BAŞARI ÖYKÜLERİ

BAŞARI ÖYKÜLERİ

Köyde Büyüyen Bir Çocuk

'Başarı Öyküsü' dendiği zaman genel olarak sıfırdan başlayıp zengin olan insanlann öyküleri akla gelir. Yazılı ve görsel iletişim araç­larında da 'basan öyküleri' kazanılan servetlerin öyküleridir. İçinde bu­lunduğu güç koşullan yenip de kendine yaşamda yol açan insanların öyküleri 'Örnek yaşam öyküsü' sayılmaz ya da topluma aktarılacak önemde bulunmaz. Oysa, en önemli basan öyküleri onlardır.

'En büyük başarılar' güç koşullann içinden çıkıp ken-di gelece­ğini biçimlendiren, kendi yaşam yolunu açan insanların başanlandır.

Şimdi böyle bir başarıdan söz etmek istiyorum.

Ferit UÇAR, köyde büyüyen bir çocuk. Bursa'nm Orhangazi il­çesine bağlı Yenigürle köyünde çiftçilik yapan Hüseyin Uçar'm dört çocuğunun en küçüğü. İlk ve ortaöğrenimini köyünde tamamlıyor. İlçe lisesine geldiği zaman okul müdürü Ferit'i liseye almak istemiyor. Köy okullarında notlan şişiriyorlar, iyisi mi siz bu çocuğu Endüstri Meslek Lisesi'ne kaydettirin" diyor.

Fakat Ferit'in dayısı araya giriyor ve Ferit liseye kaydediliyor. Lise üçüncü sınıfa geldiği zaman ilçede yeni açılan bir dershanenin se­viye tespit sınavında indirimli eğitim görme hakkı kazanıyor. Yıl sonunda liseyi birincilikle bitiriyor, Koç Üniversitesi Matematik Bölü-mü'nü burslu olarak kazanıyor. Üniversitedeki çift anadal eğitimi sis­teminde matematik eğiti-mi yanında ekonomi eğitimi de görüyor. Bu yılları Ferit UÇAR şöyle anlatıyor:

"Koç Üniversitesi'nin çeşitli bölümlerinde part-time işlerde ça­lıştım. Son iki yılımda araştırma ve ders asistanlıkları yaptım. 1,5 yıl merkezi Londra'da bulunan Sage Publicatio-ns'un çıkardığı 'Internati­onal Journal of Cross Cultural Mana-gement' Dergisi'nin editör asis­tanlığım yaptım."

Bu yaşam öyküsü bana Isaak NEWTON'u anımsatıyor. Onun yetiştiği köy ortamı ve Cambridge Üniversitesi'ne girişi, orada hem ça­lışıp hem okuyuşunun öyküsünü yazmış, 'Erken Büyüyen Çocuklar' adındaki son kitabıma da almıştım. Aslında bu basan öyküleri arasın­daki benzerlik çok dikkatimi çekiyor. Bütün başarılı insanların yaşam­ları arasındaki ortak noktalar üzerinde çok durulmalıdır.

Ferit UÇAR anlattıklarını şöyle sürdürüyor: "ABD'ye doktora için başvurma fikrimi üniversitedeki profesörlerime açtım. Onların re-feranslanyla ABD'nin ekonomi alanındaki en iyi 15 üniversitesine baş­vurdum. Bunların yedisinden tam burslu kabul aldım." Chicago, Prin-ceton, Wiskonsin-Madİson, Minnesota, Los Angeles (UÇLA), Colum-bia ve Rochester üniversiteleri arasında tercih yapmakta zorlanan başa­rılı genç, sonunda dünyanın yüz ayn ülkesinden 14 binden çok adayın başvurduğu, New Jersey eyaletindeki Princeton Üniversitesi'nde karar kılıyor. Şimdi bu üniversitede ekonomi dalında doktora yapıyor.

Bu haber 30 Ekim 2002 tarihli Sabah Gazetesi'nde yayımlandı. İşte, hepimizi etkilemesi gereken, hepimizin başucumuza asıp her gün okumamız gereken büyük bir "Başarı Öyküsü".

Köyde yetişen bu gencin, Ferit Uçar'in doktorasını yaptığı Prin­ceton Üniversitesi, ünlü matematik dehası John NASH'in yetiştiği üni­versitedir. Orada okumak, orada çalışmak dünyanın en önemli başarı­larından birisidir ve aramızdan çıkan bir köy çocuğu, önündeki bütün engelleri sarsılmaz iradesiyle aşarak bu başarıya erişmiştir.

Şimdi bu olaydan alınacak derslere bir göz atalım: Başarı için koşulların çok iyi olmasını isteyen, başarısızlığına -hep kendi dışında sürekli mazeret bulan1 gençlerimize bu öyküyü dikkatle okumalarını Önerelim. İnsanlar kendilerine başkalarının Örnek gösterilmesinden hoşlanmazlar, ama bu örneğe dikkatle bakmaları gerekiyor.

Hedefini seçmek, hedefine odaklanmak, hedefine giden yolun haritasını çizmek, bu yolda azimle, kararlılıkla, sebatla yürümek ve kendine hiçbir mazeret tanımamak.

Bunu yapabilenler kazanır,, işte kazanıyor ve bütün mazeretleri geçersiz kılıyor.

"Ama bilgisayarın başından ayrılamıyorum."

"Ama cep telefonuyla konuşmadan duramıyorum."

"Ama hep ders mi çalışacağım."

"Gençliğimi hiç yaşamayacak iniyim?"

"Babam beni dışarıda okutacak."

"Ailemin işinde çalışırım."

"Benim hiçbir ihtiyacım yok ki."

Bu ve benzeri mazeretleri olanlar da var ve onlar kendi kendile­rinin engeli oluyorlar.

Her zaman kendi seçimimizi yaparız. Geleceğimiz de bu seçi­min ucundadır.

Uçar'lara başarılar diliyorum. Onlar başarıyı hak ediyor.

Azmin Zaferi

Gece çalışarak işçi emeklisi gündüz okuyarak doktor oldu.

28 yaşında gittiği ortaokul ve liseyi birincilikle bitirip 36 yaşın­da tıp fakültesini kazandı. Gece işçi olarak çalışıp, gündüz okuyarak fa­külteden hem emekli, hem mezun oldu. Cen-giz Doğan 14 yıldır dok­torluk yapıyor.

CENGİZ Doğan hayata gözlerini açtığında ailesini sevince boğ­muştu. Ancak mutluluk dolu başlayan hikayesi kısa sürdü. Henüz iki yaşındayken babası cezaevine girdi. Annesiyle de uzun yıllar geçireme­di; 8 yaşındayken çok sevdiği annesini kaybetti. Uzun yıllar annesinin arkasından ağladı.

Hayatta kimsesiz kalan Doğan, dedesi ve halaların yanında ya­şamaya başladı. Dedesinin ekonomik durumu iyi değildi. Bu yüzden il­kokulu zar zor bitirdi; sonra da okumaya ara ver-mek zorunda kaldı. Oysa en büyük hayali doktor olmak, hastaların yardımına koşmaktı. Her şeye rağmen içindeki okuma aşkını hiç dindİremedi. ve hayalinden vazgeçmedi.

Küçük yaşına rağmen ufak tefek işlerde çalışmaya başlayan Cengiz Doğan, Makine Kimya Enstitüsü'nün açtığı çıraklık kursuna ya­zıldı. Tam iki yıl yatılı eğitim gördü, kursu birincilikle bitirdi. 1961 yı-

lında da MKE'de tornacı olarak işe başladı. Kısa süre sonra da İlk gö­rüşte aşık olduğu Sema Doğan ile hayatını birleştirdi. 4 çocukları oldu. Mutlu bir yuvası ve canından çok sevdiği çocuklarına rağmen Cengiz Doğan'in bir yanı hep eksikti.

Okuyup, doktor olmalıydı. Eşinin de desteğiyle gece okullarına yazıldı. Gündüz çalışıyor, geceleri ise okula gidiyordu. 8 yılda ortaoku­lu ve liseyi birincilikle bitiren Doğan, 1982 yılında da üniversite sına­vına girdi. Eğitim hayatında gösterdiği başarıyı bu sınavda da yakala­yan Doğan, 36 yaşında Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Tıp Fakültesi'ni kazandı.

Hayalleri gerçek olmuştu. Ancak çocukları da kendisi gibi üni­versite öğrencisiydi. Onların eğitimi için para kazanması gerekiyordu. Bu nedenle, üniversite hastanesinin kan merkezinde çalışmaya başladı. Gündüz okula gidiyor, gece çalışıyordu.

Mezun Olmadan Emekli!

Yaşadığı tüm acılara rağmen sıkı sıkıya tutunduğu hayatta gece çalışıp, gündüz okuyan Doğan; mezun olmasına iki yıl kala, çocuklu­ğundan beri çalıştığı için SSK'dan emekli oldu. 1988 yılında da mezun olup, 42 yaşında hayallerindeki beyaz önlüğü giymeye hak kazandı.

Çektiği kurada tayini Hakkari'nin Çukurca İlçesi'ne çıktı. Ço­cuklarının eğitimini tamamlamamış olması nedeniyle Hakkari'ye git­mek istemedi. Eşinin memleketi Bilecik'teki bir şirkette işçi statüsünde asgari ücretle yaklaşık bir yıl çalıştı; ikin-ci kurada ataması Bilecik'e yapıldı.

Çocuklarıyla Mezun Oldu

BİLECİK Devlet Hastanesi'nde 1990 yılında acil bölüm dokto­ru olarak göreve başlayan Cengiz Doğan'ın bu süreçte büyük kızı Jale ziraat mühendisi, küçük kızı Lale biyolog, büyük oğlu Cem Doğan doktor, en küçük oğlu Can Doğan da inşaat mühendisi oldu. Kınkkale-li Cengiz Doğan'm hayat hikayesi çok isteyerek neler başarılabileceği­nin en güzel kanıtı.

Okumanın yaşı yoktur diyen Dr. Cengiz Doğan, hissettiklerini şu sözlerle anlatıyor: "Hayatta her şeyi gördüm. Her acı-yı tattım. İşçi olarak çalıştığım arkadaşlarımın bana verdiği paralarla okudum. Hem kendim okudum, hem de çocuklarımı okuttum. Okuyan herkesin yanın­dayım. Hastalarıma okumanın güzelliklerini anlatıyorum. Çok mutlu­yum. Ölsem de gözüm arkada kalmayacak. Çocuklarımın da okuyarak iyi meslek sahibi olmaları beni mutlu etti..."

Öğrencisi Olduğu Dershaneyi Satın Aldı

Öğrencisi olduğu Uğur Dershaneleri'ni satın alan ve sonradan da Bahçeşehir Koleji'ni kuran Enver Yücel, şimdi de ABD'de dershane açıyor. Aynı zamanda Bahçeşehir Üniversitesi'nin kurucularından olan Enver Yücel'in dershanecilikle tanışması, 1972 yılında lise öğrencisiy-ken Laleli'de bulunan Uğur Dershanesi'nde kurs almasıyla başlamış.

Daha sonra dershanede işe de giren ve temizlik işlerinden sekre­terliğe kadar pek çok işle İlgilenen Yücel, Haydarpaşa Lisesi'nde yatılı okumasına karşın dershane ile ilişkisini devam ettirmiş. Eğiti-me bü­yük ilgi duyduğunu belirten Yücel, dershanede öğrenciyken, çalışanı, daha sonra öğretmeni şimdi de sahibi. Yücel, girişimciliğinin öyküsü­nü şöyle anlatıyor:

"O yıllarda bizim dershane sahibi olmamız, dershaneyi kuran ki­şinin adeta dershaneyi bırakıp gitmesiyle gerçekleşti. Biz para karşılı­ğında bir dershaneyi almadık. Üç odalı bir yer-di. Sadece Milli Eğitim Bakanlığından izni alınmış, daha sonra da bize devredilmiş küçük bir yerdi. Hiç unutmuyorum, nişanlıydım. İlk arabamı almıştım. Maaşları Ödemek için altı ay sonra arabamı satmıştım. Bunu çok iyi hatırlıyo­rum. Ve o gün, bu gün aşağı yukarı 30 yıla yakındır çalışanlarımızın maaşını bir saat geciktirdiğimi bilmem."

Bir Öğretmenin Sıfırdan Zirveye Başarı Öyküsü

Cumhur Atış, 11 yaşında babasını kaybetti, simitçiliğe başladı. Liseyi ve üniversiteyi binbir zorlukla bitirdi, öğretmen oldu. Özel okul­larda çalıştı. Bir grup arkadaşıyla dershane işine girdi. Bugün 10 ders­hanesi, 4 okulu var. Okullarında 6 bin 200 çocuk okuyor. Simit sattığı günlerden kalan boyun fıtığı ağrısını 'mutlu bir hatıra' gibi taşıyor yanımda...

Cumhur Atış, 1953'te, tütün üreticisi bir ailenin çocuğu o-Iarak Ödemiş'te doğmuş. "Tütün üreticiliği 12 ay devam eden zahmetli ve yorucu bir iştir. Kundaktaki bebekten bile yardım beklenir. Bu nedenle çalışmaya başladığım tarihi hatırlamıyo-rum" diyor.

11 yaşındayken babasını kaybetmiş. O günlerde taşıdığı a-ğır si­mit tezgâhının hatırasını, boyun fıtığı olarak hâlâ taşıyan Cumhur Atış, henüz orta bir öğrencisiyken, hafta sonları Öde-miş Pazarı'nda simit satarak evin bütçesine katkıda bulunmak zorunda kalmış. Para kazanayım derken sınıfta kalmış.

Aynı yıl, Ödemiş'te yapılan bir lise inşaatı, ileride kazancını eği­timden sağlayacak olan Atış'a, bu kez farklı biçimde u-nutamayacağı bir olanak sağlamış. Ağabeylerinin desteğiyle liseyi okumuş. Arkasın­dan Karadeniz Teknik Üniversitesi Matematik Bölümü'nü bitirmiş. 1977'de Milli Eğitim'e bağlı kurumlarda eğitimci olarak çalışmaya baş­layan Cumhur Atış, daha sonra özel eğitim kurumlarına geçmiş.

Doğru zaman, doğru yer! Özel eğitim kurumlarında çalış-mâ dönemi Cumhur Atış için, iş fırsatlarına giden yollan açmış. Kendi an­latımıyla 'doğru zamanda, doğru yerde, doğru insanlarla' olmanın avan­tajını yakalamış. Kendisi gibi bir grup eğitimci arkadaşıyla 1990'da Özel Basan Dershaneleri'ni oluşturur.

İzmir - Alsancak'ta kurulan bu dershane, önemli bir başarı düze­yi yakalar. Cumhur Atış, 1996'da Tire'de, 1997'de de Ödemiş'te dersha­ne açar. Dershane zinciri büyürken, daha rasyonel çalışma ve entegras­yon gerekleri ile Türev Matbaacılık ve Reta Ajans'ı kurar. 2000 yılında Ödemiş'te üçüncü dershaneyi açar.

Atış'a göre 'düşlediklerini yapmak, yapacaklarını düşlemektir.' O da kendi düşlerini gerçekleştirmek için Önemli bir adım daha atmaya hazırlanır. Başarı Dershaneleri'nin Bayındır şubesini açtığı yıl, (2000 -2001 eğitim öğretim yılı) İzmir Bostanlı'da 'Özel Karşıyaka Basan İl­köğretim Okulu'nu açar. Böylece, kendi deyimiyle 'eğitimle ilgili mes­lek yaşantısını taçlandırır.

Sistemli, düzenli ve güvenli servis için, 2001 "de yaklaşık bin 500 kişilik yemek kapasiteli Arslanaga Tabildot Gida'yı kurarak gıda sektörüne de adım atar.

Başaran topluluk; Basan dershaneler zinciri büyümeye devam eder. Urla, Alsancak ve Aliağa'da üç yeni dershaneyi daha açar ve şu­be sayısı 9'a çıkar. Cumhur Atış'ın duracağı yoktur. Anasmıfmdan üni­versiteye uzanan eğitim zincirinde lise halkasını Mart 2003'te tamam­lar. İzmir'in köklü eğitim kuruluşlarından Özel İzmir Lisesi'ni zincire katan Cumhur Atış; Özel İzmir Başarı Eğitim Kurumlan (Özel İzmir Basan A-nadolu Lisesi, Özel İzmir Basan İlköğretim Okulu, Özel İz­mir Basan Kevser Tatari Anaokulu) adı altında hizmet veren üç o-kula daha sahip olur. Bugün eğitim alanındaki deneyimiyle büyüyen ve ba­şarı grafiği hızla yükselen Basan Topluluğu, 2003 - 2004'te 300 Öğret­men, 150 yardımcı hizmet personeliyle 6 bin 200 öğrenciye eğitim ve­riyor.

Şimdiki düşü üniversite; Atış'ın yeni hedefi İzmir'e yeni bir üni­versite kazandırmak. "Şu aşamada vakıflaşma ve mütevelli heyetinin oluşturulması çalışmalarını yürütüyoruz. Buca' da eğitim yeri olarak aynlmış bazı özel mülkler için görüşmelerimiz sürüyor. Yüksekokul üzerinde yoğunlaştık. Turizme a-ra eleman yetiştirme, elektrik - elekt­ronik ve bilgisayar programcılığı gibi çağımızın mesleklerine yönelik bölümler açmayı düşünüyoruz. Basan Eğitim Kurumlan yoluna devam edecek. Basan hayata atılan imzadır. Biz de bu imzayı atmaya devam edeceğiz" diyor.

Düşünün şimdi! Kaç öyküde kahramanımız düşlerine dokuna-bilmiştir?.. Cumhur Atış'ın hayatında büyük zorluklar da var ama so­nuç? O, düşlerine dokunabilmiş şanslılardan. Bu yüzden kendini çok mutlu hissettiğini söylüyor. Aslında onu 'Başan'nın topluluğuna götü­ren felsefe çok basit: Koca bir ağaç, küçük bir sürgünden yetişir. Gör­kemli bir kulenin hayranlık uyandıran heybetini takdir etmek kolay, önemli olan yapımına 'küçücük bir tuğla' ile başlandığını unutmamak!

Almanya'da "Yılın İşadamı" Ödülünü Aldı

Şahinler Holding Yönetim Kurulu Başkanı Kemal Şahin, dünya genelinde tekstil sektöründe gerileme yaşandığı ve şirketlerin birçoğu­nun küçüldüğü bir Ortamda uyguladıktan doğru stratejilerle başanyı yakaladıklannı vurguladı... Çeşitli gazetelerde manşete taşınan bu ha­ber Kemal Şahin'in dünyadaki şirketlerle rekabet ettiğini göstermekte­dir... Kendi yaşadıklanm ve başanlannı şu şekilde ifade etmektedir:

"Son zamanlarda bana en sık yöneltilen sorulardan birisi "Kısa zamanda nasıl bu kadar başanlı oldunuz?" sorusudur. Bu soruya görsel ve yazılı basındaki röportajlarımda yüzlerce hatta binlerce defa cevap verdim. Tabii ki bu cevapların içinde yeni açılar ve bulgular vardı. Ay­nı soruyu çoğu zaman ken-dime de yönelttim v bu başarının sim ne olabilir diye uzun u-zadıya düşündüm. Belki beş bin mark sermaye ile başlayarak, şu anda 10 bin kişiyi istihdam eden Şahinler Holding'i oluşturmam çok olağanüstü bir başarı değildi. Ancak sıfır noktasından başlayarak 17 sene gibi kısa bir zaman diliminde bu başanyı elde et­mem çok dikkat çekiyordu.

Her insanın hayatında irili ufaklı binlerce basan ve başansızlık var. Büyük hedeflere, kademe kademe elde edilen küçük basanlarla ulaşılır. Tekrar edilmeyen hatalar, başarı grafiğinizi sürekli yükseltir. Ayrıca bu başarıların bir kısmım dışarıya gös-teremez, sadece kendini­ze saklarsınız. Aynı şey başarılı olama-ma durumu için de geçerlidir.

Ancak ortaya koyduğum çok zor bir hedefe ulaşmam benim için büyük basandır. Bu açıdan ele aldığımda, hayatımda-ki en büyük başa­rı, 1974 yılında Üniversite sıralarında yavaş yavaş başladığım ve büyük mücadelelere rağmen bir türlü bırakamadığım sigara içme alışkanlığı­mı terk etmektir. Günde i-ki paket sigara içen bir tiryaki olmuştum. Herkese olduğu gibi bana da büyük zarar veren sigara belasından kur­tulmak için yüzlerce teşebbüsüm oldu. Her seferinde başarısızlığa uğ­radım. Hayatta doğru olduğunu bildiğim bir şeyi azim yetersizliğinden dolayı gerçekleştirememek bende büyük bir başarısızlık duygusu yara­tıyordu. Nihayet beş sene sonra 1979 yılın-da bir sabah "Sigara içme­me" mücadelesi başlattım ve o gün bugündür bir tek sigara bile ağzıma almadım. Bu, benim için şu ana kadar elde ettiğim en büyük basan ol­du.

İkinci büyük başarım, Etibank'ın yurt dışı bursunu kazanarak Almanya'ya gitmem oldu. Bu başannın altında lise son sınıfta sistemli bir şekilde üniversite sınavlarına hazırlanmam yatıyordu. Bu sayede beş önemli yüksek okul imtihanım da kazanmıştım. 1973 yılı sonun­daki bu başlangıç bana üç yabancı dil ve yüksek mühendislik diploma­sı getirmekle kalmadı, dünya-ya ve insanlara bakış açımı değiştirip, uf­kumu değiştirdi. Dünya arenalarında büyük basanlara imza atmamın temelinde lise, hatta orta okul ve ilkokuldaki değişim ve gelişim için büyük bir inançla yaptığım çalışmalar yatar.

Taşlıpınar'ın zor şartlarında fakir bir ailenin çocuğu olarak yeti­şen bir insanın ortaya koyduğu hedeflere basamak basamak ulaşarak 10 bin kişiye doğrudan, 25 bin kişiye dolaylı iş verir duruma gelmesi, bu inançlı çalışmaların bir ürünüdür. Yılın iş ada-mı Kemal Şahin, odalar birliği başkanım Hans Peter Stihl'in açılış konuşmasından sonra jüri başkanı >ve Mann Heim Üniversitesi eski rektörü sayın prof. Eduard Gaugler söz aldı. Sayın Gaug-ler özgeçmişimi ve Ödülün bana niçin ve­rildiğini, başanlanmı sa-yarak okurken bir yandan duygulanıyor, diğer

yandan sevinçten gözlerim yaşarıyordu. Sanki bu filmin aktörü bendim ve büyük bir perdede kendi filmimi izliyordum. Bu aradan on beş yıl gibi kısa sürede neler yaptığımızın farkına vanyor ve bu başarıya be­nimle beraber koşan çalışanlarımı düşünüyordum. Bu düşünceler ödül aldıktan sonra söyleyeceğim cümlelere zemin hazırlıyordu.

İçte ve dışta çeşitli yörelerde karşılaştığım insanlar bana kalpten tebrikler yağdırıyorlardı. Bu durum bana az da olsa dünya arenalarında elde ettiğimiz spor başarılarım hatırlatıyordu.

Türk Milli Futbol Takımımızın yanı sıra Galatasaray, Fenerbah­çe ve Beşiktaş'ın yurt dışındaki başanlanna da bütün ulus büyük bir coşkuyla cevap veriyor muydu? Son zamanlarda özellikle dünya arena­larında büyük basanlara hasret ulusun duygulan olmalı bu.

Bu basan; gurbette çalışan, kendilerini bulundukları topluma kabul ettirmekte zorlanan milyonlarca Türk için de büyük bir motivas­yon kaynağıydı. Galiba bu olay zor şartları ye-nerek'zirveye tırmanmak isteyen bütün gençlere, çalıştığım zaman ben de başarabilirim mesajı veriyordu. Bilhassa gençlerin böyle örneklere ihtiyacı olduğunu görü­yorum. İlerleyen günler de bilhassa yurt dışında yaşayanlar adına çok daha fazla sevinmeye başladım."

Teddyden Üç Mektup

Teddy Stallard okula karşı ilgisiz, saçları hiçbir zaman taranma­yan, giysileri her zaman buruşuk, boş ve ifadesiz bakışlı, Ölü yüzlü "kö­tü" öğrencilerinden biriydi. Bayan Thompson Teddy'yle konuştuğu za­man, aldığı yanıtlar hep tek heceli olurdu. Hiçbir çekici özelliği olma­yan, moti-vasyonu sıfır, mesafeli bir çocuk olduğu için de sevilmezdi.

Her ders, sınıf öğretmenin kendisini sevdiğini söylemesine kar­şın, bu sözlerin gerçek olmadığı ortadaydı. Teddy'nin sınav kağıtlarım değerlendirirken, belli ki, her yanlış yanıtın yanma "X" ler karnesine " başansız"lar yazdığında, yine de hakkındaki iyi düşüncelerini yazmak­tan geri kalmıyordu, ama yine de Teddy'ye karşı yaklaşımı içten değil­di. Teddy'yi herkesten daha iyi tanıyor olmalıydı. Teddy hakkında hak­kın da yazdığı raporlar şöyleydi.

1. Sınıf: Teddy yaptığı çalışmalar ve davranışlarıyla umut veri­yor, ama evdeki koşullan yetersiz.

2. Sınıf: Teddy daha iyisini yapabilir. Annesi çok hasta. Evde kimseden yardım alamıyor.

3. Sınıf: Teddy çok iyi bir çocuk, ama gereğinden fazla ciddi. Yavaş öğreniyor. Enesi geçen yıl öldü.

4. Sınıf: Teddy çok yavaş öğreniyor, ama çok terbiyeli bir çocuk Babasından hiç ilgi görmüyor.

Noel geldi ve Bayan Thompson'un sınıfındaki öğrenciler ona Noel armağanları aldılar. Bütün armağanlar masasının ü-zerine yığıldı ve çocuklar Bayan Thompson armağan paketlerini açarken, heyecanla çevresinde toplandılar. Armağanlann arasında Teddy'nin armağanı da vardı. Teddy kendisine bir armağan getirdiği için şaşırmıştı açıkçası. Teddy armağanını kahverengi adi bir kağıda sarmış ve paketi seloteyp­le yapıştır-mıştı. Üzerine de Teddy'den Bayan Thompson'a yazmıştı. Bayan Thompson Teddy'nin paketini açtığında içinden taşlarının yarı­sı dökülmüş eski bir bilezik ve bir şişe ucuz bir parfüm çıktı.

Diğer çocuklar Teddy'nin armağanını görünce, gülüşmeye baş­ladılar, fakat Bayan Thompson hemen bileziği koluna takıp, parfümden de bir parça koluna sıktı ve çocukları sustur-du. Parfüm sıktığı bileğini çocuklara uzatıp, "Ne kadar güzel kokuyor, değil mi?" dedi. Bunun üzerinde çocuklar mesajı alıp, parfümü çok beğendiklerini dile getirdi­ler.

Günün sonunda diğer çocuklar sınıftan çıktı, ama Teddy biraz oyalanıp, geride kaldı. Yavaş yavaş Bayan Thompson' un masasına ya­naştı ve ona usulca, Bayan Thompson, aynı an-nem gibi kokuyorsu­nuz... Üstelik annemin bileziği de size çok yakıştı. Armağanlarımı be­ğenmenize çok sevindim" dedi. Teddy çıktıktan sonra bayan Thomp­son dizlerinin üzerine çöktü ve o güne kadar Teddy'ye yeterince anla­yış göstermedi-ği için Tanrı'dan kendisini bağışlamasını diledi.

Günün ertesi gün okula geldiklerinde karşılarında bambaşka bir bayan Thompson buldular. Artık sadece bir Öğretmen değildi, adeta bir peygamber gibi davranıyordu. Tüm sevgisini çocuklanna adamıştı, ar­tık bütün çocuklara, özellikle de Teddy Stallard gibi yavaş öğrenen ço­cuklara elinden gel-diğince yardım ediyordu. O ders yılının sonunda Teddy inanılmaz derecede ilerleme kaydetmişti. Hemen her derste ar­kadaşlarına yetişmiş, hatta bazılarında onları bile geçmişti.

Teddy'den uzunca bir süre haber alamadı. Sonra ondan şu notu aldı:

Sevgili Bayan Thomposon:

"Bu haberi ilk sizin duymanızı istedim. Sınıfımı ikincilikle ge­çiyorum bu yıl.

Sevgiler, Teddy Stallard

Dört yıl sonra da şu notu aldı:

Sevgili Bayan Thompson:

"Sınıfımı birincilikle geçtiğim haberini alır almaz bunu si-ze bildirmek istedim. Üniversite pek de kolay değil, ama derslerime büyük zevkle çalışıyorum.

Sevgiler, Teddy Stallrd

Bİr dört yıl daha geçtikten sonra ise şu not geldi Bayan T-homp-son'a:

Sevgili Bayan Thompson:

"Bugünden itibaren öğrencimiz Theodore Stallard bir tıp dokto­ru. Bu haber hoşunuza gitti mi? Önümüzdeki ayın 27'sinde evleneceği­mi de ilk kez sizin duymanızı istedim. Du-ğünümüze gelmenizi ve tö­rende, yaşasaydı annemin oturması gereken yerde oturmanızı istiyo­rum. Benim tek ailem sizsiniz, çünkü babamı geçen yıl kaybettim."

Sevgiler, Teddy Stallard

Bayan Thompson Teddy'nin düğününe gitti ve annesinin otura­cağı yerde oturdu törende. Orada oturmayı hak etmişti. Teddy'ye yaşa­mı boyunca unutamayacağı bir iyilik yapmıştı.

Elizabeth Silance Ballard

Çalışmak En İyi Yatıştırıcıdır

Elli yıl önce babam bana öyle bir söz söyledi ki, o zamandan be­ri o sözle yaşadım. Hekimdi. Peşte Üniversitesinde hukuk Öğrenimine yeni başlamıştım. Bir dersten kaldım. O utançtan sonra yaşayamayaca­ğımı sandım. Başarısızlığın en ya-km dostu ve hep el altında olan alkol­de bir kurtuluş aradım. Doğrusunu söylemek gerekirse konyağa alıştım.

Babam ansızın ziyaretime geldi. Nazik bir doktor gibi bir anda hem derdimi, hem şişeyi keşfetti. Gerçeklerden niçin kaçtığımı söyledim.

Babam sözde bir reçete verdi. Alkolde, uyku ilacında, herhangi bir ilaçta gerçek kurtuluş olmayacağını anlattı: "Her-hangi keder için tek çare var, dünyanın bütün ilaçlanndan daha iyidir, daha güvenilirdir. ÇALIŞMAK!" dedi.

Babam ne kadar doğru söylüyordu! Çalışmaya alışmak zor ola­bilir. Ama insan ergeç başarılı olur. Bütün uyuşturucuların yerine ge­çer. Alışkanlık yerine geçer. Bir kez alışıldı mı insan artık vazgeçemez. Ben elli yıldan beri bu alışkanlıktan vazgeçemedim.

Ference MOLNAR Macar Tiyatro Yazar

Kalbinizin Sesini Dinleyin

Bu öykü; çiftlikten çiftliğe, yarıştan yarışa koşarak atlan terbiye etmeye çalışan gezgin bir at terbiyecisinin genç oğlunun öyküsüdür. Orta ikideyken, büyüdüğü zaman ne olmak ve ne yapmak istediği ko­nusunda bir kompozisyon yazmasını ister hocası.

Çocuk, bütün gece oturup günün birinde at çiftliğine sahip ol­mayı hedeflediğini anlatan yedi sayfalık bir kompozisyon yazar. Haya­lini en ince ayrıntılarıyla anlatır. Hatta hayalindeki 200 dönümlük çift­liğin krokisini de çizer. Binaların, ahırların ve koşu yollarının yerlerini gösterir.

. Ertesi gün hocasına sunduğu yedi sayfalık ödev, tam kalbinin sesidir. İki gün sonra ödevi geri aldığında, kağıdın üzeri-ne kırmızı ka­lemle yazılmış kocaman bir "sıfır" ve "dersten sonra beni gör uyarısını görür.

"Neden sıfır aldım?" diye merakla sorar hocasına. "Bu ö-dev, senin yaşında bir çocuk için gerçekçi olmayan bir hayal" der hocası.

Paran yok. Gezgin bir aileden geliyorsun. At çiftli-ği kurmak büyük pa­ra gerektirir. Önce araziyi satm alman lazım. Damızlık hayvanlarda al­malısın. Bunu başarman imkansız" der ve ekler: "Eğer ödevini gerçek­çi hedefler belirledikten sonra yeniden yazarsan, o zaman notunu yeni­den gözden geçiririm."

Çocuk hüzünlü bir şekilde evine döner. Uzun uzun düşünür. Ba­basına danışır. "Bak oğlum" der babası, " Bu konuda kararını kendin vermelisin. Bu senin için oldukça önemli bir seçim." Çocuk bir hafta kadar düşündükten sonra ödevini hiçbir değişiklik yapmadan geri götü­rür hocasına:

"Siz verdiğiniz notu değiştirmeyin..." der, "ben de hayalleri­mi..."

O orta iki öğrencisi, bu gün 200 dönümlük arazi üzerinde 1000 metrekarelik evinde oturuyor. Yıllar önce yazdığı ödev ise şöminenin üzerinde çerçevelenmiş olarak asılı...

Kimsenin, hayallerinizi çalmasına izin vermeyin. Ne durumda olursanız olun...

Güzel Bir Hatıra Bırakan İnsan

40 yıl kadar önce, Aiplerin Fransa tarafında, turistlerin pek bil­mediği kısımlarda seyahat ediyordum. O sıralar bütün buralar çıplak ve renksiz bir arazi görünümündeydi.

Yabani lavanta çiçeklerinden başka hiçbir şey yetişmiyor-du. Üç gün' yürüdükten sonra, terk edilmiş bir köyün civarında çadır kur­dum. Suyum bir gün önce bitmişti, acilen su bulmam gerekiyordu. Et­rafımda bulunan harap evler, bir zamanlar buralarda su bulunduğuna işaret ediyordu. Gerçekten de bir kaynağa rast geldim, ama suyu çok­tan kurumuştu. Burası, çatısı çökmüş beş - altı evle, içinde insanların yaşadığı bir köyü anımsatıyordu, ama hayat çoktan buralardan elini ete­ğini çekmişti. Güneşli, parlak bir haziran günü olmasına rağmen rüzgar öylesine sert esiyordu ki, çadırı bozup yeniden yola koyulmak zorun­da kaldım.

Beş saatlik bir yürüyüşten sonra hala su bulamamış haldeydim. Su bulacağıma dair ümit verici bir manzara da yoktu. Etrafım, hep ay­nı sararmış otlarla kaplı, kurak bir araziden ibaretti. Uzakta küçük siyah bir siluet görerek, bunu bir ağaç kütüğüne benzettim. Her ne olursa ol­sun, bu karaltıya doğru yürümeye başladım. Yaklaştığımda anladım ki, uzaktan ağaç kütüğüne benzettiğim bu karaltı, bir çobana aitti. Sağında solunda ot arayan otuz kadar koyunla, buralarda yaşıyordu. Bana tulu­mundan su verdi, sonra da kulübesine götürdü.

Çoban pek konuşkan biri değildi. Ama kendine güveni tam bir insan izlenimi de bırakıyordu. Oturduğu taş kulübeyi kendi elleriyle yapmıştı, odalar süpürülmüş, tüfek yağlanmıştı. Ateşin üstünde çorba kaynıyordu. Çobanın kendi üstü başı da temizdi. Çorbasını benimle paylaştı. Ona sigara ikram ettiğimde, tütün kullanmadığım söyleyerek, ikramımı kibarca geri çevirdi. Geceyi orada geçirmem gerektiğini anla­mıştım. Zira, çobanın verdiği bilgiye göre, en yakın köy buradan bir bu­çuk günlük bir mesafedeydi.

Ben pipomu içerken, çoban da bir torbadan yere bir yığın meşe palamudu döküp iyileri ile kötülerini ayırmaya başlamıştı. Yardımcı ol­mak istedim; ama bunun kendi işi olduğunu söyledi. Israr etmedim. Yüz kadar çok iyi palamudu seçip ayırdıktan sonra, ayıklama işini bı­raktı ve yatmaya gitti. Böyle bir insanla bir arada yaşamak, sükunet de­nilen şeyi eliyle tutup gözüyle görmek gibi bir şeydi.

Ertesi sabah, kendisine, yanında bir gün daha kalıp kalamayaca­ğımı sordum. Olumlu cevap verdi. Kahvaltı namına bir şeyler yedikten sonra, beraberce tepelere çıktık. Orada, elindeki uzun sopayı toprağa daldırarak, sopanın açtığı çukurlara birer palamut atmaya başladı. Mi­safiri olduğum çoban, meşe ağacı dikiyordu.

Ona, bu arazinin kendisine mi ait olduğunu sordum.

"Hayır" dîye cevap verdi.

Kimin olduğunu da bilmiyordu. Belki devlete aitti, belki de bi­rinin özel mülküydü. Kimin arazisi olduğunun, onun için pek önemi yoktu. O, dün akşam seçtiği meşe palamutlarını açtığı çukurlara birer birer yerleştirmekle meşguldü.

Sohbetimiz ilerledikçe, sorduğum sorular sayesinde, şunları öğ­rendim: Üç senedir bu çorak tepelere meşe palamudu dikiyordu. Açtı­ğı çukurlara bıraktığı meşe palamudu sayısı aşağı-yukarı 100.000'i bu­luyordu ve bu tohumlar arasında da telef olup gidecekler vardı. Ama, şimdiye kadar tek bir ağacın yetişmediği bu çorak tepelerde hiç olmaz­sa 10.000 meşe ağacım büyüyeceğini tahmin e-diyordu.

Adamdan bu bilgileri aldıktan sonra, adamın yaşını merak et­meye başladım.

"Elli beş yaşındayım" dedi.

Adı, Elzeard Bouffier idi. Bir zamanlar bir çiftliği ve çok sevdi­ği bir karısı, bir de oğlu vardı. Önce oğlunu, arkasından da karısını kay­betmiş, çiftlik günlerinden geriye kalan üç-beş hayvanla buralarda yal­nız başına yaşamaya başlamıştı.

Bu toprakların ağaçsizlık yüzünden ölmeye yüz tuttuğu düşün-cesindeydi. Başka bir işi olmadığı için, elinden geldiğin-ce, bu toprak­lan kurtarmaya karar vermişti.

Kendisine:

"Otuz yıl sonra, bu 10.000 meşeyle buralarda muazzam bir or­man meydana getireceksin" dedim.

Mütevazı bir tavırla:

"Allah ömür verirse dikeceğim ağaçların yanında, şimdikiler de­nizde bir damla su gibi kalır" dedi.

Şimdilerde, meşe palamudunun yanında, gürgen ağacı da yetiş­tirmeye çalışıyor ve evinin arka tarafında etrafı telle çevrili ufak bahçe­de bu işi için fidan yetiştiriyordu.

Ertesi gün kendisiyle vedalaştım. Alpler'in o kısımlarında bir­kaç hafta daha dolaştıktan sonra, evime döndüm.

Birkaç yıl sonra, Birinci Dünya Savaşı patlak verdi. Askere çağ­rılanlar arasında olduğumdan, çoban Elzeard'ın diktiği ağaçlan düşü­necek halim yoktu. Beşe sene böylece geçti. Savaş bittikten sonra, içimde temiz bir kır ve dağ havası alma isteği duydum. Aklıma ilk ge­len yer Alp dağlarıydı. Bu sayede, Elzeard Bouffer'nin şimdi ne halde olduğunu da öğrenebilirdim. Elzeard ölmemişti. Ama işini değiştirmiş-

ti. Artık sürüsünü dört koyuna indirmiş bulunuyordu. Ona buna yönel­ten şey, yani ağaç fidanlarını bu hayvanlardan koruma düşüncesiydi.

Savaşın ona bir tesiri olmamıştı. O, dünyada olup bitenlerin uzağında, bu çorak tepelerde ağaç dikmeye devam etmişti. 1910'da diktiği meşeler şimdi 10 yaşmdaydılar ve ikimizin boyundan da uzun hale gelmişlerdi. Bu manzara karşısında ne diyeceğimi bilemedim.

Bütün günü, pek konuşmadan, onun kendi elleriyle yetiştirdiği ormanda dolaşarak geçirdik. On bir kilometre boyunda ve üç kilomet­re eninde upuzun bir ormanı bir tek insanın kendi elleriyle yetiştirmiş olması, akıl alacak gibi bir şey değildi. Ama Elzeard Bouffier bunu ba­şarmıştı.

Bu yeni ziyaretimde, bu topraklara beş sene önce dikmiş olduğu kayın fidanlarını da bana gösterdi. Onları, evvelce düşündüğü gibi, va­dinin nemli kısımlarına ekmişti. Vaktiyle çadır kurmuş olduğum terke­dilmiş köye geldiğimizde ise, o sıralar kurumuş haldeki su yatakların­dan yeniden sular aktığını gördüğüm değişiklikler içinde beni en ziya­de etkileyen de, bu oldu. Bölge ağaçlanıp buralar yeniden su tutar hale gelince, insanlar tekrar buralara gelmiş, eski evler tamir edilmiş, arazi­ye bir canlılık gelmişti. Bu terkedilmiş köy, yeniden dirilmiş gibiydi sanki...

Elzeard Bouffer'yi en son 1945 yılı Haziran'ında gördüm. Artık seksen yedi yaşma gelmişti. Aradan geçen zaman zarfında, orman iyi­ce büyüyüp gelişmiş, civarda yeni yeni binalar inşa edilmiş, eski terke­dilmiş köy orta halli ve capcanlı bir kasabaya dönüşmüştü. Şimdi refah ve mutluluk içinde bu beldede yaşamakta olan on bini aşkın insan, bu sonucu Elzeard Bouffer'ye borçluydu.

Bu tarihten iki yıl sonra, bir huzurevinde gerçekten huzur içinde ölen bu azimli insan aklıma geldikçe, insanın hayran olunacak özellik­lerle donatıldığını düşünüyorum.

Jean Gİono

Engeller Beynimizde

1977 yılı Bursa doğumlu Nihat Demir, iki yaşındayken geçirdi­ği çocuk felci nedeniyle koltuk değneklerine bağımlı kalır. Liseyi bitir­dikten sonra bir gazetecinin teşvikiyle atletizm sporuna başlar. Nihat, ortopedik özürlü olmasına rağmen atletizim ve özellikle de maraton da­lında çalışarak Türkiye'de ilkleri başlatan sporculardan biri olma şansı­nı yakalar. Nihat, ilk kez uluslararası bir yanş olan Claudiad de sevilla Maratonu'nda 42.195 km'yi 8.53.33 sn'de koşup dünya 5'incisi olarak çalışmaların meyvelerini toplamaya başlar (24 Şubat 2000). Bu yarış­madan sonra dünyanın birçok ülkesinden maratonlara davet edilir. 25 Şubat 2001'de İspanya'daki maratonda, Engelliler Federasyonu ve Spor Bakanlığınca, ilk kez ortopedik özürlü bir sporcu olarak Türk Milli Takımi'nm forması ile ülkemizi temsil etme gururunu yaşar. Ni­hat, Dünya Atletizim Federasyonu (IAAF) sporcusu olarak çalışmala­rına devam ediyor. Tadına varanlar için pek heyecan vermese de, öykü­müze konu olan Nihat için "Başarmak" daha başka anlam taşıyor. "Ka­der kurbanı gibi gösterilip hayatın bir kenanna atılmak İstenen Nihat gibi 'engelli' kahramanlarımız için 'Başarmak' aslında 'Hayata asıl­mak' anlamına geliyor. Siz en iyiyi amaçlarsınız ama koşullar ve rast­lantılar, size geri adım attırır. Ortalama sonuçlan hedefleyenlerin kade-

ri ise çoğu kez kalitesizlik olur. Yeniden yapılandırma becerisi için ge­rekli olan cesaret ve esneklik ancak en iyiyi büyük bir tutkuyla isteyen­lerde vardır. Hayatta en iyi rota, başarı çizgisi ile kişinin mutluluk an­layışının bileşkesidir. Toplumda geçerli olan başarı kriterlerinin tutsağı olanlar ve kendi hayatını yaşamaktan vaz geçenler için başarı bir süre sonra anlamsızlasın Başarıyı başkalarını geride bırakmak için değil de kendi kendisiyle yanşmak için isteyenlerin ödülü ise daima mutluluk olur. Koşullar insanı yenik düşürdüğünde bile irencini ve mücadele gü­cünü koruyabilenler ve teslim olmayanlar hayattaki en büyük 'Başa-rı'ya ulaşmış sayılır. Bu dünyada Nihat gibilerden, gerçeklere yenik dü­şüp 'Hayal Gömücüler' olmak yerine muazzam engelleri aşarak 'Ha­yal Galipleri' olan kişilerden çok şey öğrenebiliriz.

Maalesef hayatta başarının sihirli bir formülü yok. Başarının se­naryosu önce beyinde yazılıyor. Grupta ve Govindarajan adlı Hint asıl­lı iki bilim adamı bunu şöyle açıklıyor; "Beyninizdeki kurgu ve kullan­dığınız analiz seti yanlışsa, günlük olaylardan doğru sonuçlan çıkara­mazsınız. Beyindeki alet takımının en önemli aracı, bakış açısı ve ana­lizdir. Başanya ulaşmak isteyen kişi geleceğe bakmak, eğilimleri göre­bilmek ve oyunu okumak zorundadır. Beyninizdeki göz doğru hedefe yönelmişse, on binlerce olay ve olgu arasından doğru ve gerekli olanı seçebilir ve öncelikli olanı süzebilirsiniz." Kendinizi doğru bir şey ya­parken yakalamak için önce ne yapmak istediğinize karar vermelisiniz. Bunu için değerlerinizi ve misyonunuzu tam olarak ifade etmelisiniz. Yüzyılımızın tanınmış yazarlardan Henry Ward Beecher der ki: "Heye­can yaratan konularda, bu durumlarla karşılaşanların aklı başında dav-ranamamalarmı anlamayan hiç kimsenin aklı başında değildir.

Vedat AKMAN

Milyonuncu Tas

Yıl 1947. Üç maceraperest Venezuala'da zengin olmak ümidiy­le elmas arayarak aylar geçirmişlerdi. Sürekli olarak yürümüşler, yer­lere eğilmiş, elmas çıkar ümidiyle binlerce taş toplamışlardı. Ama na­file! Çok yorulan ve yıpranan bu ekip ümitlerini iyice kaybetmişlerdi! İçlerinden iri yan olanı Rafeal Solana, kuru nehir yatağındaki bir kaya­ya oturup iki arkadaşını yanına çağırdı:

"Ben vazgeçtim" dedi. "Daha ileri gitmenin anlamı yok. Şu ta­şa bakın, Bulduğun dokuz yüz bin dokuz yüz doksan dokuzuncu taş belki de. Ama tek bir elmas yok. Bir tane daha alırsam bir milyonuncu taşı toplamış olacağım. Ama neye yarar. Ben den bu kadar. Ben vazge­çiyorum."

Diğer ikisinden biri alayla:

"Bari bir tane daha topla da bir milyon olsun" dedi. Solano şa­kaya şakayla karşılık vererek:

"Pekala' dedi., "Bu işi bırakmada önce bîr taş daha arayayım ba­ri."

Yorgun gözlerini kapatarak elini elmas umuduyla eşeledikleri taş yığınına uzattı ve yumurta büyüklüğünde bir taşı aldı:

"İşte arkadaşlar," dedi, milyonuncu taş da tamam. Ben den bu kadar, bırakıyorum."

Baktı ki, eline aldığı bu son dediği taş diğerlerinden daha ağır­dı. Bu durumun farkına varır varmaz Solano eliyle taşı birkaç kez daha tarttı, sonra da:

"Bu bir elmas galiba!" diye bağırdı, "Bu gerçekten elmas!" Son­rasında, New York'lu kuyumcu, Rafael Solano'ya topladığı o belki de milyonuncu taş için yüz binlerce dolar ödedi.

Daha da sonraları, "Kurtuluş" adı verilen bu taşın, dünya da bu­lunan en büyük ve en saf elmaslardan biri olduğu anlaşılacaktı.

W. G. Montgomery

Hayal Gücünün Başarıya Tesiri

Beyninizi besleyen mükemmellik örnekleri sergileyen görüntü­lerden en üst düzeyde faydalanmak için bütün duygularınızı harekete geçiren hayal gücünüzü kullanarak başrolünü üstlendiğiniz kendi ruhi video görüntülerinizi ortaya koyabilirsiniz.

Önemli olan, bu görüntülerde kendinizi yapmak istediği şeyi ba­şarıp, amacına ulaşan kişi olarak canlandırmanızdır. Mükemmelliğe dair görüntünüzü net bir hale getirerek; kendinizi, uygun miktarda güç kullanımı, tam anlamıyla zevk alma, disiplinli çalışma, rahatlık ve za­rafet gibi üstün nitelikleri sergiler bir halde zihninizde canlandırın. Dünyanın bir çok yerinde psikologların yaptığı araştırmalar, hayalde canlandırma işleminin işe yaradığım ispatlamaktadır. Bu konuda yapı­lan klasik deneylerden biri Avusturyalı psikolog Alan Richardson tara­fından yürütülmüştür.

Richardson, oluşturduğu üç ayrı gruptaki insanlara, serbest bas­ketbol atışları yaptırdı. İlk gruptakilere her gün yirmi dakika boyunca idman yapmaları söylendi. İkinci gruptan basketbole dair her şeyi unutmaları istendi. Üçüncü gruptakilere ise, sakin bir şekilde yere oturmaları ve yirmi dakika boyunca kendilerini sahada başarılı atışlar yapar halde zihinlerinde canlandırmaları söylendi. Richardson, bu in­sanlardan topa uzandıklarını hissetmelerini, mükemmel rotayı görme­lerini, ağın içinden topun çıkardığı sesi duymalarını ve zihinlerinde canlandırdıkları bu başarılı sonucun verdiği tatmin duygusunu hisset­melerini istedi.

Deney sürecinin sonucunda; birinci grup, yani her gün düzenli bir şekilde idman yapan deneklerin atışları % 24 oranında gelişme göstermişti. İkinci grup, basketbol hakkındaki her şeyi unutması iste­nen grup, hiçbir gelişme göstermemişti. Üçüncü grup, yani sadece "düşünmesi, hayal etmesi" istenen grubun atışları ise % 23 oranında gelişmişti.

Basketbol dışında birçok etkinlik kapsamında yapılan deneyler­den de benzer sonuçlar elde edilmiştir.

Çözümsüz Denilen İki Matematik Sorusu

Berkeley'de Kaliforniya Üniversitesi Matematik bölümü öğ­rencisi olan George Dantzig başından geçen olayı şöyle anlatıyor: "Her zamanki gibi sınıfa geç girdim ve tahtadaki iki soruyu ev ödevi sanarak defterime geçirdim. O akşam, soruların üzerinde çalışırken bunu şimdiye kadar profesörün verdiği en zor ödev olduğunu gördüm. Her gece, başarmasam da sırayla her iki problemin üzerinde saatlerce çalıştım. İnat etmiştim. Birkaç saat sonra, beynimde bir şimşek çaktı ve her iki problemi birden çözdüm. Ertesi gün cevapları okula götür­düm. Profesör masasının üzerine bırakmamı söyledi. Masanın üzerin­de kağıttan bir tepe oluşmuştu. Benim kağıdımın bunların arasında kaynayacağını düşünüp bir sıraya üzgünce oturdum. Altı hafta sonra, bir Pazar sabahı kapının vurulmasıyla uyandım. Kapıda profesörü gö­rünce dondum kaldım. "George! George!" diye bağırıyordu, "Proble­mi çözmüşsün!", "Çözmem gerekmiyor muydu?" diye cevap verdi. Profesör, tahtaya yazılmış olan o iki problemin ev ödevi olmadığını, dünyanın önde gelen matematikçilerinin şimdiye kadar çözmemiş ol­dukları iki ünlü problem olduğunu açıkladı. Birkaç gün içinde ikisini birden çözebildiğime inanmıyordu. Birisi bana onların iki ünlü, çözül­memiş problem olduğunu söylemiş olsaydı, sanırım onları çözmeyi denemezdim bile." demektedir.

George Dantzig

Epoh

Bir öğle vakti bir lokantada yemek yerken, yan masalardan bi­rinde kanser uzmanı olduklarını anladığım iki doktorun konuşmalarına kulak misafiri oldum.

Biri, yana yakıla şikayet ediyordu:

"Bob, anlamıyorum. Seninle ben aynı ilaçlan, aynı dozda, aynı düzende ve aynı kriterlere göre kullanıyoruz. Fakat benim hastalarımın tedaviye cevap verme oranı % 22, seninkilerin ise % 47. Ki bu oranda bir iyileşme, metastaz kanserinde duyulmamış bir şey. Bunu nasıl be-ceriyorsun?"

Meslektaşı cevap verdi:

"İkimiz de tedavi için Etoposide, Platinum, Oncovin ve Hydrox-yurea kullanıyoruz. Biliyorsun, biz doktorlar bu dört ilacın ismini bir­leştirip kısaca EPOH demeyi adet edinmişiz. Ben bu sıralamayı değiş­tirdim. Hastalanma, kendilerine HOPE verdiğimi söylüyorum. Böyle­ce, durumlan kötü olsa bile, onlara yine de bir ümidin mevcut olduğu­nu hissettiriyorum."

NOT: HOPE İngilizce'de "ÜMİT" anlamına gelmektedir.

Üiam M. Buchho

Üniversite Okumayan Doktor

Bundan yıllar önce, o zamanın en gözde göz cerrahlarından John Wheeler, gözüne perde inen Siyam Kralı'm ameliyat etmek için görevlendirildiğinde, bu işi E. Brower Burchell'in fikrini almadan yap­mayacağına karar verdi. Wheeler'in nazik davetini kırmayan Burchell kralın gözünü muayene etti, bazı bakteriyolojik tahliller istedi, sonra da ameliyatın uygun olacağı tavsiyesinde bulundu.

Burchell'in tıp kariyeri, ne lise ne de tıp fakültesinde değil, New York Göz ve Kulak Hastanesinde hademelikle başlamıştı! Duvar usta­sı olan babası kısa süre önce ölmüş, bu durum 17 yaşındaki genci ayda 18 dolar getiren bir işle hayatım kazanmak zorunda kalmıştı. Hastane­nin serum ve bakteriyoloji laboratuarlarında yerleri silerken, teknisyen­leri dikkatle inceleyen genç, arada onlara sorular soruyordu. Geceleri, doktor ve diğer uzmanlar evlerine gittikten sonra, gizlice laboratuara gidiyor, gündüzleri gördüğü deneyleri kendisi yapmaya çalışıyordu.

Bir gün, hastaneyi ziyaret eden bir nöroloji uzmanı, orada doğ­ru dürüst bir omurilik örneğinin bulunmadığından şikayet etti. Burc­hell, gizlice mutfağa indi, aşçının kendilerinden birisini yakaladı ve er­tesi gün nöroloji uzmanına hiçbir siniri zarar görmemiş bir omurilik ol­duğunu söyleyen doktor, ayrıca Burchell'e 2 dolar verdi ve onun labo­ratuara yardımcı eleman olarak tayin edilmesini sağladı.

Birkaç ay sonra, hastaneden ayrılan bir cerrah, kalın bir anatomi kitabını bavuluna sığdıramaymca, onu atması için Burchell'e verdi. Ki­tabı evine götüren Burchell, hazine bulmuş gibi seviniyordu. Kitabı sa­tır satır dikkatle okudu.

Çok geçmeden, doktorların elden çıkardıkları kitaplara bir kü­tüphane kurdu. Bir taraftan da tıp bilgisini genişletmek için çareler arı­yordu. Bir süre sonra, yalnız Columbia Üniversitesi tıp talebelerine açık olan ameliyat salonuna girmenin yolunu buldu. Çünkü, koltuğu­nun altına bir - iki kitap sıkıştırdığı ve talebe gibi yürüdüğü zaman, kimse tarafından rahatsız edilmeden, konferansları ve ameliyatları izle­yebileceğini anlamıştı.

Aylık kazancını arttırmak içi; kulağın karmaşık mekanizmasını koyan şakak kemiklerinin modellerini aramaya başladı. Fransa'dan ge­len önekleri gördüğünde, bunları daha da mükemmelleştirebileceğini düşündü ve kendi modellerine, incelenmelerini kolaylaştırmak için kü­çük menteşeler ekledi. Çok geçmeden anatomi profesörleri onun örnek­lerini Fransızlarmkine tercih etmeye başladılar.

Daha sonra onun hazırladığı 400 kemik ve 100 göz kesitinden oluşan koleksiyon dünyanın en zengin koleksiyonu olarak kabul edildi. Bütün göz ve kulak anormallikleri ve hastalıkları bu koleksiyonda mev­cuttu. Birçok uzman Londra, Paris vs. şehirlerinden kalkıp bu koleksi­yonu görmeye geldi. Dünyaca ünlü bir cerrahın ifadesiyle "Burchell, göz ve kulak hakkında, bütün doktorlardan daha fazla bilgi toplamıştı."

Bir orta okul diplomasına bile sahip olmamasına rağmen, Burc­hell birçok üniversite ve tıp derneğinde konferanslar verdi. New York Üniversitesi Tıp Fakültesi ve New York Göz Kulak hastanesinde 30 yıl boyunca hocalık yaptı. Verdiği konferanslara en tanınmış uzmanlar ka­tıldı. Hatta Harverd, Columbia ve John Hopkins gibi Üniversitelerin tıp fakültelerini bitirenler, kendilerine göz kulak uzmanlığı kazandıracak sınava girmeden önce Burchell'den ders aldılar...

Sevgi İçin Her Şeye Değer

Tam bir dolar seksen yedi senti vardı. O kadar, ne bir eşik ne de fazla. Genç kadın, paraları üç defa saydı. Evet tam bir dolar seksen ye­di sentti. Halbuki ertesi gün yeni yıla adım atılacaktı. Evleri, haftada se­kiz dolara tutulmuş mobilyalı bir apartman. Tasvire değer bir hali yok. Tam bir fakirane. Ertesi günü yılbaşıydı ve kocasına hediye alabilece­ği sadece bir dolar seksen yedi senti vardı. Bu parayı da bakkaldan, ka­saptan, manavdan yaptığı alış verişler esnasında yavaş yavaş biriktir­mişti. Halbuki şimdi hiçbir işe yaramadıklarını görebiliyordu. Çok sevdiği biricik eşine güzel bir şey almak hususunda hülyalar kurarak bir çok mesut anlar yaşamıştı. Pencereden uzaklaşarak kendini aynanın karşısına attı. Gözleri pırıl pırıl parh-yordu, ama yirmi saniye içerisin­de rengi uçuvermişti. Saçlarını çözerek omuzlarının üzerine döktü. İfti­har ettikleri iki şeyi vardı. Biri eşine büyük babasından kalan altın sa­at, diğeri de kendisinin omuzlan üzerine dökülen beline kadar uzanan, altın renkli saçlan. Bir aralık bir an durdu. Tereddüt eder gibi oldu.

Yerdeki kırmızı tüyleri dökük halıya iki damla gözyaşı aktı. Ve gözle­rinin yaşı kurumadan kapıdan fırladı.

Takma saç yapan bayan kuaförünün Önünde durdu. Bir hamlede içeri girdi. "Saçlarımı satın alır mısınız?" diye sordu. Kuaför saçlan el­leriyle yokladıktan sonra: "Yirmi dolar eder" dedi. "Çabuk parayı ve­rin, kabul ediyorum" dedi. Ondan sonraki iki saati pembe bir bulut üze­rinde uçar gibi sevinçle nasıl geçirdiğini bilmiyordu. Eşi için almak is­tediği hediyeyi bulmak için dükkanların altını Üstüne getirdi. Nihayet bulabildi. Altın saat zinciri. Zincir, eşinin o emsalsiz saatine layık de­recede güzeldi. Eve gitti, saçlanna baktı. Kocasının bu halini beğenme­si için dua etti.

Az sonra eşi kapıyı açıp içeri girdi. Gözlerini sevgilisine dikmiş sadece bakıyordu. Sonra, hediyesini uzattı. Kadın paketi açtığında, ipek gibi saçlan için uzun zamandır beğenip alamadığı bir çift tarak gördü. Gözlerinden yaşlar süzülmeye başladı. Kendisini toparladı, tatlı bir te­bessümle eşine hediyesini uzattı. Adam, paketi açtığında saat zincirini gördü. Ama artık saati yoktu. Çünkü, eşinin güzelim saçlanna çok be­ğendiği taraklan alabilmek için o da saatini satmıştı. Üzülmediler...

Çünkü önemli olan tek şey vardı sevgileri... O da ne satılır ne de satın alınabilirdi...

Gülümsemenin Gücü

Geç kız üzgün görünen yabancıya gülümsedi. Adam kendini da­ha iyi hissetti. Geçmişte bir arkadaşının yaptığı bir iyiliği hatırladı ve ona teşekkür mektubu yazdı. Bu mektup, arkadaşının o kadar hoşuna gitti ki, yemek yediği lokantada iyi bir bahşiş verdi. Bu bahşişin miktarına şaşı­ran garson, paranın bir kısmını yolda gördüğü fakire verdi. Fakir adam çok sevindi çünkü iki gündür ağzına bir lokma koymamıştı. Yemeğini bitirdikten sonra kaldığı izbe odaya gitmek üzere yola koyuldu.

Yolda soğuktan titreyen bir köpek yavrusuna rastladı ve onu alıp eve götürdü. Soğuktan kurtulup başını sokacak yer bulduğu için köpek -çik çok mutluydu. Gece evde yangm çıktı. Köpek yavrusu havlamaya başladı. Bütün ev halkını uyandırana kadar havladı ve böylece yangın­dan herkes kurtuldu. Kurtulan çocuklardan birisi büyüdü ve Cumhur­başkanı oldu. Bunların hepsinin nedeni bir kuruşa bile mal olmayan, masum, sıcak ve içten bir "GÜLÜMSEME" idi...

Kendinizi iyi hissetmek istiyorsanız gülümseyiniz, sağlıklı ol­mak İstiyorsanız gülümseyiniz, dost kazanmak istiyorsa-nız gülümseyi­niz, iyi iletişim kurmak istiyorsanız gülümseyiniz, her eli sıktığınızda gülümseyiniz, konuşurken ortamı güzelleştirmek için gözlerinizle gü­lümseyiniz... Kazanan siz olacaksınız...

Benim Kurşunlara Alerjim Var!

İş arkadaşlarının ve etrafındaki insanlann çok sevdiği ve takdir ettiği biriydi Jerry. Keyfi her zaman yerindeydi. Her zaman söylenecek bir sözü olurdu. Ne zaman birisi, nasıl olduğunu sorsa:

"Bomba gibiyim" diye yanıt verirdi. Jerry doğal bir motivasyon uzmanıydı... Yanında çalışanlardan biri, o gün, kötü bir gündeyse, Jerry yanına koşar, durumu nasıl, olumlu bakılacağını anlatırdı. Bu tar­zı fena halde düşündürüyordu beni, bir gün Jerry'e gittim.

"Anlamıyorum, nasıl oluyor da, her zaman her koşulda bu kadar olumlu bir insan olabiliyorsun... Nasıl başanyorsun bunu?

"Her sabah kalktığımda kendi kendime "Jerry bugün iki seçi­min var. Havan ya iyi olacak ya da kötü... " derim. Genelde havamın iyi olmasını seçerim. Kötü bir şey olsa gene iki seçimim var. Kurban olmak veya ders almak.

Ben başıma gelen kötü olaylardan ders almayı seçerim. Birisi bana bir şey için şikayete geldiğinde, gene iki seçimim var: Şikayetini kabul etmek veya ona hayatının olumlu yanlarını göstermek. Ben haya­tın olumlu yanlarını seçerim..."

"Yok yahu... Bu kadar kolay yani..." diye protesto ettim.

"Evet... Kolay" dedi Jerry...

"Hayat seçimlerden ibarettir. Her durumda bir seçimin vardır. Sen her duruma göre nasıl davranacağını seçersin. İnsanların senin tav­rından nasıl etkileneceklerini seçersin. Sen havanm veya tavnnm iyi ya da kötü olmasını seçersin... Yani sen hayatını nasıl yaşayacağını seçer­sin... Yani sen hayatını nasıl yaşayacağını seçersin!..

Jerry 'nîn sözleri beni oldukça etkiledi. Onu uzun yıllar görme­dim. Ama hayatımdaki talihsiz olaylara dönmek yerine, seçim yapma­yı tercih ettiğimde hep onu hatırladım. Yıllar sonra, Jerry'nin başına tatsız bir şey geldi. Soygun için gelen hırsızlar, paniğe kapılıp, Jerry'i delik deşik etmişler... Ameliyatı 18 saat sürmüş, haftalarca yoğun ba­kımda kalmış. Taburcu edildiğinde, kurşunların yoğun bakımda kalmış. Taburcu edildiğinde, kurşunların bazıları hala vücudundaymış. Ben, onu altı ay sonra gördüm.

"Nasılsın" diye sorduğumda.

"Bomba gibiyim" dedi. "Bomba gibi"

"Olaylar sırasmda neler hissettin Jerry?" dedim.

"Yerde yatarken, iki seçimim var diye düşündüm: Ya yaşamayı seçecektim, ya ölümü... ben yaşamayı seçtim."

"Korkmadın mı, şuurunu kaybetmedin mi?.."

"Ambulansla gelen sağlık görevlileri harika insanlardı."

Bana hep, "İyileşeceksin merak eme" dediler. Ama acil servisin koridorlannda sedyemi hızla sürerlerken doktorların ve hemşirelerin yüzündeki ifadeyi görünce ilk defa korkum. Bu gözler bana "Adam öl­müş" diyordu. Bir şeyler yapmazsam, biraz sonra Ölü bir adam olacak­tım gerçekten...

"Ne yaptın?" diye merakla sordum...

"Kocaman bir hemşire yanıma yaklaştı ve bağırarak herhangi

bir şeye alerjim olup olmadığını sordu... "Evet" diye yanıt verdim... "Var..." Doktorlar ve hemşireler merakla sustular... Derin bir nefes alarak kendimi topladım ve bağırdım; "Benim kurşunlara alerjim var!" Doktorlar ve hemşireler gülmeye başladılar. Tekrar bağırdım... "Ben yaşamayı seçtim. Beni bir canlı gibi ameliyat edin. Otopsi yapar gibi değil..." Jerry, sadece doktorlann büyük ustalıkları sayesinde değil, kendi olumlu tavnnm büyük katkısı ile yaşadı. Yaşaması bana bir ders oldu. Her gün, hayatımızı dolu dolu yaşamayı seçme şansımız ve hak­kımız olduğunu ondan öğrendim... Ve her şeyin kendi seçimimize bağ­lı olduğunu...

Francie Baltazar - Schartz

Demiryolu İsçisi

Bu öykü NİCK adında bir demiryolu işçisine ait. Nick iri yan, güçlü, sağlıklı bir işçi; manevra sahasında çalışıyor. Arkadaşlarıyla iliş­kisi iyi ve işini iyi yapan güvenilir bir insan. Ne var ki, çok kötümser bi­ri, her şeyin kötüsünü bekler ve başına kötü şeyler geleceğinden korkar.

Bir yaz günü, tren işçileri, ustabaşmın doğum günü nedeniyle bir saat önceden serbest bırakılır. Tamir için gelmiş olan ve manevra alanında bulunan bir soğutucu vagonun içine giren Nick, yanlışlıkla içerden kapıyı kapatır, bilmeden kendini soğutucu vagona kilitler. Di­ğer işçiler Nick'in kendilerinden önce çıktığını düşünürler. Nick kapı­yı tek kendilerinden önce çıktığını düşünürler. Nick kapıyı tekmeler, bağırır, ama kimse duymaz, duyanlar da bu tür seslerin sürekli geldiği bir ortamda olduğu için pek kulak asmazlar. Nick burada donarak öle­ceğinden korkmaya başlar. Eğer buradan çıkamazsam, burada kaskatı olacağım, diye düşünmeye başlar. İçeride yansı yırtılmış bir karton ku­tunun içine girer. Titremeye başlar. Eline geçirdiği bir kağıda karısına ve ailesine son düşündüklerini yazar: Çok soğuk, bedenim hİssizleşme-ye başladı. Bir uyusam! Bunlar benim son sözlerim olabilir...

Ertesi günü soğutucu vagonun kapısını açan işçiler, Nick'in donmuş bedeniyle karşılaşırlar. Nick'in bedeninde hiçbir iz ve yara yoktur, peki Nick neden ölmüştü. Üzerinde yapılan otopsi, onun dona­rak Öldüğünü göstermektedir. Fakat bu olayı olağanüstü yapan, soğutu­cu vagonun soğutma motorunun bozuk ve çalışmıyor olmasıydı. Vago­nun içindeki ısı 18 C idi, ve vagonda bol hava vardı.

Nick'in korkusu, kendini gerçekleştiren bir kehanet oluşturmuştu.

Ümitli Kurbağa

Bir kurbağa sürüsü ormanda zıplayarak yol alırken, içlerinden ikisi bir çukura düştü. Diğer bütün kurbağalar çukurun etrafında toplan­dılar. Çukur bir hayli derindi ve arkadaşlarının zıplayarak dışarı çıkma­sı mümkün değildi.

Yukandaki kurbağalar, boşuna uğraşmamalarını söylediler arkadaşlarına:

"Çukur çok derin. Dışan çıkmanız imkansız."

Ancak çukura düşen kurbağalar onlann söylediklerine aldırma­yıp çukurdan çıkmak için mücadeleye devam ettiler. Yukarıdakiler ise hala boşuna çırpınıp durmamalannı, ölümün onlar için kuruluş olduğu­nu söylüyorlardı.

Sonunda kurbağalardan birisi söylenenlerden etkilendi ve müca­deleyi bıraktı. Diğeri ise çabalamaya devam etti. Yukandakiler de, çır­pınıp durarak daha çok acı çektiğini söylemeyi sürdürdüler.

Ne var ki, çukurdaki kurbağa son bir hamle daha yaptı, bu kez daha yükseğe sıçramayı başardı ve çukurdan çıktı.

Çünkü, bu kurbağa sağırdı. O yüzden, arkadaşlannın ümit kinci sözlerine kulak asmamıştı.

Paul Estridge

Başarı İçimizde

Dr. Russel Conrvveirin konferanslarında kullandığı, Afrika'da geçen, gerçek bir hikaye vardır: Afrikalı bir çiftçi, elmas bularak varlık sahibi olan çiftçilerin hayat hikayelerini "dinleyince, çiftliğini satarak el­mas aramaya karar verir. Çiftliğini sattıktan sonra yıllarca elmas arasa da bu aramalarının olumlu bir sonucunu göremez. Elindeki tüm varlı­ğını kaybederek yoksullaşan çiftçi bunalıma girerek intihar eder. Çift­liğin yeni sahibi çiftliğini gezdiği bir gün, çiftliğinin bir yerinde ilginç bir taş bulur ve bulduğu taşı evine götürerek şöminesinin üzerine koyar. Günler sonra evine gelen bir arkadaşı, o taşın büyük bir elmas olduğu­nu söyler. Bunun üzerine çiftlikte araştırmalar başlar. Araştırmalar so­nunda çiftliğin büyük bir elmas yatağı olduğu anlaşılır. Bu çiftlik Afri­ka'nın en ünlü elmas yatağı olur. Zavallı çiftçi üzerinde oturduğu bü­yük hazineyi satarak küçük hazineleri bulmanın peşine düşmüştü. Ken­di gücünün farkında bile olmadan başkalarının basanlarını ağzının su­yunun akıtarak dinleyen insanların misali... Başkalarının elindeki ni­metleri tanımaya ayırdığı zamanı, kendinde var olan nimetleri bulmaya ayırmamıştı.

Çobanlıktan Stilistliğe

1978 doğumlu, Urfa'nın Siverek ilçesinin Hamo köyünden olan Mustafa Şahin'in İlkokul mezunu, İlkokul yıllarından başlayıp askerli­ğe kadar çizimle uğraşan Şahin, bir gün televizyonda genç stüistler ya­rışmasıyla ilgili bir haber duyunca yarışmaya katılmaya karar verir. Et­rafındaki insanların kendisini küçümseyip alay etmesine aldırmadan yürüyerek köyden Urfa'ya gider, çizimlerini Kargoya yetiştirir. Musta­fa'ya bir gün telefon gelir telefonun karşısındaki kişi Mustafa'ya, İngil­tere de eğitim gören bir çok kişi arasından sıyrılarak elemeleri geçtiği­ni söyler, çizimlerinin çok beğenildiğini anlatır ve Mustafa'yı İstan­bul'a çağırır. En büyük yardımcısı olduğunu söylediği annesinin nişan yüzüğünü satarak kendisine yol parası bulur ve İstanbul'a gider. İstan­bul da yaşadığı olumsuzluklar yüzünden üç ay içerisinde köyüne geri döner. Bu olumsuz durum, çevresindeki insanların alay konusu olur. Tüm yaşadığı bu olumsuzlukları aldırmayan Mustafa çizimlerine de­vam eder. Ta ki bir T.V muhabirinin bunu fark edip habere taşımasıy­la kendisi için tekrar yeni kapılar aralanır. Mustafa ŞAHİN, 08.11.2004 tarihli bir T.V programında kendi başarısını şu şekilde tanımlıyor: "Ben küçüklüğümden beri çizim yapardım fakat bilinçli ola­rak yaptığım bir çalışma değildi. Çünkü etrafımda bana esin kaynağı olacak herhangi bir şey yoktu. Yanımda küçük bir çantam vardı. Aklı­ma geldikçe, çiftçilik yaparken bazı çizimler yapıyordum. Her sabah beş'te kalkıp sulama yapardım, aklıma gelince çizerdim, koyunlarla uğraşırken aklıma gelir küçük çizimler yapardım. Ayrıca Annem bana çok destek verdi. Bana her zaman şunu söylerdi 'Oğlum Mustafa üzül­me bir gün bir yerlere geleceksin.'"

Hayallerine kilitlenen, olumsuzluklara kulak asmayan ve gele­cekte başarılı olacağına inan Mustafa kararlılıkla yoluna devam eder.

On yıl içinde iki bine yakın çizim yaptığını söyleyen Mustafa Şahin tamamen yaptıklarının Allah vergisi olduğunu ve birçok insanın kendisini başarıya ulaştıracak kaabiliyete sahip olduğunu söylüyor...

Aslında, hepimizi başarıya ulaştıracak topluma yararlı olacağı­mız bir yönümüz vardır. Önemli olan bunu açığa çıkarıp işlemek... Al­lah insanı yaratırken her yönüyle donanımlı bir şekilde yaratmaktadır. Bize verilen zenginliğin farkında olmak, bu zenginliği işleyip güzel so­nuçlar almak bizi daha da mutlu kılacaktır. Siz de sizi başarıya ulaştı­racak içiniz deki sihirli gücü keşfedebilirsiniz. Başarı yolundaki ilk adı­mınızı atabilirsiniz, dışarıda ve uzakta aradığımız başarı aslında içimiz­de, içimize biraz yönelebilsek, birazcık gayret göstersek kısa sürede çok güzel neticeler alacağımız hiç de zor değil. Bize düşeni yaptığımız­da netice kendiliğinden gelecektir...

Karga İle Sürahi

Bir zamanlar çok susamış bir karga vardı. Su bulabilmek için uzun bir yol aldı ve hayli yoruldu.

Ansızın, yerde büyükçe bir sürahi gördü. Alçaldı ve sürahinin dibinde bir miktar su olduğunu gördü. Fakat, gagası suya yetişmedi.

"Bu suya ulaşmam şart" diye gak'ladı. "Daha uzağa uçamaya­cak kadar yorgunum. Ne yapmam lazım? Buldum! Sürahiyi yana çevir­meliyim."

Kanatlarıyla sürahiye vurmaya başladı. Fakat sürahi çok ağırdı.

Hareket ettiremedi.

Sonra, bir süre düşündü.

"Şimdi buldum" diye sevinçle söylenmeye başladı.

"Sürahiyi kırıp, dökülen suyu içeceğim."

Gagası, pençesi ve kanatlarıyla sürahinin üstüne atladı. Ama kı­ramadı. Sürahi çok sertti.

Zavallı karga, durdu ve biraz dinlendi. Etrafta bir sürü küçük taş vardı. Onlan tek tek toplayıp sürahiye fırlatmaya başladı. Taşlar süra­hiye doldukça, sürahinin dibindeki su, daha yukarı çıkmaya başladı. Sonunda, su, içebileceği seviyeye çıkmıştı.

Kana kana suyu içerken:

"Her zorluğun bir çaresi vardır" diye düşünüyordu. "Yeter ki, arayalım."

Ezop

Duanın Gücü

Yüzündeki çökmüş ifadeyle bakkal dükkanından içeri doğru yü­rüdü Louise Redden. Kılık kıyafetinden fakır olduğu kolaylıkla anlaşı­lıyordu. Tezgahın ardındaki bakkala mahcup bir şekilde yaklaşarak ve­resiye birkaç şey alıp almayacağını sordu. Kocasının hasta olup çalışa­madığını, yedi çocukları olduğunu ve yiyeceğe ihtiyaçları olduğunu an­lattı.

Bakkalın sahibi John Longhouse, kadına küçümseyici bir eday­la baktı ve azarlayıcı bir ses tonuyla, dükkanından hemen ayrılmasını istedi.

Kadın mahcup ve düşünceli olarak:

"Lütfen bayım" diye yalvardı. "Size parayı en kısa zamanda ödeceğim."

Bakkal ise, veresiye olarak bir şey vermeyeceğini söyledi yeni­den.

Bu arada, kasanın yanındaki bir müşteri konuşulanlara kulak misafiri olmuştu. Bakkala yaklaşarak, usulca, kadının aldıklarının para­sını kendisinin ödeyeceğini söyledi. Bakkal isteksiz bir şekilde kadına sordu.:

"Elinde alacaklarım n listesi var mı?"

"Evet, bayım."

"Pekala, listeni şuradaki teraziye koy, listen ne kadar ağır gelir­se ben de sana o kadar mal vereceğim."

Louise kafasını eğip bir an duraksadı, daha sonra cüzdanına uza­nıp bir kağıt parçası çıkardı, ve üzerine bir şeyler karaladı. Sonra, kafa­sı yine eğik vaziyette kağıdı terazinin bir kefesine bıraktı. Terazinin ke­fesi hızla aşağıya indi. Bakkal gözlerine inanamadı.

Ama ağzından bir söz çıkmıştı bir kere... Terazinin diğer kefe­sine yiyecekleri doldurmaya başladı. Ancak, ne kadar doldursa da, te­razi dengelenmiyordu. En sonunda, terazi daha fazla eşya alamayacak kadar doldu. Bakkal hayretler içerisinde kalakalmıştı.

Sonunda, terazideki kağıdı merakla aldı ve üstündeki yazıyı bü­yük bir şaşkınlıkla okudu. Bu esasmda yiyecek listesi filan değildi. Şöyle yazıyordu:

"Allahım! İhtiyaçlarımı sana havale ediyorum."

Bakkal terazideki yiyecekleri kadına uzattı ve sessizliğe bürün­dü.

Louise diğer müşteriye teşekkür etti ve bakkalın uzattıklarını alarak dükkandan ayrıldı.

Diğer müşteri John'a elli dolar uzattı ve:

"Her kuruşuna değdi" dedi.

Bu olaydan kısa bir süre sonra bakkal John Loghouse terazinin ortadan kırılmış olduğunu fark etti. Artık duanın gücünü anlamış sayı­lırdı....

Maç

Büyük maça saatler kalmıştı. Günlerdir bu maça hazırlanıyorlar­dı. İleri üçlüde görev alacaktı. Bir önceki maçta hiç beklenmedik bir farkla yenildikleri takımdan "intikam almaya" hazırlanıyorlardı. Aya­ğına top değmemiş kimi spor yazarları formdan düştüğünü, yedekte ka­lacağını yazıyordu. Kaybettikleri maçta taraftarların hışım dolu bakış­larını unutmamıştı. Statta yankılanan sloganları duyuyordu. "Ölmeye ölmeye geldik..."

Bulunduğu konuma gıptayla bakan milyonlarca insan vardı. Fa­kat kimsenin fark edemeyeceği bir yük taşıyordu üzerinde. Henüz yir­mili yaşlarda, toy bir delikanlı olduğu halde, maçı kaybetmenin ağır be­delini karısına ve çocuklarına karşı günler süren mahcubiyetle ödüyor­du. Her defasında "Ölmeye ölmeye..." gelen taraftarlar gibi, onlarında kendisini şartlı sevdiğini düşünmeye başlamıştı. Kazanırlarsa omuzlara almıyordu. Gol atarsa seviliyordu. Kaybederse yerden yere vuruluyor­du. Gol atamazsa suçlanıyordu.

Maç başlamak üzereydi. Evden çıkarken karısının yanağından makas almış, kendisi ve takımı için dua etmesini istemişti. Sonuçta maç başladı. Çok kritik bir noktada oynuyordu. Ayağının her hareketi taraf­tarların ve spor yazarlarının gözünde onu ya nefrete ya hayranlığa ko­nu ediyordu. Rakip takım formundaydı.

Birazdan fileler havalandı. Taraftarlar coşkun tezahüratla alkış­ladılar onu. Henüz maçın başlarındaydı. Her an her şey olabilirdi. Kan ter içinde oynamaya devam etti.

Maç bitti. Ondan başka herkesin iki rakamdan ibaret gördüğü sonuç stadın skorboardunda yanıp sönüyordu. Duaları kabul edilmiş, genç omuzlarına yüklendiği ağır yükü bir defa daha 90 dakika boyun­ca taşıyabilmiş ti. Maçı farklı bir skorla almışlar, teknik direktörlerinin "İntikam" sözü yerine gelmişti.

Takımın çoğu çalışanı zafer sarhoşluğuna yeni sarhoşluklar ek­lemek için oraya buraya dağıldı. O evine gitmeyi yeğledi. Karısı tebes­sümle karşıladı kapıda. Akşam yemeğim çoktan hazırlamıştı. İştahla sofraya oturdu. Çorba kasesinin yanında özenle yazılmış bir not gözü­ne ilişti. "Tebrikler seni ne kadar sevdiğimi anlatmak için..."

Hem sevinmiş hem şaşırmıştı. Bu yemekleri yapmaya maçtan önce başlamış olmalıydı. Maçı kazanacaklarım nereden biliyordu ki...

Tatlıları almak için mutfağa doğru giden karisinin cebinden, şimdi okuduğuna benzer bir kartın daha düştüğünü fark etti. Usulca ye­re eğildi. Karısına fark ettirmeden okudu: "Maçı kaybetmiş de olsan, benim aşkımı hak ettin. Ne olursa olsun, seni seviyorum. Bu yemekle­ri seni ne kadar sevdiğimi anlatmak için..."

Yardım Niyeti Üniversite Yaptırdı

Kaba saba, soluk yıpranmış giysiler içindeki yaşlı çift, Boston treninden inip utangaç bir tavırla rektörü bürosundan içeri girer girmez, sekreter masasından fırlayarak önlerini kesti. Öyle ya, bunlar gibi ne idüğü belirsiz taşralıların Hanvard gibi üniversitede ne işleri olabilirdi? Adam yavaşça rektörü görmek istediklerini söyledi. İşte bu imkansızdı. Rektörün o gün onlara ayıracak saniyesi yoktu. Yaşlı kadın çekingen bir tavırla, "Bekleriz" diye mırıldandı... Nasıl olsa bir süre sonra sıkı­lıp gideceklerdi. Sekreter sesini çıkarmadan masasına döndü. Saatler geçti, yaşlı çift pes etmedi. "Sadece birkaç dakika görüşseniz. Yoksa gidecekleri yoktu. Genç rektör isteksiz bir biçimde kapıyı açtı. Sekre­terinin anlattığı tablo içini bulandırmıştı. Zaten taşralılardan, kaba saba köylülerden nefret ederdi. Onun gibi bir adamın ofisine gelmeye cesa­ret etmek!... Olacak şey miydi bu? Suratı asılmış sinirleri gerilmişti.

Yaşlı kadın hemen söze başladı. Harward'da okuyan oğullarını bir yıl önce bir kazada kaybetmişlerdi. Oğullan burada öyle mutlu ol­muştu ki, onun anısına okul sınırları içinde bir yere, bir anıt dikmek istiyorlardı. Rektör, dokunaklı öyküden duygulanmak bir tarafa öfkele­nerek. "Madam" dedi, sert bir sesle, "Biz Hanvard'da okuyan ve sonra ölen herkes için bir anıt dikecek olsak, burası mezarlığa döner..."

"Hayır, hayır" diyerek haykırdı yaşlı kadın. "Anıt değil... Belki Hanvard'da bir bina yaptırabiliriz."

Rektör, yıpranmış giysilere nefret dolu bir nazar fırlatarak, "Bi­na mı?" diyerek tekrarladı, "Siz bir binanın kaça mal olduğunu biliyor musunuz? Sadece son yaptığımız bölüm yedi buçuk milyon dolardan fazlasına çıktı..."

Tartışmayı noktaladığını düşünüyordu. Artık bu ihtiyar bunak­tan kurtulabilirdi. Yaşlı kadın sessizce kocasına döndü. "Üniversite in­şaatına başlamak için gereken para bu muymuş? Peki, biz kendi üniver­sitemizi kurmuyoruz, o halde?"

Rektörün yüzü karmakarışıktı. Yaşlı adam başıyla onayladı. Bay ve Bayan Leland Stanford dışan çıktılar. Doğu Califomia'ya, Pa-lo Alto'ya geldiler. Ve Hanvard'in yaşatacak üniversiteyi kurdular.

Amerika'nın en önemli üniversitelerinden birini... S-TAN-FORD'U...

Ayağınıza kadar gelip, sizinle görüşmek isteyen insanlara daha iyi yaklaşım göstermeniz dileğiyle...

Fakır Köylü Ve Atlar

Eski Çin'de, köylerin birinde fakir bir adam varmış. Ama kral bile onu kıskanırmış. Çünkü, adamın Öyle dillere destan bir beyaz atı varmış ki, kralda bile öylesi yokmuş. Atlara çok düşkün olan kral, bu beyaz at için adama neredeyse bir servet önermiş, ama adam çok sev­diği atını satmaya yanaşmamış.

"Bu at, benim için herhangi bir at değil" diyormuş. "O benim dostum. Dost satılır mı?"

Gelin görün ki, adam bir sabah kalkıp ahıra gittiğinde atı her zamanki yerinde bulamamış.

Köylüler adamın başına toplanmışlar:

"Bu atı sana bırakmayacakları belliydi. Keşke krala satsaydın! Ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. Şimdi ne paran var, ne de atın..."

Adam:

"Karar vermek için acele etmeyin" dermiş. "Sadece "at kayıp" deyin. Çünkü gerçek bu. Ondan ötesi sizin yorumunuz. Arkasının na­sıl geleceğini kimse bilemez."

Aradan on beş gün geçmeden at bir gece ansızın dönmüş. Hem de, on iki vahşi atı peşine takıp getirmiş olacak...

Köylüler, adamın etrafına toplanıp:

"Sen haklı çıktın" demişler. "Şimdi bir değil, bir sürü atın var."

Adam:

"Karar vermek için gene acele ediyorsunuz" demiş.

"Sadece atın geri döndüğünü söyleyebilirsiniz. Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz."

Bir hafta geçmeden, adamın vahşi atlan terbiye etmeye çalışan tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış.

Köylüler, adama:

"Bir kez daha haklı çıktın" demişler. Bu atlar yüzünden oğlun bacağını uzun süre kullanamayacak. Şimdi eskisinden daha beter du­ruma düştün."

Adam, tekrar:

"O kadar acele etmeyin" demiş. "Oğlum bacağım kırdı. Gerçek bu... Ondan ötesi sizin yorumunuz."

Birkaç hafta sonra, Çin'e saldıran düşman ordusuna karşı, eli silah tutan bütün gençler askere çağrılmış. Köye gelen görevliler; ih­tiyarın kırık bacaklı oğlu hariç, bütün gençleri askere almışlar. Köyü matem havası sarmış. Çünkü savaşın çetin geçeceğini hesaplıyor, gençlerin çoğunun ya öleceğinden ya da esir düşeceğimden korkuyorlarmış.

Adama:

"Gene haklı çıktın" demişler. "Oğlunun bacağı kink, ama hiç değilse yanında. Bizimkiler ise belki asla köye dönemeyecekler."

"Ne olacağını kimse bilemez" demiş adam. "Bilinen gerçek sa­dece şu: Benim oğlum yanımda, sizinkiler ise askerde. Ama bunlann hangisi iyi, hangisi kötü bir durumdur; ancak Allah bilir."

Bilge Lao Tzu çok sevdiği bu öyküyü öğrencilerine muhakkak anlatır, sonunda şu tavsiyede bulunurrhuş: "Hayatın bir parçasına ba­kıp da hayatın tamamı hakkında karar vermekten kaçının."

Çin halk hikayesi

Sarhoşun Çocukları

Uyuşturucu ve içki bağımlısı adamm hayatının büyük bir bölü­mü hapishanede geçer. Hapishanede olmadığı zamanlarda bile eviyle ve çocuklarıyla ilgilenmez. İki oğlu anne ve baba terbiyesinden yoksun olarak büyürler. Oğullardan biri de babası gibi uyuşturucu bağımlısıdır ve hapishanede yatmaktadır. Diğeri büyük bir şirketin genel müdürü­dür.

Olay gazetecilerin ilgisini çeker ve bu adamla röportaj yapmaya giderler. Röportaj sırasında adam, oğullarına asla farklı muamele yap­madığını söyler. Çünkü ikisiyle de hiç ilgilenmemiştir.

Gazeteciler, önce hapisteki oğlanı ziyaret eder ve ona niçin bu durumda olduğunu sorarlar. Cevap üzücü fakat bir o kadar da açıktı: "Babamı tanıyorsunuz, başka ne yapabilirdim ki?"

Olayın en çarpıcı yanı, şirket yöneticisi olan oğlanın düşüncesi­dir. Gazeteciler onunla da röportaj yaparlar ve ona da nasıl bu duruma geldiğini sorarlar. Cevap çok ilginçtir: "Babamı tanıyorsunuz, başka ne yapabilirim ki?"

Seni Geçebilirim

Bir Amerikalı iş adamı ile bir Japon meslektaşı orman içerisin­deki bir otelde düzenlenen bir seminerin arasında ormanda dolaşıyor­lardı. Duydukları vahşi bir sesle her ikisi de irkildi. Dönüp arkalarına baktıklarında aç bir aslanın üzerlerine doğru koşmaya başladığını gör­düler. Her ikisi de hızla oradan kaçmaya başladı. Kaçarken Japon ani­den durdu ve yere oturarak çantasından bir şeyler çıkarmaya başladı. Bu sırada Amerikalı yaklaşık 20 metre kadar fark yapmıştı.

Japon'un ne yaptığını merak eden Amerikalı geriye dönüp bak­tığında gözlerine inanamadı. Aç aslan hızla üzerine yaklaşıyor olması­na rağmen, arkadaşı çantasından spor ayakkabılarını çıkarmış ve giyi­yordu. Amerikalı: "O spor ayakkabılarını giyince aç bir aslandan daha hızlı koşabileceğini mi sanıyorsun?" diye bağırarak kaçmaya devam et­ti. Spor ayakkabılarını giyen Japon ok gibi yerinden fırlayarak, Ameri­kalıyı Önce yakaladı sonra da geçti. Amerikalı iş ayakkabıl arıyla koşar­ken Japon spor ayakkabıları yla koştuğu için Amerikalıya fark atmaya başlamıştı. Amerikalının gerilerde kaldığını ve aslana yem olmak üze­re olduğunu gören Japon, Amerikalıya cevabını verdi: "Evet ben bu spor ayakkabılarımla aç bir aslandan daha hızlı koşamayabilirim ama senden hızlı koşarım."

İradenin Zaferi

New York'taki Manhattan ile Brooklyn arasındaki nehir üzerine kurulmuş olan Brooklyn Köprüsü bir mühendislik harikasıdır. John Re-obling adında yetenekli ve idealist bir mühendis, 1883 yılında gösteriş­li bir köprü projesi yapmış. Ancak köprü inşaat uzmanları ona bu pro­jeyi unutmasını, çünkü böyle bir köprü kurmanın imkansız olduğunu söylemişler.

Roebling, geleceği parlak bir mühendis olan oğlu Was-hing-ton'u köprünün inşa edilebileceğine ikna etmiş. Baba-o-ğul birlikte işin nasıl başarılabileceği ve engellerin nasıl aşılacağı üzerinde epey fikir jimnastiği yapıp zihin ve yürek teri dökmüşler. Her nasılsa bankacıları da proje için gereken maddi desteği vermeye ikna etmişler. Sonra da dizginlenemez bir heyecan ve enerjiyle adamlarını tutmuş ve hayalle­rindeki köp-rüyü inşa etmeye başlamışlar.

Projenin devreye konmasının üzerinden daha birkaç ay geçme­mişken İnşaat sahasında meydana gelen acı bir kazada John Roebling ölmüş, oğlu Washington da ciddi biçimde yaralanmış.

Washington'un beyni şiddetli zarar gördüğü için, ne konuşabili­yor ne de yürüyebiliyormuş. Köprünün nasıl inşa edilebileceğim yal­nızca baba-oğul Roebling'ler bildiği için, herkes bu büyük projenin çö­pe gittiğini sanmış.

Washington Roebling, hareket edemediği ve konuşamadığı hal­de zekası hala zehir gibiymiş.

Bir gün hastanede yatağa mahkum vaziyette yatarken Washing-ton'un aklına bir iletişim şifresi oluşturma fikri gelmiş. Yalnız tek bir parmağını oynatabilen Washington bu par-mağıyla karısına dokunmuş. Uzunu uğraşlar sonunda parmağı vurarak, parmak işaretleriyle karısına köprü inşaatını sürdüren mühendislere neler söylemesi gerektiğini an­latmış.

Yatalak mühendisin on Üç yıl boyunca, evet tam on üç u-zun yıl boyunca hasta yatağında tek parmağıyla verdiği direktiflerle gösterişli Brooklyn Köprüsü tamamlanmış.

Başarının Oranı

Hayatta hedeflediği şeyleri bir türlü başaramadığını düşünen bir adam, yaşlı bir baba dostunu ziyarete gitmişti. Yaşlı adam, çevresinde­ki insanlarm bilgi ve tecrübesinden istifade ettiği akıllı ve babacan bir adamdı.

Halini hatırını sorduğunda, adam:

"Vallahi durumum pek iyi değil" dedi ona. "Bir türlü hayatımda istediğim noktaya gelebilmiş değilim. Bakabiliyorum da, yaptığım iş­lerin yarıdan fazlasında başarısız oldum. Ne yapmam gerektiğini de bil­miyorum."

Yaşlı adam:

"Buna mı sıkılıyor canın?" diye sordu.

Adam:

"Evet" dedi, "size de, akıl danışmaya geldim. Bu durumu dü­zeltmek için ne yapmam gerekiyor?"

Bunun üzerine, yaşlı adam şu cevabı verdi:

"Sana tavsiyem, bugün evine giderken bir kütüphaneye uğrayıp New York Times'ın 1970 almanağını bulman ve 930. sayfasına bakmandır" dedi. "Orada, sana lazım olan şeyi bulacaksın."

Adam, yaşlı baba dostunun evinden ayrıldıktan sonra, koşar adım bir kütüphaneye gitti. New York Times'in 1970 almanağını bul­du ve 930. sayfasını heyecanla açtı. Ama hayal kırıklığına uğradı.

Zira, bu sayfada, beyzbol oyunuyla ilgili istatistiklerden başka bir şey yoktu. Dünyanın en iyi beyzbol oyuncuları ve i-sabet yüzdeleri vardı yalnızca. Almanağın verdiği rakamlara göre, bu alanda birincilik, Ty Cobb'a aitti. Ty Cobb, kendisine atılan her on topun 3.67'sine isa­betle vurmayı başarmıştı. Beyzbol tarihinin en ünlü oyuncularından Rabe Ruth bile bu orana ulaşabilmiş değildi.

Adam, evine vardığında, ilk iş olarak yaşlı baba dostuna telefon etti:

"Almanağa baktım. Ty Cobb, 3.67 yazıyor" dedi. Yaşlı a-dam, kısık kısık güldükten sonra:

"Gördün mü?" dedi. "Beyzbolda topa isabet bakımından bir nu­maralı oyuncu bile 3,67'de kalmış. Bunun anlamı nedir? Kendisine ge­len her üç topun ancak birine doğru düzgün vura-bilmiş. Sen ne umu­yorsun ki?"

Adam:

"Şimdi anladım" dedi, "pek de başansız olmadığımı, ama bek­lentilerimi makul bir düzeye indirmem gerektiğini söylüyorsunuz."

Ne Kadar Yükseğe Zıplayabilirsiniz?

Pireleri eğitmeye çalışanlar bir yönüyle garip, bir tarafıyla da akla yatkın bir şey gözlemlediler. Üstü kapalı bir kutuya koyulan pi­reler zıplayıp tekrar tekrar kutunun tavanına çarpıyorlardı. Fakat bir müddet sonra ilginç bir şey oluyordu. Pireler zıplamaya devam edi­yor, ama bu defa tepeye vuracak kadar yükseğe zıplamıyorlardı. Bel­li ki, tavana vurduklarında canlarının yanması onları bundan alıkoyu­yordu...

İşin ilginç tarafı işte burada başlıyordu. Kutunun üstündeki ta­van kaldırıldığında pireler zıplamaya yine devam ediyorlardı. Ama hiçbir zaman kutunun dışına atlamaya çalışmıyorlardı. Çünkü istese­ler de atlayarmyorlardı. Bunun nedeni ise basitti: Kendi kendini daha yükseğe zıplayamayacaklarma şartlandırmışlardı. Ama bir müddet sonra, şartlandırmadan vazgeçtiklerinde istedikleri kadar zıplamaya yine başlıyorlardı.

Çoğu kez, biz insanların başına da aynı şey gelmiyor mu? Ken­dimizi öncelikle kendimiz sınırlıyoruz ve ulaşabileceğimiz hedefler ulaşamayacağımızı düşünüp bir anlamda kendimizi başarısızlığa şart­landırıyoruz. Tıpkı pireler gibi daha yükseğe zıplayamayacağımıza inanıyoruz. Zıplayamadığımız zaman da "Bak gördünüz mü, ben za­ten o kadar yükseğe zıplayamam" deyiveriyoruz.

Yapacağımız şey çok basit: Öncelikle kendimizi iyi tanımak, hedefimizi tanımlamak, sonra da ona yetişeceğimize İnanmak, ye el­bette ki var gücümüzle zıplamak...

Mein Balıkcısınn Talihi

Bir zamanlar Mein balıkçısı diye, talihi ile meşhur bîr adam var­mış. Mein kıyılarında balık pek az tutulduğu halde bu adam ne zaman balığa çıksa boş dönmez, sepetler dolusu balıkla gelirmiş.

Adam bu yüzden para kazanırken talihi de dillere destan olmuş. O kadar ki, birinin fazla talihi olduğunu anlatmak için "Mein balıkçısı gibi talihli" demek adet haline gelmiş.

Günün birinde balıkçı Ölmüş. Cenaze için evine gelenler, Mein balıkçısının evinde balık ve su üzerine zengin bir kütüphane olduğunu hayretler görmüşler; adamın neden balık avından boş dönmediği o za­man anlaşılmış.

"Bir yıl sonrasıysa düşündüğün, tohum ek.

Ağaç dik, on yıl sonrasıysa tasarladığın.

Ama düşünüyorsan yüzyıl ötesini, halkı eğit o zaman

Bir kez tohum ekersen bir kez ürün alırsın.

Bir kez ağaç dikersen on kez ürün alırsın.

Yüz kez olur bu ürün, eğitirsen milleti.

Birisine bir balık verirsen, doyar bir defalık.

Balık tutmayı öğret, doysun ömür boyunca."

Kuan-Tzu

Bakış Açıları Ve Fırsatlar

Değişik açılardan bakabilirsek, neredeyse hayatımızdaki her ha­dise bir fırsattır.

Yıllar önce, bir ayakkabı şirketinin sahibi Pazar araştırma-sı yapmaları için Afrika'ya pazarlamacılar gönderdi.

Birinci pazarlamacı, Pazar araştırması yaptıktan sonra patronu­nu aradığında şöyle dedi; "Burada bizim için hiçbir fırsat yok. Çünkü hiç kimse ayakkabı giymiyor."

Birkaç ay sonra giden ikinci pazarlamacı patronunu arayıp he­yecanla şöyle dedi; "Afrika da inanılmaz fırsatlar var. Burada hiç kim­senin ayakkabısı yok."

Fırsatları yakalamanın anahtarı, her güne bir fırsat olarak bak­mak ve fırsatları arayıp bulmaktır. Bu, birlikte olduğumuz insanlardan, okuduklarımızdan ya da gelişen herhangi bir hadiseden doğabilir."

Hangi Lastik?

Dört kafadar üniversite Öğrencisi, sabah uyanamamış ve mate­matik final sınavını kaçırmışlardı. Sınav sona erdiğinde hocalarının ya­nına gidip, ona aynı yalanı söylediler:

"Hocam, okula gelirken bindiğimiz arabanın lastiği patladı. O yüzden sınava yetişemedik, bize bir şans daha verir misiniz?"

Hocalan öğrencilerin yalvarmalarına dayanamadı ve onları üç gün sonra ayrı bir sınava tabi tutacağını söyledi.

Sınav günü, matematik hocası dört kafadan sınıfın ayrı birer kö­şesine oturttu. Sınavı geçmek için en az 50 almak gerekiyordu ve top­lam 5 soru vardı. İlk dört soru 10 puan değerinde oldukça kolay soru­lardı. Sonuncu soruyu gördüklerinde öğrenciler neye uğradıklarını şa­şırdılar:

60 puanlık bu soru şöyleydi:

"Üç gün Önce sınava gelirken bindiğiniz arabanın hangi lastiği patladı?"

Kelebek Anlayışı

Bir sabah ofisime giderken, arabamı koyduğum garajda yaşadı­ğım küçük bir olaydan harika bir ders aldım.

Garaj kapısını açınca, kanatlarını açmış, çırpınıp duran bir kele­bekle karşılaştım. Dışarı çıkmaya çalışıyor, habire kapalı camlara çar­pıp duruyordu.

Kelebeğin dışan çıkmasına yardım etme düşüncesiyle, garaj ka­pısını iyice açtım. Ama bu, işe yaramadı. Tam aksine, garaj kapısının açılırken çıkardığı sesten ürken kelebek, daha yüksekten uçmaya başla­dı ve bir örümcek ağına dolandı. Bu kez, uzun saplı bir süpürgenin yar­dımıyla, onu ağdan kurtara-madim ve süpürgeyle dürterek dışan çıkar­maya çalıştım. Gene olmadı.

Kelebek, dışan çıkması için tek yolun, şeffaf olduklan için dışa-nyı gösteren ama gerçekte kapalı olan camlar olduğunu sanıyor olma­lıydı. Yine, dışarı çıkmak için cama çarpıp durmaya başladı. Oysa, bi­razcık başını aşağı eğse, onun dışarı çıkması için kocaman bir kapının açıldığını görecekti.

Ne var ki, bütünü göremeyip sadece bir noktaya odaklandığı için, kendisini garajın içinde tutsak kalmaya mahkum etmişti...

Joie Lake

Kızıl Leke

Tarihin büyük başarı Öykülerinden biri kısa ve içten bir cümle ile başladı. Bu cümleyi bir kadın söyledi. Bu cümleyi kocasına sadık bir kadın söyledi. Bu cümleyi kocasına olan sevgi ve güvenini onun başa­rılı olmasına bağlamayan bir kadın söyledi. Bu cümleyi kocasını seven, kocasını hiç koşulsuz seven bir kadın söyledi, bugün edebiyat dünyası Nathaniel Haethorne'un yazdıklarını kazanamayacaktı.

Nathaniel bir akşam üstü onum kırılmış, ümitlerini yitirmiş ola­rak eve döndüğünde, karısının yüzüne bakmayacak ka-dar utanıyordu: "İşten atıldım tatlım!" dedi.

Bunun üzerine karısı, neşeyle ellerini çırptı. "Tamam işte!" de­di. "Şimdi kitabını yazabilirsin!"

"İyi ama." dedi Nathaniel tereddütle, "ben kitabımı yazar-ken nasıl geçineceğiz."

Adamın şaşkın bakışları arasında, karısı bir çekmeceyi açtı ve para destesi çıkardı.

"Bunları nereden buldun Allah aşkına?"

"Hep senin bir dahi olduğuna inandım" dedi kadın. "Bir gün bir şaheser yazabileceğini biliyorum. Bu yüzden her ay bana teslim ettiğin maaştan bir kısmını ayırdım. Şimdi bize bir yıl yetecek kadar paramız var."

Kadın daha sonra gözlerini kocasının gözlerine dikti. U-mutla kocasının gözlerinde saklı daha parıltısını aradı. Bu ara-da gözlerinden iki damla yaş süzüldü.

Kadının "Şimdi kitabını yazabilirsin!" şeklindeki kısa ve içten cümlesi ve İki damla göz yaşı bir edebiyat şaheserinde beşiklik etti. Nathaniel Hawthorne'un unutulmaz şaheseri çok geçmeden geldi: "Kı­zıl Leke" dünyanın bildiği ismiyle "Scar-let Letter".

Tek Kollu Şampiyon Ve Metod

Japonya'da bir çocuk on yaşlarındayken bir trafik kazası geçir­miş ve sol kolunu kaybetmiş. Oysa çocuğun büyük bir i-deali varmış, büyüyünce iyi bir judo ustası olmak istiyormuş. Sol kolunu kaybetme­siyle birlikte bu hayali de yıkılan çocuğun büyük bir depresyona girdi­ğini gören babası, belki ümit ı-şığı olabilir düşüncesiyle Japonya'nın ünlü bir judo hocasına gidip, çocuğunun durumunu anlatarak yapılacak bir şey olup olmadığını sormuş.

Judo hocası:

"Çocuğu getir bakalım" demiş.

Ertesi günü baba oğul çıkmışlar hocanın karşısına. Hoca çocuğu şöyle bir süzmüş ve:

"Tamam, demiş. Yarın çocuğun eşyalarını getir, çalışmalara başlıyoruz."

Ertesi gün çocuk geldiğinde hocası ona bir hareket göstermiş ve

bu harekete çalış demiş.

Çocuk bir hafta aynı hareketi çalışmış. Sonra hocasının yanına gidip, "Bu hareketi öğrendim, başka hareket göstermeyecek misiniz?" diye sormuş. Hocanın cevabı:

"Çalışmaya devam et." olmuş.

İki ay, üç ay, altı ay derken çocuk okuldaki bir yılını doldurmuş. Bu bir yıl boyunca da hep o aynı hareketi tekrarlamış. Hocasının yanı­na tekrar gitmiş:

"Hocam bir yıldır aynı çalışıyorum. İyi de yapıyorum. Ba-na ye­ni bir hareket öğretmeyecek misiniz?"

"Sen aynı hareketi çalış oğlum. Zamanı gelince yeni hare-kete geçeriz."

İki yıl, üç yıl derken çocuk hocasının nezaretinde beş yılını dol­durmuş. Bir gün hocası çocuğun yanma gelip, "Hazır ol" demiş. "Seni büyük turnuvaya yazdırdım. Yarın maça çıkacaksın?" Delikanlı şok olmuş. Hem sol kolu yok, hem de judoda bildiği tek bir hareket var. Ünlü judocuların katıldığı turnuvada hiçbir şansının olmayacağım dü­şünmüş.; ama hocasına saygısından ses çıkaramamış.

Turnuvanın birinci günü delikanlı ilk müsabakasına çıkmış. Ra­kibine bildiği o tek hareketi yapmış ve kazanmış. Derken ikinci, Üçün­cü maç... Çeyrek final, yan final, ve umulma-dık bir biçimde finale ka­tılmaya hak kazanmış.

Finalde delikanlının karşısına ülkenin son on yıldır yenil-meyen şampiyonu çıkmış. Rakip, judoda tam bir üstat. Delikanlı dayanamayıp hocasının yanma koşmuş?

"Hocam, demiş. Hasbelkader buraya kadar geldik. Ama rakibi­me bir bakın hele yıllann şampiyonu Ben de ise bir kol eksik ve bildi­ğim tek bir hareket var. Bu kadar bana yeter. Bari çıkıp da rezil olma­yayım. İzin verin turnuvadan çekileyim."

Hocası: "Olmaz. Yenilirsen de namusunla yenil." Çocuk çaresiz çıkmış müsabakaya ve maç başlamış. Delikanlı yine o bildiği tek hareketi yapmış ve bir hamlede rakibini yere sererek şampiyon olmuş. Kupayı aldıktan sonra hocasının yanma koşmuş:

"Hocam, nasıl oldu bu iş? Benim bir kolum yok ve bildiğim tek bir hareket var. Nasıl oldu da ben kazandım?

"Bak oğlum, demiş hocası. İlk olarak, beş yıldır aynı hareketi çalışıyorsun. O kadar çok çalıştın ki, artık yeryüzünde o hareketi sen­den daha iyi yapan hiç kimse yok. İkinci olarak da, o hareketin tek bir karşı hareketi vardır. Onun için de, rakibinin senin sol kolundan tutma­sı gerekir!..."

Sevgi Şifadır

Ohio Devlet Üniversitesi'nde tavşanlar üzerinde yapılan bir araştırmada, yüksek oranda yağlı besinlerle beslenmenin damar sertli­ğine tesirleri araştın İmiş tır. Bu araştırmanın sonuçlan şu düşündürücü gerçeği ortaya çıkarmıştır.

Aynı tür ve aynı şekilde yağlı besinlerle beslendikleri halde se­vilip okşanan tavşanlarda, diğerine oranla daha az yağ bulunduğu tes­pit edilmiştir. Gerçekten de sevgide bedenimizin kimyasını değiştire­cek kadar sihirli bir güç vardır.

Bu konuda Helen Colton'un tespitleri son derece önemlidir:

"Bir insana dokunulduğunda, onun kanındaki hemoglobin önemli ölçüde artar. Hemoglobin, kanın oksijenini kalp ve beyni de içermek üzere bedenin tüm organlarına götüren bölümdür. Kandaki he­moglobin oranının artışı tüm bedeni güçlendirir, hastalıkların bedene girişini önler ve iyileşmelerini hızlandırır.

Seninle...

Senelerdir evliydiler. Sevgi ağacını sabırla besleyip meyvelerini bu dünyada tatmak, sonsuz hayatta yemekti duaları. Dualarını işiten ya­ratıcıları da onlara iki evlat hediye etmişti. Küçük zorluklar, büyük mutluluklar içinde yaşıyorlardı.

Bir yaz tatilinde anne ve çocuklar tatile çıktılar. Baba çalıştığı için gidemedi, günleri yalnız geçirmek zorunda kaldı. Ama, yalnızlık ona göre değildi. Sıkıldı, özledi, aradı. "Normal" gördüğü zamanlarda şair gibi:

"Bir insan daha var, çok şükür, evde;

Nefes var,

Ayak sesi var;

Çok şükür, çok şükür."

Diye şükredemediğini fark etti. Özlemle bekledi, telefonla has­ret giderdi, ama yetmedi. Nihayet günler geçti. Evin güzel annesi ve ço­cuklar eve döndüler. Kadını evde güzel bir sürpriz bekliyordu.

Kapıdan İçeri adım attığında, ayakkabı dolabının üstünde kırmı­zı bir gül ve bir not duruyordu:

"Hayat seninle mutlu."

Hoş bir duyguydu yaşadığı. Sevgi ve Özlemle kocasının boynu­na sarıldı. Kadın, su içmek için mutfağa girdiğinde bu defa masanın üzerinde başka bir kırmızı gül ve not buldu:

"Yemekler seninle lezzetli."

Şimdi bütün odaları gezmesi ve gülleri toplaması gerektiğini an­lamıştı. Oturma odasına girdi, başka bir gül ve not bekliyordu onu:

"Sohbetler seninle bereketli."

Heyecanla girdiği çocukların odasında da benzer bir işaret bul­du:

"Çocuklarımız seninle arkadaş ve muhabbetli."

Banyoda aynanın önünde:

"Güzellikler seninle güzel."

Salonda:

"Hayat seninle mutlu."

Sevdiğini ve sevildiğini yüreğinde hissedip kocasının elini tutup yatak odasına girdiğinde son notu ve gülü buldu:

"Mutluluk seninle mutlu!"

Duvar

Bir hastane odasında üç yürüyemeyecek durumda olan ağır du­rumda olan hasta vardı. Bunlardan birisi pencerenin önün, ikincisi or­taya, üçüncüsü ise kapı kenarına yatırılmıştı. Uzun süre aynı odada ve aynı yatakta kalmak onları bazen bunalıma sokuyordu. Pencere kena­rındaki adam iyimser bir adam olduğu için, neşeli konuşmaları ile di­ğerlerini eğlendiriyor ve sıkıntılarını azaltmaya çalışıyordu. Her gün dı-şan bakarak ağaçlan, neşeli çocukları ve karşı dağdaki çiçek dolu kır­ları uzun uzun anlatıyor, onu dinleyen arkadaşlarını rahatlatıyordu.

Bir süre sonra, hastanenin kasvetli havası dağılmış ve bir türlü geçmek bilmeyen can sıkıcı saatler, tatlı hikayelerle dolmuştu.

Bîr-gün, ortadaki hastanın aklına ansızın bir fikir geldi. Eğer pencerenin önündeki hastaya bir şeyler olacak olsa oraya kendisi geçe­cek ve onun hikayelerini dinlemektense, dışarıdaki renkli ve canlı ha­yatı kendi gözleriyle görecekti. Pencere önündeki hastaya, arada bir kriz geliyor ve İlaç alınca geçiyordu. Bir gece vakti, bu krizlerden biri­ne yakalanan adam, ilaçlarım almaya çalışırken, ortadaki hasta büyük bir gayretle doğrularak onun ilacını devirivermişti. Şişe yere düşmüş ve paramparça olmuştu. Ertesi sabah pencere kenanndaki hastayı ölü bul­dular. Onun yerine ortada yatan hastayı pencere kenanndaki yatağa ge­çirdiler.

Adam, göreceği manzaranın heyecanıyla dışarıya baktığında, beyninden vurulmuşa döndü.

Pencerenin birkaç metre ötesinde, simsiyah bir duvardan başka bir şey yoktu.

Tembellik Zekayı Köreltiyor

Almanya'da Erlangen Üniversitesi'nde Tıp Psikolojisi öğretim üyesi ve araştırmacısı Siegfried Lehr'in bilimsel araştırma bulgularına göre; atıl, faaliyet yapmayan ve tembel tembel vakit geçiren kişilerin zeka gücü azalmaktadır. Buna karşılık ise, çalışıp herhangi bir şey üze­rine faaliyet gösterme de zekanın aktivi-tasyonu üzerinde çok olumlu tesirler meydana getirmektedir.

Psikolog Lehr, araştırın alanna göre sakız çiğnemenin dahi zi­hinsel performansı geliştirdiğini ifade ediyor. Üniversitede ders dinle­yen öğrencilerden örnek veren Siegfried Lehr, sakız çiğneme suretiyle beyne fazla oksijen gittiğini ve sonuçta sakız çiğneyen öğrencilerin zih­ninin daha açık olduğunu söylüyor. Kalemle oynamak ve hatta örgüyle uğraşmak gibi küçük hareketler dahi bu konuda yararlı hareketler sını­fına girmektedir.

Zihnin açık kalması için genel olarak hareketlilik tavsiye eden Lehr, konsantrasyonun zayıflamaması için sık sık bir şeyler içmeyi ve atıştırmayı tavsiye ediyor. Zira susuzluk duyulmaya başlandığında vü­cudun zaten kurumuş olduğunu söylüyor.

İnsanların rahat oldukları zamanlarda daha verimli olduklarını da söyleyen Lehr, onlara ilgi alanlan ile uğraşırken ilham gelmediği za­manlarda bir paydos yapmayı ve birkaç dakika başka şeylerle uğraşma­yı tavsiye ediyor. Lehr ayrıca sürekli stres altında yaşayan kişilerin be­yinlerinin ise en geç kırk yaşından sonra gerileyeceğini ifade ediyor.

James A. Garfield

Amerikan iç savaşından birkaç sene önce, güzel bir bahar günü, genç bir adam zengin bir çiftçinin kapısını çaldı. Tek istediği, karın tokluğuna çalışabileceği bir iş ve yatacak bir yerdi. Zengin çiftçi, adı­nın Jim olduğunu söyleyen bu çocuğu çiftliğine aldı.

Jim gerçekten de çalışkan bir çocuktu. Bütün gün her işe aşkla şevkle koşturduktan sonra yemeğini mutfakta aşçılarla birlikte yiyor ve samanlıkta yatıyordu.

Jim bütün yaz aylarını o çiftlikte çalışarak geçirdi. Bu süre zar­fında çiftçinin kızına aşık olmuştu. Kızın da onda gönlü vardı. Bir gün bütün cesaretini toplayarak zengin çiftçiye kızıyla evlenmek istediğini açıkladı. Zengin çiftçi bu işe çok öfkelendi ve:

"Senin gibi parasız pulsuz ve şerefli bir soyadından mahrum bi­rine kızımı vermem" diyerek Jim'i çiftliğinde kovdu.

Aradan tam otuz beş yıl geçti. Çiftçi yeni ve daha büyük bir sa­manlık yaptırmak için eski samanlığı yıkmaya karar verdi. Yıkım sıra­sında, seneler önce kaldığı odanın duvarına delikanlının ismini tam söylenişiyle kazımış olduğunu gördü: James A. Garfield.

O tarihte Amerika Birleşik Devletlerinin Cumhurbaşkanı James A. Garfield idi!..

Parça Ve Butun

Henry Ford, her sabah New York'un kuzey kesimindeki evin­den çıkar, güney kesimindeki işine yürürmüş. Yürürken de, aklına o upuzun yolun tamamını getirmezmiş. Yola başladığında, "Bir blok ötede çiçekçi vardı; bugün vitrininde ne tür çiçekler var acaba?" diye düşünür, çiçekçiyi geçtikten sonra, iki blok ötedeki gazete bayisine ulaşmayı hedefler, onu da geçince daha ilerideki mağazayı düşünmeye başlarmış. Bu şekilde, her defasında kendisine birkaç yüz metrelik he­def seçtiğinden, kilometrelerce yürüyüşü gözünde hiç büyütmeden bitirirmiş.

Çözümü parçalara bölmeyi, bu sayede düşünmüş. Yolu parça­lara bölmeyi, bu sayede düşünmüş. Yolu parçalara bölerek kolayladı­ğı gibi, otomobil imalatını da bu şekilde kolay ve hızlı hale getirme­nin mümkün olup olmadığını düşünmeye başlamış. Ve yürüyen bant üzerinde araba imal etme yolunu bu şekilde keşfetmiş. Motor, bir şerit önünde kayacak, bir işçi birbiri ardınca geçen motorlara hep aynı par­çayı ekleyecek, her işçi bir parça eklerken, büyük bir hızla otomobil imal edilmiş olacak. Ve her bir işçi, işinin sadece bir parça ekleyip bir­kaç vida sıkmak olduğunu bilip, kolaylıkla onu uygulayacak...

Kozadan Kelebeğe

Bir çocuk sekropia denilen bir tür güve kozalarını topluyor ve bahar gelince, güvelerin kozalardan nasıl çıktıklarım hayret ve ilgi ile seyrediyordu. Fakat güvelerin kozadan çıkarken sarf ettikleri gayret, çırpınma karşısında da içinde bir acıma hissi gelişiyordu. Babası bir gün, bu böceklerin bir tanesinin kozadan çıkmasını güçleştiren ipeği makasla kesti. Fakat sonuç şaşırtıcıydı; çok geçmeden böcek öldü. Baba, bu hadise üzerine oğluna şu hayat dersini verdi: "Oğlum, bu böcek kozasından dışarı çıkarken sarf ettiği gayret neticesinde, vücudundaki zehiri dışarı verir. Eğer o zehir dışan veril­mezse böcek Ölür. Aynı zamanda da, bu çırpınışlar sayesinde ileride kendisi için çok gerekli olan kasları güçlenir. İnsanlar da, daha güçlü, daha dayanıklı ve daha iradeli olmak ve böylece istediklerini yapabil­mek için Önlerine çıkan zorluklarla mücadele ederek olgunlaşır, gelişir ve güçlenirler. Eğer insanlar, arzularına kolayca ulaşırlarsa, karakterle­ri zayıflar, adeta, içlerinde bir şeyin ölmüş olduğunu hissederler.

Büyük Taşlar

Okuyacağınız gerçek öykü, Kellog Business School'da (North-western Üniversitesi) iş idaresi mastır Öğrencileri ile Zaman Yönetimi dersi profesörü arasında geçer.

Profesör sınıfa girip karşısında duran dünyanın en seçme öğren­cilerine kısa bir süre baktıktan sonra,

- Bu gün Zaman Yönetimi konusunda deneyle karışık bir sınav yapacağız dedi.

Kürsüye yürüdü, kürsünün altında kocaman bir kavanoz çıkar­dı. Arkadan kürsünün altından bir düzine yumruk büyüklüğünde taş al­dı ve taşlan bir dikkatle kavanozun içine yerleştirmeye başladı. Kava­nozun daha başka taş almayacağına emin olduktan sonra öğrencilere döndü ve

- Bu kavanoz doldu mu? diye sordu. Öğrenciler hep bir ağızdan:

- Doldu diye cevapladılar. Profesör:

- Öyle mi? dedi ve kürsünün altına eğilerek bir kova mıcır çı­karttı. Mıcırı kavanozun içine yavaş yavaş döktü. Sonra kavanozu sal­layarak mıcırın yerleşmesini sağladı. Sonra öğrencilerine dönerek bir kez daha:

- Bu kavanoz doldu mu? diye sordu.

- Bir öğrenci,

- Dolmadı herhalde diye cevap verdi.

- Doğru dedi profesör ve yine kürsünün altına eğilerek bir kova kum aldı ve yavaş yavaş tüm kum tanelerini taşlarla mıcırların arasına nüfuz edene kadar döktü. Gene Öğrencilerine döndü ve

- Bu kavanoz doldu mu? diye sordu. Tüm sınıf bir ağızdan,

- Hayır, diye bağırdılar.

- Güzel dedi profesör ve kürsünün altına eğilerek bir sürahi su aldı ve kavanoz ağzına kadar doluncaya dek suyu boşalttı. Sonra öğren­cilerine dönerek.

- Bu deneyin amacı neydi diye sordu. Uyanık bir Öğrenci hemen:

Zamanımız ne kadar dolu görünürse görünsün, daha ayırabilece­ğimiz zamanımız mutlaka vardır diye atladı.

- Hayır dedi profesör. Bu deneyin esas anlatmak istediği; "Eğer büyük taşları baştan yerleştirmezsek küçükler girdikten sonra büyükle­ri hiçbir zaman kavanozun içine koyamazsın" gerçeğidir.

Öğrenciler şaşkınlık içinde bir birine bakarlarken profesör de­vam etti. Nedir hayatımızdaki büyük taşlar? Eşiniz, çocuklarınız, sev­dikleriniz, arkadaşlarınız, eğitiminiz, hayalleriniz, bîr eser ortaya çıkar­mak, başkalarına faydalı olmak, onlara bir şey Öğretmek!

Büyük taşlarını belki de bunlardan birisi, belki de bir kaçı, bel­ki hepsi. Bu akşam uykuya yatmadan önce iyice düşünün ve sizin bü­yük taşlarınız hangilerini iyi karar verin. Bilin ki büyük taşlannızı ka­vanoza ilk olarak yerleştirmezseniz hiçbir zaman bir daha koyamazsı­nız, o zaman ne kendinize ne de çalıştığınız kuruma, ne de ülkenize faydalı olursunuz. Bu da iyi bir iş adamı, gerçekten de iyi bir adam ol­mayacağınızı gösterir.

Akıllı Köylünün Geçim Derdi

Bir prens atıyla gezerken, tarlasında neşe ve gayretle çalıştığı her halinden belli olan bir köylüye rast geldi ve onunla sohbet etmek için yanma yaklaştı.

Prens atından inerek köylüye iyi günler diledi, köylü de prensi kibarca selamladı.

Birkaç sorudan sonra prens, tarlanın köylünün kendisine ait ol­madığını, köylünün az bir gündelikle çalıştığını Öğrendi.

Kendisini bildi bileli çok para harcamaya alışmış prens, adam­cağızın bu kadar parayla nasıl geçinebildiğine, üstelik nasıl bu kadar neşeli ve gayretli olabildiğini hayret etmişti. Yamalı ce-ketinin cebin­den çıkardığı mendiliyle alnındaki terleri silen köylü, prense gülümse­yerek şöyle cevap verdi:

"Sevgili prensim, ben bu paranın bile üçte biriyle geçinmek zo­rundayım. Kazandığım üçte biriyle geçinmek zorundayım. Kazandığı­mın üçte birini borçlanma veriyorum, artan üçte biriyle de yatırım ya­pıyorum."

Bunları duyan prensin kafası iyice karıştı. Aman neşeli köylü­nün söyleyecekleri henüz bitmemişti. Prensin bu işe daha da şaşırdığı­nı fark eden köylü, sözlerine şöyle devam etti:

"Paramın üçte birini, çocukluğumda bana gözleri gibi bakmış, ellerinden geldiği kadarıyla bir dediğimi iki etmemiş ihtiyar annem ve babam için harcıyorum Anne- baba hakkı Ö-denmez ama, bu şekilde bi­raz olsun onlara borcumu ödemiş oluyorum. Üçte biriyle de çocukları­mın ihtiyaçlarını karşıhyo-rum. İşte yatırımım da bu. Kalanıyla da ken­dim ve eşim idare ediyoruz işte..."

Prens bu cevabı çok beğendi, ancak köylüye bir sürü ödül ver­dikten sonra oradan uzaklaştı.

Hayatın Tuzu

Bir zamanlar, tahta oymacılıkla uğraşan, hayatın sadece yüze­yinde kalmayıp, hakikatlerini de hissetmeyi beceren yaşlı bir usta ya­şardı. Bu ustanın, her şeyden şikayet eden bir çırağı vardı. Çırak başı­na gelen en küçük sıkıntıdan bile şikayet ediyordu. Hayat onun için sanki sırf kötülüklerden, sıkıntılardan ve mutsuzluklardan ibaretti.

Ustası bir gün çırağı tuz almaya gönderdi. Adeti olduğu üzere, çırak söylene söylene dediği şeyi yaptı. Döndüğünde "Şimdi tuzun ne gereği vardı?" gibisinden bir edayla tuzu ustasının önüne koydu.

Usta, ona şimdi bir avuç tuzu bir bardak suya döküp karıştırma­sını söyledi. Çırak yine suratı asık bir şekilde söyleneni yaptı. Usta "Şimdi de o suyu iç" diye emretti. Çırak, Önce kaşlarını çattı. Bir bar­dak tuzlu suyu içmesini nasıl isterdi ki ustası? Ama ona olan saygısın­dan, zorlanarak da olsa bardaktan bir yudum aldı, almasıyla suyu tükür­mesi bir oldu.

"Tadı nasıldı?" diye sordu usta. "Acı!" diye kızgınlıkla cevap verdi çırak. Usta, anlamlı anlamlı gülümseyerek çırağı bu defa köyün kena­rındaki tatlı su gölünün kıyısına götürdü. Çırağın aynı şeyi burada yap­masını, bir avuç tuzu göle atmasını, sonra da gölden su içmesini söyledi. Çırak söyleneni yaptı, suyu göle atıp gölün tatlı suyundan kana kana içti. O ağzının kenarlarından akan suyu eliyle silerken ustası sordu: "Tadı nasıldı?"

"Bal gibi tatlı!" diye karşılık verdi çırak. "Tuzun tadını alabildin mi?" "Hayır."

Bunun üzerine, bilge usta, suyun yanında diz çökmüş olan çırağı­nın yanına oturdu ve ona ömrü boyunca unutamayacağı şu dersi verdi:

"Evladım! Hayatımızdaki sıkıntılar tuz gibidir, ne azdır ne de çok. Sıkıntıların miktarı hep aynıdır. Ancak, bu sıkıntıların kişiye ne kadar ıstırap vereceği onun neyin içine konulacağına bağlıdır. Bu sıkın­tının, ıstırabın olduğunda yapman gereken şey duygularını genişlet­mektir. Bardak olmayı bırakıp göl olmaya çalışmaktır. O anda göreme-sen bile, o sıkıntıların sonucunda güzellikleri görebilmektir."

İbret Veren Karınca

On dördüncü yüzyılda Güneybatı Asya'da İmparator Timur-lenk'in ordusu kuvvetli ve güçlü bir düşman tarafından bozguna uğ­ratılmıştı. Düşman askerleri bölgeyi terk ederken Timur terk edilmiş bir ahırda yatarak saklandı. Orada ümitsizce yatarken bir buğday ta­nesini dik bir duvara taşımaya çalışan karıncayı gördü. Buğday tane­sini karıncanın kendisinden daha büyüktü. İmparator, karıncanın o taneyi altmış dokuz kez taşımaya çalıştığını saydı. Altmış dokuz kez geri düştü. Yetmişinci denemesinde buğdayı duvarın üzerine çıkara­bildi.

Timur birden yerinden fırladı. O da sonunda kazanabilir, zafe­re ulaşabilirdi. Elbette ordusunu yeniden toparlayarak ve düşmanın üzerine daha güçlü bir duygu ile giderek bunu başardı.

Eğer olumsuz şeyler düşünürseniz olumsuz sonuçlar elde eder­siniz. Buna karşılık olumlu şeyler düşünürseniz, olumlu sonuçlara ulaşırsınız. Bu çok önemli ve evrensel bir kuraldır. İşte başarıya ula­şıp mutlu olmak için uyulması gerekli en önemli kuralı üç kelime ile özetleyebiliriz: "İnanırsan başarıya ulaşabilirsin."

Kuyruktaki Mutluluk

Delikanlı kedi, bahçede bir taraftan sükunetle güneşlenen, bir taraftan da kuyruğunu mutlulukla sallayan babasının yanma geldi. Genç kedinin yüzünden ve halinden mutsuzluğu apaçık okunabiliyor­du. Bir müddet yanında oturduktan sonra, sıkıntısını babasına açtı.

"Şey, baba bilirsin, kediler hayatlanndaki en güzel ve Önemli şe-yîn kuyruklarını yakalamak ve böylece mutlu olmak olduğunu düşü­nürler. Ben de böyle düşünüyorum. Ne var ki, şimdiye dek ne yaptıy­sam kuyruğumu ve de mutluluğu yakalayamadım. Çok mutsuzum. Ne yapacağımı bilemiyorum."

Baba kedi, önce anlayışla gülümsedi, sonra da genç diye şu ce­vabı verdi:

"Evladım, be de bir zamanlar senin gibi kuyruğumu yakalarsam mutluluğu da yakalayacağımı düşünüyordum. Bu yüzden de vaktim kuyruğumun peşinde koşmakla geçti. Ama aylar, yıllar geçtikçe şu ger­çeği daha iyi anladım: Kuyruğumu kovaladıkça, onun ardında koştuk­ça o bana yaklaşmıyor, tersine uzaklaşıyordu. Fakat, ne zaman onun peşini bırakıp kendi hayatıma baksam, o da benim ardımdan geliyordu. Bu gerçeği anladığımdan beri, kendi hayatımla ilgileniyorum ve kuyru­ğum benden hiç ayrılmıyor!"

Gerçek Cesaret

Bilge sultanın vezirlerinden birisini-baş vezirliğe tayin etmesi gerekiyordu. Bu göreve layık veziri bulabilmek için bütün vezirlerini etrafına topladı ve onları bir sınava tabi tuttu. Onlan o güne kadar gör­dükleri en büyük ve ağır kapının önüne getirip şöyle dedi:

"Sizler çok akıllı ve güçlü insanlarsınız ve ümit ediyorum ki içi­nizden birisi ülkemin şu en büyük kapısını açabilir. Şimdi sizi kapıyla baş başa bırakıyorum. Göreyim bakayım, hanginiz bu kapıyı açabile­cek."

Saray mensuplarından bazıları daha kapıyı görür görmez dudak­larını büküp bu kapıyı açmanın mümkün olmadığına karar vermişti. Di­ğerlerine göre daha akıllı sayabilecek bazıları kapıyı daha yakından in­celediler, ama kapının azameti karşısında onlar da pes etmekte gecik­medi. Kendİ aralarında yaptıkları konuşmalarda bu kapının imkanı yok açılamayacağında fikir birliği ettiler.

Sarayın en seçkin adamları kapının karşısında ümitsizce bekler­ken, o zamana kadar saygısından öne geçmeyen en genç vezir diğerle­rinin arasından sıyrılarak kapının yanma gitti. Onu şöyle bir gözden geçirdi. Sonra da onu elleriyle yokladı. En sonunda, bütün kuvvetiyle ka­pıya yüklendiğinde ağır kapı ardına kadar açıldı.

Meğerse kapı zaten tam kapah değildi ve onu açabilmek için ge­reken sadece deneme cesareti gösterebilmekti. Sultan bu cesareti göste­rebilen genç vezire şunları söyledi:

"Sadece görüntüye bakarak daha baştan ümitsizliğe kapılmadın, sonunda başarısız kalacak olsan bile deneme cesareti gösterdin. Bu yüzden, baş vezirlik makamına seni tayin ettim."

Beyaz Kağıt

Bir üniversite hocası derse yanında getirdiği büyükçe bir beyaz kağıdı sınıf tahtasının tam ortasına yapıştırır. Elindeki kurşun kalemle kağıdın ortasına siyah bir nokta yapar.

Sınıfa dönerek: "Arkadaşlar gördüğünüz şeyi bana anlatır mısı­nız?"

Sınıfın tamamı elini kaldırır ve hoca dört beş kişiye söz hakkı verir. İstisnasız hepsi şunu söyler: "Siyah bir nokta."

Hoca, oturduğu masadan kalkarak sınıfa doğru döner ve şu en­fes cümleyi söyler: "Hiçbiriniz koskoca beyaz kağıdı görmedi!"

Evet günlük hayatımızda acaba o beyaz kağıdı kaçımız görebi­liyoruz? Yoksa komşumuzun tavuğu bize kaz mı görünüyor?

Hedefin Önemi

"Zengin olmayı hedefleyen genç bir üniversite öğrencisi, bu ko­nuda kitap yazmış bir yazara gider ve kendisine zengin olmanın yolla­rını öğretip öğretmeyeceğini sorar. Yazar, bu delikanlıya bunu öğrete­bileceğim söyler ve ona şu öğütleri verir.

- Bir konuda hedefine odaklanırsan dikkatin o hedefe toplanır ve neticeye gidersin. Hayatını hedef belirlemeden geçirirsen hayatın kararsızlık ve sıkıntıyla dolu geçer. Çünkü o zaman senin için her şey zaman geçirici ve oyalayıcı olmaktan başka bir anlam İfade etmez. Ay­rıca çeşitli zorluklar karşısında dayanma gücü bulamazsın.

Hedefin yoksa sahip olduğun potansiyelin hiçbir anlamı yoktur. Barajı olmayan bir akarsuyun suları faydasızca akar gider. Eğer haya­tın efendisi olmak istiyorsan hedeflerinin bir listesini yap, bunları bir kağıda dök, hatta hayallerinin rengarenk resimlerim çiz. Delikanlı ya­zan dikkatle dinler ve şu cevabı verir:

"Hocam bu söyledikleriniz çok güzel, ama hedeflerimi kağıda yazmamın benim için hiçbir anlamı yok. Benim hedeflerim yıllardır ak­lımda ve sürekli olarak bunları düşünüyorum der.

Yazarın ısrarlarına rağmen delikanlı hedeflerini yazmaya yanaş­maz.

Peki der yazar delikanlıya, seni şu yandaki odaya alalım.

Delikanlı yandaki odaya girer ve kapı arkasından kapanır. Oda­da bir bilgisayar vardır ve ekrandan şöyle bir yazı geçmektedir. "Bu oda bir dakika sonra infilak edecek!"

Delikanlı bu yazıyı görünce paniğe kapılır ve hemen kapıya yö­nelir, ancak kapı kapalıdır ve bağırmaya başlar. Sesini kimseye duyu-ramaymca kapıyı tekmeler. Bu sırada ekranda geri sayım başlamıştır. "58,57,56..."

Delikanlının paniği iyiden iyiye artmıştır. Kapı açılmayınca pencerelere doğru koşar, ancak pencerelerde demir parmaklık vardır. Bu arada saniyeler "27,26,25..." diye geriye doğru ilerlemektedir. Tekrar kapıya doğru yönelir, bütün gücü ile kapıyı yumruklamaya ve avazı çıktığı kadar "imdat!..." diye bağırmaya başlar. Saniyelerin geri sayımı sürmektedir: "9,8,7,6..." O sırada kapı açılır ve yazar içeri gi­rer.

- "Ne oldu evladım, ne bu panik?" diye sorar.

- "Derhal buradan kaçalım! Biraz sonra burası infilak edecek!" diye bağırır delikanlı.

Yazar gayet sakin bir şekilde:

- "Hayır öyle bir şey yok, nereden çıkardın bunu?" diye sorar. Delikanlı şaşkın bir şekilde bilgisayar ekranın gösterir:

- "Ama orada Öyle yazıyordu," der.

"Öyle mi?" der yazar. "Yazı, demek bu kadar önemli. Öyleyse hadi gel, kaçmayı bırakıp hedeflerimizi yazmaya başlayalım."

Amacın Gücû

1953 yılında Yale Üniversitesi mezunları arasında yapılan bir çalışma, bu noktayı çok açık olarak bize göstermektedir. Mezunlarla yapılan görüşmede onlardan açık ve belirli amaçlara sahiplerse, bunla­ra nasıl ulaşacaklarına ilişkin plânlarını yazmaları istenmiştir. Mezun­ların sadece % 3'ünün böyle yazılı amaçlara sahip olduğu görülmüştür. Yirmi yıl sonra, 1973'te araştırmacılar 1953'te görüşme yaptıkları kişi­lere tekrar gitmişler, diğer konular bir tarafa daha önce yazılı amaçlara sahip olan % 3'lök kesimin ekonomik açıdan; geri kalan % 97'nin top­lamından daha iyi durumda olduklarını görmüşlerdir. Araştırmacılar öl­çümü zor olan; mutluluk, neşeli olma gibi öznel durumlarda da % 3'lük kesimin çok daha iyi olduklanm belirlemişlerdir. Bu durum gerçekten net olarak amaçlan belirlemenin gücünü göstermektedir.

İnandırınız İçin Başarılı Oldunuz

San Francisco Körfezi'ndeki bir okulda, okul müdürü üç öğret­meni çağınp şöyle demişti: "Siz üç öğretmen, sistemde en iyi ve en uz­man kişiler olduğunuz için, doksan tane seçkin üstün zekalı öğrenciyi size vereceğiz. Bu öğrencilerin gelecek yıl da hızlarım korumalarını sağlamanızı ve çok şey öğrenmelerini bekliyoruz."

Üç öğretmen, öğrenciler ve öğrencilerin anne babası bunun çok iyi bir fikir olduğunu düşünmüşlerdi. O okul dönemi hepsinin özellikle hoşuna gitmişti. Okul bittiği zaman bütün San Francisco Körfezi'ndeki diğer öğrencilere göre yüzde 20 - 30 daha başarılıydı. Yıl sonu geldi­ğinde müdür üç öğretmem çağırıp onlara, "Bir itirafta bulunmak istiyo­rum. En zeki Öğrencilerin 9O'ı sizde değildi. Onlar ortalamanın biraz üstünde öğrencilerdi. 90 öğrenciyi sistemden tesadüfen seçtik." Öğret­menler, doğal olarak öğrencilerde görülen başarının kendi istisnai öğ­retme becerilerine bağlanması gerektiği sonucuna vardı. "Bir itirafım daha var." dedi müdür: "Siz de en parlak Öğretmenler değilsiniz. İsim­lerinizi bir şapkanın içine doldurduğum kağıtların arasından rasgele seçtim. Siz inandığınız için başarılı oldunuz."

Karakter Zorluklarla Gelişir

Meksika körfezi ile Antil Adlan arsındaki Yakutan' da yaşayan biri bir gün bana çok ibret verici bir öykü anlattı.

Dünyada sarf olunan Sisal'ın (Kenevire benzer, büyük yaprak­lı, bol elyaflı, dokuma sektöründe kullanılan bir bitki) büyük kısmı Ya­kutan da üretilirmiş. Bu bitki taşlı, sert ve faydalı organik maddesi az toprakta yetişmiş.

Bir müddet önce bir Amerikan şirketi Florida' da Sisal üretme­ye karar vermiş. Ve iyi bakılmış, Mükemmel açılmış bir araziye tohum atılmış Vakti gelmiş, bitki büyümüş.

Amerikalılar sevinmişler: . "Hora! Sisal ticaretini Yakutanhlar'm elinden aldık!"

Mahsulü biçmişler. Ve yapraklar içinde bulunması gereken el­yafı aramaya başlamışlar. Fakat o büyük yapraklarda bir gram elyaf bu­lunmadığım büyük bir hayretle görmüşler. İşte o zaman mesele anlaşıl­mış: Hayatının kolaylaştırılması bu bitkiyi mahvediyor!

Bir Sisal bitkisi zorluklarla mücadele etmek sureti ile gelişiyor, kemale ulaşıyor. Sert toprak, soğuk rüzgar, sıcak güneş ve bunlarla mü­cadele etmek istiyor! Sisal'm kıymetli cevheri nasıl elyafı ise, insanın cevheri de karakteridir. Bunların her ikisi de zorluklarla gelişir, huzur ve istirahatla değil...

Herbert N. Casson

Gerçekleşen Şaka

General Elektrik Şirketi'nde yaygınlaşmış bir şaka vardır. Şirke­te yeni bir eleman alınınca, o kişiden beyaz ışık yayan bir ampul yap­ması istenir. Şirketin kıdemli elemanları böyle bir ampulün yapılama­yacağını bilirler. Sırf yeni gelen eleman laboratuarda bu İş için zaman harcayıp sonunda pes etsin diye şaka yapmak isterler. Yeni elemanla­rın bu ampulün yapılamayacağını bilmediklerinden, büyük bir hevesle bunu keşfetmek için laboratuar a çalışmaya can atarlar. Yaptıkları de­neylerin bir sonuç vermediğini görünce de, insan yaradılışına uygun olan "Ben yapamam!" yolunu seçer ve araştırmalarına son verirler.

Ancak içlerinden yalnız biri, Marvin Pipkin, "Ben yapamam!" yolu yerine, "Ben yapabilirim!" yolunu seçmiş, gecesini gündüzüne ka­tarak yılmadan çalışmış ve sonunda gündüz ışığı gibi beyaz ışık veren floresan lambasını bulmuştur. Bu olayda olduğu gibi bir insan yaratılı­şından gelen "Ben yapamam!" düşünme tarzını yenip, onun yerine "Ben yapabilirim!" tarzını geçirmek çok büyük mucizeler oluşturabil­mektedir.

Dört Dakika Engeli Aşıldı

Yıllardan beri insanlar, bir milin (1609.31 m) dört dakikadan da­ha kısa sürede koşulamayacağma inanmışlardır. Fakat 1954 yılında Ro-ger Bannister bu Önemli inancı, kendi inancını devreye sokarak yıkmış­tır. Mümkün olmayanı kendisine yaptırmıştır. Bunu zannettiğiniz şe­kilde fiziksel egzersiz ile değil, olayı sürekli olarak zihnin de prova et­mekle, dört dakika engelini hayalinde defalarca, büyük duygu yoğun-luklanyla aşmakla, kafasında çok canlı referanslar oluşturarak kendi si­nir sistemine sonuç alacak emirleri verdirmeyi sağlamakla başarmıştır. Ama insanların büyük bir kısmı, onun bu başarısının asıl başkalarına olan etkisini anlayamamışlardır. Başlangıçta, dört dakika sınırını hiç kimsenin aşamayacağı sanılmıştır. Ama Roger'in o rekoru kırmasının üzerinden bir yıl geçmeden, 37 koşucu daha aynı İşi başarmıştır. Onun örneği, diğerlerine güçlü bir referans olmuştur. Öyle bir emin olma duygusu geliştirmiştir ki artık "imkansız"ı onlarda başarabilmişlerdir. Daha sonra 300 koşucu daha aynı şeyi yapmıştır.

Ne Olursa Olsun Mutlu Olucam

Yıllar Önce bir adam yağmurun altında Arizona'ya doğru yol alıyordu. Arabasını bir benzin istasyonunda durdurdu ve penceresini aralayarak istasyondaki görevliye seslendi: "Depoyu doldurur musunuz lütfen?"

Kendisi arabanın içinde ıslanmadan otururken yağmurun altında arabasının deposunu dolduran adama baktı ve pencereden parayı uza­tırken "Sizin böyle yağmurun altında ıslanmanıza neden olduğum için üzgünüm" dedi özür dilercesine.

Petrol istasyonunda çalışmakta olan adam yüzünde güneşli bir günün işıltılanyla "Merak etmeyin bayım, ben yaşantımdan çok mem­nunum! Birkaç yıl önce Vietnam Savaşi'nda bir siperde beklerken ken­di kendime buradan sağ çıkarsam bütün koşullar altında mutlu olmaya çalışacağım, koşullarım nedeniyle yaşama sitem etmeyeceğim demiş­tim ve yağmurun altında çalışmak beni mutsuz edemez" diye yanıtladı adama.

Heyecan İle Korkunun Farkı

Genç bir buz patencisi yarışmadan Önce çok heyecanlıdır. Ant­renörüne buz üzerine çıkmayacak kadar korktuğunu söyler. Antrenörü ise kendisine "Korkmuyorsun. Yalnızca heyecanlısın. Bu ikisinin ara­sındaki fark var." Der ve sonra da şu hikayeyi anlatır: Adamın biri bir lokantaya girip 100 dolarlık yiyecek sipariş eder. Bu adam, heyecanlı­dır, çünkü çok pahalı bir yemek yiyecektir, ama cebinde 100 doları var­dır. Şimdi korkuya gelelim: Korku, cebinde hiç para olmadığı halde lo­kantaya girip 100 dolar tutarında yemek sipariş eden kişinin içinde bu­lunduğu durumdur."

Bunun üzerine buz patencisi piste çıkar ve birinci olur. 106

Kimin Hikayesi

Eski zamanlarda yaşamış yaşlı bir adamla, genç bir çocuğun hi­kayesidir bu:

Yaşlı adamın adı, Sartebusi, genç çocuğunki ise, Kim'di...

Kim, yalnız yaşayan; yiyecek ve başını örtecek bir çatıdan çok, bir "sebep" arayan, köyden köye dolaşan bir yetimdi. "Neden?" diye merak ederdi, "Neden her şey bu kadar zor? Biz, kendimiz mi dolaştı­rıyoruz, yoksa mücadele etmemiz gerektiği için mi zorluklarla karşılaş­mamız gerekiyor?..."

Bunlar, Kim yaşlarında genç bir çocuk için bilgece düşünceler­di...

Bir gün, aynı yolda seyahat eden yaşlı bir adamla tanıştı.Yaşlı adam, oldukça ağır görünen, üzeri örtülü, büyük bir sepet taşıyordu. Yol kenarında mola verdiklerinde, yaşlı adam, yorgun bir halde sepeti­ni yere koydu. Kim'e, sanki yaşlı adam varını yoğunu bu sepette taşı-yormuş gibi geldi.

"Sepetin içinde onu bu kadar ağır yapan ne var?" diye sordu Kim, Sartebus'a ve ekledi: "Onu senin için taşımak beni mutlu edecek­tir. Ne de olsa, sana göre çok genç ve güçlüyüm."

"O, senin benim yerime taşıyabileceğin bir şey değil!" diye ya­nıtladı yaşlı adam, "Kendim taşımam gereken bir şey." Ve ekledi; "Bir gün, kendi yolunda yürüyeceksin ve benimki kadar ağır bir sepet taşı­yacaksın sen de."

Günlerce ve kilometrelerce birlikte yürüdüler. Kim Sarte-bus'a, insanlanri neden böyle kendi kendilerine eziyet ettikleri hakkında soru­lar sordu. Ama ne yanıtlarını öğrenebildi, ne de yaşlı adamın taşıdığı sepetin içindeki ağır yükün ne olduğunu...

Sonunda, Sartebus, artık daha fazla yürüyemeyeceği ve son kez dinlenmek için uzandığı zaman sepetin içindeki sırrı söyledi ve neden insanların kendi kendilerine eziyet ettiklerinin yanıtını da verdi:

"Bu sepette..." dedi Sartebus, "kendim hakkında inandığım ama gerçek olmayan şeyler var. Onlar, yolculuğum boyunca ağırlık yapan taşlardı..."

"Şüphenin her çakıl taşının, tereddüdün her kum tanesinin ve yanılgının yol boyunca her kilometre taşının ağırlığını sırtımda taşıdım. Bunlar olmadan çok ilerilere gidebildim. Hayalimde canlandırdığım in­san olabilirdim. Ama gördüğün gibi, yolun sonunda bunlarla başbaşa-yım..."

Ve... sepeti kendisine bağlayan ipleri bile çözemeden, yaşlı adam gözlerini kapadı, son uykusuna daldı...

Kim, sepeti Sartebus'un sırtından çözdü ve merakla sepetin içi­ni açtı: Sepetin içi bomboştu!... Ve o anda, sorularının yanıtını anlar gi­bi oldu: Çoğumuz, sırtımızdaki bir sepette "korkularımızı ve kendi oluşturduğumuz sınırlarımızı" taşıyarak yaşadığımız için hayallerimiz­le birlikte gömülüyoruz...

"Kim'in hikayesi" kimlerin hikayesi, bilinmez ama... bu, bizim hikayemiz olmalı.

Havuç Yumurta Ve Kahve

Ünlü bir aşçı bir gün, kendisine hayatındaki sıkıntılarından ya­kman kızını mutfağına götürdü ve ona, kendisini dikkatle izlemesini söyledi.

Ünlü aşçı baba, aynı Ölçüde suyla doldurduğu eşit boyuttaki üç tencereden birinin içine İri bir havuç, ikincisinin içine bir adet yumur­ta, üçüncüsünün içine ise bir avuç çekilmemiş kahve çekirdeği koyduk­tan sonra tencereleri, ateşlerini aynı derecede yaktığı üç ocağın üstleri­ne yerleştirdi. Kendisinin ne yapmakta olduğuna bir türlü akıl erdire­meyen kızıyla birlikte yirmi dakika süreyle, tenceredeki suların kayna­masını izledi.

Yirminci dakikanın sonunda aşçı baba, ocaklardaki ateşi sön­dürdü ve kızından, sofraya iki tabak ve bir bardak koymasını istedi. Kı­zı, tabaklan ve bardağı getirdi, masaya koydu. Aşçı baba ise, önce bi­rinci tenceredeki havucu aldı, tabaklardan birine koydu.

Sırada şimdi, ikinci tencerede kaynayan yumurta vardı. Aşçı ba­ba, yumurtayı da aldı, onu da ikinci tabağa koydu.

Şimdi sıra, içine bir avuç kahve çekirdeğini attı ve artık rengiy­le de, kokusuyla tümüyle kahveye dönüşen suyu alıp, bardağa boşalt­maya gelmişti. Aşçı baba, tencereleri boşalttıktan sonra kızını sordu:

"Söyle bakalım şimdi, kızım..." dedi. "bu tabaklarda ve bu bar­dakta ne görüyorsun?"

Kızı, bir solukta yanıtladı babasını:

"Ortada ne varsa, tabii ki onları görüyorum, babacığım..." dedi. "Havuç, yumurta ve kahve görüyorum."

Baba, kızını elinden tuttu ve onu masaya yaklaştırdı:

"Gördüklerine, şimdi yakından bakıver." dedi. "Onların ne ol­duklarını anlaman için, istersen dokunabilirsin de..."

Kız, elindeki çatalı önce havuca batırdı ve havucun ne denli çok sertleştiğini gördü. Sonra yumurtayı eline aldı, kabuğunun ne denli çok sertleştiğini gördü, hatta hafifçe masanın kenarına vurarak kırdığı ka­buktan parmağıyla, yumurtanın katılaşmış içini de yokladı. Daha sonra . ise, bardaktaki kahveden bir iki yudum içti ve... Babasının sorusu da­ha ayrıntılı bir biçimde yanıtladı:

"Bu tabakta, haşlanmış, yumuşak bîr havuç görüyorum." dedi. "Bu tabakta ise, pişmekten kabuğu sertleşmiş, hatta içi katılaşmış bir yumurta var. Bardakta ise, kokusu da tadı da çok nefis bir kahve var."

Kızı bunları söyledikten sonra bu kez, babasına merakla sordu:

"Bunları bana niçin soruyorsun, babacığım?" dedi. "Bir körün bile yanıtlayabileceği bu sorulan bana niçin sordun şimdi?"

Ünlü aşçı, işte o an başladı kızma bir yaşam dersi vermeye:

"Bak, kızım" dedi. "Burada gördüğün her şey, aynı büyüklükte­ki tencerelerde, aynı ölçüde suyun içinde, aynı sıcaklıkta, aynı sürede pişti. Fakat sonunda tümü de, birbirlerinden çok değişik tepkiler göster­diler.

Havuç ilk başta sertti, güçlü idi. Fakat kaynatılınca yumuşadı, hatta güçsüzleşti. Yumurta başta çok kırılgandı. Hafifçe dokunuldu­ğunda çatlayabilir, kırılabilirdi. Fakat kaynatılınca, içi sertleşti, hatta katılaştı. Bir avuç çekilmemiş kahve de başlangıçta sertti fakat kaynar suyun içinde o çekirdeklere ne olduğunu gözlerinle gördün. Su kaynadıkça tüm çekirdekler kaynadı, gevşedi ve içindekilerin tümünü suya yaydı. Kokularını suya verdiler, tatlarını suya verdiler ve içinde olduk­ları suyu, lezzetli bir kahveye dönüştürdüler."

Baba bunları söyledikten sonra kızını bir soru daha sordu:

"Şimdi şu soruma yanıt ver bakayım, kızım" dedi. "Sen, bu üçünden hangisine benziyorsun?"

Kızı önce anlayamadı.

"Nasıl yani, babacığım?" dedi.

Baba, sorusunu bu kez açarak sordu:

"İçinde bulunduğun, yani içinde piştiğin yaşamın zorlukları kar­şısında sen nasıl bir tepki gösteriyorsun?"

Mermer Yontucusu

Bir zamanlar dağda, kızgın güneşin altında, mermer taşlarını yontmaktan bezmiş bir mermer yontucusu varmış.

"Bu hayattan bıktım artık. Yontmak! Devamlı mermer yont­mak... öldüm artık! Üstelik bir de bu güneş, hep bu yakıcı güneş! Ah! Onun yerinde olmayı ne kadar çok isterdim, orada yükseklerde her şe­ye hakim olacaktım, ışınlarımla etrafı aydınlatacaktım." diye söylenir durur yontucu.

Bir mucize eseri olarak dileği kabul olunur ve yontucu o an gü­neş olur. Dileği kabul edildiği için çok mutludur. Fakat tam ışınlarını etrafa yaymaya hazırlandığı sırada ışınlarının bulutlar tarafından engel­lendiğini fark eder.

"Basit bulutlar benim ışınlarımı kesecek kadar kuvvetli oldukla­rına göre benim güneş olmam neye yarar!" diye isyan eder.

"Mademki bulutlar güneşten daha kudretli bulut olmayı tercih ederim."

O zaman hemen bulut olur. Dünyanın üzerinde uçuşmaya baş­lar, oradan oraya koşuşur, yağmur yağdırır fakat birden bîre rüzgar çı­kar ve bulutlan dağıtır.

"Ah, rüzgar geldi ve beni dağıttı, demek ki en kuvvetlisi o, öy­leyse ben rüzgar olmak istiyorum." Diye karar verir.

Ve dünyanın üzerinde eser durur, fırtınalar estirir, tayfunlar meydana getirir. Fakat birden bire önünde kocaman bir duvarın ona mani olduğunu görür. Çok yüksek ve çok sağlam bir duvar. Bu bir dağ­dır.

"Basit bir dağ beni durdurmaya yettiğine göre benim rüzgar ol­mam neye yarar?" der.

O zaman dağ olur. Ve o anda bir şeyin O'na durmadan vurdu­ğunu hisseder. Kendinden daha güçlü olan şeyin, onu içinden oyan şe­yin.. . Bu, küçük bir mermer yontucusudur.

En Önemli An En Önemli Kişi En Önemli İş

Bir zamanlar bir kralın aklına şöyle bir düşünce geldi; "Eğer bir işe ne zaman başlayacağımı, kimi dinleyeceğimi ve yapmam gereken en önemli şeyin ne olduğunu bilseydim, giriştiğim her işi başarırdım."

Krallığın dört bir yanına, kim kendisine her iş için en uygun anı, bu iş için en gerekli kişinin kim olduğunu ve yapılması gereken en önemli şeyin ne olduğunu öğretirse ona büyük bir ödül vereceğini du­yurdu. Bilgeler kralın huzurunda toplandı, fakat sorulara verdiği yanıt­lar birbirinden tümüyle farklı oldu. Kral hala doğru yanıtları aradığı için, yakınlardaki bir bilgiye danışmaya karara verdi. Bilge kişi, hiç ayrılmadığı bir ağaç kovuğunda yaşıyor, yanına halk dışında kimseyi kabul etmiyordu. Bu nedenle kral halktan biri gibi giyindi ve yola düş­tü. Bilge kişinin yaşadığı kovuğa yaklaştıklarında kral atından indi ve korumalarını orada bırakıp, yola tek başına koyuldu. Bilgenin olduğu yere vardığında onu, yaşadığı kovuğun önüne çiçek tarlalarını kazar­ken gördü.

"Ey bilge kişi size birkaç önemli konuda danışmaya geldim." dedi. "Doğru şeyi doğru zamanda yapmayı nasıl öğrenebilirim? En faz­la gereksinim duyduğum, dolayısıyla ötekilerden daha fazla ilgi göster­mem gereken kişi kimdir? En önemli ve her şeyden önce gelen Önemli sorum ise şu: Kendimi vermem gereken işler nelerdir?"

Bilge, büyük bir dikkatle kralı dinledi, fakat bir yanıt vermedi. Döndü, yapmakta olduğu işini sürdürdü. "Yoruldunuz" dedi. Kral. "Küreği bana verin de siz biraz dinlenin."

Bilge kişi "Sağulun" dedi ve küreği krala verdi, yere oturup din­lenmeye başladı. Kral iki tarh kazdıktan sonra soruları yineledi. Bilge kişi ona yanıt vermek yerine ayağa kalktı, elini küreğe uzattı ve "Siz bi­raz dinlenin, bir parça da ben çalışayım." dedi. Fakat kral küreği ona vermedi, tarh kazmayı sürdürdü. Saatler birbirini kovalıyor, güneş ya­vaş yavaş ağaçların ardından batmaya başlıyordu. Sonunda kazmayı toprağa saplayıp, bilgeye döndü:

"Ey bilge kişi, senin yanma sorularıma bir cevap bulmak için geldim" dedi. "Eğer cevap veremeyeceksen, söyle de evime döneyim." Bilge kişi gözlerini uzaklara dikti.

"Bak bir adam koşarak buraya geliyor." dedi. "Bakalım kimmiş ne istiyormuş?... "Kral arkasını döndüğünde bir adamın koşarak kendi­lerine doğru geldiğini gördü. Adamın kamına bastırdığı ellerinin altın­da kan sızıyordu. Kralın yanına ulaşınca, kendinden geçercesine inledi, sonra da bayılıp yere düştü. Kral ve bilge kişi hemen adamın üstünde­ki elbiseleri çıkardılar. Karnında büyük bir yara vardı. Kral yarayı elin­den geldiğince yıkadı, mendiliyle ve bilge kişinin havlusuyla sardı, ka­nı durdurdu. Adam bir süre sonra kendisine içecek bir şeyler istedi. Kral dereden taze su getirdi, verdi. Bu arada akşam olmuş hava soğumuştu. Kral, bilge kişinin yardımıyla yaralı adamı kovuğa taşıyarak ya­tırdı. Yatağa uzanan adam gözlerini kapatıp derin bir uykuya daldı. Kral koşuşturmadan ve yapmış olduğu işlerden öylesine yorulmuştu ki eşiğin dibine çökmüştü ve orada uyuyakaldı; kısa yaz gecesi boyunca deliksiz bir uyku çekti. Sabah uyanınca, yatakta uyanmış canlı gözler­le dikkatle kendine bakan yabancının kim olduğunu anımsamaya çalış­tı. Kralın uyandığını gören adam, zayıf bir sesle "Beni affedin" dedi krala. Kral: "Sizi tanımıyorum, üstelik affedilecek bir şey yapmadınız ki" dedi ama adamın konuşmasını kesmedi:

"Siz beni tanımıyorsunuz, ama ben sizi tanıyorum." Dedi. "Ben, kardeşimi astırdığınız ve mallarım elinden aldığınız için sizden öç al­maya yemin etmiş bir düşmanmızım. Tek başına bilge kişiyi görmeye gittiğinizi öğrendim ve dönerken yolda sizi öldürmeye karar verdim. Ama akşam olduğu halde dönmediniz. Ben de pusuya yattığım yerden çıkıp, sizi aramaya koyulduğumda korumalarınıza yakalandım. Onlar beni tanıdılar ve öldürmek istediler. Ellerinden kurtuldum ama yaralıy­dım; yaramdan kan akıyordu. Siz dün akşam yaramı saımasaydiniz kan kaybından ölürdüm. Ben sizi öldürmek istedim, fakat siz benim yaşa­mımı kurtardınız. Eğer yaşarsam, şimdiden sonra en sadık köleniz ola­rak size hizmet edeceğim ve oğullanma da aynı şeyi yapmalannı emre­deceğim."

Kral düşmamyla bu denli kolay barıştığı ve onun dostluğunu ka­zandığı için çok mutlu oldu. Onu yalnızca affetmekle kalmadı, uşakla-nm ve kendi doktorunu gönderip onun tedavisini de yaptıracağım söy­ledi. Aynca el konulan tüm mallarının geri verileceğini de bildirdi. Ya­ralı adamla vedalaşan kral, kapının önüne cevap vermesini bir kez da­ha istedi.

"Siz, beklediğiniz cevabı çoktan aldınız." dedi bilge, ve şöyle sürdürdü sözlerini, "Dün eğer benim güçsüzlüğüme acımayıp şu tarh-lan kazmasaydınız, buradan aynlacaktmız ve geri dönerken şu adamın saldınsına uğrayacaktınız. Yani dün sizin için en önemli an, tarhlan kazdığınız andı. Sizin için en önemli kişi bendim ve sizin için en önemli iş bana iyilik yapmaktı. Daha sonra yaralı adam koşarak geldi yanı­mıza. Sizin için en önemli an, onunla ilgilendiğiniz andı. Çünkü eğer onun yaralarım sarmasaydınız o adam sizinle banşmadan ölecekti. Do­layısıyla o zaman sizin için en önemli kişi oydu. Ve yine o zaman en önemli işiniz de, onun için yaptıklanmzdı."

Bilge bunlan söyledikten sonra krala bir öğüt verdi: "Sizin için en önemli anın, İçinde bulunduğunuz an olduğunu hiçbir zaman unut­mayın. Çünkü yalnızca o an elimizden bir şey gelebilir. Sizin için en önemli kişi ise, o an birlikte olduğunuz kişidir. Çünkü hiç kimse, bir başka kişiyle bir daha görüşüp görüşmeyeceğini bilemez. Ve sİzîn İçin en Önemli iş ise iyilik yapmaktır. Çünkü kişinin bu dünyaya gelmesinin tek nedeni budur."

İyiliğin Karşılığı

İskoçya'da yoksul mu yoksul Fleming adında bir çiftçi yaşardı. Bir gün tarlada çalışırken bir çığlık duydu. Sesin geldiği yere koştuğun­da, bataklığa beline kadar batmış bir çocuğun, kurtulmak için çırpındı­ğını gördü. Çocuk, bir yandan da avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Çift­çi çocuğu bataklıktan çıkararak ölümden kurtardı. Ertesi gün Fle-ming'in evinin önüne gelen gösterişli arabadan şık giyimli bir aristok­rat indi. Çiftçinin kurtardığı çocuğun babası olarak tanıttı kendisini

"Oğlumu kurtardınız, size bunun karşılığını vermek isti-yorum" dedi. Yoksul ve onurlu Fleming:

"Kabul edemem!" diyerek ödülü geri çevirdi. Tam bu sırada ka­pıdan çiftçinin küçük oğlu göründü.

"Bu senin oğlun mu?" diye sordu aristokrat.

Çiftçi gururla. "Evet" dedi.

Aristokrat devam etti;

"Gel seninle bir anlaşma yapalım. Oğlunu bana ver iyi bir eği­tim almasını sağlayayım. Eğer karakteri babasına benziyor-sa ileride gurur duyacağın bir kişi olur."

Bu konuşmalar sonunda Fleming'in oğlu aristokratın desteğinde eğitim gördü. Aradan yıllar geçti. Çiftçi fleming'in oğlu Londra'daki St. Mry's Hospital Tıp Fakültesi'nde mezun oldu ve tüm dünyaya adı­nı "penilisin"i bulan Sir Alexander F-leming olarak duyurdu. Bir süre sonra aristokratın oğlu zatürreeye yakalandı. Onu penisilin kurtardı!

Aristokratın adı; Lord RandolpChurchill'di... Oğlunun a-dı ise: Sir Winston Churchill. Kurtaran doktor: Çiftçinin oğlu Sir Alexender Fleming'di.

Ne Yapıyorsun?

.Fransa'da işçilerin işleri hakkında ne düşündüklerini incelemek üzere araştırmayı yürüten bir görevli, bir inşaat alanına gönderilir. Gö­revli, ilk İşçiye yaklaşır ve sorar:

"Ne yapıyorsun?"

"Nesin sen, kör mü?" diye öfkeyle bağırır işçi.

"Bu parçalanması imkansız kayaları ilkel aletlerle kırıyor ve patronun emrettiği gibi bir araya yığıyorum. Cehennem sıcağında kan ter içinde kalıyorum. Bu çok ağır bir iş, ölümden beter."

Görevli hızla oradan uzaklaşır ve çekinerek ikinci işçiye yakla­şır. Aynı soruyu sorar:

"Ne yapıyorsun?"

İşçi cevap verir:

"Kayaları mimari plana uygun şekilde yerleştirebilmeleri için, kullanılabilir şekle getirmeye çalışıyorum. Bu ağır ve bazen de mono­ton bir iş, ama karım ve çocuklarım için para gerekli. Sonuçta bir işim var. Daha kötü de olabilirdi."

Biraz cesaretlenen görevli üçüncü işçiye doğru ilerler.

"Ne yapıyorsun?" diye sorar.

"Görmüyor musun?" der işçi kollarım gökyüzüne kaldırarak.

"Bir katedral yapıyorum."

Bu hikayenin enteresan tarafı İse, her üç işçinin de aynı işi yapı­yor olmaları...

Ailen Klein

Karayı Görebilseydim Başarabilirdim

4 Temmuz 1952 günü 34 yaşında bir kadın, Pasifik Okyanu-su'na dalarak, Catalina adasından, 21 mil batıda kalan Kaliforniya'ya doğru yüzmeye başladı. Eğer başarılı olursa, bunu yapan ilk kadın ola­caktı. Adı Flornce Chadwick olan bu yüzücü, Manş Denizi'ni her İki yönde geçen ilk kadındı. O sabah su, vücudu uyuşturacak kadar soğuk­tu ve sis o kadar yoğundu ki, beraberindeki tekneleri güçlükle seçebili­yordu. Milyonlarca insan televizyonlarından onu izliyordu, Köpekba­lıkları ve dondurucu soğuğun etkisini hiçe sayarak 15 saat yüzdü. Ya­kındaki bir teknede bulunan annesi ve antrenörü, karaya çok yaklaştı­ğını ve devam etmesini söyledilerse de o, kendisini sudan çıkarmaları­nı istedi. Azimli yüzücü, Kaliforniya kıyısına yarım mil kala sudan çı­kışının nedenini şöyle açıkladı: "Karayı görebilseydim, başarabilir­dim!" Vazgeçmesinin nedenine yorgunluk, ne de soğuktu... Tek ne­den, sis yüzünden karayı görememekti.

Tez Çalışması

Massachusetts İnstitute of Technology'de okuyan bir öğrencinin tanık olduğu bu öykü, bir tez çalışmasının nelere yol açacağını göster­mesi açısından ilginç bir Örnek oluşturuyor: Bir lisansüstü öğrencisi bir yaz mevsimi süresince her gün üzerine siyah-beyaz çizgili bir tişört gi­yerek Harvard futbol sahasına gider. 15 dakika boyuca sahayı bir baş­tan diğer uca yürüyerek yerlere kuş yemi serper. Bu arada cebinden bir hakem düdüğü çıkartıp Öttürür. Yağmur çamur demeden her gün aynı saatte aynı hareketleri törensel bir ciddiyetle yapar. Derken sonbahar gelir, futbol mevsimi başlar. Harvard futbol takımının ilk maçı oynana­caktır. Siyah - beyaz tişörtlü hakem başlama düdüğünü çalar ve o anda olanlar olur. Yüzlerce kuş sahaya hücum eder ve doğal olarak maç er­telenir. Bu arada öğrenci tezini vermiş ve mezun olmuştur.

Affetmenin Dayanılmaz Hafifliği

Bir lise öğretmeni bir gün derste öğrencilerine teklifte bulunur: •"Bir hayat deneyimine katılmak ister misiniz?" Öğrenciler çok sevdikleri hocalarının bu teklifini tereddütsüz kabul ederler. "O zaman" der öğretmen.

"Bundan sonra ne desem yapacağına söz verin" Öğrenciler bu­nunda yaparlar.

"Şimdi yannki Ödevinize hazır olun. Yarın hepiniz birer plastik torba ve beşer kilo patates getireceksiniz!"

Öğrenciler, bu işten pek bir şey anlamamışlardır. Ama ertesi sa­bah hepsinin sıralarının üzerinde patatesler ve torbalar hazırdır.

Kendisine meraklı gözlerle bakan öğrencilerine şöyle der öğret­men:

"Şimdİ; bugüne dek affetmeyi reddettiğiniz her kişi için bir pa­tates alın, o kişinin adını o patatesin üzerine yazıp torbanın içine ko­yun."

Bazı öğrenciler torbalarına üçer - beşer patates koyarken, bazı­larının torbası neredeyse ağzına kadar dolmuştur. Öğretmen, kendisine "Peki şimdi ne olacak?" der gibi bakan Öğrencilerine ikinci açıklaması­nı yapar:

"Bir hafta boyunca nereye giderseniz gidin, bu torbalan yanınız­da taşıyacaksınız. Yattığınız yatakta, bindiğiniz otobüste, okuldayken sıranızın üstünde? Hep yanınızda olacaktır." Aradan bir hafta geçmiş­tir. Hocalan sınıfa girer girmez, söylenenler yapmış olan öğrenciler şi­kayete başlarlar:

"Hocam, bu kadar ağır torbayı her yere taşımak çok zor." "Hocam patatesler kokmaya başladı. Vallahi, insanlar tuhaf ba­kıyorlar bana artık. Hem sıkıldık, hem yorulduk?"

Öğretmen gülümseyerek öğrencilerine şu dersi verir: "Görüyorsunuz ki, affetmeyerek asıl kendinizi cezalandırıyorsu­nuz. Kendimizi ruhumuzda ağır yükler taşımaya mahkum ediyoruz. Af­fetmeyi karşımızdaki kişiye bir ihsan olarak düşünüyoruz, halbuki af­fetmek en başta kendimize yaptığımız bir iyiliktir."

Kazlardan Öğrenecek Çok Şey Var

Göç eden yaban kazlarının havada süzülürken "V" şeklinde bir formasyonla uçtuklarını görmüşsünüzdür.,. Bilim adamları kazların neden bu şekilde uçtuklarım araştırmışlar.

"V" şeklinde uçulduğunda, uçan her kuş, kanat çırptığında arka­sındaki kuş için, onu kaldıran bir hava akımı yapıyormuş. Böylece "V" şeklinde bir formasyonda uçan kaz grubu, birbirlerinin kanat çırpışları sonucu ortaya çıkan hava akımını kullanarak uçuş menzillerini % 70 oranında uzatiyorlarmiş. Yani tek başına gidebilecekleri maksimum yolu. grup halinde neredeyse ikiye katlıyorlarmış.

Bir kaz, "V" grubundan çıktığı anda uçmakta güçlük çekiyor. Çünkü diğer kuşların yarattığı hava akımının dışında kalmış oluyor. Bunun sonucunda, genellikle gruba geri dönüyor ve yoluna bu şekilde devam ediyor.

"V" grubunun başında giden kaz hiçbir hava akımından yararla­namıyor. Bu yüzden diğerlerine oranla daha çabuk yoruluyor. Bu du­rumda en arkaya geçiyor ve bu defa hemen arkasındaki kaz lider gru­bun her noktasında yer almış oluyor.

Uçuş hızı yavaşladığında gerideki kuşlar, daha hızlı gitmek üze­re Önündekileri bağırarak uyarıyorlar.

Gruptaki bir kuş hastalanırsa ya da avcı tarafından vurulup uç­mayacak duruma gelirse; düşen kuşa yardım etmek üzere gruptan iki kaz ayrılıyor ve korumak üzere hasta / yaralı kazın yanma gidiyor. Tek­rar uçabilene (ya da eğer ölürse, ölümüne kadar) onunla beraber kalı­yorlar; yaralı kuşu asla terk etmiyorlar. Daha sonra kendilerine başka bir kaz grubu buluyorlar. Hiçbir kaz grubu, kendilerine bu şekilde ka­tılmak isteyen kazları reddetmiyor...

Sevgi Çuvalı

Sevgi, bütün dünyanın ortak dili. Eğer bu dili biliyorsanız her­kesle anlaşabilirsiniz. Barış Manço'nun dediği gibi "İnsanların öğren­mesi gereken ilk dil tatlı dildir." İşte bu "tatlı dil" aslında "sevgi dili" dir. Aşağıda okuyacağınız öykü de bu anlamda kaleme alınmıştır:

İki kardeş babalarının Ölümüyle daha da yakınlaştıiar. Büyük çocuğu kollamaya; küçük de büyüğe saygıda kusur etmemeye dikkat ediyor.

Baba vefat etmeden Önce iki oğluna mahsulü ikiye bölmüş ve adaletli olmalarım sıkı sıkıya tembih etmişti. İki kardeş gerçekten bir­birlerini çok seviyordu.

Adet olduğu üzere her hasat sonunda ürünü ve kan ikiye bölü­yorlardı. Bu adet kardeşlerden büyüğü evlenene kadar devam etti.

Büyük kardeş zamanla evlenmiş ve çocuğu olmuştu. Sorumlu­lukları artmıştı.

Hasat zamanı yine ürün ve kar ikiye bölünüyordu. Aralarında en küçük bir problem yaşanmamıştı.

Ta ki o güne kadar...

Bekar olan kardeş böyle bir bölüşümün adaletli olmayacağını düşünüyordu. Kendisi bekardı; ama abisinin bakmak zorunda olduğu eşi ve çocukları vardı. Ama bunu ona belli etmek istemiyordu. Bu yüzden geceleri kendi ambarındaki mahsullerden çuval çuval alıp abisinin ambarına götürüyordu.

Bu arada büyük kardeş de kendi kendine "Mahsulü ve karı iki eşit parçaya bölüşmemiz hiç adaletli değil. O evlenmek üzere olan bir genç. Onun şu anda daha fazla paraya ihtiyacı var." diye düşünüyordu. O da geceleri kendi ambarında çuval çuval mahsulleri küçük kardeşi­nin ambarına götürüyordu.

Bu karşılıklı gidiş gelişler yıllarca devam etti. Ama hiçbirinin diğerinden haberi yoktu. Onlar da bir anlam veremiyordu. Bu duruma. Çünkü ürünlerinde bir eksilme olmuyordu. Aksine artıyordu.

Ama bir gece... İki kardeş sırtlarında buğday çuvalı bir birleri­nin ambarına götürüyorlardı. İki ambarın orta yerinde karşılaştılar. İki­sinin de sırtlarında kocaman çuvallar vardı. Olan biten anlaşılmıştı. Gözyaşları içerisinde birbirlerine sarıldılar.

Mutluluğu ve sevgiyi bundan daha iyi anlatacak öykü olabilir mi?

Mutluluk, adım atmaktır. İlk tebessümü etmektir. İlk taşı koy­maktır. Mutluluk, buğday çuvalını sırtlanmaktır.

Bir “Gül" Masalı

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde bir kasabada yaşayan dünyalar güzeli bir kız varmış. Bu kız öyle güzelmiş kİ,çok uzak şehir­lerden ve ülkelerden çok zengin, çok yakışıklı, asil pek çok delikanlı onu görmeye gelmiş. Kendisiyle evlenmek isteyen nice prensi, nice şö­valyeyi reddeden güzel kız kimseleri beğenmezmiş.

Bu arada aynı kasabada yaşayan ve bu kıza aşık olan bir deli­kanlı da bu kızı istemiş. Ama kız onu da reddetmiş. Aradan uzun yıllar geçmiş. Bizim delikanlı kasabadan ayrılmış. Kendine başka bir hayat kurmuş ve evlenmiş, çoluk çocuğa karışmış.

Bir gün yolu bir zamanlar yaşadığı güzel, küçük kasabaya düş­müş. Orada tanıdık birine rastladığında aklına bir zamanlar orada yaşa­yan dünyalar güzeli kız gelmiş ve ona ne olduğunu sormuş. Yaşlı adam önünde gül bahçesi olan bir evi göstererek kızın evlendiğini söylemiş. Bizim ki bir zamanlar herkesi reddetmiş olan kızın kocasını çok merak etmiş. Bir gün gizlenip kocasını evden çıkarken görmüş. Kızın kocası şişman, kel ve çirkin mi çirkin bir adammış. Üstelik zengin bile değil­miş. Çok merak eden adam kocası gittikten sonra evin kapısını çalmış.

Kız kapıyı açınca kendini tanıtmış ve neden böyle bir adamla evlenmiş olduğunu sormuş. Kız da ona, arkasındaki gül bahçesinden en güzel gülü koparıp getirirse, cevabı vereceğini, bu arada tek şartının bahçede ilerlerken, geriye dönmemesi olduğunu söylemiş.

Adam da bunun üzerine yüzlerce gülün olduğu bahçede ilerle­meye başlamış. Birden çok güzel san bir gül görmüş. Tam ona doğru eğilirken biraz ileride kocaman pembe bir gül gözüne çarpmış. Tam ona uzanırken daha ileride muhteşem güzellikte kırmızı bir gül gonca­sı görmüş. Tam onu koparırken ileride...

Derken bir de bakmış ki bahçenin sonuna gelmiş ve mecburen oradaki sonuncu gülü koparıp kıza götürmüş. Bahçenin en güzel gülü­nü beklerken kız bir de ne görsün yapraklan solmuş cılız bir gül. Gül­müş adama...:

"Bak gördün mü" demiş. "Her zaman daha iyisini bulmak ister­ken Ömür geçer ve sen sonunda en kötüsüne bile razı olmak zorunda kalırsın. Bu yüzden gençlik gitmeden doğru seçimler yapmayı öğren­mek gerekir."

Gizli Eller

Konserini bitiren dahi piyanist, salon alkıştan inlerken, dinleyi­cilerinin önünde eğiliyordu. Sahnenin ortasında, kuyruklu piyanonun önünde duruyor, alkış sesleri ve bis çığlıkları kulaklannda uğultular meydana getirirken, izleyicilere tatlı tatlı gülümsüyordu.

Kendisi, dehası dünyaca takdir gören bir piyanistti. En müşkül­pesent müzik eleştirmenleri bile onun ideal bir piyanist olduğunu söy­lüyorlardı.

Bu dahi piyanist, daha on bir yaşındayken Amerika'da bir turne­ye çıkmış ve büyük alkış toplamıştı. O günlerde daha büyük bir şöhre­te erişmesi mümkünken, Çocuk Esirgeme Kurumu henüz çocuk yaşta­ki piyanistin menajeri aleyhinde takibata girişmiş ve bu durum dahi ço­cuğun Amerika'daki konserlerine son verilmesine sebep olmuştu. Bu­nun üzerine, müzik eğitimine devam edebilmesi için Avrupa'ya götü­rülmüştü.

Büyüdükten sonra, ülkesinde dinleyicilerinin gönlünü yeniden fethetmeyi başardı. Gerek dinleyiciler, gerek eleştirmenler onu yere gö­ğe sığdıramıyorlardı.

Oysa, hiç kimse bilmiyordu ki, bu dahi piyanistin vücut yapısı gerçekte onun sıradan bir piyanist olmasına bile imkan tanımıyor. Bu dahi piyanist, kendisi için özel olarak yaptırdığı dar tuşlu bir piyanoyu kendisiyle birlikte bir konser salonundan diğerine naklettiriyordu. Piya­no o kadar ustalıkla yapılmıştı ki, neredeyse hiç kimse, Josef Hof-man'ın ellerinin normal bir piyano üzerinde çalışmasını imkansız kıla­cak derecede küçük olduğunu fark etmemişti.

Ernest Weidaer

Dört Kafadarın Öyküsü

Bir şehirde dört kafadar yaşıyordu... Bunların adlan da, Herkes, Birisi, Herhangi biri ve Hiç kimse imiş... Bir gün yapılması gereken çok önemli bir iş ortaya çıkmış... Herkes, Birisi'nin bu işi yapacağın­dan eminmiş. Gerçi işi, Herhangi biri de yapabilirmiş ama, Hiç kimse yapmamış...

Birisi bu duruma çok kızmış. Çünkü iş, Herkes'in işiymiş. Her­kes, Herhangi biri'nin bu işi yapabileceğini düşünüyormuş. Ama, Hiç kimse, Herkes'in yapamayacağının farkında değilmiş.

Sonunda, Herhangi biri'nin yapabileceği bir işi, Hiç kimse yap­madığı için, Herkes Birisi'ni suçlamış...

Ellerine Gözlerini Yükleyen Adam

Onun yaptığı resimlerden birini ilk kez bir gazetenin manşetin­de görmüştüm. Devlet başkanlarına varasıya çizdiği o mükemmel re­simler beni dehşete düşürmüştü. İnsana hangi şartlarda olursa olsun ya­şamanın dayanılmaz tadını hatırlatıyordu. Düşündüm ve onun bir öykü­sünü yazmam gerektiğine karar verdim.

Onun hayatında hepimize yetecek kadar azim, kararlılık ve he­yecan var, Yeter ki ellerimizi açmasını bilelim. Veya gönlümüzü.. .Ya­ratıcı içimizdeki arzu ve istek oranında güç vererek bizi hiç umulmadık alanlarda başanlı kılmaktadır. İstek, gayret ve çalışma bizden vermek ve başarıya ulaştırmak ondan....

Bu güzel öykü elleriyle gören adamın öyküsü...

Doğuştan göremeyen Eşref Armağan, hayata küsüp bir kenara Çekilmez tam aksine hayata dört elle sarılarak hayatını diğer insanlar gibi görüyormuş gibi devam eder. İstanbul Küçük çekmecede soba sa­tarak hayatını devam ettirir. Onun hayata bağlılığı etrafındaki insanlan da olumlu yönde etkiler. Yaşamın o güzelliğini etrafındakilere de his­settirir.

Eşref Armağan O bir ressam evet yanlış okumadınız hem de meslektaşlannın yaptığı resimlerden hiç farkı olmayan bir ressam. Hem öyle bir ressam ki göremediği renkleri, hayalinde öyle bir renklendir­miş ki gerçeğiyle yan yana getirdiğiniz de ayırt edemiyorsunuz.

Yaşamı hep ince yanlarıyla yaşamış Eşref Armağan. Yaşamın Zor yanma talip olmuş, onu aramış. Onu istemiş...

Eşref Armağan resim yapmaya çok küçük yaşlarda başlamış. Önceleri heykelleri incelemiş, kabartma resimler ve rölyeflerle çalış­mış. Renkleri insanlara sorarak öğrenmiş. Armağan'in asıl yönü bura­dan sonra başlıyor. "Bir insanın sesini duyunca gırtlaktan çıkan sesten, şişman mı, zayıf mı olduğunu ayırt edebiliyorum." diyor. Biraz daha ileri gidiyor ve "Mutfakta pişen yemeğin kokusundan altıncı kattaki da­iremin yolunu bulabiliyorum." diyor.

Sürekli çalışıyor...

"Eğer bir deniz manzarası yapıyorsam, o denizin dalgası ve se­rinliğini adeta hissediyorum. Martıların ötüşleri kulağıma geliyor." di­yor.

Ve Eşref Armağan bize anadan doğma kör olan bir insanın par­maklarını göz gibi kullanabileceğini ispat ediyor. Adeta bize haykırı­yor:

"Yenilmeyin hayatınıza. Zorluklar ne kadar güç olursa olsun is­tedikten sonra onları aşabilirsiniz."diyor.

Kendi yaşadığı bir olayı şöyle anlatıyor:

"Geçenlerde yatıya bir misafirim geldi. Hepsi yattı, ben de resim yapıyorum. Misafirim herhalde tuvalet ihtiyacı olmuş. Koridorda ya­nımda geçerken, "küt" diye çarptı bana.

"Ne yapıyorsun sen burada?" dedi.

"Resim yapıyorum."dedim.

"Işığı niçin yakmıyorsun?" demez mi!-

Asıl bizler, beş dakika gözlerimizi kapatıp bir kısa deneme yap­sak? Çok korkunç değil mi? Tüm hayatımız gözlerimizde saklı sanki... Hiçbirimizin aklından bile geçmiyor... Hiç düşündük mü? Gözlerimizi her gün ne kadar kullanıyoruz? Sahip olduğumuz bu hazinenin kıyme­tini ne kadar biliyoruz ve bu hazineyi ne kadar değerlendiriyoruz...

Asrın insanı: "Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen haya­tından lezzet alır." diyor.

Jacques D.Nin Öyküsü

Jaques D. İle 1931 'de ikimizin de arkadaşı olan bir zatın evinde tanışmıştım. Daha sonraları, onunla birçok samimi görüşmeler de bu­lunduğum halde, kendisinin hayat öyküsünü ancak 1936'da, ölümün­den sonra öğrenebildim.

Ben onu tanıdığımda, Jacques'in giyim eşyası satan bir çok ma­ğazası ve ayda 1 milyon franklık bir geliri vardı.

Fakir bir ailenin oğluydu. Küçüklüğünde ufak bir dükkanda ça­lışmıştı. Görevi, kapının dışındaki sergilere bakmaktı. O sıralar başına gelen bir olay, onun insanlık ve hayat hakkındaki görüşlerini etkilemiş; tevazusu yüzünden kimsenin kendisini övmesini istemediği için, pek az insanın bildiği olağanüstü işler başarmıştı.

Soğuk bir kış günü, üstünde lime lime olmuş eski bir elbise ile eski ve ince bir atkı bulunan on beş yaşındaki küçük Jacques, dükkanın önündeki yerinde titrerken, yanma gelen iyi giyinmiş bir adam kendisi­ne dikkatlice baktıktan sonra içeri girer. Geri geldiğinde, elinde bulu­nan kaim bir palto ile kürklü bir başlığı Jacques'a uzatarak:

"Bunları hemen giy, ama benden hiçbir açıklama isteme" der. "Bunu aslında kendi iyiliğim için yapıyorum. Allahaısmarladık, dos­tum."

Bu sözlerden sonra adam hızla oradan uzaklaşır.

Bu olay Jacques'ın üzerinde derin bir iz bırakır. Ona göre, bu adam, karşılığını düşünmeden iyilik yapabilmenin ne kadar ender görü­len bir meziyet olduğunu ona anlatmış ve hayatı boyunca kullanabile­ceği bir formülü vermiştir.

Hiç tanımadığı insanlara hayatlarının en büyük sevinçlerinden birini tattırmak: İşte Jacques'ın gizli formülü buydu.

Jacques, sonradan bir milyon franklık gelirinden beşte birini, bütçesinin dengesini bozmadan ve rutin birtakım hayır İşleri için ayrı­ca harcadığı paranın miktarını değiştirmeden bir kenara koyabileceğini hesaplamıştı. Her perşembe günü, uşaklarının ve işçilerinin arasından kaybolur, gözlerine siyah bir gözlük takar, ceplerini farklı miktarlara göre yazılmış mektup ve çeklerle doldurarak yola çıkar. Bir gün Champs Elysees'de bir köşe başında elinde sepetle giden bir ihtiyar ka­dına rastladı. Kadının yüzüne iyice bakıp, iyi kalpli birine benzediğine kanaat getirerek, yanma yaklaştı.

"Affedersiniz, bayan" dedi. " bazı çocuklara ufak tefek hediye­ler götürmek istiyorum. İşim de çok acele. Acaba elinizdeki sepetin içindeki eşyalarla beraber ne kadar ettiğini öğrenebilir miyim?"

"Durun bakayım, on iki karamela, tanesi üç frank eder. Fıstıklar da altı kere sekiz eşittir kırk sekiz. Aman Allahım, ben bu işin içinden çıkamayacağım galiba."

Jacques hesaba yardım etti ve sonunda sepetteki lerin toplam fi­yatı, ihtiyar kadına göre, otuz frank tuttu.

"Kırk frank diyelim" dedi Jacques. "Sepetinizi de almak istiyo­rum. Ona ne istersiniz?"

"Yenisini yirmiden aşağı almam ama, bu epeyce eski. Onun için on frank eder."

"Yirmi kırk daha altmış. İşte size yüz frank. Sizi çok da zahme­te soktum üstü kalsın. Haydi güle güle."

Jacques bundan sonra bir taksi çağırarak şoföre kendisini en ya­kın okula götürmesini söyledi. Okula gelince, müdireye:

"Öğrencilerinize bazı hediyeler vermek istiyorum. Bunu onlara dağıtıverin lütfen" dedi.

Daha öğle olmadan, buna benzer hoş sürprizlerle bir çok zaval­lı insanın gönüllerim almış; İlk bakışta hüzünlü gibi görünen bu dünya­nın derinliklerinin kendileri için ne büyük iyilik ve şefkat kaynaklarıy­la dolu olduğuna onları inandırmıştı.

Başka bir gün, çocuğunun elinden tutmuş bir anne gördü. İkisi­nin yüz ifadeleri Jacques'ı derinden etkiledi. Onları takip ederek, sıkı bir araştırma sonucunda, oturdukları yeri, kadının kocasının çok çalış­tığını, ailenin de iyi bir aile olarak biliniyor olduğunu öğrendi. Bunun üzerine, forma halindeki mektuplardan birini doldurarak, adreslerine yolladı:

"Muhterem Bay ve Bayan Girard, uzun zamandır sizinle alaka­darım. Size bu ilgimin hatırası olarak ufak bir hediye vermek beni mut­lu edecek. Zarfın içindeki bin franklık çeki sevimli ailenizin mutlulu­ğunu daha da arttıracak şekilde kullanacağınızı ümit ederim. İşlerim çok olduğu için sizinle tanışmak fırsatını bulamayacağım. Bana teşek­kür etmek için yorulmayın lütfen.

Hürmetlerimle,

İmza (Okunaksız)"

Doyamadlğlm Tek Şey Çalışmak!

"Hayatta doyamadığım bir şey varsa, o da para değil, çalışmak­tır. Çünkü çok kısa sürede, harcayanı ayacağım kadar paraya, bana ye­tecek kadar varlığa kavuştum. Ama çalışmak, bir işi başarmak, paradan farklı şeylerdir. Futbolcunun gol atması, bestekarın eserini tamamlama­sı gibi bir şey.

Biz çalışmayı babamızdan öğrendik. Çalışmayı seven insan, ya-nındakini de çalıştırır.

Bir bestekar, eseri çalınınca beğenilmesinden, alkış seslerinden nasıl zevk alırsa, ben de yatırımın tamamlanmasından, makinelerin "şa­kır şukur" işlemesinden, çıkan ürünleri görmekten öyle zevk alırım, iş­te doyamadığım zevk budur.

Bu alışkanlıktan vazgeçilemeyeceğini de anladım.

Kalp ameliyatından sonra, doktorlar bana daha az çalışmayı, da­ha kontrollü yaşamayı öğütlediler. Bir süre kendimi frenledim. Baktım olmuyor, freni koyuverdim. Böyle mesut olabildiğime göre, devama karar verdim. Allah'ın izin verdiği kadar, hizmet verme, başarma, ka­zanma zevkini sürdürmeye niyetliyim.

Nasıl ki, bir koşucu finalde ipi göğüslediği zaman başarısını gö-rebiliyorsa, biz de başarımızı, çalışmalarımızın, uğraşımızın sonucunda istihdamda, üretimde, karda, daha çok vergi ödemede görürüz. Bir ya-nş bitti mi, yenisi başlar. Bir koşucu hiçbir zaman, hayatında bir kere koşup, tek bir yarış kazanmak amacıyla hazırlanmaz.

Dünyanın her köşesinde rekabet büyük kamçıdır. Bu kamçı, 'İf­rata kaçmayacak şekilde' insanlar üzerinde dolaşmalıdır ki, insan daha ileriye koşma arayışında olsun. Yarışma duygusu insanları daima dina­mik tutar."

Sakıp SABANCI

Yaşamak Ve Koşmak

Koşmak harika bir bireysel spordur. Bütün sporlar içerisin de yaşamaya gelişmeye en çok benzeyen spor koşmaktır. Aklı başında bir yaşam gibi, koşarken başkasına göre ne kadar hızlı veya yavaş olduğu­nuz çok da önemli değildir. Bu yarışı kay bedem ezsin iz; çünkü bir baş­kasıyla yarış halinde değilsinizdir. Sadece kendinizle yarışryorsunuz-dur ve koştuğunuz kadar da kazamyorsunuzdur.

Bursa da başarılı bir iş adamı olan Şevket ERDEMİR: "İş yaşa­mımda ve insanlarla olan iletişimimde her zaman istikrarlı oldum, hiç ara vermedim. Yani tıpkı koşmak gibi. Koştukça bedenim nasıl zinde kalıyor ve güçleniyorsa, istikrarlı bir çalışmayla da zamanla güçlen­dim." diyor. Sempatikliği ve karizma kişiliği ile tanınan bu iş adamının benzetmesi yerinde bir tespit olsa gerek.

Koşmak, tıpkı yaşamak gibi, basit ve sadece bir faaliyettir. Özel bir teçhizata gerek yoktur. Sadece iyi bir çift ayakkabı yeterlidir; tıpkı hayatta sağlıklı duyguların yetmesi gibi. Hemen hemen her yerde her zaman koşabilirsiniz. Pek çok spordan farklı olarak, yapmak için uzun olmanıza gerek yoktur. Her ölçü, şekilde ve hızda insan koşmaktan zevk duyabilir. Yeter ki, koşmanın kendisinden zevk almaya çalışın.

Daha önemlisi, ne kadar hızlı ya da yavaş koştuğunuz değildir aslolan. Attığınız her adım, kaslarınız ve sağlığınızın gelişmesine kat­kıda bulunur, tster yarış kazanmak için, ister formda kalmak için ko­şun; sonuçta herkes koşmanın bizzat kendisindeki güzelliği tatmak zo­rundadır.

Ve tıpkı yaşamak gibi, koşmak da öncelikle zihinsel bir faaliyet­tir. Şevk, cesaret, irade, program vs. ile gerçek anlamım bulur.

Yine yaşamda olduğu gibi, hırsa tahammül edemez koşu. Koş­mak kolaydır; ama yapılacak programın adım adım gelişen, insanın kaldıramayacağı kadar ağır olmayan nitelikte olması şarttır. Aksi tak­dirde, istenilenin tam tersi sonuçlarla karşılaşmak işten değildir. Uz­manlar, çok hızlı ve süratli koşmayı kesinlikle tavsiye etmezler. Sabır­la, yavaş yavaş ilerlemek başarıya giden anahtardır.

Koşmak hayata gerçekten de çok benzer. Çünkü ne kadar koşar­sanız koşun, Önünüzde sonsuza uzanan bir yol vardır ve duygulanmz gibi kaslarınız da giderek gelişir...

Microsoft Ve Volkswagen Kavgası

Bili Gates Microsoft'un seminerlerinde bilgisayar sektöründeki gelişmenin hızını anlatmak için şöyle bir benzetme yapmış: "Eğer Volswagen firması son 25 yıl içinde bilgisayar sektörü kadar hızlı ge­lişmiş olsaydı bugün 500 $'a alacağımız arabalara 25 S'lık benzin ko­yup dünya turu atmamız mümkün olacaktı."

Birkaç gün sonra Volswagen firmasından bir basın açıklaması yayımlanmış: "Eğer otomotiv sektörü Bili Gates'in İşletim sistemi gibi gelişmiş olsaydı, her alacağımız arabada tek koltuk olacak, diğer kol­tuklar için ekstra lisans parası Ödemek zorunda kalacaktık; arabamız sa­dece bizim ürettiğimiz benzinle çalışacak; gösterge tablosundaki tüm ikaz ve uyan ışıklan yerine üzerinde ARABANIZ GEÇERSİZ BİR İŞ­LEM YÜRÜTTÜ VE KAPATILACAKTIR yazan tek bir lamba ola­caktı. Ayrıca her kazadan sonra arabanın hava yastıkları açılmadan ön­ce bir düğmenin üzerinde HAVA YASTIKLARI AÇILACAK, EMİN MİSİNİZ diyen bir ışık yanacaktı.

Deha Düşünce Ve Emeklerimin Sonucudur

Amerikan anayasasını hazırlayanlardan ve ABD'nİn ilk hazine bakanı Alexander Hamilton (1755-1804) halkın kendisini çok takdir edip, kendisine dahilik vasfı yakıştırmaları üzerine şunlan söyler:

"Halk, benim dahi olduğumu söylüyor. Benim bütün deham şu­rada: Elimde bir konu olduğu zaman, onu derinden derine incelerim. Gece ve gündüz o konu kafamdan çıkmaz. Onun doğurabileceği muh­temel bütün neticeleri, neler yapılacağını düşünürüm. Kafamda artık başka hiçbir konu yoktur. Halk, bütün bu düşünce, gayret ve çalışmala­rımın meyvesine de "deha" diyor. Hayır, deha değil, düşünce ve emek­lerimin mahsulüdür.

En Büyük Ders

Bir adam, Büyük Okyanus'un ortasında bir tahliye salında yolu­nu kaybetmişti. Yirmi bir gün boyunca bu şekilde sürüklendikten son­ra, yeri tespit edilip kurtanlan adam, bu olay sonucu Amerika'da büyük bir ün kazanacaktı.

Ünlü Amerikalı yazar Dale Carnegie, bir gün Rickenbacker ad­lı bu adama, yaşadığı bu tecrübeden neler öğrendiğini sordu.

Adamın verdiği cevap şuydu:

"Bu tecrübeden edindiğin en büyük ders, insanın içebileceği ka­dar tatlı suyu ve yiyebileceği kadar ekmeği olduktan sonra, hayatta hiç­bir şeyden şikayet etmemesi gerektiğidir."

Onun İçin Farketti

Uzun kumsalı olan bir tatil kasabasına giden bir yazar denizi sey-rederken bir adamın ga-rip hareketler yaptığını görür. Sahile biraz yak-laşınca adamın çırpınır-casma kumsalın üzerin-deki deniz yıldızla­rını a-lıp denize fırlattığını fark eder. Yazar adama yaklaşarak sorar:

"Ne yapıyorsun?"der.

Adam: "Deniz yıldızlarını denize atıyorum."der. Sonra ekler "Bunlar kumsalda kalmış, az sonra kızgın güneş altında kuruyacaklar ve Ölecekler."

Yazar, kumsala bir bakar ki kilometrelerce uzunlukta ve üzerin­de belki binlerce deniz yıldızı var.

"Deniz yıldızları o kadar çok ki, senin attıklarınla ne fark eder?" der. Adam, bir deniz yıldızını daha denize attıktan sonra "İşte onun için fark etti." cevabım verir...

Dostluk

Birinci Dünya Savaşında kalma bir hikaye... Savaşın en kanlı günlerinde biri... Asker, en iyi arkadaşının az İleride kanlar içinde ye­re düştüğünü gördü. İnsanın başını bir saniye bile siperin üzerinde tuta­mayacağı ateş yağmuru alımdaydılar. Asker teğmene koştu. x"Teğmenim, fırlayıp arkadaşımı alıp gelebilir miyim?"

"Delirdin mi?" der gibi baktı teğmen.

"Gitmeye değer mi? Arkadaşın delik deşik olmuş. Büyük olası­lıkla Ölmüştür bile. Kendi hayatını da tehlikeye atma" Asker ısrar etti... Teğmen:

"Peki git... Git o zaman..." İnanılması güç bir mucize. Asker o korkunç ateş yağmuru altında arkadaşına ulaştı. Onu sırtına aldı koşa koşa döndü. Birlikte siperin içine yuvarlandılar. Teğmen, kanlar için­deki askeri muayene etti. Sonra onu sipere taşıyan arkadaşına döndü:

"Sana değmez, hayatmı tehlikeye atmana değmez, demiştim. Bak haklı çıktım. Bu zaten ölmüş..."

"Değdi teğmenim" dedi asker...

"Nasıl değdi?" dedi teğmen... "Bu adam ölmüş görmüyor mu­sun?"

"Gene de değdi komutanım. Çünkü yanma ulaştığımda henüz yaşıyordu... Onun son sözlerini duymak dünyaya bedeldi benim İçin..." ve arkadaşının son sözlerini hıçkırarak tekrarladı teğmene:

"Geleceğini biliyordum!..." demişti arkadaşı.

Ford Ve Genç Adam

ABD'de işsiz bir genç, iş istemek için ünlü iş adamı Ford'a bü­rosuna gider. Sekre-terden kavga dövüş, sekiz ay sonraya randevu alır. Rande-vu günü sekreter der ki:

"Ford şu an dışarı çıkıyor. Siz de onu takip edin lütfen!" Bir arabaya binen Ford. Genç de yanındadır. Yol boyu hiç ko­nuşulmaz. Arabadan inip bir mağazaya yürürler. Kapıda-kiler, büyük bir saygıyla karşı-lanırlar ünlü misafirini. Birlikte gezdikten sonra da, aynı şekil-de 2. 3. 4. ve 5. Büyük mağazalar da gezildikten sonra dönüş için tekrar otomobile bilinir. Genç daha fazla dayanamaz ve sorar: "Sayın Ford, benimle bir iş görüşmesi yapmayacak mısın?" "Ya! Demek öyle?... Peki o halde!" Ford arabayı durdurup, gen­cin inmesini ister ve hızla uzaklaşır. Şehirden uzak, tenha bir yerdir. Gencin cebindeyse hiç para yoktur. Sinirlenerek yürümeye başlar. Kan-ter içinde evine gelir. Bir taraftan da düşünür:

"Mutlaka bir ders vermek istedi. Ama ne?" Günlerce yorum ya­pıp gizli mesajın ne olduğunu anlamaya, bulmaya, çözmeye çalışır. Bir sonuca ulaşınca da Ford'un ilk ziyaret ettiği mağazaya koşar. İlgililer, büyük bir saygı gösterirler. Her sorusuna, sanki karşılarında Ford var­mış gibi nezaketle cevap verirler. Bundan sonra, 2. 3. 4. ve 5. mağaza yetkililerine der ki:

"Ürünlerinizi pazarlamak istiyorum."

"Buyurun istediğiniz kadar alm-satın, parasını sonra ödeyin!"

Genç adam, beş yıl içinde, Amerika'nın en büyük iş adamların­dan biri olur. "Ford'u ziyaret ederek teşekkür edeyim" diye düşünür. Ford'un sekreterine görüşmek istediğini söyler söylemez, aldığı cevap enteresandır:

"Buyurun efendim, Ford sizi bekliyor." Ford genç adama şunu söyler:

"Aynı yerde arabadan indirdiğim ne ilk kişisiniz, ne de son. İç­lerinden bir tek siz anladınız ne demek istediğimi. O günden beri, hay­ranlıkla takip ediyorum sizi!"

Mutluluğun Sırrı

Bir tüccar mutluluğun sırlarım öğrenmesi için oğlunu insanların en bilgesinin yanma yollamış. Delikanlı bir çölde 40 gün yürüdükten sonra, sonunda bir tepenin üzerinde bulunan güzel bir şatoya ulaşmış Söz konusu bilge burada yaşıyormuş. Bir ermişle karşılaşmayı bekle­yen bizim kahraman, girdiği salonda hummalı bir manzara ile karşılaş­mış: Tüccarlar girip çıkıyor, insanlar bir köşede sohbet ediyor, bir or­kestra tatlı ezgiler çalıyormuş; dünyanın dört bir yanında gelen lezzetli yiyeceklerle dolu bir masa da varmış. Bilge sırayla bu insanlarla konu­şuyormuş ve bizim delikanlı kendi sırasının gelmesi için iki saat bekle­mek zorunda kalmış. Delikanlının ziyaret nedenini açıklamasını dikkat­le dinlemiş bilge, ama mutluluğun sırrını açıklayacak zamanı olmadığı­nı söylemiş ona. Gidip sarayda dolaşmasını, kendini iki saat sonra gör­meye gelmesini belirtmiş.

"Ama sizden bir ricada bulunacağım," diye eklemiş bilge, deli­kanlının eline bir kaşık verip sonra bu kaşığa iki damla sıvı yağ koy­muş.

"Sarayı dolaşırken bu kaşığı elinizde tutacak ve yağı dökmeye­ceksiniz." Delikanlı sarayın merdivenlerini inip çıkmaya başlamış, gö­zünü kaşıktan ayırmıyormuş. iki saat sonra bilgenin huzura çıkmış.

"Güzel, demiş bilge, peki yemek salonumdaki Acem halılarını gördün mü? Kütüphanemdeki güzel parşömenleri fark ettin mi? Utanan delikanlı hiçbir şey göremediğini itiraf etmek zorunda kalmış. Çünkü bilgenin kendisine verdiği iki damla yağı dökmemeye çabalamış, baş­ka bir şeye dikkat edememiş.

"Öyleyse git, evimin harikalarını tanı, oturduğu evi tanımadan bir insana güvenemezsin." İçi rahatlayan delikanlı kaşığı alıp saraya gezmeye çıkmış. Bu kez, duvarlara asılmış, tavanları süsleyen sanat ya­pılarına dikkat ediyormuş. Bahçeleri, çevredeki dağları, çiçeklerin gü­zelliğini, bulundukları yerlere yakışan sanat yapıtlarının zarafetini gör­müş. Bilgenin yanına dönünce, gördüklerini bütün ayrıntıları ile anlat­mış.

X "Peki sana emanet ettiğim iki damla yağ nerede? Diye sormuş bilge. Kaşığa bakan delikanlı, iki damla yağın dökülmüş olduğunu gör­müş.

"Sana verebileceğim tek bir öğüt var: Mutluluğun sırrı dünyanm bütün harikalarını görmektir, ama kaşıktaki iki damla yağı unutma­dan...

Siyah Beyaz

Ortaokuldayken, sınıf arkadaşlarımdan birisiyle ciddi bir tartış­maya girdim. Onun haksız olduğundan, kendiminse haklı olduğumdan emindim. Öğretmenimiz bize çok iyi bir ders vermeye karar verdi. Bi­zi bütün sınıfın Önüne çıkardı ve onu masanın bîr tarafına, beni de di­ğer tarafına yerleştirdi. Masanın tam ortasında yuvarlak bir nesne var­dı. Siyah renkli bir nesne.

Arkadaşıma nesnenin rengini sordu. Arkadaşım, "Beyaz" diye yanıtladı. Söylediğine inanamadım; çünkü nesne siyahtı. Yeniden tar­tışmaya başladık, bu kez de nesnenin rengi hakkında. Öğretmen bu kez beni arkadaşımın yerine, onu da benim yerime geçirdi. Ve bu kez bana nesnenin rengini sordu. "Beyaz", yanıtını vermek zorundayım, çünkü belli ki nesnenin bir tarafı beyaz, diğer tarafı ise siyahtı. Öğretmenimiz o gün bana çok güzel bir ders verdi. Karşımdaki kişinin bakış açısını anlamam için, kendimi onun yerine koymam gerekiyordu. Empati de­diğimiz bu yolu kaçımız deniyoruz...

Dövüştüğüm En Zor Rakibim Üzüntüydü

Boksörlüğüm boyunca, üzüntünün, karşılaştığım ağır ağırsiklet boksörlerinden kurtulmayı öğrenmek zorunda olduğumu anladım. Üzüntüden kurtulmayı öğrenmek zorunda olduğumu anladım, aksi hal­de üzüntü canlılığımı emip kurutacak ve başarımı baltalayacaktı. Böy­lece yavaş yavaş, kendim için bir yöntem geliştirdim. Şunları yaptım:

1- Cesaretimi ayakta tutabilmek için, dövüş sırasında kendi ken­dime güç veren konuşmalar yapacaktım. Örneğin, Firpo'yla dövüşür­ken, "Beni hiçbir şey durduramayacak. Bu adam canımı yakmayacak. Yumruklarını hissetmeyeceğim. Benim canım yanmaz. Ne olursa ol­sun, devam edeceğim."diyordum. Kendi kendime bu tür olumlu iç ko­nuşmalar yapmak ve olumlu düşünmek bana çok yaran oldu. Hatta ka­famı o kadar meşgul tuttu ki rakibin yumruklarını hissetmedim. Mesle­ğim süresince, dudaklarım patladı, gözlerim şişti, kaburga kemiklerim kırıldı. Firpo iplerden fırlatıp attı ve ben bir muhabirin daktilosu üzeri­ne düşüp paramparça ettim. Ama Firpo 'nun yumruklarının birini bile asla hissetmedim. Gerçekten hissettiğim yalnızca bir yumruk vardır. O da Lester Johnson'un üç kaburga kemiğimi kırdığı geceydi. Yumruk canımı yakmadı ama nefes almamı etkiledi. Dürüst olarak söyleyebili­rim ki ringlerde bundan başka yumruğu hissetmedim.

2- Yaptığım diğer şey üzüntünün yararsızlığını kendime sürekli anımsatmaktı. Üzüntülerimin çoğu büyük karşılaşmalardan önce, ha­zırlık dönemindeydi. Sık sık geceleri saatlerce yalpalayarak ve üzüle­rek uyanık kalırdım. İlk rauntta elimi kınp veya bileğimi burkup veya gözümü patlatıp yumruklarımı kontrol edemeyeceğim diye korkup üzülürdüm. Kendimi böyle kötü hissedince yataktan çıkar, aynaya gi­der ve kendimle konuşurdum. Kendi kendime, "Olmamış veya hiçbir zaman olmayacak bir şey için üzülmekle ne kadar aptallık ediyorsun. Yaşam kısa ve yaşayacak birkaç yılım var, yaşamdan zevk almalıyım." dedim. Kendi kendime, Sağlığımdan başka hiçbir şey Önemli değil," di­ye anımsar dururdum. Uykusuz kalmak ve üzüntü sağlığımı bozar diye yinelerdim. Bu şeyleri, her gece, her yıl söyleyerek İçime işlettim ve üzüntülerden kurtuldum.

3- Yaptığım üçüncü ve en iyi şey dua etmekti. Bir karşılaşma için hazırlanırken günde birkaç kez dua ederdim. Ringde olunca her ra­unt için çan çalmadan önce dua ettim. Bu bana cesaret verdi ve güven­le dövüşmemde yardımcı oldu. Yaşamımda hiçbir zaman dua etmeden yatağa girmedim.

JafckDEMPSEY

Öğrenme İsteği

Bir gün bir adam, büyük düşünür Aristo'ya gider yalvarır:

"Lütfen, Aristo, bana bildiğin her şeyi öğret" der. "Bildiğin her şeyi, ama her şeyi bilmek istiyorum!"

"İstediğini düşüneceğim. Ama önce, birlikte nehre doğru şöyle bir yürüyelim, ne dersin?" der. Aristo. Genç adam Aristo ile beraber nehre doğru gider. Nehre vardıklarında Aristo yerden bir taş alır, suya bırakır ve genç adama taşı sudan çıkarmasını söyler. Genç adam taşı çı­karmak üzere suya eğilince Aristo onu ensesinden kavrayıp kafasını su­ya sokar ve genç adam canhıraş bir halde kollarını sallayana dek öyle­ce tutar. Genç adam nefes alabilmek için debelenip durur. Aristo, genç adamın bu numaradan kendine bir ders çıkaracağına kanaat getirince kafasını sudan çıkarır.

Nihayet tekrar konuşabilecek hale gelince şaşkınlık ve öfkeyle sorar genç adam: "Neden yaptın bunu? Az kalsın boğuluyordum!"

Aristo yanıtlar: "Sana bildiğim her şeyi öğreteceğim. Ama Öğre­teceklerimi öğrenmen için, öğreteceklerime fena halde ihtiyaç duyman lazım. Yaşamak için nefes almaya duyduğun kadar öğrenmeye gerek­sinim duymuyorsun, öğreneceklerinin sana bir faydası olmaz."

Neden Üniversiteye Gitmiyorsun?

Lise öğretmeniyle karşılaşan genç, konuşma sırasında üniversi­teye gitmediği için pişmanlık duyduğunu söyler. Öğretmeni sorar: "Pe­ki şimdi neden gitmiyorsun?"

Öğrenci, "Çünkü artık yirmi beş yaşındayım. Evliyim, bir çocu­ğum var ve üniversiteyi bitirmem en az dört yılımı alır" der.

Öğretmen başka bir soru sorar: "Peki söyler misin bana, eğer üniversiteye devam edersen bitirdiğinde kaç yaşında olacaksın?"

Öğrenci, bir anlam çıkartmaya çalışarak, "Yine yirmi dokuz" diye cevap verir.

Ardından öğretmenin ne demek istediğini anlayarak şöyle de­vam eder: "Evet, dört yıl sonra yirmi dokuz yaşında olacağım. Üniver­siteye gitsem de, gitmesem de..."

En İyi Buğday İçin

En iyi Buğday yarışmasına senelerdir katılan bir çiftçi, büyük ödülü o yıl da kazanmıştı. Yarışmayı izleyen gazeteciler, çiftçiden bu başarısının sırrını öğrenmek istediler.

Çiftçi, bu sırrın, kendi buğday tohumlarını komşularıyla paylaş­masında yattığını söyledi.

Gazeteciler bu cevaba çok şaşırdılar:

"Onlar sizin rakibiniz olarak yarışmaya katılıyor. Buna rağmen, ne diye tohumlarınızı onlarla paylaşıyorsunuz?" diye sordular.

Çiftçi:

"Neden olmasın?" dedi. "Bilmiyor musunuz: Rüzgar, olgunlaş­makta olan buğdaydan poleni alır ve tarladan tarlaya taşır. Bu bakım­dan, komşularımın kötü buğday yetiştirmeleri demek.

Küçük Bir Risk

Bir plak şirketi tarafından, ünlü sanatçıların şarkılarını p-Iaklara kaydetmek üzere görevlendirilen Frederick ve William Gaisberg kar­deşler, pekçok ünlü opera sanatçısının seslerini plak basma üç dolar karşılığında kaydetmişlerdi. Oysa şu an karşılarında duran adı şanı du­yulmamış bir tenor kendilerine:

"Beş yüz dolar karşılığında on şarkımın kaydını alabilirsi-niz" diyordu.

Gaisberg'ler

"Saçma!" diye haykırdılar. "Bu para ile Metropolitan Operası­nın her sanatçısının onar şarkısının kaydını alabiliriz."

Tenor:

"Ama benim sesim, Metropolitan Operası'nın herhangi bir sa­natçısının on kat daha güzel" dedi.

Gaisberg kardeşler:

"Fakat sizin adınızı bilen yok ki!" diyecek oldular.

Tenor sözlerim kesti:

"Yakında herkes dinleyip Öğrenecektir."

Şaşkına dönen Gaisberg 'ler, durumu Londra'daki Victor Gra­mofon Şirketine telgrafla bildirdiler. Gelen cevapta şunlar yazılıydı:

"İstenen para çok fazla. Bu işten derhal vazgeçin!"

Fakat, bu zaman zarfında Gaisberg'ler düşünmeye başla-mış-Iardı. Zira, tenorun şarkılarını dinlemiş, sesinin gerçekten harikulade olduğunu anlamışlardı. Ne var ki, Onun tanınmamış biri olduğu da bir gerçekti. Ancak başkaları da, Gais-berg'ler gibi, tenorun sesine hayran oldukları takdirde, bu işe yatırılan para kesinlikle boşa gitmemiş ola­caktı. Ama şirketin Londra'daki merkezinden, kesin bir hayır cevabı al­mamışlar mıydı?

Frederick Gaisberg, kardeşine:

"Biz gene de plakları dolduralım" dedi. "Ücreti de kendi para­mızdan öderiz."

Kardeşi William endişeliydi:

"Şirket bu durumu öğrenirse işimizden oluruz."

"Bu tehlikeyi de göze alalım."

Kararlarım veren iki kardeş, beş yüz doları Ödeyerek tenorun on şarkısının kaydını aldılar. Bu plaklar kısa zaman sonra, şirketlerine 75.000 dolar kar getirdi. Şarkıcının daha sonraki plakları İse 15 milyon dolar daha kazandırdı! Meçhul tenorun şöhreti, dünyanın her köşesine yayılmıştı.

Gaisberg kardeşler işlerini ve beş yüz dolan tehlikeye atmayı göze almış olmasalardı, dünya bütün zamanların en iyi tenorlarından biri sayılan Enrico Caruso'nun harikulade sesini bekli de duyamaya­caktı.

Emest Weİdner

Melek Kalpli İnsanlar

Dişlerimdeki ağrı dayanılmaz bir hal almıştı. Aylardır ağrı kesi­cilerle idare etmeye çalışmıştım, ama artık böyle gitmeyeceği apaçık ortadaydı. İlaçlar kar etmiyordu artık. Kaçınılmaz son kapımı nihayet çalmıştı. Bir diş hekimine gidip, dişlerime ne yapacaksa ona razı olmak zorundaydım.

Ancak iş, diş hekiminin kapısını çalıp tedavi için koltuğa o-tur-maya razı olmakla da bitmiyordu. Üniversitede Öğrenciydim ve okul­dan arta kalan zamanda çalıştığım işyerinden aldığım parayla ancak ge­çinebiliyordum. Fakat, dişlerim iyice zonklu-yordu artık; ödemeyi na­sıl yapacağımı düşünecek mecalim bile kalmamıştı.

Koşar adım kütüphaneye gidip, elime aldığım ilk gazetenin kü­çük ilanlar sayfasını açtım ve karşıma çıkan ilk diş doktoru ilamndaki telefon numarasını bir kenara kaydettim. Bu numarayı aradığımda, sek­reter kadın hemen gelebileceğimi söyledi. Faturayı nasıl ödeyeceğimi bile düşünmeden, aceleyle kampusten çıktım.

Üç-beş dakika sonra, koltuğa oturmuş, muayeneden geçiyor­dum. Diş hekimi, bir müddet ağzımın iki tarafına dikkatle baktıktan sonra:

"Hımm" dedi, "dişleriniz çok kötü durumda."

Korkumu saklamaya çalışarak:

"Biliyorum" dedim.

"Ama üzülmeyin, hepsini iyileştireceğim" diye cevap verdi.

Telaş ve üzüntü karışımı bir sesle:

"Korkarım, bu mümkün olmayacak" dedim. Size Ödeyecek pa­ram yok."

Diş hekimi, babacan bir edayla:

"Üniversitede mi okuyorsun?" diye sordu.

"Evet" dedim.

Bu kez:

Mezun olmana kaç yılın var?" diye sordu. "Bir aksilik olmazsa bir buçuk yıl sonra fakülteyi bitirmiş ola­cağım" dedim.

"Ve okulu bitirdiğinde bir iş bulacağını umuyorsun, değil mi?"

"Evet okulu bitirdiğimde düzgün bir iş bulmak zorundayım."

Bunun üzerine, gülümseyerek:

"Tamam" dedi. "Ben dişlerini şimdi yapayım, sen de borcunu bana o zaman ödersin."

Adama baktım, yüzünde bir alay veya aldatma alameti yoktu. Söylediklerinde ciddi olduğu anlaşılıyordu.

"Peki" dedim kısık bir sesle. "Teşekkür ederim" diye de ekle­dim.

Diş hekimi o gün dişlerimi ilk bakımını yaptı, sonraki bir buçuk ay boyunca da haftada en az bir gün tedavi için onun kapısını çalmam gerekti.

Bir buçuk yıl sonra mezun olduğumda ise, iyi bir iş buldum ve altı ay içinde ona olan bütün borcumu ödedim.

Ve bu olayı izleyen kırk yıl içinde, bu diş hekimine benzer bir dizi insanla karşılaştım. Pek ortada gözükmeyen, sadece onların yardı­mına ihtiyacınız olduğunda karşınıza çıkan bir dizi insanla. Birisi ben parasız haldeyken dişimi tedavi etti, bir başkası yolda kaldığımda kar­şıma çıkıp beni gideceğim yere götürdü, bir diğeri bana borç para ver­di, başka biri ise verdiği öğütle büyük bir hatanın eşiğinden dönmemi sağladı.

Onları düşündükçe, kendi kendime, "Aramızda insan yüzlü me­lekler mi var, yoksa melek kalpli insanlar mı?" diye sormadan edemi­yorum.

Varda One

En Büyük Boksör Ben Olacağım

Bir zamanlar Cassius Marcellus Clay Jr. Olarak bilinen Mu-hammed Ali Clay 17 Ocak 1942 tarihinde Louisville'in Kentucky şeh­rinde dünyaya geldi. Ali'nin gençlik yıllarında Louisville siyahların ya­şadıkları Kentucky Derby ve beyaz aristokratların yaşadıkları Güney olmak üzere İkiye ayrılmış durumdaydı. Afrika asıllı Amerikalılar be­yazların hizmetçileri ve yoksul işçi sınıfını oluşturuyordu. O yıllarda si­yahların en büyük düşleri siyahların gittikleri kiliselerde rahip ya da si­yah çocukların gittikleri okullarda öğretmen olabilmekti.

Genç Cassius'un büyük düşleri vardı, ama onun bu düşleri çer-çevesindekilerin kafalarını karıştırıyordu. Önemli biri olduğunu ve sı­nıfın üzerindeki baskının kalkması gerektiğini biliyordu. O yıllarda boksu keşfetti. İlk resmi boks maçını yaptığında 12 yaşında ve 45 kiloydu. Maçı kazandığında olduğu yerde zıplamaya ve "En büyük benim. Gelmiş geçmiş en büyük boksör ben olacağım," diye bağırmaya başladı.

Aradan yıllar geçti. Sınıf arkadaşlarından biri Ali'ye ilişkin anı­larını şöyle dile getiriyordu: "Ortaokulu birlikte okuduk. Cassius da bizlerden biriydi. O yaşlarda itişir, kakışır, kavga edersiniz. Onun da bu tür kavgaları kaybettiği ve kazandığı zamanlar oluyordu. Bu yüzden ağır sıklet dünya şampiyonluğunu Sonny Liston'ın elinden aldığı za­man hepimiz güldük ve birimize, "Kendi mahallemizdeyken yenilmez değildi. Nasıl dünya şampiyonu olur?" diye sorduk."

Açıklaması zordur ama, bütün sporlar içinde en prestijli ödül ya da basan ağır siklet boks şampiyonluğunda elde edilendir. Cassius Clay şampiyon olduktan sonra Müslüman oldu. Adını Muhammed Ali ola­rak değiştirdi ve dini inançları nedeniyle A.B.D. ordusuna katılmadığı için unvanından vazgeçti ve dünya şampiyonluğunu iki kez daha elde etti. O gerçekten de en büyüktür. Yalnızca gelmiş geçmiş en büyük boksör değil, aynı zamanda tüm dünyadaki en ünlü sporcudur.

Delikanlıyken ben de boks yaptım. O yıllarda Ali benim ido-lümdü. Yaptığı her şeyi taklit ediyordum. Hızlı yumruklarım ve herke­si dövme isteğim nedeniyle ben de "Büyük Beyaz Umut" olarak un yapmıştım. Maçlarımda taraftarlarım, "Danny, Danny," diye bağırmak yerine, "Dali, Dali," diye tempo tutarlardı. Muhammed Ali benim kah-ramanımdı ve onunla tanışabilmek için her şeyimi verebilirdim.

Aradan yıllar geçti ve 1988 yılında Michigan'm Berrien Springs şehrindeki Andrews Üniversitesi'nde öğrencilere hitaben bir konuşma yaptım. Öğrenci Konseyi binasında öğrencilere kitaplanmı imzalarken, Öğrencilerin aralarında kampusta Muhammed Ali'yi gördüklerini ko­nuştuklarına kulak misafiri oldum. O kadar heyecanlanmıştım ki, onu nerede gördüklerini zar zor sorabildim. Gittiğini, ama üzülmemem ge­rektiğini, çünkü yakında yaşadığını ve okullarına sık sık geldiğini söy­lediler. Hemen özür diledim ve iki öğrenciden bana bir fotoğraf maki­nesi bulmalarım ve beni Ali'nin evine götürmelerini istedim. Onu gör­memin hiçte kolay olmadığını söylediler. Fakat beni yine de evine götürdüler. Uzun bir yolun başındaki yüksek beyaz duvarların giriş bölü­mündeki demir kapıda beni arabadan indirdiler. O güzelim eve kadar yaklaşık yüz metre yürüdüm. Ali'nin "Muhammed Ali'nin çiftliği" adı­nı verdiği muhteşem evi 88 dönümlük bir arazinin üzerindeki ve eski sahibi Chicago'lu ünlü gangster Al Capone'du.

Kalbim yerinden çıkacakmış gibi çarpıyordu. Derin bir soluk al­dıktan sonra kapıyı çaldım. Kapıyı çok güzel bir kadın açtı. Bu güzel kadını fotoğraflardan tanıyordum. Muhammed Ali'nin sevgili eşiydi. "Buyurun?" dedi. Ona, Muhammed evde mi?" diye sordum. "Kimin aradığını söyleyeyim?" diye sordu. Aptallaşmıştım. "Elbette," dedim. "Dan Clark." Eşi içeriye girdikten birkaç saniye sonra, 1.80'lik 110 ki­loluk dünya şampiyonu, dünya barış elçisi, insan hakları savunucusu, yaşayan efsane ve ideol kapıya çıktı. Yüzünde o ünlü gülümsemesi var­dı ve o yumuşak sesiyle beni içeriye davet etti. Bir dakikasını rica et­tikten sonra bahçeye geri koştum ve merakla beni bekleyen arkadaşla­rıma el sallayıp, onları da çağırdım.

1988 yılında Parkinson hastalığı Muhammed'in konuşma yetisi­ni henüz engellememişti. Yavaş konuşmasına rağmen, hala bir fırtına gibi eşiyordu. Tam dört buçuk oturma odalarında oturup, videoda en büyük maçlarını birlikte izledik. Kendi yorumlan, şakaları ve öyküle­riyle, her bir maçı can kazandı. Daha sonra en sevdiği sihirli numarala­rını bile gösterdi bize. Fakat o gün olan en inanılmaz şey bana, "Hiç boks yaptın mı?" sorusunu sorması oldu. Kendine evet yanıtını verin­ce, "O zaman sol çengelini görelim," dedi. Karşılıklı yumruklarımızı kaldırdık ve zıplamaya başladık birbirimizin çevresinde. Fakat o kadar atikti ki, sağ yumruğu biranda gözüme indi. "Herkes benim en büyük olduğumu biliyor, ama sen de büyüksün. Söylediklerimi yinele, 'En bü­yük benim.'" Söylediklerini yineleyince bu kez, "Daha yüksek sesle, daha yürekten," dedi. Bir daha yineledim. "Hayır," dedi. "Rocky gibi yürekten söyle dostum. Jeo Frazier'ı yenmek istiyormuşsun gibi söy­le!" Ben Howard Coll'mişim de bana söylüyormuşsun gibi.söyle!" Bir daha "En büyük benim!" diye bağırdı ve kendisini taklit etmemi istedi benden. Sonra da kolunu omzuma attı ve bana sarıldı. Gözlerimin içine bakarak fısıltıyla, "Kendini nasıl hissediyorsun? Söylediklerine ina­nıyor musun? Ben inanıyorum" dedi.

O inanılmaz günden bu yana uzun yıllar geçti, ama evimin bod­rum katındaki "Ünlüler Duvarı'ndaki fotoğrafların önünden ne zaman geçsem o gün gelir aklıma. Fotoğraflardan daha önemli olan şey, ne za­man cesaretimi yitirirsem Ali'nin gözlerini kısarak bana "En büyük be­nim" sözlerini yineletmesini düşünürüm. Muhammed Ali elbette en bü­yük olacağımıza inanmamızı ister.

Dan Clark

Kişilik 10000000

Sınıf, öğrencilerin gürültü patırtılanyla inlerken, bu durumdan memnun olmayan ders hocası kapıdan girer ve sınıfı süzdükten sonra kürsüye geçer. Tebeşirle tahtaya kocaman bir (1) rakamı çizer.

"Bakın" der. "Bu, kişiliktir. Hayatta sahip olabileceğiniz en de­ğerli şey..."

Sonra (l)'in yanına bir (0) yazar:

"Bu, başarıdır. Başarılı bir kişilik (l)'i (10) yapar."

Bir (0) daha...

"Bu, tecrübedir. (10) İken (100) olursunuz."

Sıfırlar böyle uzayıp gidiyor:

Yetenek... Disiplin... Sevgi... Hoşgörü...

Eklenen her yeni (O)'ın kişiliği 10 kat zenginleştirdiğini anlatı­yor hoca... Sonra eline silgiyi alıp en baştaki (l)'i siler. Geriye bir sü­rü sıfır kalır. Ve Hoca yorumunu açıklar:

"Kişiliğiniz yoksa, Öbürleri hiçtir."

Sınıf, mesajı alıp sessizliğe gömülür...

Zaman

Farz edelim ki, her sabah bankanız mesaiye başlar başla-maz hesabınıza 86 400 milyon TL. para yatırılıyor. Siz gün boyu bu parayı istediğiniz gibi harcamakta serbestsiniz. Yalnız harcamayı başarama­dığınız meblağ her ne kadar olursa olsun ertesi güne devretmiyor. Ya­ni siz bu paranın hiçbir bölümünü her ne sebeple olursa olsun saklaya-miyorsunuz. Bir önceki günün tutarının tamamını harcamış veya bir bölümünü harcamamış da olsanız, ertesi sabah yine bankanız hesabını­za 86 400 TL yatıracaktır.

Biraz düşünelim, kendinizi böyle bir durumda bulursanız ne ya­parsınız ? Sanırım siz de pek çoğumuz gibi bu parayı her gün harcamak için mutlaka iyi bir yol bulurdunuz. Öncelikle acil ihtiyaçlannız için gerekli her şeyi satın almakla işe başlardınız. Ancak biraz zeki ve eği­timli iseniz, bu paranın önemli bir bölümünü her gün yatıracak bir yer bulup, uzun vadede en büyük getiriyi almaya çalışırdınız.

Bunun zaman yönetimi ile ilgisi nedir? diye sorabilirsiniz.

Çok ilgisi vardır. Bizler farkında olsak ta olmasak ta yaşamımı­zın her gününde bu durumla karşılaşmaktayız. Çünkü ZAMAN bir' BANKA' dır ve bize her gün istediğimiz gibi harcayabileceğimiz 86 400 saniye verir. Biz bu saniyeleri kullanmayı başaramaz isek onları ebediyen kaybederiz.

Çoğumuzun aksine 'BAŞARILI İNSANLAR' zamanın değeri­nin farkındadır. Büyük devlet adamı ve yazar Benjamin Franklm; za­manın ne olduğunu soranlara "Sen, hayatı sevmez misin? Öyleyse za­manını boşa harcama, zira hayat ondan yapılmıştır" diyerek, insan ha­yatında zamanın değerini açıkça ortaya koymuştur.

Evet hayat; bu dünyada sahip olduğumuz kısıtlı zamandan olu­şur. Yaşamı daima değerli olarak kabul etmemize rağmen zamanı (ya­ni hayatın yapıldığı şeyi) boşa harcarız.

Bir sene'nin değerini anlamak için; sınıfta kalan bir öğrenciye sorun.

Bir ay'in değerini anlamak için; prematüre bir bebeği dünyaya getiren anneye sorun.

Bir hafta'mn değerini anlayabilmek için; haftalık bir derginin editörüne sorun.

Bir dakika'nın değerini anlamak için; treni henüz kaçırmış bir kişiye sorun.

Bir saniye'nin değerini anlayabilmek için; bir kazayı kıl payı at­latmış kişiye sorun.

Bir milisaniye'nin değerini anlayabilmek için; olimpiyatlarda gümüş madalya kazanan kişiye sorun. Sahip olduğunuz her anı değer­lendirin. Daha fazla değer verin. Çünkü onu çok özel biriyle, zamanı harcamaya değecek kadar özel biriyle paylaşınız.

Şunu unutmayın ki, zaman hiç kimseyi beklemez...

Dün artık mazi oldu, yarjn ise muamma; bugün avuçlarınızın içinde bize sunulmuş bir armağandır...!

Sevdiğin Kadar Sevilirsin!

Her şey sende gizli: Yerin seni çektiği kadar ağırsın Kanatlarının çırpındığı kadar hafif... Kalbinin attığı kadar canlısın Gözlerinin uzağı gördüğü kadar genç... Sevdiklerin kadar iyisin Nefret ettiklerin kadar kötü... Ne renk olursa olsun kaşın gözün

Karşındakinin gördüğüdür rengin...

Yaşadıklarım kar sayma:

Yaşadığın kadar yakınsın sonuna ne kadar yaşarsan yaşa,

Sevdiğin kadar Ömrün...

Gülebildiğin kadar mutlusun

Üzülme, bil ki ağladığın kadar güleceksin

Sakın bitti sanma her şeyi, sevdiğin kadar sevileceksin.

Güneşin doğuşundadır doğanın sana verdiği değer

Ve karşmdakine değer verdiğin kadar insansın

Bir gün yalan söyleyeceksen eğer

Bırak karşındaki sana güvendiği kadar inansın...

Ay ışığındadır sevgiliye duyulan hasret

Ve sevgiline hasret kaldığın kadar ona yakınsın

Unutma yağmurun yağdığı kadar ıslaksın

Güneşin seni ısıttığı kadar ıslaksın

Kendini yalnız hissettiğin kadar güçlü.

Kendini güzel hissettiğin kadar güzelsin...

İşte budur hayat!

İŞte budur yaşamak bunu hatırladığın kadar yaşarsın

Bunu unuttuğunda aldığın her nefes kadar üşürsün

Ve karşındakinİ unuttuğun kadar çabuk unutulursun

Çiçek sulandığı kadar güzeldir

Kuşlar ötebildiği kadar sevimli

Bebek ağladığı kadar bebektir

Ve her şeyi öğrendiğin kadar bilirsin

Bunu da öğren, sevdiğin kadar sevilirsin...

Mevlana

Dünden Hızlı Mısınız?

Her sabah bîr ceylan uyanır Afrika'da.

Kafasında tek bir düşünce vardır.

En hızlı koşan aslandan daha hızlı koşabilmek.

Yoksa aslana yem olacaktır.

Her sabah bir aslan uyanır Afrika'da.

Kafasında tek bir düşünce vardır.

En yavaş koşan ceylandan daha hızlı koşabilmek.

Yoksa açlıktan ölür.

İster aslan olsun, ister ceylan olsun hiç Önemi yok.

Yeter ki güneş doğduğunda koşuyor olmanız gerektiğini bilin.

Yaşam adlı koşuyu ne kadar güzel anlatan bir Afrikalı hikayesi...

Bir önceki günden daha hızlı koşmak gerekmektedir.

Çünkü eğer aslansanız. --'"

En yavaş koşan ceylanı bir önceki gün yakalamışsanız,

Ve bugün bir ceylan yakalamak niyetindeyseniz,

Artık bilmelisiniz ki en yavaş ceylan sizden daha hızlıdır,

O halde düne göre hızınızı artırmanız gerekmektedir.

Yok eğer ceylansanız,

Ve henüz aslana yem olmamışsamz.

Hızınızı düne göre mutlaka arttırmalısımz.

Çünkü sıra size gelmiş demektir..

En İyisi Ol

"Dağ tepesinde bir çam olamazsan Vadide bir çalı ol.

Fakat, dere kenarındaki en büyük çalı sen olmalısın.

Ağaç olmazsan çalı ol.

Çalı olmazsan bir ot parçası ol.

Bir yola neşe ver.

Bir mis çiçeği olmazsan bir saz ol...

Fakat, gölün içindeki en canlı saz sen olmalısın.

Hepimiz kaptan olmalıyız, tayfa olmaya mecburuz,

Burada hepimiz için bir şeyler var.

Yapacak büyük şeyler var, küçük işler var.

Yapacağımız iş, bize yakın olan iştir.

Cadde olmazsan patika ol,

Güneş olmazsan yıldız ol.

Kazanmak, yahut kaybetmek ölçü değildir.

Sen Her Neysen Onun En İyisi Olmalısın..."

Dauglas Malloch

Sizin İçin Ne Söylüyorlar?

"Albert Einstein dört yaşma kadar konuşamadığını ve yedi yaşı­na gelinceye dek de okuyamadığım biliyor muydunuz? Öğretmeni ve ailesi onun zihinsel özürlü olduğundan kuşkulanmışlardı.

Beethoven'in müzik öğretmeni ise onun asla bir besteci olama­yacağını söylemişti. Ya genç Luchvig Beethoven ona inansaydı!

Woolworth mağazalarının kurucusu F. W. Woolworth bir mağa­zada çalışmaya başladığı zaman 21 yaşındaydı ama gerekli duyarlılık­tan yoksun olduğu gerekçesiyle müşteri ilişkilerinden uzak tutulmuştu!

Walt Disney ünlü olmadan önce çalıştığı gazeteden 'işe yaramaz fikirleri olduğu gerekçesiyle kovulmuştu!

Caruso'ya müzik öğretmeni 'sen asla şarkı söyleyemezsin çün­kü sesin yok' demişti!

Bütün bu insanlar çevrelerindeki kişilerin söylediklerine inansa-lardı ne olurdu? Dünya Beethoven'in müziğinden, Caruso'nun sesin­den, Einstein'm buluşlarından yoksun kalacaktı!

Oscar Levant 'Ne olmadığınız değil, ne olamadığınız acı verici­dir,' demiştir.

İçimizdeki potansiyeli kimse sizden iyi bilemez. Yapabileceği­nize inandığınız her şeyi gerçekleştirebilirsiniz. Ne olmak istediğinize inandığınız an dünya üzerindeki yerinizi de belirlersiniz."

Büyük Dünya Dergisi

Bambu Ağacı

Uzak doğu'da yetişen bir tür bambu ağacı olan Moso, dikildik­ten sonra, beş yıl boyunca, en ideal şartlar altında dahi hiçbir gelişme göstermez.

Sonra, sihirli bir el dokunmuş gibi, birdenbire günde 40-45 cm. kadar-büyümeye başlar ve nihayet altı hafta içinde yaklaşık 27 m'lik boyuna ulaşır.

Aslında sihir değil yaşanan. Moso ağacının duruyormuş gibi ya­pıp birden bire hızla büyümesinin sebebi, beş yıl boyunca toprağa sa­bırla saldığı yüzlerce metrelik kökleridir.

Karga bütün gün hiçbir şey yapmadan ağacın en yüksek dalında duruyordu. Onu gören küçük bir tavşan sordu: "Ben de senin gibi bü­tün gün hiçbir şey yapmadan oturabilir miyim."

"Elbette," dedi karga, "neden olmasın?"

Tavşan da onun bu yanıtı üzerine olduğu yere çöktü, hiçbir şey yapmadan oturmaya başladı.

Bir süre sonra çalılıkların arasından bir tilki fırlayıp tavşanın üs­tüne atladı ve onu oracıkta yiyiverdi.

Aşağıda olup bitenleri yukarıdan üzüntüyle izleyen karga kendi kendine söylendi: "Hem aşağıda olup hem de hiçbir şey yapmadan otu­rabilmenin bedeli çok yüksektir tavşan kardeş...

Sen işin bu yanını hiç düşünmedin..."

LaraBarto

Bir Dahi Nasıl Yetişti?

Gazeteci, tıp alanındaki buluşlarıyla çığır açan bir bilim adamı­na, bu "işin sırrı"m soruyordu: "Sizi diğer bilim adamlarından farklı kı­lan nedir ki, böylesine başarılı oldunuz ve büyük buluşlar yaptınız?"

Başarılı tıp adamı "Benim başarı öyküm iki yaşındayken, annem sayesinde yaşadığım bir tecrübe ile başladı" dedi ve sonra da bu mace­rasını anlattı:

"İki yaşındayken buzdolabından süt şişesini almaya çalışıyor­dum. Ama şişe elimden yere düştü ve her taraf süt oldu. Annem gürül­tüyü duyup mutfağa geldiğinde ne bağırdı, ne söylendi, ne de beni ce­zalandırdı. Ne dedi biliyor musunuz?

'"Ne kadar güzel bir hata yapmışsın böyle!' dedi. 'Şimdiye ka­dar hiç bu kadar büyük bir süt birikintisi görmedim. Temizlemeden ön­ce yerdeki sütle biraz oynamak ister misin?'"

"Böylece ben de yerdeki sütle oynamaya başladım. Daha sonra annem yanıma geldi ve:

173

"Böyle bir şey yaptığında bunu senin temizlemen ve her şeyi es­ki haline getirmen gerekiyor, bunu biliyorsun değil mi?" dedi. "Bunu nasıl yapmak istediğine sen karar ver. İstersen sünger kullanalım, ister­sen havluya da bir bez, ne dersin?"

"Ben süngeri seçtim, birlikte yere dökülen sütü temizledik. Son­ra annem, bu küçük kazanın nedenini açıkladı:

"İkİ minik elinle süt şişesini taşıyamadığın için oldu bu. Şimdi bahçeye çıkalım ve sen şişeyi suyla doldurup onu düşürmeden taşıma­ya çalış."

"Sonra, bana şişenin çıkıntılı yerinden tuttuğun takdir de onu düşürmeyeceğimi öğretti. O günden sonra, bütün başarısızlıklarım be­nim için birer engin tecrübeye dönüştü. Her başarısız deneyden sonra, yani şeyler öğrendim, ümitsizliğe düşmeyip daha çok şevklendim..."

Eğer Sen

Etrafında herkes şaşkına dönmüş, yollanın şaşırmış ve bundan seni mesul tutarken sen kendi tuttuğun yoldan aynlmaz ve başını dik tutabilirsen;

Eğer beklemeyi bilir ve beklemekten yorulmazsan;

Başkaları seni aldatırken sen yalanla iş görmezsen veya onlar senden nefret ederken sen nefret etmeye yanaşmazsan ve bütün bunla­ra rağmen fazlasıyla İyİ görünmez ve fazlasıyla hakimane konuşmaz­san;

Rüya görebilirsen, fakat rüyalarının kölesi olmazsan;

Düşünebilir, fakat düşüncelerini hayatının esas gayesi yapmaz­san;

Eğer zafer ve yenilgiyle karşılaşılabilir ve bu iki boş şeye karşı aynı şekilde kayıtsızca hareket edebilirsen;

Söylediğin hakikatlerin reziller tarafından akılsızlan aldatmak için değiştirebilerek kullanıldığını işitmeye tahammül edebilirsen; veya yapmak için bütün hayatını verdiğin şeylerin bir an içinde yıkıldığını görür de tekrar eğilir, yorgun vücudun ve yıpranmış aletlerinle onlan yeniden yapabilirsen;

Eğer kalbin, sinirlerin ve kasların bitmiş, içinde sadece dayan, diyen iradenden başka bir şey kalmamışsa ve sen onlan tekrar çalıştıra-bilirsen;

Krallarla gezer sağduyunu elden bırakmazsan;

Herkesle konuşabilir, fakat faziletini muhafaza edebilirsen;

Ne düşmanların ne de dostların seni incitebİlirse;

Herkes sana güvenebilirse, fakat bu güvende sınırsız olmazsa;

Eğer sen ömrünün her saatine 60 dakikalık değer verebilmişsen;

İşte o zaman içindekilerle beraber bütün dünya senin olur, hat­ta bundan da üstünü, sen bir insan olursun oğlum....

Rudyard Kippling

Er Ya Da Geç Kazanan Kişi...

"Başarı istediğimiz yere gelmez...

Yenildiğinizi düşünüyorsanız yenümişinizdir.

Cesur olmadığınızı düşünüyorsanız korkaksınızdır.

Kazanmak istiyor fakat kazanamayacağınızı düşünüyorsanız ke­sinlikle kazanamazsınız demektedir.

Kaybedeceğinizi düşünüyorsanız çoktan kaybetmişinizdir.

Dışarıdaki dünyaya çıktığınızda anlayacaksınız ki başarı ancak onu istediğiniz takdirde gelecektir.

Her şey insanın kafasında biter.

Alt edildiğinizi düşünüyorsanız alt edilmişinizdir.

Yükselmek için yüksek düşünmelisiniz.

Bir ödülü kazanmadan önce kendinizden emin olmalısınız.

Yaşam savaşını kazanan her zaman en güçlü ya da en hızlı olan değildir.

Er ya da geç kazanan kişi, kazanacağını Önceden düşünebilen kişidir..."

Amold Palmer

Öğrendik Ki...

Öğrendik ki... Arkadaşlanmızın değişebileceğini kabul eder­sek, arkadaş değiştirmek zorunda kalmayız...

Öğrendik ki... En sevdiğimiz kişi bile bizi bir kez kırabilir, ama o her zaman affedilmeyi hak eder...

Öğrendik ki... Gerçek dostluk ve gerçek aşk, araya mesafeler bile girse büyümeye devam eder...

Öğrendik ki... Bir saniyede yaptığımız bir şey size hayat boyu kırık bir kalp bırakabilir...

Öğrendim ki... Olmak istediğimiz gibi biri olmak bazen hayat boyu sürebilir...

Öğrendim ki... Sevdiklerimizin yanında ayrılırken son sözleri­miz güzel şeyler olmalı, belki de bu onları son görüşümüzdür...

Öğendim ki... Yaptıklarımızın sorumluluğu bize aittir, nasıl his­sedersek hissedelim...

Öğrendik ki... Biz davranışlarımızı kontrol etmezsek davranış­larımız bizi kontrol etmeye başlar...

Öğrendik ki... Bir ilişki ne kadar ateşli başlasa da, tutku gün geçtikçe söner... birbirine gerçekten bağlı olanlar, kalplerindeki sevgi asla sönmeyenlerdir...

Öğrendik ki... Kahramanlar, doğru şeyi doğru zamanda ve so­nuçlarını düşünmeden yapanlardır

Öğrendik ki... Adalet parayla sağlanmaz...

Öğrendik ki... En iyi arkadaşlarımız, ilikte hiçbir şey yapmadan da çok şey yaparak da iyi vakit geçirebildiğimiz kişilerdir...

Öğrendik ki... Kızmaya hakkımız var ama zalimce davranmaya hakkımız yok...

Öğrendik ki... Biri bizi istediğimiz şekilde sevmiyorsa bu bizi tüm kalbiyle sevmediği anlamına gelmez...

Öğrendik ki... Olgun olmak kaç doğum günü kutladığımıza de­ğil, hayatta neler görüp geçirdiğimiz ve bunlardan neler öğrendiğimize bağlıdır...

Öğrendik ki... Bazen etraftakilerin bizi affetmesi yetmez, bizim de kendimizi affedebilmemiz gerekir...

Öğrendik ki... Biz ne kadar acı çekiyor olsak da dünya dönme­ye devam ediyor...

Öğrendik ki... Yetişirken ailemiz ve çevremiz bizi etkiler, ama sonunda nasıl biri olduğumuz sadece bize bağlıdır...

Öğrendik ki... İki insan kavga ediyorlarsa bu birbirlerini sevme­dikleri anlamına gelmez, iki İnsan hiç kavga etmiyorlarsa bu da birbiri-lerini sevdikleri anlamına gelmez...

Öğrendik ki... Bazen bir sırrı öğrenmek için ısrarcı olmak gere­kir, öğrendiğimiz şey hayatımızı sonsuza kadar değiştirebilir...

Öğrendik ki... İki insan aynı yöne bakıp apayrı şeyler görebi­lir...

Öğrendik ki... Sizi hiç tanımayan insanlar birkaç saniyede ha­yatınızın akışını değiştirebilir...

Öğrendik ki... Birini ne kadar çok severseniz hayat onu sizden o kadar erken alır...

Oğlumun Öğretmenine

Öğrenmesi gerekli, biliyorum; tüm insanların dürüst ve adil ol­madığını. Fakat şunu da öğret ona: Her alçağa karşılık bir kahraman, her bencil politikacıya karşılık kendini adamış bir lider vardır. Her düş­mana karşılık bir dost olduğunu öğret ona. Zaman alçak biliyorum. Fa­kat eğer öğretebilırsen ona, kazanılan bir dolann bulunan beşinden da­ha değerli olduğunu öğret.

Kaybetmeyi öğrenmesini öğret ona ve hem de kazanmaktan ne­şe duymayı. Kıskançlıktan uzaklara yönelt onu. Eğer yapabilirsen, ses­siz kahkahaların gizemini Öğret ona. Bırak erken Öğrensin zorbaların görünüşte galip olduklarını.eğer yapabilirsen, ona kitapların mucizele­rini öğret ona. Fakat ona sessiz zamanlar da tanı. Gökyüzündeki kuşla­rın, güneşin yüzü önündeki anların ve yemyeşil yamaçtaki çiçeklerin ebedi gizemini düşünebileceği... Okulda hata yapmanın hile yapmak­tan çok daha onurlu olduğunu Öğret ona.

Kendi fikirlerini inanmasını öğret, herkes ona yanlış olduğunu söylediğinde dahi. Nazik insanlara nazik, sert insanlara karşı da sert olmaşım Öğret ona. Herkes birbirine takılmış bir yönde giderken, kitlele­ri izlemeyecek gücü vermeye çalış oğluma. Tüm insanları dinlemesini öğret ona. Fakat tüm dinlediklerini gerçeğin eleğinden geçirmesini ve sadece iyi olanları olmasını da öğret. Eğer yapabilirsen, üzüldüğünde bile nasıl gülümseyeceğini öğret ona. Gözyaşlannda hiçbir utanç olma­dığını Öğret.

Herkesin sadece kendi iyiliği için çalıştığına inananlara dudak bükmesini öğret ona ve aşın ilgiye dikkat etmesini. O-na kuvvetini ve beynini en yüksek fiyatı verene satmasını, fakat hiçbir zaman kalbine ve ruhuna fiyat etiketi koymamasını öğret. Uluyan bir insan kalabalığı­na kulaklarını tıkamasını öğret ona. Ve eğer kendinin haklı olduğuna inanıyorsa dimdik dikilip savaşmasını öğret. Ona nazik davran, onu ku­caklama. Çünkü ateş çeliği saflaştmr. Bırak sabırsız olacak kadar cesa­rete sahip olsun. Bırak cesur olacak sabn olsun. Ona her zaman kendi­sine karşı derin bir inanç taşımasını öğret. Böylece insanlığa karşı da derin bir inanç taşıyacaktır. Bu büyük bir taleptir, ne kadanni yapabi­lirsin bir bak bakalım. O, ne kadar iyi, küçük bir insan.

AbrahamLÎNCOLN

Sevgiyi Söyle

Annesi... Bir de kendisi... O kadar bütün hayatı... Bir gün fena halde sıkıldı, dayanamadı, attı kendini sokağa...

Bir yığın vitrinin önünden geçti... Tam bir CD satan dükkanı da geride bırakmıştı ki, bir an durdu. Geri döndü, kapıdan içeri, gözüne hayal meyal takılan genç kıza bir daha baktı. Kendi yaşlarında harika genç bir kızdı tezgahtar... Hani ilk bakışta aşk derler ya, öyle takılıp kalmıştı işte...

İçeri girdi... Kız gülümseyerek koştu ona... "Size nasıl yardım edebilirim" diye... Nasıl bir gülümsemeydi o... Hemen ora-cıkta sarı­lıp öpmek istedi kızı... Kekeledi, geveledi, sonra "Evet" diyebildi... Rasgele bir plağı işaret ederek..."Evet... Şu CD'yi bana sarar mısı­nız?.." Kız CD'yi aldı, içeri gitti. Az sonra paket edilmiş geri geldi. Al­dı paketi, çıktı dükkandan, evine dön-dü, açmadan dolabına attı...

Ertesi sabah gene gitti aynı dükkana... Gene CD gösterdi kıza, sardırdı, aldı eve getirdi, attı paketi dolaba, gene açmadan... Günler hep alınıp sardırılan CD'lerle geçti... Kıza açıl-maya bir türlü cesaret edemiyordu.

Annesine açıldı sonunda... Annesi

"Git konuş oğlum, ne var bunda" dedi.

Ertesi sabah bütün cesaretini topladı. Erkenden dükkana gitti. Bir CD seçti. Kız gülerek aldı plağı. Arkaya gitti, paketlemeye. Kız içerdeyken bir kağıda "Sizinle bir gece çıkabilir miyiz?" diye yazdı, al­tına telefon numarasını ekledi, notu kasanın yanma koydu gizlice... Sonra paketini alıp kaçtı gene dükkandan...

İki gün sonra telefonu çaldı... Anne açtı telefonu...CD dükka­nındaki tezgahtar kızdı arayan... Delikanlıyı istedi... Notunu yeni bu­luştu da...

Anne ağlıyordu...

"Duymadınız mı" dedi... "Dün kaybettik oğlumu..."

Cenazeden birkaç gün sonra, anne oğlunun odasına girebildi so­nunda...

Ortalığa çeki düzen vermeliydi. Dolabı açtı... Ortaya atılmış bir yığın açılmamış paket gördü... Paketleri aldı, oğlunun yatağına oturdu ve bir tanesini açtı... İçinden bir CD vardı, bir de minik not...

"Merhaba... Sizi öyle buldum ki... Daha yakından tanımak isti­yorum.. . Bir akşam birlikte çıkalım mı...

Sevgiler... Jacelyn!"

Anne bir paket daha açtı...

Onda da bir CD ve bir not-vardı..

"Siz gerçekten çok tatlı birisiniz, hadi beni bu gece davet edin, artık..

Sevgiler.. Jacelyn!.."

Zamanında söyleyemediğinizi daha sonra söylemek için za-man bulamayabiliriz... Onun için söylemek istediklerinizi çekin-meden kar­şınızdakine ifade edin... Sevdiğinizi söylemekten korkmayın.. .Yaşamı yaşanmaya değer kılan şey sevgidir...

Bir Küçücük Oğlancık Varmış

Bir küçücük oğlancık, bir gün okula başlamış. Pek mi pek akil-liymış. Okulu da pek büyükmüş. Ama akıllı çocuk, sınıfına dışarıdan kestirme bir yol bulmuş. Buna çok sevinmiş. Artık okulu ona kocaman görünüyormuş.

Bir zaman sonra, bir sabah öğretmen demiş ki;

"Bugün resim yapacağız."

wNe güzel!" demiş çocuk. Resim yapmayı pek severmiş. Her türlüsünü de yaparmış. Aslanlar, kaplanlar, tavuklar, inekler, trenler, gemiler... Mum boyasını çıkarmış ve çizmeye başlamış.

Ama öğretmen "Durun!" demiş. "Henüz başlamayın." Ve çocuk herkes hazır olana kadar eklemiş.

"Şimdi" demiş öğretmen, "Çiçek çizmeyi öğreneceğiz."

"İyi demiş" çocuk. Çiçek çizmeyi çok severmiş ve pek güzeller-lini yapmaya başlamış pembe, mavi, turuncu mum boyalarıyla...

Ama öğretmen, "durun" demiş, "size nasıl yapılacağını göstere­ceğim." Yeşil saplı kırmızı bir çiçek çizmiş. "İşte" demiş Öğretmen, "Böyle çizeceksiniz. Şimdi başlayabilirsiniz."

Küçük çocuk bir öğretmenin resmine bakmış, bir de kendininki-ne... Kendininkini daha bir sevmiş ama bunu söyleyememiş. Kağıdı çevirip öğretmeninki gibi yeşil saplı kırmızı bir çiçek çizmiş.

Bir başka gün küçük oğlancık, sınıfa çıkan kapıyı tek başına aç­mayı becerdiğinde, şöyle demiş öğretmen. "Bu gün çamurdan bir şey yapacağız."

"İyi" demiş çocuk. Çamurla oynamayı pek severmiş. Her şeyi yapabilirmiş onunla. Yılanlar, kardan adamlar, filler, fareler, araba­lar... Başlamış çamuru yoğurup sıkıştırmaya...

Ama öğretmen "Durun, daha başlamayın!" ve beklemiş hazır ol­masını herkesin. "Şimdi" demiş öğretmen, "Bir çanak yapacağız."

"Güzel" demiş çocuk. Çanak yapmasını da pek severmiş ve baş­lamış yapmaya boy boy, şekil şekil çanakları.

Ama öğretmen "Duru!" demiş, "Size nasıl yapılacağını göstere­ceğim." Ve de göstermiş herkese bir büyük çanağın nasıl yapılacağını. "İşte" demiş öğretmen "Artık başlayabilirsiniz." Küçük bir öğretmenin çanağına bakmış, bir de kendininkine. Kendininki daha çok sevmiş, ama bunu söyleyememiş. Toprağım yuvarlayıp yeniden yapmış Öğret­meninki gibi derin bir çanak.

Ve çok geçmeden küçük çocuk öğrenmiş beklemeyi, izlemeyi ve her şeyi öğretmen gibi yapmayı. Ve çok geçmeden başlamış kendi­liğinden hiçbir şey yapmamaya. Ama birdenbire küçük çocuk ve ailesi taşmıvermiş başka bir eve, başka bir şehre ve çocuk gitmiş başka bir okula...

Bu okul daha da büyükmüş Öbüründen. Kestirme yolu da yok­muş dışarıdan.

Büyük basamakları çıkmak ve uzun koridorları geçmek gereki­yormuş sınıfa kadar.

Ve daha ilk gün demiş ki öğretmen: "Şimdi resim yapaca-ğız!" "Güzel" demiş çocuk ve beklemiş Öğretmenin ne yapacağını söyleme­sini. Ancak öğretmen bir şey söylemeden başlamış dolaşmaya.

Küçük çocuğun yanma gelince sormuş:

"Resim yapmak istemiyor musun?"

"İstiyorum" demiş çocuk. "Ne yapacağız?"

"Ne istersen" demiş öğretmen.

"Her kes aynı resmi yaparsa ve aynı renkleri kullanırsa, kimin ne yaptığını ve neyin ne olduğunu nasıl anlarım ben?"

"Bilmem" demiş çocuk ve başlamış "yeşil saplı kırmızı çiçeği" çizmeye...

Helen Buckiey

Yolcu

Anne rahmine düşen ikiz kardeşler önceleri her şeyden habersiz-miş. Haftalar birbirini izledikçe onlarda gelişmişler. Elleri, ayaklan, iç organları o-luşmaya başlamış. Bu arada, et-raflannda olup biteni fark et-meye başlamışlar. Bulundukla-n rahat, güvenli yeri tanıdıkça mutlu­lukları artmış. Birbirleri-ne hep aynı şeyi söylüyorlarmış:

"Anne rahmine düşmemiz, burada yaşamamız ne harika değil mi? Hayat ne güzel şey be kardeşim!" Büyüdükçe, i-çinde yaşadıkları dünyayı keş-fe koyulmuşlar. Öyle ya, haya-tm kaynağı neymiş? İşte bunu araştırırken, karşılarına anele-riyîe onlan birbirine bağlayan kordon çıkmış. Bu kordon sa~yesinde, hiçbir zahmet çekmeden, güven içinde beslenip büyütüldüklerini tespit etmişler.

"Annemizin şefkati ne kadar büyük! Bize bu kordonla ihtiyacı­mız olan her şeyi gönderiyor." Artık aylar birbirini ardınca geçiyor, ikizler hızla büyüyor, diğer bir değişle "yolun sonuna yaklaşıyormuş. Bu değişiklikleri hayretle gözlemlerken, bir gün gelip bu güzelim dün­yayı terk edeceklerinin işaretlerini almaya başlamışlar. Dokuzuncu aya yaklaştıklarında, bu işaretleri daha kuvvetli hissetmeye başlamışlar. Durumdan telaşlanan ikizlerden birisi diğerine sormuş:

"Neler oluyor? Bütün bunların anlamı nedir" Öteki daha sakin ve aklı başındaymış. Üstelik, bulundukları bu dünya çoğu zaman ona yetmiyor; duyguları daha geniş bir alemi arzuluyor-muş. O cevap ver­miş:

"Bütün bunlar, bu dünyada daha fazla kalamayacağımız anlamı­na geliyor." Ve eklemiş: "Buradaki hayatımızın sonuna yaklaşıyoruz." "Ama ben gitmek istemiyorum" diye haykırmış kardeşi. "Hep burada kalmak istiyorum." "Elimizden gelen bir şey yok. Hem, belki doğum­dan sonra hayat vardır." "Bize hayat veren o kordon kesildikten sonra bu nasıl mümkün olabilir ki?" diye cevaplamış öteki. "Bize hayat veren kordon kesilirse nasıl hayatta kalabiliriz, söyler misin bana?" Hem, bak bizden Önce başkaları da buraya gelmiş ve sonra da gitmişler. Hiç biri­si geri gelmemiş ki bize doğumdan sonra hayat olduğunu söylesin. Ha­yır, bu her şeyin sonu olacak. Bütün bunları söyledikten sonra eklemiş:

"Hem, belki de anne diye bir şey yok!" "Olmak zorunda" diye itiraz etmiş kardeşi. "Buraya başka türlü nasıl gelmiş ola-biliriz, nasıl hayatta kalabiliriz ki?" "Sen hiç anneni gördün mü?" diye üstlenmiş öteki. "O belki de sadece zihinlerimizde var. Bir annemiz olduğu dü­şüncesi bizi rahatlattığı için onu bel-ki de biz uydurduk." Böylece, an­ne rahmindeki son günleri derin sorgulamalar ve tartışmalarla geçmiş. Sonunda doğum anı gelmiş çatmış. İkizler dünyalarını terk ettiklerinde gözlerini başka bir dünyaya açmışlar ve sevinçten ağlamaya başlamış­lar. Çünkü gördükleri manzara hayallerinin bile ötesindeymiş...

Anthony de Mello'dan

Renklerin Dili

Hayatımızı şekillendiren, bizi kimi zaman neşeli, kimi za-man da düşünceli yapan renkler ve marifetleri saymakla bitmez. İşte renklerin dünyası, şirketlerin bunu nasıl kullandıkları ve bizle nasıl oynadıkları;

Kahverengi

Kansas Üniversitesi Sanat Müzesi'nde bir araştırma için halının altını elektronik bir sistemle donatmışlar, duvar rengini beyaz ve kah­verengi olarak değişebilir yapmışlar. Arka fon beyaz kullanıldığında, insanlar müzede yavaş hareket etmiş, daha uzun süre kalıp, daha fazla alanda dolaşmışlar. Arka fon kahverengine döndüğünde ise, insanlar müzede çok daha hızlı hareket edip, daha az alan dolaşmış ve müzeyi çok daha kısa sürede terk etmişler. O yüzden dikkat ederseniz dünya­daki fast - food restaurantlannın hepsinin sandalyeleri ve masaları kah­verengi, duvar boyaları ise kahverengi şampanya pembe karışımıdır. Hiçbir fast-foodçunun duvarını beyaz göremezsiniz. Burger King, Ken-tucky Fried Chicken ve benzer fast-foodlar yıllardır bilinçli olarak tüm duvarlarını baştan aşağıya kahverengi ağaç kaplama yaparlar. Bizim lo­kantacılar ise hala lüks tutkusunda...

Büronuzda kahverengi mobilyalar kullanmayın! Kahverengi ay­nı zamanda teklifsiz, rahat bir renk olarak kabul edilir. Karşınızdaki­nin kendini resmiyetten uzak, daha rahat hissetmesini ve açılmasını sağlar.Tüm ünlüleri rahatlıkla konuşturrnasıyla tanınan ünlü televiz­yoncu Larry King'i programında her seferinde kahverengi kravatlar ve ceketlerle görürsünüz. Rivayetlere göre 40'h yıllardan bu yana Avust­ralya'da kahverengi üç parça takım elbise üretilmediği söylenir. Batılı­lar, 'You blend in people' diyorlar. Kahverengi toprak rengidir ve diğer insanlar arsında kaybolur gidersiniz. İş görüşmelerinizde, profesyo­nel toplantılarda sakın kahverengi giymeyin.

Kırmızı

Kırmızı, iştah açar. Dünyadaki ünlü gıda firmalarının hepsinin logosunun kırmızı olduğunu hayretle fark edeceksiniz; Coca Cola, Piz-za Hut, MC Donald's, Ülker, Burger King... Bu listeyi binlere çıkara­bilirsiniz. Kırmızı tansiyonu yükseltir ve kan akışım hızlandırır. 'Peki boğalar niye kırmızı renge saldırıyor?' cevabı ise ilginç; maymunların dışında, araştırılan hayvanların hemen hepsi siyah-beyaz görmektedir. Yani boğalar da renk körüdür. Kırmızıya değil, kendilerine sallanan ko­yu renkli beze saldırırlar. Birinin çıkıp İspanyollara bu gerçeği anlat­ması gerekir. Belki de kanı, heyecanı ve enerjiyi anlatan o kırmızı bez arenadaki, Ölüme mahkum olan o zavallı boğaya değil de, tribünlerde oturan, televizyonları başında ölümü, kanı arayan kişilere sallanıyor.

Yeşil

Yeşil, güven verir. O yüzden bankaların logolarında en çok ter­cih edilen iki renkten biridir. Yatak odası içinde rahatlatıcı bir renktir. Batıda büyük otellerin mutfaklarında duvar renginin, aşçılarının yeni­liklerini arttırmak için yeşile boyandığı söylenir. Hastanelerde logo ve iç dizaynlarında yeşili tercih eder. Çünkü rahatlatıcı ve sakinleştiricidir.

Tabiatı en çok rahatlatan renktir. Yeşil alanlarda insanların daha az mide ağrısı çektikleri tespit edilmiş. Sakız paketlerinde ve sebze sa­tılan yerlerde yeşil en çok tercih edilen renktir.

Siyah

Siyah, gücü ve tutkuyu temsil eder. Hırsın da bir ifadesidir. Biz­de ve batı da siyah, matemi simgelerken Japonya da mutluluğun simge­sidir. Fonda kullanıldığında karamsarlığı çağrıştırır. Işığı yok eder. Konsantrasyonu en gerektiren renktir. Einstein'm konsantre olabilmek için perdeleri siyah, gün ışığı olmayan bir odaya girip ve bu şekilde dü­şündüğü söylenir.

Mavi

Freud, mavi sakin diye niteler. Faber Birren ise tansiyonu düşür­düğünü söyler. Araplar ise mavi taşların kanın akışını yavaşlattığını inanırlar. Nazar boncuğu o yüzden mavidir. Sakinleştirici bir renktir. Batıda bu etkisi yüzünden intiharları azaltmak için körü korkuluklarını maviye boyarlar. Mavi ve özellikle lacivert kozmik bir renk olarak ka­bul edilir; sonsuzluğu, otoriteyi ve verimliliği çağrıştırır. Uluslar arası toplantılarda tüm devlet bakanları lacivert takım elbise giyerler. O yüz­den dünyadaki firmaların yansından fazlası logolarında maviyi kulla­nırlar. Aynı şekilde Bili Clinton, büyük jüriye İfade vermesinden önce mavi kravat takarak daha altın bronz karışımı bir şekil ve rengi kullan­dığını hatırlayın. Daha çok altını ve parayı çağrıştırır çünkü.

Mor

Mor, nevrotik duygulan açığa çıkardığı, insanları bilinç altında korkuttuğu tespit edilen bir renk. 1998 yılında Ataköy'de çatıdan atla­yarak intihar eden çocuğun şizofren olduğu belirtilmişti. İntihar fotoğ­rafında, yerdeki ajandadan, bir kenara savrulmuş çakmağa kadar her şey mordu. Tırnakları dahi mora boyanmıştı.

Pembe

Pembe giyenlere, hizmetlerinden dolayı ödeme yaparken kendi­nizi daha rahat hissettiğimizi tespit etmişler. İngiltere'de Boots ve Marks and Spencer mağazalarında tüm tezgahtarların pembe gömlek giydiği bilinir.

Sarı

Sarı, geçiciliğin ve dikkati çekiciliğin ifadesidir. O yüzden tüm dünyada taksiler sandır. Dikkati çeksin ve geçici olduğu bilinsin diye. Araba kiralama firmaları logolarında hep sarıyı kullanırlar. 'Ürün geçi­ci, lütfen geri getirin' demek istiyorlar. O yüzden dünya da hiçbir ban­ka amblemlerinde bildiğimiz sanyı kullanmaz. (Portakal ve bronz ya da bakır kimi zaman yer alabilir) Paranın geçici değil, kalıcı olmasını İs­terler. Türkiye de sanyı logosunda baskın bir renk olarak kullanan tek banka, devlet bankası Vakıf bank'tır.

Beyaz

Beyaz, istikran, devamlılığı ve temizliği simgeler. Bu yüzden üzerinde fazla şaibeler olanlann, beyaz ağırlıklı kıyafetleri seçmelerin­de yarar var. Beyaz elbiseler sizin temiz olduğunuz imajını verir.

Sonsöz

Göktürk Kitabesi

Eski bir Tapmak yazıtında şöyle der

"Gürültü ve patırtının ortasında sükunetle dolaş, sessizliğin için­de huzur bulunduğunu unutma. Başka türlü davranmak açıkça gerek­medikçe herkesle dost olmaya çalış. Sana bir kötülük yapıldığında ve­rebileceğin en iyi karşılık unutmak olsun. Bağışla ve unut. Ama kimse­ye teslim olma. İçten ol; telaşsız, kısa ve açık-seçik konuş. Başkalarına da kulak ver. Aptal ve cahil oldukları zaman bile dinle onlan. Çünkü dünyada herkesin bir öyküsü vardır.

Yalnız planlarının değil; başarılarının da tadını çıkarmaya çalış. İşinle ne kadar küçük olursa olsun, ilgilen; hayattaki dayanağın odur. Seveceğin bir iş seçersen, yaşamında bir an bile çalışmış ve yorulmuş olmazsın. İşini öyle seveceksin ki başarıların bedenini ve yüreğini güç­lendirirken, verdiklerinle de yepyeni hayatlar başlatmış olacaksın.

Olduğun gibi görün ve göründüğün gibi ol. Sevmediğin zaman sever gibi yapma. Çevrene önerilerde bulun ama hükmetme. İnsanı yar­gılarsan onları sevmeye zamanın kalmaz. Ve unutma ki insanlığın yüz­yıllardır öğrendikleri; sonsuz uzunlukta bir kumsaldaki tek bir kum ta­neciğinden daha fazla değildir.

Aşka burun kıvırma sakın; o, çöl ortasındaki yemyeşil bir bah­çedir, O bahçeye layık bir bahçıvan olmak için her bitkinin sürekli ba­kıma ihtiyacı olduğunu unutma.

Kaybetmeyi ahlaksız bir kazanca tercih et. İlkinin acısı bir an, ötekinin vicdan azabı bir ömür boyu sürer. Bazı idealler o kadar değer­lidir ki o yolda mağlup olman bile zafer sayılır. Bu dünyada bırakaca­ğın en büyük miras, dürüstlüktür.

Yılların geçmesine Öfkelenme; gençliğe yakışan şeyleri gülüm­seyerek teslim et geçmişe. Yapamayacağın şeylerin yapabileceklerini engellemesine izin verme.

Rüzgarın yönünü değiştirmediğin zaman yelkenlerini rüzgara göre ayarla. Çünkü dünya, karşılaştığın fırtınalarla değil, gemiyi lima­na getirip getirmediğinle ilgilenir. Ara sıra isyana yönelecek olsan da hatırla ki evreni yargılamak imkansızdır. Onun için kavgalarını sürdü­rürken bile kendi kendinle barış içinde ol.

Hatırlar mısın doğduğun zamanlan: Sen ağlarken herkes sevinç­le gülüşüyordu. Öyle bir ömür geçir ki, herkes ağlasın öldüğünde, sen mutlulukla gülümse. Sabırlı, sevecen, erdemli ol. Önünde sonunda bü­tün servetin sensin. Görmeye çalış ki bütün pisliğine ve kalleşliğine rağmen dünya, yine de insanoğlunun biricik güzel mekanıdır."

X.SENnUSİÖ.IX.YY

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder