da geçirelim, demişler. Babalarının sözünü dinlememiş­ler. Atlarından inmişler ve yiyip, içtikten sonra her biri bir köşeye uzanmış. Az sonra da horul horul uyumuşlar. Ama en küçük şehzade uyumuyormuş. Gece yarısı, an­sızın bir çığlık sesi gelmiş. Oğlan, doğrulup etrafına ba­kınmış, ağabeyleri, hala uyuyormuş. Yattığı yerden kalkmış ve kılıcını çekip, sesin geldiği tarafa doğru yavaş ya­vaş yürümüş. Bir de bakmış ki, yedi başlı bir ejderha ge­liyor. Ejderha, kocamanmış ve ağzından alevler çıkıyor­muş. Uzun kuyruğunu sürükleyerek, şehzadeye yaklaş­mış, yaklaşmış; oğlana saldırmış, ama o bir sıçrayışta kur­tulmuş. Ejderhanın her saldırısından kurtulan çocuk:

- Koca ejderha, şimdi sıra bana geldi, diyerek kılıcı­nı çekmiş; bir vuruşta ejderhanın altı başını birden uçur­muş,

Ejderha:

- Erkeksen bir daha vur, demiş. Şehzade:

- Ben, dünyaya bir kere geldim; iki kere değil, deyin­ce ejderhanın bir kafası yuvarlana yuvariana bir kuyunun başına gitmiş:

- Benim canımı alan, malımı da alsın, demiş ve kuyuya düşmüş.

Şehzade, belindeki ipi çıkarmış ve oradaki büyük bir kayaya bağ­lamış. İpin diğer ucunu da kuyuya sarkıtmış ve tu­tunarak aşağıya inmiş. Ku­yunun dibinde demir bir kapı varmış. Şehzade, kapıyı açmış ve içeri girmiş. Karşısına büyük bir saray çıkmış. Bu sarayın, kırk odası varmış. Bir odanın kapısını, yavaşça açmış. Odanın içi, elmaslarla doiuymuş. Şehzade, gözlerine inanamamış, Işıl ışıl elmaslara dokunmuş, ne yapacağı­nı şaşırmış, Sonra, aklına diğer odalara bakmak gelmiş, Bütün kapıları, sırayla açmış. Birinde altın, diğerinde ya­kut kısaca her odanın içi değerli mücevherlerle doiuy­muş. En son kapıyı açınca, bir de ne görsün? Kırk tane hepsi de birbirinden güzel kiz, oturmuş gergef işliyorlar-mış, Kızlar, şehzadeyi görünce, korkmuşlar ve ayağa kalkmışlar:

- Sen, in misin yoksa cin misin? Buraya nasıl geldin? demişler.

Şehzade, başından geçenleri bir bir kızlara anlatmış.

Kızlar da ona anlatmışlar. Meğerse o kızlar, kardeşmiş, Ejderha, kızların anasını öldürmüş ve onları kaçırıp bura­ya hapsetmiş, Ejderhanın öldüğünü duyan kızlar, çok sevinmişler ve onları kurtaran şehzadenin boynuna sarılmışlar.

Şehzade:

- Ben şimdi gidip, kardeşlerimi çağırayım. Sonra, sizi buradan çıkartırız, demiş.

Kardeşlerinin yanına dönen şehzade, onların hala mışıl mışıl uyuduğunu görünce yatıp, uyumuş,

Ertesi sabah, uyanan ağabeyleri, hala uyuyan kar­deşlerini dürterek:

- Hey, tembel! Haydi, uyan artık! deyip, onun şaşkın haline kahkahalarla gülmüşler. Kendi aralarında:

- İşte, burada yattık da ne oldu? Galiba, babamız bizim gözümüzü korkutmak istedi, demişler. Şehzadeler, eşyalarını toplamışlar ve yeniden yola çıkmışlar. Akşa­ma kadar, hiç durmadan yollarına devam etmişler.

Hava karardığında bir hana varmışlar ve:

- Geceyi burada geçirelim. Çeşmede yattık, bir şey olmadı, diyerek atlarından inmişler,

Küçük şehzade:

- Babamız, bize handa yatmayın dedi, Elbet bir bil­diği vardır, demiş.

Diğerleri, küçük kardeşlerini:

- Haydi, sen karışma! diye azarlamışlar, o da sesini çıkarmamış.

Hep beraber hana girip, yiyip içmişler. Sonra da odalarına çekilip, uyumuşlar. Küçük şehzade, gene uyumayıp, beklemiş. Gece yarısı, büyük bir gürültü kop­muş. Şehzade, sessizce kalkmış, Ağabeyleri, uyuyormuş. Kılıcını alıp, bakmaya gitmiş, Dün gecekinden daha bü­yük ve daha korkunç, yedi başlı bir ejderha geliyormuş, Şehzade, koca ejderhayla dövüşmeye başlamış ve onu da öldürmüş. Bu ejderhanın da kalan bir başı, yuvarla­narak bir kuyuya düşmüş. Şehzade, bu kuyuya inince de koca bir sarayda altınlar ve elmaslar bulmuş. Gene yatağına dönüp, yatmış, Sabah olunca, hepsi uyanıp:

- İşte, burada da yattık, ama hiçbir şey olmadı, di­yerek atlarına binmişler.

Az gitmişler, uz gitmişler, dere tepe dümdüz gitmiş­ler. En sonunda bir kıra varmışlar. Gece, orada kalmaya karar vermişler. Oturup, bir güzel karınlarını doyurmuşlar. Tam yatacakları sırada, bir gürültü kopmuş ki, sormayın! Bir korkunç ses, geliyormuş ki, hem de dağları devire de­vire! Şehzadelerin akılları başlarından gitmiş ve telaş içinde atlarına binmişler. Bir de bakmışlar ki, koca bir ej­derha:

- Benim kardeşlerimi kim öldürdü? diye bağıra, ça­ğıra geliyor.

O zaman, birbirlerine bakıp:

- Şimdi, ne yapacağız? Bunun elinden nasıl kurtulu­ruz? demişler.

Küçük kardeşleri:

- Ben, size söylemiştim, ama siz dinlemediniz! Haydi, bakalım şimdi derdinizi ejderhaya anlatın, demiş.

Bakmış ki, ağabeyleri korkudan bir şey yapamaya­cak:

- Siz, şu anahtarları alın. Hanın yanında bir kuyu var. O kuyunun içi, mücevherlerle dolu. Onları alıp, çeşme­nin yanındaki kuyuya gidin. Orada da mücevherlerle birlikte, kırk tane kız var. Onları da alın ve sarayımıza gi­din. Ben, bu ejderhayı öldürüp gelirim, demiş,

Ağabeyleri, hemen kaçmışlar. Küçük şehzade, ej­derha ile dövüşmüş, ama ne ejderha oğlanı yenebilmiş, ne de oğlan ejderhayı yenebilmiş.

Bunun üzerine ejderha, oğlana:

- Sen, çok cesur bir çocuksun, Eğer, senden isteye­ceğim şeyi yaparsan seni bırakırım, demiş.

Şehzade, kabul edince, ejderha:

- Ben, Çin padişahının kızına âşığım, Kaç yıldır, padi­şah ile kızı için savaşıyoruz. Eğer, o kızı bana getirebilir-sen sana hiç bir şey yapmam, demiş.

Ejderhanın adı, Çampalakmış, Çampalak, oğlana bir dizgin verip:

- Al bunu ve büyük dağın ardındaki çeşmeye git. Aygırlar, sabah erkenden o çeşmeden su içmeye gelir­ler, Su içmek için eğildiklerinde, hemen birinin başına bu dizgini geçir ve üzerine bin. Dizgini geçirdiğin aygır, seni istediğin yere götürür, demiş. Şehzade, dizgini almış ve hemen yola koyulmuş. Çeşmeye gidip, aygırları bekle­meye başlamış. Sabahın ilk ışıkları ile aygırlar gelmiş ve çeşmenin başında toplanmışlar, Şehzade, saklandığı yerden yavaşça çıkmış ve birinin başına dizgini takmış.

Aygıra, hemen:

- Beni, Çin'e götüri demiş, Aygır:

- Kapa gözünü, aç gözünü! deyince, bir de bakmış ki, Çin'deymiş.

Aygırdan inip, dizgini çıkarınca aygır gitmiş. Şehza­de, büyük bir şehre gelmiş ve etrafı dolaşmaya başla­mış.

Yaşlı bir kadın, ona:

- Oğlum, sen buranın yaban-cısısın galiba. Nereden gelip, nereye gidiyorsun? diye sormuş.

Şehzade:

- Nineciğim, yatacak bir yer arıyorum, demiş, Yaşlı kadın:

- Gel oğlum, seni evime götüreyim; misafirim ol, de­yince, oğlan kadınla gitmiş ve o gece orada kalmış.

Gece otururlarken, kadın şehzadeye:

- Oğlum, sen buraya nereden geldin? Buralara ya­bancılar pek gelemezdi. Çünkü padişahın kızına bir ej­derha âşık oldu. Tam sekiz yıldan beri, o kızı almak için padişahla savaşıyor. Ejderha, buralara kimseyi sokmu­yor. Sen, nasıl odluda geldin? diye, merakla sormuş.

Şehzade:

- Nineciğim, o kızı nerede bulabilirim? demiş. Kadın:

- Padişahın bahçesinde, bir köşk vardır; orada otu­rur ve hiçbir yere çıkmaz, demiş.

Şehzade, sabah erkenden çıkmış ve araya sora sa­rayın bahçe kapısına kadar gelmiş. Kapıda, ihtiyar bir bahçıvan oturuyormuş. Adamın yanına yaklaşıp:

- Bahçıvan, beni yanına çırak alır mısın? demiş. Bahçıvan:

- Oğlum, benim çırağım var, seni ne yapayım, de­miş.

Şehzade:

- Aman baba, çok fakirim; beni de al, ben de geçi­neyim, diye bahçıvanı kandırıp, bahçeye girmiş.

Bir gün, şehzade bahçede çiçekleri sularken padi­şahın kızı onu görmüş. Kız, o an yakışıklı delikanlıya aşık olmuş. Kızın onu çağırdığını duyan şehzade, bahçeden kırmızı bir gül koparmış ve yanına gitmiş.

Kız:

- Sen, kimsin? Buraya nereden geldin? demiş. Şehzade:

- Güzel prensesim, sizi rüyamda görüp, âşık oldum. Ben, bir padişahın oğluyum ve sizi kendj ülkeme götür­meye geldim, demiş ve kırmızı gülü kıza vermiş.

Kız, çok mutlu olmuş ve:

- Aman, beni buralardan götür! Ben de sana âşık oldum; hem de beni almak isteyen ejderhanın elinden kurtulurum, demiş.

Kız ve şehzade, gece kaçmak için sözleşmişler. Kız, gece yarısı hazırlanıp, gizlice bahçeye çıkmış. Onu bek­leyen şehzade ile şehirden kaçmışlar. Az gitmişler, uz git­mişler, dere tepe, düz gitmişler. Sonunda, ejderhanın yaşadığı kıra varmışlar.

Şehzade, kıza:

- Ben, seni Çampalak adındaki ejderhaya götürü­yorum, demiş.

Kız:

- Eyvah, ben ondan kaçmak isterken, meğerse onun ağına düşmüşüm! diye ağlayıp, bağırmaya başlamış.

Şehzade:

- Canım, ben seni ona götürüyorum, ama onun elinden kurtulmanın bir yolunu buluruz elbet. Onu öldür­dükten sonra, seninle evleniriz, diye, kızı kandırmış.

Nihayet, ejderhanın yanına varmışlar, Ejderha, kızı görünce çok sevinmiş:

- Aman prensesim, hoş geldin, diye karşılamış. Kız, şehzadenin onu öldüreceğine güvendiği için:

- Hoş bulduk, demiş, güler yüz göstermiş.

Ama her gün ağlıyormuş ve ejderhadan çok korku-yormuş. Şehzade, ejderha olmadığı zaman kızın yanına gelip demiş ki:

- Sen, ejderhaya canının sıkıldığını söyle ve onu ko­nuştur. Ondan, tılsımının ne olduğunu öğren. Tılsımını öğrenince, ejderhayı öldürmek kolay olur.

Az sonra, ejderha gelmiş. Kız, başlamış ağlamaya, Ejderha, kızı çok sevdiği için aklı başından gitmiş:

-Aman sevgili prensesim, niçin ağlıyorsun? demiş, Kız:

- Sen gündüzleri gidiyorsun, Yalnız kalınca, canım sıkılıyor. Haydi, bana tılsımını anlat! Hiç olmazsa canımın sıkıntısı geçer, demiş,

Ejderha:

- Elmasım, benim tılsımım çok uzaktadır, diye cevap vermiş.

Kız:

- Nerdedir?

- Periler padişahının ülkesinde, büyük bir saray var­dır; o sarayın içindedir. Onu, kimse alamaz. Oraya gi­den, ölür, demiş.

Ertesi sabah, ejderha gider gitmez, şehzade kızın ya­nına gelmiş.

- Prensesim, tılsımı neymiş, neredeymiş; öğrendin mi? diye sormuş.

Kız, ejderhanın anlattıklarını, ona söylemiş, Şehzade, ejderhanın verdiği dizgini hala saklıyormuş. Hemen, o çeşmenin başına gitmiş ve bir aygırı yakalamış.

Aygıra binip:

- Beni, periler padişahının sarayına götür! demiş.

Göz açıp, kapatıncaya kadar kendini bir sarayda bulmuş,

Aygır, oğlana:

- Şimdi, beni dizginlerimden sarayın kapısına bağla.

Kişneyerek, kapının halkalarını çıngır çıngır birbirine vu­rurum ve kapı açılır. Açılan kapı, içerideki büyük bir aslanın ağzıdır, Eğer kılıcınla o kapıyı bir vuruşta açabilir-sen kurtulursun, yoksa aslan seni öldürür, demiş.

Şehzade, aygırın söylediği gibi onu dizgininden ka­pıya bağlamış. Aygır, bir kere kişnemiş ve kapının hal­kaları çıngır çıngır birbirine çarpmış. İçerden, çirkin bir çığlık duyulmuş ve kapı açılmış. Şehzade, kılıcını çekip bir vuruşta kapıyı ikiye bölmüş. Aslanın iki parçaya bö­lündüğünü görünce, karnını yarmış ve içinden bir kafes çıkarmış. O kafesin içinde, üç tane güvercin varmış. Güvercinler, o kadar güzellermiş ki, böylesin! hiç görmemiş.

Şehzade:

- Şunların birini tutayım da biraz seveyim, diyerek kafesten çıkarmış; sevip, okşarken elinden kaçan güver­cin uçmuş. Aygır, hemen havalanıp güvercinin peşine düşmüş, Uçmuşlar, uçmuşlar ve gözden kaybolmuşlar. En sonunda, aygır güvercini yakalamış ve başını kopar­mış. Şehzade, aygıra binmiş ve kafesi eline almış, Göz açıp, kapafıncaya kadar ejderhanın evine gelmişler. Şehzade, güvercinlerden birini daha öldürüp, diğerini de alarak ejderhanın evine girmiş. Ejderha, yatmış yerin­den bile kıpırdayamıyormuş,

Ejderha, oğlanın elindeki güvercini görünce:

- Nasılsa öleceğim, onun için şu güvercini ver de bi­raz seveyim, diye yalvarmaya başlamış.

Şehzade, onun yalvarmasına dayanamayıp güver­cini vermek için kafesten çıkarıp, ejderhaya uzatmış.

Tam o sırada kız:

- Aman şehzadem, ne yapıyorsun? diye koşup, gü­vercini oğlanın elinden almış ve başını koparmış; o an ejderhada ölmüş.

Kız, ejderhanın öldüğünü görünce çok sevinmiş,

Şehzade ile kız, atlarına binmişler ve kızın ülkesine dönmüşler. Kızın babası, kaçtığı günden beri onu her yerde aratmış. Kızını sağ salim karşısında görünce, sevin­cinden boynuna sarılarak ağlamış. Kız, başına gelenleri babasına anlatmış. Ejderhanın öldüğünü duyan padi­şah, çok sevinmiş ve kızını şehzade ile evlendirmiş, Kırk gün, kırk gece düğün yapmışlar. Hayatlarından mem­nun ve mutlu yaşayıp, gidiyorlarmış. Günlerden bir gün, şehzade:

- Ben, anamla babamı çok özledim. Onların yanına gideceğim, demiş.

Kız:

- Ben de gelmek istiyorum, demiş.

Şehzade, kızın babasından izin istemiş ve bir alay as­kerle birlikte yola çıkmışlar.

Az gitmişler, uz gitmişler, dere tepe dümdüz gidip şehzadenin ülkesine varmışlar.

Babası, oğlunu görünce çok sevinmiş. Uzun zaman­dır, ondan haber alamadıkları için, öldüğünü sanıyorlar-mış. Padişah, oğlunun dönüşünü kutlamak için, bütün ülkede şenlikler düzenlemiş. Hep birlikte, ömürlerinin so­nuna kadar mutluluk içinde yaşamışlar.

GÜL SULTAN

Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde. Develer tellâl iken, pireler berber iken. Ben anamın beşiğini, tıngır mıngır sallar iken, Bir padişa­hın oğlu varmış.

Şehzade, avcılık ve cirit atmada çok ustaymış. Gün­lerden bir gün ava çıkmış ve o sırada altın boynuzlu bir geyik görmüş. Geyik o kadar güzelmiş ki, şehzade onu öldürmeyip, canlı olarak yakalamaya karar vermiş, Ba­basına armağan etmeyi düşünüyormuş.

Kemendiyle geyiği yaka­lamak İçin ilerlediği sırada,

hayvan onu fark etmiş. Ok gibi yerinden fırlayarak kaçmaya başlamış. Şeh­zade, hemen atına atla­yıp düşmüş güzel geyiğin peşine, Geyik kaçmış, o kovalamış; geyik kaçmış, o kovalamış. Ama, bir türlü geyiği yakalayamamış. Geyik, sonunda bir bahçeye girip, ortadan kaybolmuş. Şehzade de bahçeye doğru sürmüş atını. Bahçenin kapısında, yaşlı bir adama rastlamış.

Adam, şehzadeye:

- Buralarda ne arıyorsun? diye sormuş.

Şehzade, geyiği kovalayarak buraya kadar geldiği­ni anlatınca, adam:

- İlâhi oğul, senin geyik diye kovaladığın, aslında kötü kalpli bir cadıdır. Seni tuzağa düşürmek istemiş, demiş.

Şehzade:

- Peki ama, bu bahçe kime ait? demiş. Yaşlı adam:

- Bu bahçe, yüzü gülmez padişahın kızı. Gül Sultanır bahçesidir. Bahçenin ortasındaki köşkte dadısı ile birlikte yaşar. Ben de onun bekçisiyim, Tam yedi yıldır buralar bekliyorum , Yedi yıldır ilk defa, bir insan görüyorum, demiş.

Şehzade, duyduklarına çok şaşırmış, Sonra da, ken­dini tanıtmış. Bir süre, yaşlı adamla sohbet etmişler.

Yaşlı adam:

- Haydi oğlum, demiş, Sen, artık geri dön, Seni bura­larda görürlerse, hemen öldürürler, Yazık olur sana.

Şehzade:

- Sen endişelenme ben Gül Sultan'ı görüp gidece­ğim, demiş.

Yaşlı bekçi:

- Aman oğlum, sen ne diyorsun! İçeriye girdiğin an hem kendini, hem de beni yok bil. Çünkü, köşkün kapı­sında bir aslan, bir de kaplan bağlı. Seni görünce, zincir­lerini kopararak üzerine hücum ederler. Gel, bu sevda­dan vazgeç, demiş.

Şehzade, yaşlı adamın uyarılarını dinlememiş. İlle de bahçeye girip, gül sultanı göreceğim diye diretiyormuş. Yaşlı bekçi en sonunda:

- Mademki bu kadar ısrar ediyorsun, haydi bakalım gir! diyerek bahçenin kapısını açmış.

Şehzade, bahçeye girer girmez gözleri kamaşmış. Köşkün önünde bir havuz, havuzda da dört tane fıskiye varmış. Ama, köşkün önünde bağlı duran aslanla kap­lan onun kokusunu alır almaz homurdanıp, kükremeye başlamışlar. Gül Sultan, gürültüyü duyup pencereye çı­kınca şehzadeyi görmüş; ona bir bakışta da yürekten sevdalanmış. Dadısına:

- Haydi git, şu zavallıyı hayvanlar parçalamadan düşmüş.

Şehzade, arkasında bu iki azgın hayvanı görünce:

- Eyvah! aslan ile kaplan peşimize düştü, demiş.

Gül Sultan;

- Merak etme, demiş. Onlar ben­den hiç ayrılmazlar.

Benim koruyuculuğumu ya­parlar.

Dadı, bahçeye çıkıp şehzadeyi yanına çağırmış. Şehzade, dadının yanına gelince Gül Sultan'ı gör­müş ve güzelliğinden yere düşüp bayılmış. Bunu gö- uKS ren sultan şehzadeye bir tokat atarak:

- Kalk, demiş. Kimsin, nesin, buralara kadar nasıl geldin? Haydi, hepsini anlat bana!

Şehzade, başından geçenlerin hepsini anlatmış.

Gül Sultan:

- Seni, ilk gördüğüm anda sevdalandım. Ama, be­nim çok zâlim bir babam var. Senin, burada olduğunu duyarsa, gelip ikimizi de öldürür! Onun için, buradan hemen kaçalım! demiş,

Kız, eşyalarını toplamış. Dadısını da yanlarına almışlar.

Hep birlikte yola çıkmışlar, Çok geçmeden şehzadenin sarayına varmışlar.

Şehzade başından geçenleri babasına bir bir anlat­mış.

Daha sonra kırk gün kırk gece düğün yapılarak şehza­de ile Gül Sultan evlenmişler...



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder